|
![]() |
#1 |
![]() ŞU ALTINLARI ÇAMURA ATIN
Günlerden bir gün devrin Selçuklu sultanlarından biri kabul etmesini arzu ederek Hz. Mevlânâ’ya birkaç kese altın göndermişti. Hz. Mevlânâ’nın talebelerinden biri altınları alıp Hz. Mevlânâ’ya arz edince, Mevlânâ talebesine döndü ve, “Beni gerçekten seviyorsanız bu altınları dışarıdaki çamurun içine atınız!” buyurdu. Talebesi, Hz. Mevlânâ’nın bu isteğini emir telakki edip, hiçbir sual dahi sormadan yerine getirdi. Bu olaya şahit olan bazı kimseler, çamurun içine atılan altınları toplamak için hiç vakit kaybetmeden çamurun içine dalmışlardı. Fakat kısa süre sonra üstleri, başları, yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine, onların bu vaziyetlerini göstererek; “Bu altınlar, şu gördüğünüz dünya ehlinin üstünü başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini kirletir. Çeşitli günahlara sevk edip ibadetlerden alıkoyar. Bunun için dikkat edilmesi gereken nokta; hırs ve tama yapmadan kanaat üzere bulunmaktır. Dünyada, âhiret saadeti için çalışılmalı, kazanılmalıdır. Çünkü İslâm, insanlara faydalı olmayı emreder. Dünyadaki saadetlerden biri de helâl kazanmak ve bu kazancını hayır ve hasenat yaparak âhirete göndermektir. Asıl sermaye ise ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk sahibi olmaktır.” buyurdu.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() SEN YAZMAYI KABUL EDERSEN BEN DE SÖYLERİM!
Mevlânâ, Konya’ya geldikten sonra Tebrizli Şems ve Kuyumcu Selahaddin adıyla bilinen iki önemli şahsiyetle yakın dostluk kurmuştu. Önce Şems’in Konya’dan ayrılışı; ardından Selahaddin’in vefatı Mevlânâ’yı çok üzmüştü. Allah, çok geçmeden ona bir dost daha gönderdi. Bu kişi, Çelebi Hüsameddin’di. Mesnevi’nin meydana gelmesine o vesile olacaktı. Çelebi Hüsameddin, Konya medreselerinde hocalık yapıyordu. Mevlânâ’ya bağlandıktan sonra aralarında büyük bir yakınlık doğdu. Mevlânâ, o güne kadar gazel türü şiirler yazıyordu. Bunlar büyük bir kitabı dolduracak kadar çoğalmıştı. Çelebi Hüsameddin, onun daha büyük bir eser yazacak duruma geldiğini hissetmişti. Bu konuda onu teşvik etmeyi düşünüyordu. Bir gün Konya’nın Meram bağlarında geziyorlar, Mevlânâ şiirler söylüyordu. Çelebi Hüsameddin, tam zamanıdır, diyerek düşüncesini söyledi: - Efendim, dedi. Bugüne kadar gazel tarzında pek çok şiir söylediniz. Sizi sevenler, sizden yeni bir eser bekliyorlar. Böyle bir eser yazsanız da sizi sevenler, onu okuyarak doysalar. Mevlânâ, aslında buna hazırdı. Sarığının kıvrımları arasından bir kâğıt çıkararak Hüsameddin’e uzattı. Bu kâğıtta, Mesnevi’nin ilk beyitleri yazılıydı. Hüsameddin’e: - Oku, diye buyurdu. Çelebi Hüsameddin, Mesnevi’nin girişinde bulunan ilk on sekiz beyiti büyük bir coşkuyla okudu. Tam da arzu ettiği gibi bir eserdi. Okuyup bitirdikten sonra Mevlânâ’nın ellerine sarıldı. - Efendim, dedi. Gönülden dilerim ki; bu şiirin devamını da söyleyin. Mevlânâ: - Bir şartla, dedi. Sen yazmayı kabul edersen ben de söylerim. - Buna hazırım, dedi Hüsameddin. Mevlânâ, 19. beyitten itibaren söylemeye başladı. Çelebi Hüsameddin de kaleme aldı. Kitap bittiğinde cilt sayısı altıya, beyit sayısı 25.618’e ulaşmıştı. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Mevlana, oğluna der ki:
