10-28-2011, 00:06 | #1 |
Hizbullah ve Arap Baharı | Seyyid Hasan Nasrallah
Bazı gelişmelerin beni endişelendirmesine rağmen her şeyin iyiye gittiğini, direnişin ve ümmetin maslahatına olduğunu düşünüyorum.
Seyyid Hasan Nasrallah HİZBULLAH VE ARAP BAHARI Arap Devrimleri ve Amerika Arap devrimlerinin başlamasının üzerinden aylar geçti. Bu süreç içerisinde yaptığımız görüşmelerden elde ettiğimiz sağlam bilgilerle, gerçekler daha da belirginleşti. Bu bölgelerde gerçekleşen hareketlilik, gerçekten de ulusal hareketlerdir. Tunus’ta başlayan ve sonra diğer Arap ülkelerine sıçrayan bu devrimler, Arap iradesinin bir neticesidir. Amerika projesi değildir. Zaten bunu Amerikan projesi dememiz de hiç mantıklı olmaz. Çünkü devrimlerin olduğu ülkeler, Amerikan güdümlüydü. Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn, Kaddafi yönetimi Arap güdümlüydü. Çünkü Kaddafi son yıllarda Amerika’yla iyi ilişkiler içerisindeydi. Amerika’nın kendisine uşaklık eden yönetimleri, düşürmek istemesi düşünülemez. Zannediyorum ki şuanda tartışmaya açık tek konu, Suriye yönetimidir. Çünkü Suriye yönetimi, bilindiği gibi Amerika idaresine itaat etmeyen tek yönetimdir. Her halükarda bilgiler ve verilerle desteklediğimiz araştırmalarımızın sonucunda, Arap devrimlerin hepsinin gerçek bir halk devrimi olduğu, Amerikan projesi olmadığı kanaatine vardık. Evet! Amerikalılar devrim dalgasına kapıldılar ve şimdi devrimleri sahiplenmek istiyorlar. Kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istiyorlar. Biz, Amerikan idaresinden, halk devrimlerinin karşısında kolaylıkla teslim olmasını bekleyemeyiz. Amerika, devrim hattının içine girdiği zaman, ulaşmak istediği hedefleri vardı. Birincisi, kayıplarını ellerinden geldikleri kadar azaltmaktı. İkincisi, İslam ve Arap halkları arasındaki imajını düzeltmekti. Çünkü bölgemizde son senelerde hatta bundan daha birkaç ay önceye kadar İnsanların Amerika’dan nefret ettiğini, Arap ve İslam ümmetlerinin Amerika siyasetini ve iradesini kabul etmediklerini görmekteydik. Amerika’yı bölge halkı, suçlu ve terörist ülke olarak görmekteydi. Üçüncüsü, devrim ülkesindeki alternatif rejimi belirlemektir. Amerika, bu devrimlerin içine girdiğinde aslında kendisine ortak olacak alternatif bir yönetimi yakalamak hedefindeydi. Eğer elinde olsaydı, alternatif yönetimin eskisine nispeten daha itaatkar olmasını tercih ederdi. Şimdi ise yeni bir tarzla, halkın yanındaymış gibi gözüküp kendilerine alternatif yönetimler bulmaya çalışmaktalar. Mesela şuan Tunus’ta seçimler var. Bu son derece güzel bir durum. Halkın %80’i, %90’ı seçimlere katıldı. Seçimlerin sonucu açıklandıktan sonra uluslararası toplumun bu seçilen yönetimi kabul edip etmeyeceğini, saygı duyup duymayacaklarını merak ediyorum. Tunus’taki yeni yönetim, seçimler aracılığıyla halkın iradesi gölgesinde olacak. Yarın seçim sonuçları açıklanacak. Libya’ya gelince aynı durum söz konusu. Mısır’da da aynı durum söz konusu. Biz, şuanda alternatif rejimin halkın iradesine mi yoksa Amerika’ya mı boyun eğeceği hususunda net bir şey söyleyemeyiz. Her şey seçimlerden sonra belli olacak. Devrim yaşanan ülkelerde halk, bilinci ve dikkatiyle Amerika’ya karşı tutum sergilemelidirler. Bunu, devrimlerin halk devrimi olarak kalması için yapmalıdırlar. Amerika yönetiminin, onların dostları olmadığını bilmelidirler. Amerika, bazı ülkelerdeki zor ve çetin şartlardan istifade ederek devrimcilerle yakınlık kurmuş olabilir. Bu şekilde diktatör rejimlere karşı kendisini savunucu, dost ve koruyucu olarak gösterebilir. O halde öncelikle bilinç önemli. Daha sonra ise halk, gerek seçim sandıklarında gerekse meydanlarda katılım sağlamalıdır. Seçimlere katılmayı haram kılan, fetva çıkaranların sözlerini dinlememelidirler. Çünkü sandıkta oy kullanmak, halkın iradelerini ifade etmenin modern yöntemlerinden birisidir. Tunus, Mısır, Libya… Bu üç devlette halk, katılımını, varlığını her alanda devam ettirmeli, hedeflerine ulaşmakta gaflete düşmemelidir. Halk, ellerindeki fırsatları değerlendirmeli ve kendi iradesini siyasi katılım ve sandıklarda yönetime kabul ettirmelidir. Bilinç, anlayış ve ulusal birlik çok önemlidir. Çünkü Amerika ve batı, genel olarak eğer karşılarında halk destekli ve kendi maslahatlarına itaat etmeyen bir yönetim görürseler hemen o yönetimi abluka altına alacak, devirmeye çalışacak, ülkeyi karmaşaya, fitneye, iç çatışmaya, ayrışmalara sürükleyecektir. Gerek ırki gerek bölgesel gerekse coğrafi olsun o ülkede ayrılık çıkarmaya çalışacaktır. Aynı Kuzey Afrika’da olduğu gibi bölgede mezhepsel ve ırksal bölünmeler gerçekleştirilecektir. Halk devrimi liderleri bu konuda çok bilinçli olmalıdır. Önlemlerini almalıdırlar. Devrimin asıl başarısı ve akan kanın durması, meydanlarda anlayış, ulusal birlik ve iç çatışma yaşanmasının engellenmesiyle gerçekleşecektir. Bölgeyi Tehdit Eden Unsurlar (İsrail-Amerika ve Tekfirciler) Bölgedeki azınlıklar mevzusu, devrim sonrasında azınlıkların akıbetinin ne olacağı, çok hassas bir konudur. Azınlıkların, haklarının korunması için kendi aralarında koalisyon kurmaları fikrinden önce bu oluşumu tetikleyen tehdidin ne olduğunu öğrenmemiz gerekir. Biz biliyoruz ki tehdit, hedef alınanların hedef alana karşı birleşmesini sağlamaktadır. Bu, mantıklı bir durumdur. Öncelikle bu tehdit nedir? Şimdi bunun araştırmasını yapmayacağım. Ama genel şekliyle, bölgedeki ilk tehdit, İsrail’in varlığıdır. Bu tehdit, Müslüman, Hıristiyan, Araplar, yabancılar, halklar ve hükümetlerin hepsini tehdit etmektedir. O halde öncelikli tehdit İsrail’dir. Filistin’de oluşturduğu tehdit ortadadır. Filistin’de sadece Müslümanları hedef almayan, Hıristiyanları da kapsayan, Filistin halkının tümünü tehdidi altında bırakmıştır. Çünkü İsrail Devleti, safi ve ırkçı Yahudi bir devleti olmak istemektedir. İkinci tehdit ise Amerika ve Amerika’nın projeleridir. Özellikle de son 10 yıldır, Amerikalılar yeni Ortadoğu’nun inşası için çalışmaktalar. Biz, Ortadoğu’ya geldikleri günden beri, bu tehditle karşı karşıyayız. Tabi ki bu projeler başarısız oldu. Ama şuan bu projeye yeniden hayat kazandırmak için çalışmalar var. Direniş, verilen kurbanlar, irade, ve bu yönetimlere karşı çıkılmasının ardından, bu projeler başarısızlığa uğratıldı. Şimdi de kalkmışlar, o projeleri yeniden canlandırmaya çalışmaktadırlar. Burada tehdit nerede? Yeni Ortadoğu Projesi, bölgeyi ırki, etnik, mezhepsel esaslara göre ayırmayı ve kurulacak ayrılıkçı devletler arasında çatışmalar yaratmayı hedeflemektedir. Bu şekilde İsrail, bölgedeki tek güçlü demokratik ülke olarak varlığını sürdürecektir. Bu, tehdit oluşturmaktadır. O halde Amerika projesi yani Büyük Ortadoğu Projesi ve İsrail, sadece “Lübnan ile doğudaki Hıristiyanları tehdit etmektedir” diyebilir miyiz? Ya da Şiileri, Dürzileri, Alevilileri, İsmailileri ya da sadece Ehli Sünnet’i tehdit ediyor diyebilir miyiz? Hayır! Bu unsurlar, bölgedeki Müslüman, Hıristiyan, bütün bölge halkının varlığını tehdit eden unsurlardır. Üçüncü tehdit ise aşırı şiddet yanlısı tekfirci akımlardır. Bu gruplar, öldürmeyi kendilerine tarz edinmişlerdir. Aynı şekilde bu tehdit de ne sadece Dürzileri, İsmailileri, Zeydileri ya da İbadileri tehdit etmektedir. Bilakis aynı şekilde tüm