![]() |
#1 |
![]() Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın Yaratılması
Kâinâtın hâlıkı ve mâliki olan Allâh Teâlâ, kendi varlığını bilmesi, ibâdet ve tâatte bulunması ve yeryüzünü îmâr etmesi için mahlûkâtın en şereflisi olarak “insan”ı yaratmayı murâd etti. Daha önce halkettiği ve sâdece ibâdetle vazîfelendirdiği meleklere bu ilâhî irâdesini şöyle beyân etti: وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ “Hani Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım.» buyurmuştu. Melekler: «Bizler hamdinle Sen’i tesbîh ve takdîs edip dururken, yeryüzünde fesad çıkaracak, kanlar dökecek bir kimseyi mi yaratacaksın?» dediler. Allâh da onlara: «Sizin bilemeyeceğinizi herhâlde Ben bilirim!» dedi.” (el-Bakara, 30)Allâh’ın bu buyruğu karşısında melekler, hep birlikte: قَالُواْ سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا إِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ “«Yâ Rab! Sen’i her türlü noksan sıfatlardan tenzîh ederiz, Sen’in bize öğrettiklerinden başka bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Alîm ve Hakîm25 olan ancak Sen’sin!» dediler.” (el-Bakara, 32) Hilâfet, vekâlet gibi asâletin mukâbili olarak başkasına niyâbet etmek, yâni az veya çok onun yerini tutarak onu temsil etmek demektir. Burada halîfe, vekil mânâsında olup, Allâh’ın irâdesini yeryüzünde temsîl eden, emir ve nehiylerini tatbîk eden kimse demektir. Buna göre insan, Allâh’ın nûrunu tamamlamasına bir vâsıta ve vesîle olacaktır.26 Vekâlet, aynı zamanda aslın, nâibine bir şeref bahşederek onu tekrîm etmesidir. Cenâb-ı Hakk’ın peygamberlerini yeryüzünde halîfe kılması da bu kabîldendir. Zâten insana üflenen rûhta da, böyle bir emâret yâni bir yönetme vasfı bulunmaktadır. Yoksa bu hilâfet, hiçbir şekilde “ulûhiyete vekâlet” mânâsına gelmemektedir. Bu âyet-i kerîmede, Cenâb-ı Hakk’ın meleklerle bir nevî müşâveresinden bahsediliyor ve Allâh Teâlâ bir halîfe yaratacağını beyân ettiğinde, melekler âdeta kendilerinin buna daha lâyık olduklarını sezdirmeye çalışarak, Allâh’ı çokça tesbih ve tenzih ettiklerini öne sürüyorlar. Ancak Cenâb-ı Hak, “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” buyurarak bir bakıma meleklerin bu tesbih ve tenzih husûsiyetlerinin hilâfet için kâfî gelmediğini, kendisinden bir sır, yâni rûh üflenmesi keyfiyetinin ve esmâ tâliminin buna vesîle olacağını ifâde buyurmuş oluyor. Dolayısıyla insan, bir îcâd bedîası, yâni ilâhî bir san’at hârikası olup hem zâhiri, hem de bâtını ile halîfeliğe lâyıktır. Allâh’ın hemen hemen bütün esmâsının kendisinde kâmil tecellîsi olan mükemmel bir varlıktır. Rûhun Nefhedilmesi (Üfürülmesi) Cenâb-ı Hak insanın zâhirini bir avuç topraktan yarattıktan sonra ona mahlûkât arasında en yüce mertebeyi lutfederek kendinden bir sır nefhetmiştir. Bir cisim olarak yaratılan insanda canlılık, ancak rûhun üflenmesiyle başlamıştır. Bu bakımdan rûhun üflenmesi, her şeyden evvel Allâh’ın kuluna bir değer vermesi ve ona hayâtiyet kazandırmasıdır. Allâh Teâlâ, bu hakîkati: فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِن رُّوحِي “Artık onu yaratıp muntazam bir insan kıvamına getirdiğim veona rûhumdan üflediğim zaman…” (el-Hicr, 29) âyet-i celîlesiyle beyân buyurmaktadır. Allâh Teâlâ’nın, Âdem -aleyhisselâm-’a rûhundan üflemesi, temsîlî bir ifâdedir. Bu, büyük bir hakîkatin, gelişmesini henüz tamamlamış bir çocuğa anlatılmasındaki zarûrete benzer bir keyfiyetin eseridir ve Cenâb-ı Hakk’ın kendisindeki bâzı husûsiyetleri kuluna onun istîdâd ve iktidârı nisbetinde vermesi demektir. İnsan, bu