"Bahaeddin! Eğer daima cennette olmak istersen, herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma! Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma! Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma! Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen Fena söyleyici! Fena öğretici! Fena düşünceli olma! Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun. İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir. Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun. İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir. Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi, çiçeklenir, gül ve fesleğenlerle dolar. Düşmanları andığın vakit, için, dikenler ve yılanlarla dolar, canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir. Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar, içlerindeki karakteri dışarı vurdular. Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu, hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular." Bahaeddin! Senin düşmanını sevmeni, düşmanında seni sevmesini istemen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle, o düşman senin dostun olur; Çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır. Allah'ın sevgisini de onun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Allah buyurdu ki: Ey kullar,kalbinizde arınma olması için beni pek çok anmaktan geri durmayın. Kalbinizde arınma ne kadar çok olursa, Allah'ın nurunun parlaklığı da kalpte o nispette fazla olur. Nitekim, ekmekçinin tandırı ne kadar sıcak olursa, o kadar ekmek alır, soğuk olunca ekmek almaz." |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() SANDIK
Cuha; çalışıp kazanmayı, bununla ailesinin nafakasını temin etmeyi hiç sevmeyen, kaynağına aldırış etmeden, nereden olursa olsun, yeterki gelsin diyebilen birisi idi. Genelde de karısını alet ederek bir şeyler koparmanın yolunu bulur, bitene kadar onu yerler, daha sonra başka kurnazlıklar aramaya koyulurlar. Kesede para, çuvalda un bitmiş, Cuha karısına: -Ey güzeller güzeli!.. Allah sana yay gibi kaşlar, ok gibi bakışlar vermiş. Endamını, işveni bilen bilir. Peki niye vermiş Allah bunları sana?. Hıı?.. Bunları adam avlamaktan başka ne için verdi?... Yürü bizi abad edecek bir kuş için tuzak kuralım!. Taneyi göster, ama sakın sen yem olma ha!. Onu muradına erdirecekmiş gibi görün, bütün maharetini, aklını kullan, gönlünü çel. Tuzağa tutulan kuş hiç yem yer mi? Oturdular; düşündüler, taşındılar... Kendilerinin zarar görmeyecekleri ama, iyi para koparabileceklerini umdukları bir plan yaptılar. Cuha’nın karısı koşarak Kadı’nın huzuruna geldi: -Şikayetçiyim Kadı Efendi, dedi nefesini toparlamaya çalışırken. -Kimden şikayetçisin kızım? Diye sorarken Kadı, bir yandan da kaşının, gözünün güzelliğini, sesindeki titrekliğin verdiği çekiciliği, kadına ve orada bulunanlara hissettirmemeye çalışarak inceliyordu. -Kocam olacaktan şikayetçiyim Kadı Efendi, gönlü hep başka yerlerde dolanır da