bölge halkını tehdit etmektedir. Biz, bölgede sadece Sünni çoğunluğun tehdit altında olduğunu söyleyemeyiz. Dini, mezhepsel ve etnik azınlıklar da Amerika ve İsrail’in aralarında ayrılık çıkarma tehdidiyle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Şiddet yanlısı tekfirci akımların kendilerini cihadi olarak tanımlamaları kesinlikle doğru değil. Mesela Irak’ta Amerika işgali başladığı andan son zamanlara kadar hiçbir din mensubu ya da mezhep mensupları yok ki intihar eylemlerinin hedefi olmuş olmasın. Bu intihar eylemlerinin adını şehadet eylemleri olarak isimlendirmemiz doğru değil. Bomba yüklü araç, suikast ve cemaat tasfiyeleri … Bunlar, şia ve mescitlerini, Huseyniyatları, imamların kabirlerini, makamlarını, bu kabirleri ziyaret edenleri, okulları, çarşıları, toplantı yerlerini hedef almaktadır. el Kaide tarafından gerçekleştirilen bu intihar saldırıları, aynı zamanda Sünnilerin ve diğerlerin mescitlerini de hedef almaktadırlar. Ramazan ayında Bağdat’ın en önemli camilerinden Ummu Kura Camii’nde, Irak’taki Sünni Vakfın başkanı Dr. Ahmed Samarrai’yi karşılamak için toplanan mescit halkı hedef alındı. Şeyhin kendisi saldırıda yaralandı. Ehli Sünnet’ten 30 kişi bu saldırıda şehit olurken onlarca kişi de yaralandı. Bu konu hakkında yayın yapan bir kanalda sunucu, konuk şeyhe şunları söylüyordu: “Şuana kadar Irak’ta Sünnilere ait camilerde görev yapan 250 imam ve hatibi öldürüldü.” Şeyh bunu düzelterek dedi ki: “Hayır! 350 imam ve hatip öldürüldü.” Bu konuşmada konuk şeyh, şiddet yanlısı örgütleri ve el Kaide’yi bu ölümlerden sorumlu tuttu. Sunucu, bu cevabın ardından, bu olayların sorumluluğunu bölge ülkelerine yıkmak istedi. Zannedersem bu ittiham, hoşuna gitmedi. Ama Şeyh şu cevabı verdi: “Ben, %90 bir kesinlikle söyleyebilirim ki 350 Sünni İmam ve hatibin Irak’ta öldürülmesini el Kaide, organize etti. El Kaide, kendisi bu eylemleri üstlenmekte ve iftihar etmektedir. Irak’ta hiçbir din mensubu, hiçbir ibadethane (ki gerek İslami gerek Sünni gerek Şii gerek Hristiyan olsun) bu saldırıların hedefi olmaktan kurtulamadı. Irak’taki tüm ırklar (Arap, Kürt ve Türkmenler) bu saldırıların hedefi oldu. Bundan kısa bir zaman önce Dr. Eymen Zevahiri’nin 4 binden fazla intihar eylemi gerçekleştirdiklerini duydum. Onlar, bu eylemlere şehadet eylemleri demektedir. Soruyorum: Bu operasyonlardan kaç tanesi Amerikalıları hedef aldı? 200,400, 300, 1000 ? 3000’den fazla intihar eylemi, Irak halkına, askerine ve polisine yönelik olarak yapılan eylemlerdi. O halde burada da azınlıkların hedef olmadığını görmekteyiz. Tüm Irak halkı, hala hedef alınmaktadır. Patlatıcı yüklü araçlar devam etmekte, intihar eylemleri sürmektedir. Bununla şu noktaya ulaşmak istiyorum. Zannedildiği gibi bölgedeki tek hedef Sünni çoğunluk değildir. Ben bunu bölge düzeyinde söylüyorum. Mesela Afganistan’da Amerikan işgalinden önce Taliban, bazı bölgeleri işgal ettiğinde Mezarı Şerif’e girdi. Mezarı Şerif halkından binlerce Sünni Tacikistanlıyla binlerce Şii Hezaralılar öldürüldü. Taliban, kendisinin İslami cihadi bir hareket olduğunu iddia ediyor. Afganistan’daki intihar eylemleri, NATO’yu hedef almıyor. Çoğunluğu Sünni olan sivilleri ya da eski devlet başkanı İslami Hareket lideri olan, kendisinin Afganistan’ın Sovyetlere karşı verdiği mücadelede köklü bir geçmişi olan ve önemli bir rol oynayan, ulusal, barışçıl ve birlikçi bir kişiliğe sahip olan Burhaneddin Rabbani’yi intihar eylemiyle öldürüyor. Bunu yapan da kendisinin Müslüman ve Sünni olduğunu iddia ediyor. Pakistan’a gelince… Orada da aynı durum söz konusudur. Bundan birkaç ay önce Pakistan’ın Mezarsufi bölgesinde, intihar eylemcileri sufilere saldırarak 200 Müslümanın öldürülmesine ve yüzlercesinin yaralanmasına sebep oldu. Kueyta ve diğer yerlerde öldürdükleri masum insanlar Şii değillerdi. Sünniydiler. Pakistan’dan başka bir örnek verecek olursak, Pakistan’da sufi olmayan Sünni bir mescidin imamı, Taliban’ın siyasetini eleştirdiği için, bir hafta sonra intihar eylemcileri camiye gönderildi. Bu olay sonrasında cami imamı ve cemaatinden yüzlercesi (ki bunların hepsi Sünniydi) öldü. Şuan Somali’de de aynısı yaşanıyor. Biliyoruz ki Somali hükümeti de muhalefet de İslami görüşe sahip. Aynı zamanda milyonlarca Somalili kadın ve erkek, çocuklar açlık tehdidi altında. Dünya da bu insanlara yardım göndermekten aciz. Biz, bölgede Sünni çoğunluğa karşı azınlıkların koalisyon oluşturmalarını gerekli görmemekteyiz. Biz, bundan daha geniş bir koalisyona ihtiyaç duymaktayız. İçinde İslamcıların Hıristiyanların diğer din mensuplarının, bütün mezheplerin ve ırkların oluşturduğu bir koalisyona ihtiyaç duymaktayız. Çünkü bu unsurların hepsi, İsrail, Amerika ve tekfircilerin tehditleri altındadır. Arap ve İslam aleminde, büyük siyasi liderler, İslami, Şii, Sünni ve Hıristiyan din adamları, diğer İslami mezheplerin müntesipleri bulunmakta. Önemli partiler ve ciddi akımların varlığını inkar edemeyiz. İslami hareketler arasında, Sünni dini liderler ve Sünni İslami hareketlerin sorumluluğu diğerlerine göre daha fazladır. Çünkü belli bir akıma karşı çıktığında onlar, kolaylıkla bu konuyu mezhepsel bir mevzuya dönüştürebiliyorlar. Ama Sünni din alimleri ve Sünni İslami hareketler, bir olayın karşısında durduklarında bu ithamla karşı karşıya kalmamaktadırlar. Mesela Irak’ta, bazı akımlar seçimlere katılmayı haram görmekte. O kendi kararında özgürdür. Ama seçimlere katılan hiç kimseyi tekfir edemez ve onun kanını helal kılamaz. Buna nasıl bir karşılık verilmelidir? Bu genel bir sorumluluktur. Bundan dolayı biz, azınlıkların koalisyon oluşturması gerektiği çağrısında bulunmuyoruz. Ben, Lübnan’da Hıristiyanların ya da diğer etnik azınlıkların, azınlıklar koalisyonu oluşturmak gibi bir düşünceleri olduğunu düşünmüyorum. Biz, bu konuları kendi aramızda tartıştık. Ve olayı bu şekilde değerlendirdik. Libya Devrimi Öncelikle biz, Libya halkının elde ettiği bur zaferden ötürü çok mutluyuz. Libya’daki savaş ve çatışmalar sona erdi. Bugün Libya halkının önünde büyük sorumluluklar var. Birincisi, yönetimi değiştirmekle yetinmeyecek aynı zamanda Libya’yı yeniden inşa edecek, devlet kuracak, yeni bir yönetim kuracak, yeni kurumlar kuracak. Çünkü göründüğü kadarıyla bundan önce gerçek bir devlet yapılanması Libya’da söz konusu değildi. Libya’da aşiret sistemi vardı. Libya, devrim sırasında büyük bir yıkıma uğradı. O halde siyasi oluşum, tekrar yapılanma, bireylerin yeniden inşa edilmesi Libya’nın öncelikli sorumluluğudur. Savaş, çok derin izler bıraktı. Devrimcilerin halkı barışa, affetmeye, müsamaha göstermeye ve anlayışlı olmaya çağırmaları gerekiyor. Eğer bunlar olmazsa Libya halkının saflarının parçalanması kolaylaşır. Libya halkının bağımsızlığı, istiklali, doğal kaynaklarından istifade etmesi, son derece önemlidir. NATO ve özellikle Fransa, Libya halkının kendilerine karşı borçlu olduğunu düşünüyor. Şimdiden bir şeyler istemeye başladılar. Bunların karşısında durmak ve sağlam bir siyasi idare gereklidir. Umarız, Libya halkı devletin ve ülkenin yapılanmasını sağlayabilir, bağımsızlıklarını koruyabilir. Halkın seçimlere katılımı ve siyasette aktif olmaları, seçim sonuçlarının kabul edilmesi de bir sorumluluktur. İnşaallah, bundan