nefha ile birlikte Rabbinden aldığı emânetin bereket ve iktidârı ile Rabbini tanır, O’na kul olur. Esrâr-ı ilâhî ve azamet-i ilâhiyeye tâkati nisbetinde vâkıf olur. Bu vukûfiyetin merkezi ise, kalbdir. Burada kalb, fizikî bir varlık olarak değil, tahassüsün merkezi olan bir tecellî mekânı mânâsınadır. Rûh-i sultânî’ye mâlik olmak, insanı üç esaslı vazîfeyle mükellef ve bu vazîfeleri îfâ husûsunda bir iktidâr ile mücehhez kılar: 1. Nefsini tanımak; kendi zâtını ve hakîkatini bilmek, 2. Kendisinin mûcidini bilmek; Rabbini tanımak (mârifetullâh), 3. Mûcidine karşı fakr u zarûretini bilmek; hiçliğe vâsıl olmak. Nitekim eserde vârid olmuştur ki: “Kim kendini tanırsa, Rabbini de tanır!” (Aclûnî, Keşfu’l-Hafâ, II, 361) Yaratılan ilk varlık, nûr-i Muhammedî olduğu gibi, rûhların yaratılışında da O’nun rûhu ilktir. Diğer rûhlar, O’nun rûh-i şerîfinin kadr u kıymetinin bilinmesi için bir mücevherin mazrûfu kabîlindendir. Bu sebeple Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e “Ebu’l-Ervâh: Rûhların Babası” denir. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor: Ashâb-ı kirâm hazarâtı Allâh Rasûlü’ne sordular: “–Size peygamberlik ne zaman ihsân olundu?” Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cevâben: “–Âdem, rûh ile cesed arasında iken…” (Tirmizî, Menâkıb, 1) buyurdular. Bu itibarla Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, nübüvvette de ilktir. O’nun vücûd, rûh ve nübüvvet bakımından ilk olmasının hikmetini, ileride Hazret-i Âdem’e meleklerin secde ettirilmesi mevzuunda ele alacağız. Rûhu iki mertebede mütâlaa edebiliriz: 1. Rûh-i sultânî: “Emir” âlemindendir. Bedenden ayrıdır. Bedenle berâber olması, onun üzerinde tasarrufta bulunması iledir. Bedenin çürüyüp yok olması, ona tesir etmez. Ancak bu sûretle bedenî arzular üzerindeki tasarrufu nihâyete erer. 2. Rûh-i hayvânî: “Halk” âlemindendir. Bedenin tüm uzuvlarına yayılmıştır. Esas hükümranlığı kan üzerindedir. Merkezi dimağdır. Fiil ve hareketlerin başlangıç noktasıdır. Eğer hayvânî rûh olmasaydı, hiçbir eser vücûda gelmezdi.34 İşte insanın fiilleri, bu sultânî rûh ile hayvânî rûhun müşterek hasletleri içinde ortaya çıkar.
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() xfce okusun...
|
|
![]() |
![]() |
#3 |
![]() o avarel okusada buna bi bahane bulur...
|
|
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Paylaşımı okuyunca aklıma Yunus Emre geldi. Evet, yaratılan ilk varlık Nur-u Muhammediye yani peygamber efendimizdir. Biz bunu bugün bile tam olarak kavrayamamışken, Yunus divanında şunu söyler;
Biz uludan işitdük evvel er yaratıldı Pâdişâhun birligin evvel kadîm er bildi Sûretile çokdur âdem degmesinde yokdur kıdem Evvel-âhir ol pîş-kadem bir Muhammed serveri var Türk yaratılış destanı bile Darwin teorisinden ve onu destekleyenlerden daha güçlü ve mantıklıdır. Bugün kimseden bir Yunus olmasını bekleyemeyiz. Ancak Darwinciler yaratılış destanımızın oluştuğu binlerce yıl öncesindeki zihniyet kadar kendini modernleştirebilseler. Şu da kesin ki bu Darwinciler'de maymun kadar beyin yok. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() kardesim zaten konu icerisinde hadisle belirtmisler...
yinede hatirlattigin icin tesekkurler... bu arada kaynak yazmayi unutmusum... Osman Nuri Topbas... Nebiler Silsilesi-1- adli eserden alinti yaptim... |
|
![]() |
![]() |
#6 |
![]() bu kadar delil Ayet ile sabitken hala insanlar nasil evrim teorisi diye sacma sapan birseyi savunur aklim almiyor...
|
|
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|