benimle meşgul olmaz hiç, dedi kadın. Kadı; kadının güzelliğine, işvesine, davasının sağlayacağını tahmin ettiği avantajları da göz önüne alarak: -Mahkemede bu gürültü varken şikayetini dinleyemiyor, anlayamıyorum. Yalnız olacağımız bir yerde şikayetlerini rahatça anlatırsın, dedi. Kadın: -Senin evine iyi kötü, hırlı hırsız her kes derdini dökmeye, şikayetlerini anlatmaya gelir gider. Ayak altı, göz önüdür. Bu cariyenin evi bom boştur. Düşmanım sayılan kocam köye gitti. Zaten bizim oralarda bekçi filan da yoktur. Derdimi anlatmak için çok güzel ve rahattır. Mümkünse bu gece oraya gel. Geceleyin görülen işte ne düzen vardır, ne riya!.. Bütün gözler kapalı, uyku şarabıyla sarhoştur!. Kimsecikler görmez. Hasılı; kadın bütün zekasını, güzelliğini, işvesini kullanıp, zaten arzularının esiri olarak yaşayan Kadıyı kendine bendetti, geleceği sözünü aldı. Evinin yolunu tuttu, akşamın hazırlığına başladı. İblis; Âdem’e nice defalar masallar okudu ama, Havva ye dedi de Âdem, Allah’ın yasakladığı meyveyi ondan sonra yedi. Âlemde zulümle dökülen ilk kan kadın yüzünden ve Kaabil’den çıktı. Kadının hilesine son yoktur. Gece oldu, akıllı (!) Kadı, kadına kavuşmak için yavaş yavaş kalktı, yola düştü. Kadın mumlar yakmış, yemek ve çerez hazırlamıştı. Oturdular, yemeye başladılar, tam o sırada kadının kocası Cuha gelip kapıyı vurmaya başladı. Kadı, yerinden fırladı, saklanacak bir yer aradı, ortada duran sandıktan başka saklanacak yer yoktu, hemen girdi içine, ağzını üzerine kapadı. Derken Cuha içeri girdi söylenmeye başladı: -A kadın. Neyim var da sana feda etmiyorum. Neden benim elimden her an öyle feryadedip durmadasın?. Bana kötü sözler söylüyorsun, bazen müflis, bazen kaltaban diyorsun. Benim olsa olsa iki derdim var: Biri senden biri Allah’tan. İnsanlar üzerinde, senin yanında, şüphe uyandıracak şu sandıktan başka neyim var? Görünüşü pek hoş ama, içinde ne altın, ne gümüş, nede top top kumaşlarım var. Hani güzel ve vakarlı, ama, riyakar birinin bedeni gibi. Beni töhmet altında bırakan şu sandığı yarın götürüp, pazarda her kesin gözü önünde yakacağım. Ben de kurtulurum şüpheci bakışlarınızdan... El alem de. -Yapma, vazgeç, dedi ise de kadın, Cuha: -Hayır Vallahi de Billahi de yapacağım, yapacağımı, kat’iyyen vaz geçmem, dedi. Yattı üstüne sandığın sabaha kadar. Kuşluk vakti sürükleyerek dışarı çıkardı, kapıdan geçmekte olan hamala seslenerek sandığı sırtına yükledi, pazarın yolunu tuttular. Kadı sandığın içine eziyetler içinde iken: "Hamal, hamal.." diye seslendi. Hamal sağına, soluna bakındı.. Allah Allah!.. dedi. -Rüya mı görüyorum acep?.. Yoksa perilendim mi?.. Ses üst üste gelmeye devam edince, ayıldı, sesin sandıktan geldiğini anladı. Kadı: -Ey hamal!. Ey sandık götüren!. Ben Kadıyım. Sandığı mahkemenin önüne koy, içeri gir, halimi Naibime anlat. Bu sandığı sahibinden satın alsın. Açmadan bizim eve götürsün. Naip gelip: -Bu sandık kaça, dedi. Cuha: -Dokuz yüz altın veriyorlar ama, ben binden aşağı satmıyorum, eğer alacaksan içini de açayım gör, dedi. -Utan utan, bu sandığın bu kadar edecek ne özelliği var ki?.. İşte