sonra Libya’yı parlak bir gelecek beklemektedir. Biz, genelde Lübnanlılar ve özelde İmam Musa Sadr’ın sevenleri ve öğrencileri, çok duygusal günler yaşamaktayız. Yıllardır, şu söylenir: “İmam’ın geri dönmesini sağlamak ve özgürlüğüne kavuşması için şunlar gerekmektedir: İlki, Kaddafi’nin ölümü ve ikincisi ise Libya yönetiminin değişmesidir.” Şimdi her ikisi de gerçekleşti. Hali hazırda çok çetin günler ve haftalarla karşı karşıyayız. Şuana kadar elimizde İmam hakkında bir bilgi yok. Çünkü araştırmalar henüz gerçekleştirilmedi. Trablus düştü. Ama Trablus’ta detaylı araştırmalar yapıldı mı? Ya da hala açığa çıkartılmamış gizli hapishaneler var mı? Ya da Sirt’te ne oluyor? İmam Sadr’ın hapsedildiği şehirlere ilişkin farklı iddialar var. Bunun araştırılması gerekiyor. Bizim açımızdan, Lübnan hükümeti bu konuyu ciddi bir şekilde ele aldı. Libya’ya resmi bir heyet gönderdi. Cumhurbaşkanı ve başbakan, bu konuyla yakından ilgilenmektedir. Kardeşimiz Meclis Başkanı Nebih Berri de bu konuyla yakından ilgileniyor. İmam Sadr’ın ailesi aynı şekilde yakından ilgilenmekte. Biz de ciddi anlamda konuyu takip etmekteyiz. Bazı arkadaşlar, bu konuda bize yardım ediyor. Libya’ya giden heyetin, oradaki bağlantılar sayesinde bir neticeye umacağını ummaktayız. Bu konu, Lübnan ve Filistin için çok önemlidir. Çünkü İmam Musa Sadr, sadece Şiilerin İmamı değil vatanımızın ve direnişin de imamıydı. Kudüs’ün ve Filistin direnişi bayrağının hamilerindendi. Bu insani, ahlaki ve cihadi bir olaydır. En yakın zamanda bir sonuca ulaşmayı umud ediyoruz. Amerika’nın Irak’tan Çekilişi Amerika’nın Irak’tan askerlerini çekmesi, tam anlamıyla Irak halkının gerçekleştirdiği bir zaferdir. Bunu abartmadan söylüyorum. Irak halkı, direnişi ve Amerikan iradesine boyun eğmeyen Iraklı siyasi güçlerin iradesi sayesinde bu zaferi gerçekleştirmiştir. Bu zafer, bölgedeki direniş ve karşı koyuşun bir parçasıdır. Bu, Irak halkının siyasi iradesinin ve direnişinin yanında duran Irak’ın, Amerika’nın ağzındaki lokma haline gelmesini engelleyen herkesin zaferidir. Amerikalılar, Irak’ta tarihi bir hezimet yaşadılar. Bunu ben söylemiyorum. Bu savaşı yapanlar söylüyor. Cumhuriyetçiler, şuan bunları kendileri itiraf ediyor. İtiraflarında Irak’ta tarihi yenilgi yaşadıklarını başta İran olmak üzere bir çok düşmanın bu savaşta galip geldiğini belirtiyorlar. Irak halkına, direnişinden dolayı tebriklerimi sunuyorum. Şehitler, hala hapishanelerde olan esirler, bu savaşta verdikleri kurbanlardı. Irak hükümetinden en yakın zamanda bu esirleri serbest bırakmasını istemekteyiz. Buradan önemli bir ders çıkarabiliriz. Eğer Irak, Amerika için mutlu oldukları bir ülke olmuş olsaydı, Obama ve diğerleri, Amerikan askerlerini Irak’tan çekmek zorunda kalır mıydı? Tabii ki hayır! Orada kalır ve orada askeri birlikler oluştururdu. Direniş, Amerikalıları Irak’a dar etti. Amerika’nın Irak’ta vermiş olduğu kaybın haddi hesabı yok. Buna hiçbir şekilde katlanmaları mümkün değildi. Ekonomik, insani, psikolojik kayıplar yaşadılar. İkinci olarak Irak halkı şiddet yanlısı akımlar sebebiyle bir çok kurban verdi. Irak’ta verilen kurban, daha az olabilirdi. Bu akımlardan bazılarının direnişe katıldıklarını inkar etmiyorum. Ama onlar, bütün eforlarını direniş için sağlasalardı. O zaman daha büyük daha hızlı ve daha az kaybı olan bir zafer gerçekleşmiş olurdu. İnsaflı olmamız gerekiyor. “Siyasete atılım mı yoksa silahlı mücadele mi?” sorunu, Irak’ta sürekli tartışma konusu olmuştur. Biz, arkadaşlarımıza her zaman şunu söyledik: Bu ikisinde de bulunmalıyız. Hem direnişte hem de siyasi arenada, varlığımızı sürdürmeliyiz. Siyaseti bırakırsak ülkeyi Amerika’ya tabi siyasi partiler ele geçirecek. Bu hükümet, Pentagon, CIA, Amerika Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olacaktır. Arap ülkeleri, bu tür hükümetlerle dolu. Iraklı asil siyasi güçlerin, siyasi arenada mücadele vermeleri, doğru olanıdır. Bazıları onları tekfir etse de şuan Irak’taki Millet Meclisi, Irak hükümeti ve Irak yönetimi, Amerika yönetimine boyun eğmemektedir. Sadece Irak halkının maslahatını gözetmektedir. Çünkü, ortada seçimler var. Parlamentoyu halklar oluşturmaktadır. Çünkü hükümet, halk tarafından seçilmiştir. Hükümetin tek görevi, halkın iradesini gözetmesidir. “O halde bu tarihi zafere ulaştıran unsur nedir?” Cevabı: “Direniş ve siyasi katılımdır.” Bu katılım, samimi olup tüm bağımlılıklardan uzaktır. Bazı devletler Irak halkına, direnişine, siyasetine kucak açtı ve onu siyasi katılıma teşvik etti. Aynı zamanda Irak’tan kaçan mültecilere de kucak açtı. Bu olay, Amerikan projesinin bölgede uğradığı hezimetin başlıcalarındandır. İsrail, nasıl Lübnan’dan çıkmak zorunda kaldıysa aynı şekilde Amerika da Irak’tan çıkmak zorunda kalacak. Amerika, Irak hükümetiyle güvenlik anlaşmasının uzatılması noktasında çaba sarfetti. Ama Iraklılar bunu reddettiler. “Bu anlaşmayı bitirdik” dediler. Yeni söylemler geliştirdiler. Amerika, müzakereler sırasında, Irak’ta 50.000 askerini bırakmak için çabaladı. Bu kabul edilmedi. Sonra 30.000’e daha sonra da 10.000’e indirmeye çalıştı. Büyükelçiliği’nin Konsolosluğu’nun müsteşarların korunması için bu askerlerin kalması gerektiğini iddia ediyordu. Ama bu kabul edilmedi. Şimdi, pazarlığın 3.000’e çekildiği ve bunların müsteşar, uzman ve antrenörler olduğu söylenmekte. Bu konuda, Irak’taki kitleler, ihtilaf içerisinde. Irak hükümeti, eğer 500 ya da 1000 askere Irak’ta kalma izni bile verse bununla alakalı şartlar koyacak. Ve Amerikan yönetiminin bu şartların dışına çıkması mümkün değil. İran-Amerika Krizi Amerikalılar, İranlılarla sıcak bir hat açmak, doğrudan iletişime geçmek istedi. Amerika, İranlı bir generali aracı kılarak İran yönetimiyle iletişime geçmek istedi. Ama İran bunu reddetti. Amerika’nın kendisi, İran’la yakın temasa geçmeye ihtiyaç duymakta. Amerika, Irak ve Afganistan için İran’la iletişime geçmek istiyor. Bölgedeki diğer dosyaların hepsi, Amerika için ikincil bir dosyadır. Onlar, İran’ın Irak ve Afganistan’a olan etkisini biliyorlar. Bir şekilde hezimetlerinden kaynaklanan geri çekilme hakkında bir çıkış yolu bulmaya çalışıyorlar. İranlıların görüşmeleri reddetmesi, Amerikalıları çıldırttı. Bundan ötürü Suudi Arabistan Büyükelçisi’ne suikast girişiminde bulunulduğu yönündeki gerçek dışı dosyayı ortaya attı. Tamamen uydurulmuş bu dosyanın amacı İranlılara baskı yapmaktır. Bu uydurulmuş dosyayı açmanın hedefinin, İran’a karşı açılacak savaş için olduğunu düşünmüyorum. İran üzerindeki baskı ve yaptırımların artırılması için ortaya atılmış olabilir. Buradaki hedef İran’ın dolaysız müzakereler için Amerikalılarla masaya oturmak için ikna etmektir. Ama İran, bunu hala reddetmektedir. Bazı Avrupa ülkelerinde gerçekleşen 5 daimi üyenin katıldığı görüşmelerde BM temsilcisi de hazır bulunuyordu. İranlı temsilci oturuma katılmayı kabul etti. Amerikalılar, bu oturum boyunca İranlılarla ikili görüşme yapabilmek için büyük çaba sarfetti. Ama İranlılar bunu kabul etmedi. Bu dosyayı ortaya atmalarının sebebi ise İran’a, müzakereler için baskı yapmaktır. Bu dosya, yaptırımları vurgulamak için kullanılabilir. Ve bunun hedefi, İran’ı boyun eğdirmek de olabilir. Ya da bu iddiaların hedefi, bölgede