sandık, her kes görüyor, dedi Naip. -Hayır, senin dediğin gibi değil. İçini görmediğin için böyle konuşuyorsun. Bunun içinde ne işçilik var bilir misin?. Alemde böyle iş görülmemiştir. Naip: -Ey sırları örten! Sırrı açma. Ört ki, senin de ayıbını örtsünler. Benimle uyuş, bunu böyle kapalı olarak alacağım.. dedi. Hasılı bu alım satımda macera uzadı. Naip yüz altın verip sandığı satın aldı. Göklerin yücesine yücelmeyen baş, hevasına kapılmış, sandık içine girmiştir. Beden sandığından çıksa bile körlüğünden bir körün yanına gider ancak. Ya Rabbi!.. Ruh sahibi bir kavim gönder de, bizi de beden sandığından satın alsın!.. Sandık içinde olduğunu, gönül gözü açık olan binde bir kişi bilebilir. Yahut daha çocukken esir olan, veya anasından tutsak olarak doğan kişi, hürlük zevkini görmemiştir, onun meydanı suretler sandığıdır. Aklı daima suretlerde mahpustur, kafesten kafese gezer durur. Allah Kur’anda: "Gücünüz yeterse çıkın bakalım" demiştir, insanlara da, cinlere de. Sandıktan sandığa giden adam; gökyüzüne mensup değildir, sandığa mensuptur. Sandığın yarığı, insanın aklını başından alır, ama sandıktaki bunu anlayamaz. Bu sandıklara kapılmazsa, o vakit kadı gibi kurtulmanın yollarını arar, korkusuz, feryatsız durmaz. Bir yıl sonra Cuha yine paraları bitirmiş, ne yapalım, kimi kafesleyelim derken, yine geçen yıl ki oyunu oynamaya karar verdiler karısıyla.. Ama tanınmamak için daha dikkatli, daha tedbirli olarak... Kadın başka kadınları da alarak yanına Kadının huzuruna vardılar. Tanınmamak için peçelenip, bir kadını da kendine tercüman tutmuştu. Onu konuşturacak ki sesinden tanınmasın. Onun ağzıyla kocasından şikayette bulundu, gençliğini, tazeliğini, kocasının kendisiyle ilgilenmediğini, yarın köyüne gidip kendisini yalnız bırakacağını saydı döktü. -Yürü getir kocanı. İkinizi de dinleyip, ona göre hüküm vereyim, dedi kadı. Önceden Kadı Cuha’yı görmemişti, onun için gönül rahatlığı ile geldi huzura. Kadı onu hemen tanımadı. Cuha: -Ben dine, şeriata bağlı bir insanım. Lakin bir kere şeytana uydum, kumar oynadım. Şeş beş derken elde avuçta ne var ne yok utuldum hepsini. Der demez sesinden tanıdı Cuha’yı Kadı. Ona dönerek dedi ki: -Sen o şeş beşi geçen yıl oynamıştın da beni tuzağa düşürmüştün. Ben sıramı savdım. Bu oyunu bu yıl başkasıyla oyna... Arif; şeş beşten kurtulmuş, tek kalmıştır. O; beş duyguyla, altı cihetten kurtulmuştur. Onun ötesinden haber verir sana. Artık böyle bir can nasıl olur da bedene layık olur?. Kendine gel ey beden!. Bu candan ellerini çek artık. Ey cana bucak olan beden!. Yeter artık!. Deniz, bir mataraya ne kadar sığabilirki?. Ey insandaki binlerce Cebrail!. Ey adı bir kalıpta gizli Mesih’ler!.. Ey kilisede gizli binlerce Kabe!. Ey İfriti, İblisi yanıltan, yanlışlara sevkeden!. Sen mekan ilinde mekansızlık secdegahısın... İblislerin dükkanı senin yüzünden yıkılmıştır. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() KURBAĞA İLE FARE