Suudi Arabistan ile İran arasındaki gerginliği artırmak da olabilir. Ama nihayetinde İran, bölgede etkin bir ülkedir. Aynı şekilde Suudi Arabistan da etkin bir ülkedir. Yine bu dosyayla, Şii ve Sünni fitnesi oluşturdukları gibi Arap ve Farisi fitnesi oluşturmayı hedeflemiş de olabilirler. Bana göre İran, Amerika’yla doğrudan yakın ilişkilere girmemesinden ötürü böylesine bir ithamla karşı karşıya kalmıştır. Şuanda Amerikalılar, İran’a karşı bir savaşa girmeye hazır değil. Bölgedeki bir çok stratejik uzman, aynı şeyi söylüyor. Bunun sebebi, Amerika’nın askeri ve güvenlik alanlarında uğradığı hezimetti. (Bu yenilgi, Afganistan ve Irak’ta söz konusu oldu.) Amerika’nın içerisindeki ekonomik kriz de savaşa izin vermemektedir. Amerika, içerisinde İsrail’in de bulunduğu tüm dış yardımlarını durdurdu. Bu, neye delalet ediyor? Amerika’daki ekonomik krizin büyüklüğüne delalet ediyor. Amerika, bu ekonomik krizde ve bu psikolojik bozuklukla yeni bir savaşın içerisine girmesini düşünemeyiz. Hem de İran Cumhuriyeti’ne karşı asla! Ben bu olasılığı çok düşük görüyorum. Bu tür tehditler bitti ya da bitmek üzere. Ben, bunu dışarıdan gözlemde bulunan bir kişinin çıkarımı olarak söylüyorum. Amerika Dışişleri Bakanı İsraillilere gelerek “Dikkat Edin! Sakın kendi başınıza savaşa girişmeyin! İran’a vurmayın!” diyorsa, bundan Amerika’nın bölgede savaş istemediğini anlarız. Onların istediği tek şey, İran’ı caydırmak ve İran’a Amerika planıyla beraber uyumlu bir şekilde bölgede yaşamayı öğretmektir. Bizim, Suudi Arabistan’daki kardeşlerimizden talebimiz ise bu oyuna gelmemeleridir. Silahsız, patlayıcı taşımayan hatta elinde el bombası dahi taşımayan bir kişinin tutuklandığı söyleniyor. Bu kişi, İran asıllı olup Amerikan vatandaşlığına sahiptir. Garip olan eğer İranlılar herhangi İran asıllı Amerikan vatandaşı sorguya çekseler ve yargılasalar, Amerikalılar bu kişiyi savunur ve “Bu kişi, Amerikalıdır. Bizim vatandaşımızdır” der. Şimdi ise Amerikalılar “ Bu İranlıdır” demektedir. Bahreyn Devrimi Biz Arapların iç işlerine karışmayız. Tunus’ta devrim başladığı zaman, Tunuslu devrimcileri desteklememiz, “iç siyasete müdahale addetmemizden” ötürü biraz gecikti. Bahreyn’le dayanışma kutlamalarımız oldu. Ama sadece Bahreyn’le değil. Tunus, Yemen, Mısır ve Libya’daki devrimlerle dayanışma içerisinde olduk. Bunu yaparken Şii ve Sünni ayırımı yapmadık. Ve henüz daha Suriye’de de olaylar başlamamıştı. Biz, bu devrimci halklarla Amerika’ya uşaklık yapan yönetimlerin karşısında dayanışma sergilemekteyiz. Bu yönetimler, Arap-İsrail mücadelesinde bildiğimiz tutumlarını sergilemişlerdi. Amerika’nın projelerini desteklemişler. Ve halklarına zulmetmişlerdir. Bu halklar, hürriyet ve bağımsızlık istemektedirler. Aynı zamanda ülkelerinin, ümmetin kucağına dönmelerini istemişlerdir. Bahreyn mevzusuna gelince, Bahreyn halkının zulme uğradığını düşünmekteyim. Devrimleri destekleyen Araplar, Arap Baharı’ndan bahsederken tüm devrim ülkelerinin adını söylüyorlar ama Bahreyn’i anmıyorlar. Sanki Bahreyn halkı, ne Arap ne de Müslüman. Sanki Arap bölgesinin bir parçası değil. Sanki Bahreyn’de demokratik bir yönetim varmış gibi davranıyorlar. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da gerçekleşen devrimlerin sebeplerinin aynısı Bahreyn’de de mevcut. Yönetimin yapısı, bölgesel duruşu, içerideki zulüm, parlamentonun seçilmişlerden oluşmaması, Meclis’in yarısının belirlenmiş, dışarıdan peydahlanmış, ehil olmayan kişiler olduğunu görmekteyiz. Bundan ötürü Bahreyn halkını mazlum görmekteyiz. Bazıları bizi, Suriye’de yaşananlara karşı bakışımızdan ötürü çifte standart uygulamakla suçluyor. Onlara cevabım, sizinle çifte standardı tartışabilirim. Siz, kendi standartınızı söyleyebilir misiniz? Ben size, Suriye devrimine karşı neden farklı bir tavır sergilediğimi söyleyebilirim. Ama siz, Bahreyn devrimine karşı neden farklı tavır sergilediğinizi söyleyebilir misiniz? Bahreyn’de büyük bir halk kitlesi, harekete geçti. Baskı ve şiddetle karşılanan halktan onlarca kişi şehit oldu. Yüzlerce kişi yaralandı ve hapse atıldı. Hapsedilenler işkenceye maruz kaldı. Memurlar, işlerinden atıldılar. Yaralıyı iyileştiren doktorlar yargılandı. Benim bildiğim kadarıyla Bahreyn muhalefeti bir uydu kanalına dahi sahip değil. Siz, ne derece abluka altında olduğunu artık takdir edersiniz. Ama diğer Arap devrimleri için onlarca uydu kanalı açıldı. Her halükarda bu barışçıl halk hareketinde şuana kadar ne silah ne bomba ne kılıç ne taş hiçbir şey görmedik. Biz, Bahreyn halkının hareketinin oldukça barışçıl olduğunu düşünüyoruz. Nihayetinde halkın iradesi ve hareketin liderleri, hareketin tabiatını belirliyor. Yoksa sen ya da ben belirlemiyoruz. Herkes, vatanını diğerlerinden daha iyi bilir. Uğradığı zulme, abluka altında olmasına ve bir çoğunun bu halkı yalnız bırakmış olmasına rağmen bu halk, güçlü imanı, basireti, iradesi, cesareti ve sabrıyla gösterileri sürdürmeye devam edecektir. 2 ya da 3 yıl sürse dahi sonunda hedeflerini gerçekleştireceklerdir. Çünkü onlar, seçimler sonucu oluşturulmuş bir parlamento istiyorlar. Dünyadaki demokrasi çığırtkanları, Bahreyn için nerede? Ben, Bahreynli gençler için hiçbir çağrıda bulunmuyorum. Çünkü bu, Bahreyn’in içişlerine müdahale olarak algılanabilir. Ama bildiğim tek şey, Bahreynlilerin sebatkar ve bilinçli olduklarıdır. Tüm ülkeye, ülkedeki herkese, içeride birlik ve vatan birliğini koruma, halk hareketinin birleşmesi, hikmetli devrim liderleriyle uyum içerisinde hareket etme çağrısında bulunuyorum. Bu şekilde devrimin varmış olduğu merhaleyi netleştirmiş oluruz. Eninde sonunda bu yönetim, halkın iradesine boyun eğecektir. Filistin Davası Biz, Gilad Shalit ve esir takası mevzusunu, başından sonuna kadar net bir zafer olarak görmekteyiz. Birincisi, Filistin direnişinin bu askeri elinde sağ olarak tutması, büyük bir başarıdır. İkincisi, bu askerin İsrail ve İsrail ajanlarından uzaklaştırıp, ona ulaşmasını engellemek, aynı şekilde büyük bir başarıdır. 5 yıldan daha fazla bir süredir bu askeri elinde bulundurmaları, takdire şayan bir durumdur. Üçüncüsü ise Gazze halkının direnişi ve sabrıdır. Biz biliyoruz ki Gazze’nin abluka altına alınmasının sebebi, Shalit’in Filistinlilerde esir tutulması gösterilmişti. Ablukanın ardından bölgede gerçekleşen savaşta, Gazze halkı direnişini ve sabrını sürdürdü. Asla, Hamaslı kardeşlerine “Shalit’i verin de kurtulalım” demedi. Bu başarının temelinde, Gazze halkının direnişi yatmaktadır. Sonunda İsrail, Shalit’i geri almak için ne savaşın ne ablukanın çözüm olmadığını anladı ve esir takasını kabul etmek zorunda kaldı. Hamas, uzun süre direndi. Ve şartlarını ortaya koydu. Eğer bir gün bu şartlardan geri adım atsaydı ya da bu dosyanın takibinde bir zafiyet söz konusu olsaydı bu kadar güzel bir başarıya imza atmak mümkün olmayacaktı. Bu zafer, başından sonuna kadar tarihi, büyük ve net bir zaferdir. En önemlisi, direniş kültürünü ve direniş tercihinin elini güçlendirmesidir. Bu direniş, müebbed yiyen ve işgalcilerin öldürüldüğü eylemlere katılanları serbest bırakılmasını sağlamıştır. Bunu yaparken izzetiyle ve hiç kimseye minnet duymadan yapmıştır. Bu olayda, Hamas’ın ve direnişin daha da destek topladığını gördük. Bundan ötürü Netanyahu, “Filistin Yönetimi’ni desteklemek için araçlar araştırıyoruz. Eğer Filistin Yönetimi’ni güçlendirecekse başka esirler de serbest bırakılsın” dedi. Ama sonunda, Netanyahu’nun minneti altında kalacaklar. Çünkü İsrail, “Sizi, ben serbest bıraktım” diyecektir. Ama İsrail ile Hamas arasındaki bu takastan, halkıyla beraber direnen direnişin şartlarına İsrail’in kendisi boyun eğmek zorunda kaldı. Artık Filistin ve Lübnan direnişinde esirlere verilen önemin arttığını görmekteyiz. Şehitlerimizin naaşları bile bizim için çok önemlidir. Bununla alakalı her fırsatta başarılı esir takasları yapmaktayız. 1 kişiye karşılık 1027 kişinin serbest bırakılmasında olumsuz bir durum söz konusu değildir. Bu durum, bizim insanımızın değerinin kıymetsiz olduğu anlamına gelmemektedir. Eğer bizim elimizde 1000 tane esir ve İsrail’in elinde 100 tane esir olsaydı. Biz yine 100 esirimizi almak için 1000 İsrailli esiri verirdik. Hatta 1 kişi için bile 1000 tanesini verirdik. Çünkü İnsanın bizim dinimizde, kültürümüzde ve inancımızda değeri çok yücedir. Esir takası anlaşmalarında rakamlar ne kadar oynarsa oynasın, durum değişmez. Ama aynı zamanda İsrail’in esirlerine verdiği önemi de görmezlikten gelemeyiz. Ben, günün birinde şunu söylemiştim. İnsanlar bu söylediklerimize tahammül edememişlerdi: “Eğer düşmanımızın olumlu tarafları varsa onu itiraf etmeliyiz. Şaron, çocukları öldürdü, katliamlar işledi, Sabra ve Şatilla’yı yerle bir etti. Ama aynı zamanda esirlerini geri almak için, büyük çaba sarfetti.” Bu önem ve itina, düşmanımızın olumlu noktalarındandır. Eğer, biz böyle bir durum karşısında esirlerimize olan vefamızı yerine getirmezsek, bu altından kalkamayacağımız bir ayıp olarak kalacaktır. Hamas’ın Suriye’yi terk etmek istediğine dair elimde analizler değil, gerçek bilgilerin ta kendisi vardır. Biz, gazetelerde yazılmayan ve söylenmeyenleri biliriz. Hamas’ın Şam’dan çıkmak istediği, tamamen yanlış bir haberdir. Ne o Şam’dan çıkmak istiyor ne de herhangi birisi Hamas’ı Şam’dan çıkarmak istiyor. Suriye yönetimi dahi Hamas’ın Şam’dan çıkmasını istememektedir. Esir takasındaki anlaşma için yıllarca uğraşıldı. Arap devrimlerinden önce bu anlaşma gerçekleşmek üzereydi. İsrailliler, bir çok konuda geri adım atsalar da, Hamas’ın şartlarına hala uygun değildi. Bundan ötürü bu uzlaşı ertelendi. Şuan şartlar olgunlaştı. Filistin direnişinden kardeşlerimiz ve özellikle de Hamas, bu uzlaşıyı münasib gördüler. Bu fırsatı değerlendirerek, önümüzdeki başarıya imza attılar. Ben, esir takasının en yakın zamanda olmasını isteyenlerdendim. Hamaslı kardeşlerime şunu söylüyordum: “Gilad Shalit, şuan yaşıyor. Farzedin hastalandı ve öldü. Eğer ölürse kıymeti düşer. Şuana kadar İsrail, yerini bulmaktan aciz kaldı. Ama Allah korusun, eğer teknik bir hata olur ve İsrail onu ele geçirirse, bu tam bir faciaya dönüşür.” Ama zaman Filistin direnişinin lehinde ilerledi. Bu takas, yakın zamanda elde edilebilecek en iyi şartlarda gerçekleşti. Ve Hamas bunu yaparken siyasi itibarını daha da yükseltmek için yapmadı. Sadece insaniyet namına bu anlaşmayı gerçekleştirdi. Filistin, Güvenlik Konseyi’nde tanınmayacak. Çünkü Amerika’nın vetosu ilan edildi ve hazır. Bundan dolayı, Amerika’nın göstermiş olduğu uğraşıların hepsi, imajını düzeltmek içindir. Ama bunu yaparken bile başarısız oluyor. Amerika’nın başarısızlığının en büyük sebebi, İsrail’e olan mutlak bağlılığıdır. Amerika, İsrail’e güvenlik, siyasi, iktisadi ve askeri alanlarda bağlılık göstermekte. Amerika’nın demokrasi, insan hakları, halklara saygı, halkın iradesine saygı gibi söylemlerinin yalan ve iki yüzlü olduğunu, Filistin davasına gelince anlıyoruz. 1967 topraklarındaki Bağımsız Filistin Devleti’nin Güvenlik Konseyi’nde Amerika’nın vetosuyla karşılaşacağı, şüphesizdir. Genel olarak Filistin konusundaki kanaatim, bölgedeki hareketlilik Filistin davasına, katkı sağladığı yönündedir. Çünkü Mısır, eski Mısır değil. Tunus, eski Tunus değil. Libya, eski Libya değil. Bahreyn, eski Bahreyn olmayacak. Yemen, eski Yemen olmayacak. İsrail’in stratejik bölge olarak isimlendirdiği yerlerin hepsinde değişim yaşandı. Bu değişimler, İsrail’in yararına olmayıp, İsrail için tehlike oluşturan değişimlerdir. Ayrıca Amerika ve Avrupa ülkelerinin ekonomileri, İsrail’i etkiledi. Çünkü İsrail, suni bir devlettir. İsrail, görevlendirilmiş bir devlet olduğu için genel olarak yardımlara itimat ederek geçinmektedir. Kendisini besleyen gücün, gücü ve kuvveti azaldıysa, İsrail’de bunlardan kaynaklanan zafiyetler oluşacaktır. İnşaallah bundan sonra Filistin halkının önünde, manevi mukaddesatlarını geri almaları için olumlu, büyük ve yeni kapılar açılacaktır. Suriye Devrimi ve Hizbullah Suriye konusunda şeffaf, açıkça ve sorumluca konuşacağım. Çünkü bazıları, bizim burada çifte standart uyguladığımızı iddia etmekte. Üstadımız Şehid Abbas Musavi’nin şehadet yıl dönümünde Nebişit’te yaptığım konuşmada, bizim duruşumuzun “Arap halkıyla beraber olmak” olduğunu söyledim ve konudaki sabitelerimizi açıkladım. Bizim sabitelerimizin birincisi, ilgili rejimin Amerika ve İsrail’in projelerinin karşısında olup olmadığıdır. Bir rejim var ki Amerikancı ve Amerika idaresin boyun eğmektedir. Diğer bir rejim ise Amerika’ya tabi değildir ve Amerika projelerine hizmet etmez. Üçüncü bir rejim de vardır ki aynı ikincisi gibidir hatta ondan daha iyidir. Bu rejim, direniş rejimidir. Amerika ve İsrail projelerine karşı farklı şekillerde mücadele vermektedir. Kimse bu önemli noktayı, rejimin duruşunu görmezlikten gelmemeli. Bu durumda insaflı olmuş olmaz. İkinci değer ölçümüz ise rejimin ve rejim liderliğinin, reform yapmak istiyor mu yoksa istemiyor mu? Düşünün ki bir rejim var Amerika’ya uşaklık yapmaktadır. Ve bunun yanında reform yapmaya, hazır değil ve istemiyor. İnsanların geneli, bu rejime karşı çıktıkları zaman biz de tabii olarak bu insanların yanında oluruz. Bizim bu insanlara yardım etmek dışında başka bir tercih hakkımız yok. Hangi mantık, “bu insanların yanında yer almayız” der. Şimdi Suriye rejime geri dönelim. Bu rejim, Amerika’nın karşısında mı? Ona karşı mücadele veriyor mu? Cevabı: Evet! 1982 yılında, Amerika bölgeye kendi projesiyle geldi. Projenin hedefi, Filistin davasını tasfiye etmekti. Lübnan’ı ikinci bir İsrail’e çevirmekti. Suriye, bu projenin karşısında durdu. Bu şekilde, bu projenin başarısız olmasını sağladı. Son 10 yılda da aynı şeyi görmekteyiz. Suriye, Yeni Ortadoğu Projesi’ne karşı duran ülkelerin başında yer aldı. Ve böylece bu proje de başarısız oldu. Bu projenin başarısız olması sadece Suriye halkının değil tüm bölge halklarının maslahatı içindir. Arap ve İslam halklarının maslahatı içindir. Suriye, konumu itibariyle ön saflardaydı. Irak işgali sonrasında Colen Powell, kendisiyle beraber uzun bir listeyle gelip, Beşşar Esed’i tehdit etti. Ama bu lider, boyun eğmedi, korkmadı. Amerika’nın Irak’ta Afganistan’da Akdeniz’de ve tüm dünyadaki hegemonyasını hiçe sayarak karşı duruşunu sürdürmeye devam etti. Diğer ülkeler gibi bu güce boyun eğmeyi kabul edebilirdi. Ama Esed, Lübnan’daki direniş hareketleri, Filistin’deki direniş hareketleri ve hatta Irak’taki direniş hareketlerini destekledi. Filistin’de İsrail’e