Fare su içmek için indiği dere başında kurbağa ile tanıştı. Çok sevdiler bir birlerini. Devamlı buluşmaya karar verip bir vakit tayin ettiler. Her sabah erken saatlerde buluşuyorlar dere kenarında; bir birlerine başlarından geçen ilginç olayları, duydukları hikayeleri anlatıyorlar, duygularını kâh baş diliyle, kâh hal lisanıyla iletiyorlar, dostlukları, arkadaşlıkları sevgiye dönüşüp daha yakın bir hal arz ediyordu. Fare bir gün kurbağaya: -Ey aklımın ışığı dedi!.. Zaman oluyor ki bir sır söylemek istiyorum, sen suyun içinde oluyorsun. Derenin kıyısından ne kadar seslensem, haykırsam, naralar atsam ulaştıramıyorum sana sesimi. Ey yiğit, ey er kişi!.. Bu muayyen buluşma vakitleri bana yetmiyor, sohbetine doyamıyorum senin. Yol gösteren ibadet olan namaz beş vakit olarak farz edildi ama, âşıklar daima namazdadırlar. O sarhoşluk, o başlardaki mahmurluk ne beş vakitle yatışır, ne beş yüz bin vakitle .. Âşıka bir an ayrılık bir yıl gibi gelir, bir yıllık vuslat dahi onca bir hayalden ibarettir. Ey merhametli, sevgili dost!.. Seni görmeden bir an bile duramaz hale geldim. Beni sevindir. Günde bir kerre vuslat kandırmıyor bu susuzu .. Mevkiinin zekatını ver de bu yoksula bir bak. Edepsiz yoksul buna layık değil ama senin umumi lûtfun bunun çok üzerindedir. Lûtfun için lûzuma hacet yoktur aslında. Güneş güle de vurur, gübreye de, fakat nuruna ziyan gelmez. Pislik onun hararetiyle kurur odun olur, külhanı nurlandırır, hamamın kapısını, duvarını kızdırır ,parlatır. Pisliğe bunu yapan yeşilliklere, güllere, nergislere neler yapmaz?.. Bir gün kerem sahibi biri,sofiye: "Sana bugün bir kuruş mu vereyim,yoksa yarın üç kuruş mu?" diye sorduğunda:" Peşin sille veresiye keremden hayırlıdır!.." der. Ben de dayanamaz oldum artık. Suya dalmama imkan yok,çünki terkibim topraktan meydana gelmiş. Kerem et bir nişane ver sesimi sana ulaştırsın. Bunun için konuşup görüştüler, şu karara vardılar: Bir uzun ip bulacaklardı. Bir ucunu farenin, diğer ucunu da kurbağanın ayağına bağlayacaklar. İstedikleri zaman bir birlerini haberdar ederek buluşacaklardı. Bu düzen kurbağanın gönlüne acı geldi. "Bu pis beni bağlıyor galiba!.." dedi ama, kararı önceden vermişlerdi. Sözünden cayamadı. Fare doğru yolu bulmuş olan kurbağa ile buluşmak isteyince o aşk ipini çekerdi. İpe güvenirdi. Derken bir alaca karga geldi, kapıverdi fareyi havalandı. Kurbağa da onunla birlikte gökyüzünde. Bu durumu gören halk: -Karga hileyle sudaki kurbağayı nasıl avladı?... Diyorlardı. Kurbağa; bu, suda yaşamayan susuz hayvanlar gibi, aşağılık bir mahlûka eş olmanın lâyığıdır. Beden de can ayağında ipe benzer,onu gökyüzünden yere çeker durur, Can kurbağası, kendinden geçme suyuna hoş bir surette dalmışken, beden faresinden güzelce kurtulmuşken, onu iple çeker de,bu çekişten ne acılar duyar. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#6 |
![]() AHMAK