karşı direkt olarak bir mücadele söz konusuyken Irak’ta Amerika’ya karşı direkt bir mücadele söz konusuydu. Bütün Arap liderler arasında “Irak direnişi” ifadesini kullanan lider, Beşşar Esed’di. Aynı şekilde Temmuz savaşından önce, savaş sırasında ve sonrasında Suriye rejimi, Amerika’ya karşı duruşunu sürdürmeye devam etti. Suriye rejimi, sürekli baskılarla karşı karşıyaydı ve bu baskılara direnmekteydi. Suriye rejimi, tüm direniş hareketlerinin zaferinin ortağıdır. Bazıları, Suriye’nin Golan tepelerinde neden direniş göstermediğini sormaktadır. Bunun cevabını ancak Suriyeliler verebilir. Suriye’nin Irak, Filistin ve Lübnan direnişinin yanında durması yeterlidir. Bu destek sayesinde Irak, Filistin ve Lübnan’da zafer elde edilebilmiştir. Bu örneklerin ardından eğer ben bu ülkeyi “direniş ülkelerinden birisi” olarak saymazsam, size soruyorum: Daha başka nasıl değerlendireyim? O halde diğer rejimleri nasıl değerlendirmemiz lazım? Bundan ötürü biz “O halde Suriye’deki rejim, direniş rejimidir” diyoruz. İkinci değer ölçümüz, rejimin reformları kabul etmesiydi. Suriye’de halk hareketi başladığı andan itibaren Beşşar Esed, reformun olması gerektiğini söyledi, hatalarının varlığını inkar etmediğini açıkça söyledi. Başkanın Üniversite’de yaptığı konuşmada, bu noktalara açıkça değindiğini görmekteyiz. Bu konuşmasında, bir çok hatayı gündeme getirdi. İlk günden beri “reform istiyorum” dediğini biliyoruz. Bu başkan, reform konusunda ciddi ve reformu gerçekleştirecek potansiyele sahip. Hatta reformlara başladığını söyleyebiliriz. Ama maalesef, çatışma konuyu farklı bir boyuta taşıdı. İç ve dış baskılar arttı. Ve bütün bunlardan sonra “Suriye’de aslında reformların gerçekleşmesi ve demokrasinin uygulanması değil de direniş rejimin devrilmesi” olduğu ortaya çıktı. Ben bu söylediklerimin sorumluluğunu alarak tüm dünyanın şunu duymasını istiyorum: “Şimdi Esed, Amerika’ya gitse, itaat kartlarını ortaya koysa, Suriye’deki sorunlar kısa bir sürede çözüme kavuşacak.” Amerika, son ana kadar Muammer Kaddafi’ye, Zeynelabidin Bin Ali’ye ve Hüsnü Mübarek’e tahammül etti. Bahreyn ve Yemen’deki rejimlere olan desteğini sürdürdüğünü görmekteyiz. Amerika, bir gün bile demokrasi ve reform için endişelenmedi. Amerika’nın sorunu bu değil. Sorun, “bu rejim bizimle mi yoksa bizimle beraber değil midir?” Suriye’deki hedef, ifade ettiğimiz duruşa sahip olan direniş rejiminin değişmesidir. Suriye muhalefetinin söylemlerine baktığımız zaman Filistin ve ulusallık gibi söylemlerden boş olduğunu görmekteyiz. Neden? Çünkü Amerika’yı rahatsız etmek istemiyorlar. Bazı muhalif liderlerin Amerika’yla güçlü ilişkileri var. Bunun belgeleri, Wikileaks’te yayınlandı. Tabi ben tüm muhalefeti aynı görmüyorum. Aralarında farklılıklar var. Ortada reform isteyen bir rejim var. Buna rağmen reform istenmiyor sadece rejimin devrilmesi isteniyor. Üçüncü nokta ise Suriye halkının iradesidir. Mesela, Mısır halkının Yemen halkının Libya halkının Bahreyn halkının ezici çoğunluğunun rejimin karşısında olduğunu söyleyebiliriz. Ama Suriye’ye gelince… Suriye’de ezici çoğunluk nerede? Yakın zamanda Suriye’nin başkenti Şam’da ve Halep’te Başkan Esed’i destekleyen gösteriler gerçekleşti. Yüz binlerce insan, sokağa çıkıp rejimi reform yapması noktasında destekledi. Şam ve Halep, Suriye’nin en büyük iki şehridir. Şam ve Halep dışındaki bir çok şehirde, kalabalık halk, rejimi desteklemek için meydanlara döküldü. Bu sokaktaki insanlar, Suriye halkı mıydı değil miydi? O halde ben bu halkla beraber olmalı mıyım olmamalı mıyım? Elde ettiğimiz veri ve bilgilerden sonra bildiğim tek şey Suriyelilerin çoğu, reformlardan yana. Bizim Suriye’yle çok iyi bir yakınlığımız söz konusu. Yönetimle arası iyi olmayan hatta yönetimle hiçbir alakası olmayanlar dahi Hizbullah’a karşı açık. Hizbullah’la onlar arasında ilişki sürmektedir. Çünkü direniş, insanları bir araya getiren konudur. Biz, farklı halk kesimleriyle kurduğumuz iletişim sayesinde şunu söyleyebiliriz: Halkın çoğunluğu reformlardan yana. Aynı şekilde ben, bahsettiğim değer ölçülerine bağlıyım. Aynı zamanda Suriye halkının iradesine de bağlıyım. Bu halk, lideri Beşşar Esed’in yanında durdu. Suriye, son on yılda, Amerika’nın bölgede hegemonya kurmak için yaptığı saldırılar karşısında direniş gösterdi. Beşşar Esed, halkının desteğini almasaydı bunu yapabilir miydi? O halde halkın bu sabır ve direnişte, rolü söz konusudur. Bu halk, yönetimiyle beraber Temmuz savaşında direnişin yanında durdu. En az 10 bine yakın Lübnanlıyı Suriye’de ağırladı. Ben, ülkesi için reform isteyen bu yönetimin yanındayım. Beşşar Esed bile “bu ülkede önceden olduğumuz gibi kalalım” demiyor. Hepsi “reform istiyoruz. Geçmişte hatalar yapıldı” diyorlar. Herkes, şartların iyileşmesi için yardımlaşmaya ve vakte ihtiyaç duyduğunu söylüyor. Ben, bu konudaki duruşumu özetlemek istiyorum. Biz, direniş safında duran ve reforma açık olan bir yönetimin devrilmesinden yana değiliz. Ve gerçekten de reformlar başladı. Bunu, Suriye halkının maslahatı için yapıyoruz. Çünkü batının istediği alternatif yönetim, Amerika idaresine teslim olacak ve İsrail’e istediğini verip mutedil olarak isimlendirilen Arap yönetimlerinin içine katılacak. Bunun, Suriye halkının ne maslahatına ne duruşuna ne bölgesel önemine ne de ulusal kimliğine yararı vardır. Suriye, bir iç çatışma yaşayabilir. Ve Suriye, bölgelere ayrılabilir. Eğer ben Suriye halkını seviyor ve ona zarar gelmemesini istiyorsam şunu söylemem gerekir: Rejimin devrilmesi, Suriye halkının güvenliğinin, istikrarının, siyasi, bölgesel ve milli değerlerinin çıkarına değildir. Suriye’den istenilen, sükûnet ve sokaklardan çıkıp, çatışmayı bırakıp, diyalog ve yardımlaşma masasına oturmaktır. Ümmetin, direnişin, Suriye halkının, Amerika ve İsrail’in projelerine karşı duruşun maslahatı için bunu yapmamız gerekiyor. Bizim bu konudaki duruşumuz açık ve şeffaftır. Bazıları bizimle bu konuda ihtilafa girdi. Ben, bir çok kişiyle bu konuyu tartıştım. Bazıları, bize bu konuda, mesajlar gönderdi. Biz, bu konuyu tartışmaya açığız. Suriye’de tam olarak ne oluyor? Bazı basın kuruluşları, gösterilerde büyük bir sayıdan bahsederken diğerlerinde bunun doğru olmadığını öğreniyoruz. Bu, hem halk hareketlerinin büyüklüğü hem keyfiyeti hem de çatışmaların oranında söz konusudur. Ben bu konuya gerçekten ihtimam gösteriyorum. Mesela, denildi ki “Suriye’nin bir şehrinde çok büyük gösteri oldu. Burada çatışma var. Orada, şehidler, yaralılar var.” Biz, Lübnanlılar olarak gerek basın yoluyla gerek arkadaşlar aracılığıyla gerekse akrabalar vesilesiyle öğreniyoruz ki ortada hiçbir sorun yok. Şöyle diyorlar: “Bizde hiçbir sorun yok. Gösteri ve çatışmalarla karşılaşmak mümkün değil. Tam tersi, burada insanlar normal hayatlarına devam ediyor.” Ama bazı uydu kanallarını izleyenler, eğer Şam’a gitme niyeti varsa, bundan vazgeçiyor. Bu yerlere gitmekten korkuyor. Halbuki insanlar, normal yaşantılarına Şam’da devam etmektedirler. Suriye’nin bir çok bölgesi sakin. Bazı bölgelerde büyük bir gerginliğin olduğu doğru. Fakat bu mesele bir iç meseledir. Ve bu meseleye karışmak istemiyorum. Tüm bunlardan dolayı böyle bir duruş sergiliyoruz. Bundan dolayı hiç kimse bize çifte standart uyguluyorsun diyemez. Bizim tek bir standartımız var. Ve bu standartımıza göre Arap devrimlerine karış duruş sergiliyoruz. Böyle bir duruşun Suriye halkının, Lübnan’ın, ümmetin ve direnişin maslahatına olduğu kanaatindeyiz. Suriye’de sükûnet sağlanmalı ve insanlar, diyalog için masaya oturmalı, reform ve barış için çaba sarfetmelidirler. Suriye yönetimini desteklemek için on binlerce savaşçımızı Suriye’ye gönderdiğimizi iddia ediyorlar. Bu bir yalan ve apaçık büyük bir iftiradır. Daha önceden bu konu hakkında açıklamalarda bulunmuştum. Bu tür yalanları ortaya atanlar, kendilerini İslamcı olarak nitelerler. Hem Allah’tan korktuklarını iddia ediyorlar hem de hala böyle bir ithamı bize yöneltmeye devam ediyorlar. Eğer böyle bir iddianız varsa delillerinizi ve görgü şahitlerinizi getirin. Bu kesinlikle doğru değil. Ne binler ne bin ne de bir askerimizi Suriye’ye gönderdik. Biz bu konuya asla karışmayız. Bizim siyasi bir duruşumuz var ve bu duruşumuzu siyasi arenada gösteriyoruz. Aynı şekilde basında elimizden geldiği kadarıyla açıklayıcı aydınlatıcı programlarla Suriye’deki gerçekleri göstermek için yardım ediyoruz. Bu, siyasi ilişkiler içerisinde devam etmektedir. Bu şekilde insanların bakış açılarını düzeltip doğru tercihte bulunmalarına yardımcı oluyoruz. Aksi takdirde bizim meydanlara inip askeri destek vermemiz, kesinlikle doğru bir durum değildir. Sonra bunları söyleyenler, yönetimin iki hafta içerisinde düşeceğini söyledi. Bu söz, 8 ay önce söylendi. Ama yönetim hala düşmedi. Suriye yönetimi, liderleri ve destekçileri, Hizbullah’tan ya da başkalarından, asker isteyecek kadar zayıf değiller. Bu iddia doğru değil. Gerçeklikle uzaktan yakından hiçbir alakası yok. Ortada büyük sabiteler var. İnsan, bu sabitelerine riayet etmelidir. Eğer birisi kendisini ümmet düzeyinde yürütülen bir saldırıya karşı oluşturulmuş bir projenin içerisinde görüyorsa o halde sabitelerine iltizam etmesi gerekir. İnsanlar, ister onu yanlış anlasın ister anlamasın. İster desteğini kaybetsin isterse kaybetmesin. Çünkü hedef bunlar değildir. 14 Mart Hareketi’nden bazıları, “Hizbullah’ın ümmetin bir parçası” olmasını bir sorun olarak telakki etmişlerdi. Bazı Lübnanlılar da Hizbullah’ın ümmetin bir parçası oluşunu ayıp olarak görmekteydiler. İslam ve Arap aleminde direnişimizle büyük bir saygınlık kazandık ama biz bu direnişimizi saygı kazanmak için yapmadık. Biz bunu topraklarımızın bağımsızlığı için yaptık. Vatanımızı korumak ve bölgede tehlike oluşturan Amerika hegemonyası projesini düşürmek için yaptık. Bundan sonra insanlar bize “Allah razı olsun. İyi bir iş çıkardınız” dediler. Tabi ki biz, insanların bize olan saygılarını ve anlayışlarını önemsiyoruz. Ama bu unsurlar, bizim siyasi yöntemimiz üzerinde etki oluşturmaz. Özellikle de büyük maslahat ve sabitelerden söz ediyorsak. Ben, çok iyi hatırlıyorum. Amerika, Irak’ı işgale başladığı zaman bir konuşma yaptım. Hizbullah ve basın organları, savaşa ve işgale karşı bir tutum sergiledi. İnsanlar çıkarak bizi çok kötü bir şekilde eleştirdiler. Bizim, Saddam Hüseyin taraftarı olduğumuzu iddia ettiler. Biz, savaşa karşı sergilediğimiz duruşumuzun bedelini ödedik. Bizi, Şiiler ve Sünniler, hatta Hıristiyanlar bile eleştirdi. Biz, Irak savaşına karşı duruş sergilediğimiz zaman sabitelerimizi esas aldık. Savaşın hedefinin Irak’ı işgal etmek olduğunu, bölgenin yeniden şeklinin çizileceğini, Yeni Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilmek istendiğini biliyorduk. Bugün yine söylüyorum: “Irak, Amerikan işgalinden bilinç, direniş, Irak halkının sabrı ve iradesiyle kurtulmuştur.” Eğer bu unsurlar olmasaydı, Irak, Amerika’nın elinde heder olurdu. Irak halkı, bunun bedelini yüzbinlerce şehit ve milyonlarca mülteciyle ödedi. Sadece Hıristiyanlar başka ülkelere iltica etmediler. Şiilerin büyük bir kısmı ve Sünniler de ülkelerini bırakmak zorunda kaldılar. Ama sadece Hıristiyanların mültecileri göz önünde oldu. Ben, sabitelerime riayet ediyorum. Sabitelerime böyle bir zamanda bağlı kalmam, bazı tarafların bana olan saygılarının azalmasına sebep oldu. Onlar, bize saygı duyup duymamakta özgürdürler. Önemli olan biz, kendimize saygı duyuyoruz. Biz, kendimizle, dinimizle, imanımızla, değerlerimizle barışığız ve uyum içerisindeyiz. Bundan ötürü bu konu hakkında hiçbir endişem yok. Katar başkanlığındaki Arap Birliği Heyeti’nin Çarşamba günü Suriye’ye yapacağı ziyaret hakkında bir şey söyleyebilmemiz için bu görüşmeleri beklememiz gerekiyor. Maalesef bazı Araplar, Suriye’deki yönetimin düşmesi için baskı uyguluyor. Ama aynı kişiler, reformların olması için aynı çabayı sarfetmiyorlar. Şunu söylüyorum: Bu yönetimin düşmesi kimin işine yarar. Ama eğer bu ülkede reformlar olacaksa bu hem Suriye’nin hem direnişin hem de bölgenin işine yarar. Bazı Araplar, farklı bir yol izlemek istiyor. Siyasi, mezhepsel ve etnik kışkırtmalar yaparak Suriye’deki yönetimi devirmek istiyor. Arap Birliği’nde Suriye’nin üyeliğinin askıya alınması ve üyelikten çıkartılması için çalışmalar oldu. Ama, bütün bunlar başarısızlıkla sonuçlandı. Bu ziyaretin olumlu mu olumsuz mu olacağını görebilmemiz için Çarşamba günkü görüşmeyi beklememiz gerekiyor. Arpa Birliği’nden Ulusal Konseyi tanıdığına dair bir açıklama henüz gelmedi. Arap Birliği’ndeki ülkeler arasında bir denge ve olumluluk söz konusu. Şuan Arap Birliği’nin eksileri yerine artılarını konuşmayı tercih ediyorum. İnşaallah Arap kardeşlerimiz bu konuda bir anlaşmaya varır. Umarım güvenliğin, istikrarın Suriye’de sağlanması için üstlenmeleri gereken rolleri üstlenirler ve reformları desteklerler. Suriye yönetimi, büyük ölçüde zor süreçleri atlattı. Tabi kimse bu zor sürecin bittiğini söyleyemez. Çünkü Suriye hala halk hareketi tarafından baskı altındadır. Bu halk hareketinin bir kısmı silahlandı. Bu çok tehlikeli bir durum. Eğer Suriye yönetimi önceden bu kadar sağlam tedbirler almasaydı bazı bölgeler gerçekten de bugün çok tehlikeli hale gelebilirdi. En kötüsü ise dış baskıdır. Ülkenin abluka altına alınması ve yaptırımlar uygulanması söz konusu. Amerika, güvenlik sebeplerinden ötürü kendi büyükelçisini çekti. Buna karşılık Suriye de kendi büyükelçisini istişare için Washington’dan geri çekti. Bu, Suriye’nin ne kadar metanetli ve kuvvetli olduğunu göstermektedir. Suriye’nin Washington’dan büyükelçisini çekmesi, zaafiyetin değil tam tersine ne kadar güçlü olduğunun göstergesidir. Halkın büyük çoğunluğu reformların olmasını istiyor. Halkın büyük bir çoğunluğu aynı zamanda Suriye’ye uygulanacak yaptırımların oluşturacağı tehlikenin farkında. Zannediyorum Suriye, büyük bir yol katetti. Ama hala bu konuda çaba sarfetmesi gerekmektedir. Yeni Anayasa’nın konulması, gelecek seçimler atılan ilk adımlardı. Suriye halkı, partiler ve basın kanununun ciddi bir şekilde tatbik edildiğini gördüğü zaman, reformlar konusunda ne derece ciddi olunduğunu anlayacaktır. Libya senaryosunun Suriye’de vuku bulmaması için iki önemli sebep var. Birincisi, halk dış müdahaleye karşı. Bununla Libya’dan farklılık gösteriyor. İkincisi ise halkın çoğunluğu yönetimin yanında. Libya’da ise halkın çoğunluğu yönetime karşıydı. Suriye’nin İsrail’e komşu olması, Amerikalıları ve NATO’yu bu ülkeye müdahale etmekten