Meddah tüm kurnazlıklarını, yaptığını duyduğu hilelerini bir bir sayıp döktü; şimdiye kadar kandıramadığı kimse olmadığını belirtti terzi "Ciğeroğlu" nun... Dinleyiciler arasındaki bir Âdem: -O da kim oluyormuş, benden bir iplik bile çalamaz, isterseniz sizinle bahse dahi girerim... dedi. -Yapma kardeş, senden daha akıllı nice kişileri mat etti bu adam. Bahse girişme, onun hileleriyle sen de kendini kaybedersin, yazık olur. Âdem büsbütün kızdı: -Benden ne yeni, ne eski bir şey alamaz. Dileyenle bahse girelim, tabi sözünüzün eri iseniz. Tamahkar bazıları işi büsbütün kızıştırdılar. Yapamazsın, yaparsın derken... -Şu Arap atımı bahse koyuyorum, eğer o terzi benim rızam dışında, benden habersiz kumaşımdan bir şey alırsa bu atım sizlerin olsun, ama başaramazsa; bunun dengini isterim sizlerden... deyiverdi Âdem. Sabahı zor etti, vurduğu gibi bir top atlas kumaşı koltuğunun altına, tuttu hilekar terzinin dükkanının yolunu. Terzi bütün riyakar gülümsemesi yüzünde takılı olduğu halde karşıladı, avını kollayan tilki gibi. Hoş beş, izzet ikram derken, ustalığını sergileyen, önceden diktiği giysileri göstererek büsbütün güvenini kazandı Âdem’in. O’ da atıverdi İstanbul Atlasının topunu terzinin önüne: -Bundan bana savaş için bir kaftan biç. Belinden aşağısı bol olsun ki; savaşta ayağıma dolaşmasın, yukarısı dar olsun ki; güzel dursun dedi. Terzi elini gözünün üzerine tutarak selam verdi: -Başütüne sevimli müşterim. Sana sonsuz hizmetlerde bulunacağım. Öyle memnun edeceğim ki seni... ben de beğeneceğim, sen de. Kumaşı aldı önüne ölçtü, ne kadardan çıkacağını hesap etti, sonra lafa tuttu.. Başka beylerin hikayelerini söylemeye, onların lûtuf ve ihsanlarını saymaya başladı. Nekesleri ise zemmetti. Güldürmek için tuhaf tuhaf sözler söyledi. Ateş gibi makasını çıkardı, kumaşı kesip biçmeye başladı. Göz ucuyla Âdem’i takip ederken; ağzında ise türlü masallar, gururunu okşayacak, kendinden geçirecek sözleri maske yapmıştı kendine adeta. Hikayelere gülmekle, zaten daracık olan gözü büsbütün kapanmışken, durumu fark eden kurnaz terzi kaşla göz arasında bir parça kumaşı çalarak, şalvarının içine gizledi. Dinlediklerinin tadından Âdem; tutuştuğu bahsi de, atlas kumaşını da unutmuştu. Anlatılanlara dalmış, adeta sarhoş olup kendinden geçmişti. -Allah için o kadar güzel anlatıyorsun ki, lâtifelerin canıma can kattı, ne olursun gülünecek bir şey daha söyle... diye yalvardı adeta. Hain terzi bir fıkra anlatarak o kadar güldürdü ki, gülmekten sırt üstü yere yıkıldı akıl fukarası Âdem. Sonra da fırsat bu fırsat deyip bir parça daha keserek gömleğinin içine sokuverdi .. Âdem; gülünç bir şey daha anlat, dedikçe terzi öncekinden daha gülüncünü anlatıyor, ahmak gülerken de kendisi bir parça daha keserek bir tarafına saklıyordu. Nihayet: -Bir daha anlat.. deyince Âdem,terzi dahi insafa gelip: -A hadımağası vazgeç... Bir latife daha söylersem vay haline... Kaftanın dapdaracık olur, giremezsin içine. Kim kendine böyle iş işler?. Gülüyorsun ama, gülmenin yeri mi?. Eğer bilseydin kan ağlardın güleceğin yerde. -Ey bilgisizlik ve şüphe mezarına düşmüş kişi dedi... yukarıdaki kıssayı anlatan: Feleğin lâtifesini, nereye kadar arayacaksın? Ne vakte dek şu cihanın işvesini tadacaksın? Ne aklın düzeninde kaldı, ne cânın. Lâtifesi, bahçelere bir hoş tad verir ama, kış gelince verdiği şeylerin hepsini yele verir. |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
hz.mevlana |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|