alıkoyuyor. Askeri müdahaleden önce çok düşünmesi gerekiyor. Bunu, Suriye ve Suriye halkı için değil. Ya da halkın canının korunması ve hürriyeti için değil. Tam tersine, Suriye’nin bölgesel gelişmelerden dolayı, İsrail’i incitmesinden ve zarar vermesinden korktuğu için yapmaktadır. Bölge, hızlı bir şekilde bölgesel savaşa doğru ilerliyor. Amerika ve NATO’nun bölgedeki en önemli önceliği İsrail’dir. Kesin olmamakla birlikte, Suriye yönetimine karşı uygulanacak dış müdahalenin söz konusu olmayacağını düşünüyorum. Suriye’deki krizin ne kadar süre içerisinde biteceği, hali hazırdaki hükümet önlemleriyle bağlantılıdır. Şuan Suriye’de çok büyük bir çaba sarfediliyor. Siyasetçiler, din adamları, askeri kurumlar, sivil toplum açılımlarıyla bu sorun aşılmaya çalışılıyor. Bu tür işler zamana ihtiyaç duyar. Ne kadar süreceği hakkında net bir tarih veremem. Lübnan ve Suriye’nin güvenliği birdir. Suriye’de olan her şey, Lübnan’ı etkiler. Lübnan’da olan her şey de Suriye’ye yansır. Bugün 14 Mart Hareketi, Suriye’nin sınır ihlallerinden ötürü Lübnan hükümetini suçlamaktadır. Biz, bu konuya şu açıdan yaklaşıyoruz: Suriye, bizim düşmanımız dostumuz mu? Geçmişte siyasi güçler, Suriye’yi düşman olarak gördüler. Ama hiçbir zaman Suriye, resmi düzeyde Lübnan’ın düşmanı olmadı. Her zaman Suriye, Lübnan için dosttu. O halde bazıları, Suriye’ye karşı olan kanaatlerini devlete de uygulatmak istiyor. Bazen bizi, kanaatlerimizi devlet üzerinden uygulamakla suçlanıyoruz. Aslında, bunu yapan sizsiniz. Lübnan’daki bütün resmi kurumlar, Suriye’ye düşman değil dost gözüyle bakıyor. Lübnan’daki aynı kurumlar İsrail’i dost değil düşman olarak görmektedir. Uluslararası kanunlara ve protokollere baktığımız zaman eğer düşman sınır ihlali yaparsa nasıl davranılır? Dost, sınır ihlali yaparsa nasıl davranılır? 14 Mart Hareketi gibi mi davranır? Eğer bir ülkenin sınırını düşman ihlal ederse, devlet dünyayı ayağa kaldırır. Açıklamalar yapar, kınama yayınlar ve Güvenlik Konseyi’ne şikayet eder. Sanırım 14 Martçılar bu konuya cahiller. Kendileri, aynı zamanda İsrail’i düşman olarak görmüyorlar. Ben, onlara “İsrail’i dost olarak görüyorlar” demiyorum. Ama onlar, “İsrail’i düşman olarak görmüyorlar.” Bundan ötürü 14 Mart’ın İsrail’in yaptığı sınır ihlallerine göz yumduğunu biliyoruz. İki dost devlet arasında 14 Mart Hareketi’nin başbakan Necib Mikati’den istediği gibi siyasi ve basın hamlesi yapılması düşünülemez. Böyle bir durumda temsilci gönderilir. Ve sorun halledilir. Eğer Suriye, bizim dostumuzsa ve sınır ihlali yaptıysa, dünyayı ayağa kaldırmayız, bilakis dostumuza gider ondan bu sorunu halletmesini isteriz. Nasıl Lübnan hükümeti, Suriye sınırındaki ihlallerin çözümünü istiyorsa aynı zamanda Lübnanlıların yapmış olduğu silah ve savaşçı kaçakçılığına göz yummaması gerekir. Bence Lübnan’dan Suriye’ye kesinlikle silah ve savaşçı kaçakçılığı yapılmıştır. Suriye’nin sınır ihlali yaptığı şuana kadar duyulmamış bir şeydir. Bu iddiayı nereden bulup getiriyorlar. 14 Mart Hareketi, sınıra bir heyet gönderip, ihlal olup olmadığını takip mi ediyor? Öncelikle Suriye ve Lübnan arasındaki sınır tam anlamıyla çizilmiş değil ve net bir sınır yoktur. İkincisi, hiçbir resmi taraftan bir açıklama dahi gelmedi. Farzedelim sınır ihlali oldu. Peki bu sorunu nasıl çözeceğiz? Hükümetin yaptığı gibi büyük bir güvenlik yetkilisini Şam’a göndererek, Suriyeli yetkililerle konuşması ve sorunun nasıl çözüleceği araştırmasının yapılması gerekir. Bundan dolayı tüm Lübnan’ı daha sakin olmaya çağırıyorum. Tüm Lübnanlıları, Suriyelilerle kurmuş oldukları dostluk ve ilişkilerle, Suriye halkını barışa, diyaloga, müzakere ve reforma teşvik etmeleri gerekir. Bütün hesaplarını Suriye yönetiminin devrilmesi üzerine kuranlar, Suriye’deki rejimin devrilmesinin Lübnan’ın menfaatine olacağını düşünüyorsalar, yanılıyorlar. Rusya Ziyareti Bir seneden fazla bir süredir, Rusya Meclisi tarafından Direnişe Vefa Grubu’na davet vardı. Uygun zamanı kollamak için Rusya Büyükelçisi’yle beraber konuyu yakından takip ettik. Zamanla alakalı önümüzde bir çok tercih vardı. Nihayetinde bu ziyaretimiz bu zamana kadar sarktı. Bazıları, bu konu hakkında bir şeyler hayal edip, sonra bunun gerçek olduğu vehmine kapılarak yazıp çizdiler. Ve bu konu hakkında hiçbir bilgileri yoktu. Rusya’nın bize olan daveti, Arap devrimlerinden ve Suriye’ye uygulanacak olan yaptırım kararını veto etmesinden çok önceydi. Hatta Hariri hükümetini düşürmeden önce olduğunu söyleyebiliriz. Zamanı geldi ve bu ziyaret gerçekleşti. Bizim için zamanlama çok güzel. Böylece ilk defa bizim heyetimiz, Rusya’yı resmi anlamda ziyaret etti. Gerek Rusya Meclisi’nde gerekse Dış İlişkileri Bakanlığı’nda güzel tartışmalar ve görüş alışverişi gerçekleşti. Biz, kendi görüşümüzü söyledik. Aynı zamanda onları dinledik. Bunu doğrudan yüz yüze yaptık. Bu görüşmenin ardından, Lübnan’ın ve Suriye’nin istikrarının korunması, en önemlisi dış müdahaleye karşı duruş konusunda ortak karara vardık. Rusya, bu konuda hassas bir rol oynama potansiyeline sahip. Çin’e gitme planımız ise yeni olmayıp eskilere dayanmaktadır. İnşaallah en kısa zamanda Çin’e gitmek istiyoruz. Ziyaret etmek istediğimiz başka ülkeler var. Bunları en yakın zamanda ilan edeceğiz. İsrail’le Savaş İsrail ile Lübnan arasında yakın bir zamanda savaş olup olmayacağı hakkında hiç kimse net bir şey söyleyemez. Ama her halükarda askerin, ordunun en kötü ihtimallere karşı kendisin hazırlaması gerekmektedir. Bu durumun siyasi tahlillerle bir alakası yoktur. Siyasi tahlillerle hareket etmeyelim ki olası bir savaş karşısında şok yaşamayalım. Bu olayın askeri boyutudur. Siyasi boyutunu konuşacak olursak şuan ki şartlara göre ve Temmuz savaşında düşmanın yenilgi tecrübesinin ardından kendisinde bir hezeyan söz konusu olmuştur. Eğer bir savaşa başlamak gibi bir niyeti varsa, sonucunun ne olacağını bilmediği savaşın bütün sonuçlarını garanti altına alması gerekir. İsrail’in içinden gelen veriler, Temmuz savaşındaki mağlubiyeti, bölgenin stratejisinin değişmesi, Lübnan’daki direnişin gücünü birlikte düşündüğümüz zaman İsrail’in yakın zamanda Lübnan’a savaş açmayacağını söyleyebiliriz. Eğer bugün Gazze’ye ya da Lübnan’a savaş açarsa sadece Lübnan’a ya da Gazze’ye savaş açmayacak. Çünkü Mısır, eski Mısır değil. Çünkü Tunus, eski Tunus değil. Ve Libya eski Libya değil. Bölgedeki bazı durumların beni kuşkulandırmasına rağmen genel olarak ben ve kardeşlerim, bölgede her şeyin iyiye gittiğini, halkın, direnişin ve ümmetin maslahatına uygun gelişmeler olduğunu düşünüyoruz. Gelecekte, Amerika ve İsrail projesinde daha fazla gerileme ve mağlubiyet göreceğiz. Zaman bizim lehimize işleyecek. Bölgedeki gelişmeler ve şartların değişimi, bu halkın maslahatına hizmet etmektedir. Biz, Lübnan’da Lübnan halkı olarak, geçmişte edindiğimiz tüm tecrübelerle, tüm gelişmeleri ve değişimleri, meydan okumaların karşısında durmaya kadiriz. Bundan ötürü korkmaya ve endişelenmeye gerek yok. Tam tersi, herkesi umutlu olmaya davet ediyorum. Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrallah'ın 24 Ekim 2011 tarihinde yaptığı açıklamasını, Ümit Yıldırım İsrahaber için tercüme etti.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|