09-05-2009, 12:25 | #1 |
İnsanı tavaf etmedikten sonra...
“Ben namazdan ziyade namaz kılanı severim” der Amiş Efendi. Yani oruçtan ziyade oruçluyu... hacdan ziyade hacıyı... ibadetten ziyade âbidi... Kısaca, insanı... her halukârda insanı... ihtişam ve sefalet uçları arasında salınıp duran insanı... İnsanın paranteze alındığı an, yaşamın da anlamı kalmaz, kâinatın da... Herşey, anlamını insanla bulur çünkü. Varolan herşey, insanla ve insanın sayesinde birbirine bağlanır. Madenler... bitkiler.... hayvanlar... hepsi de insanın katılımıyla anlamını ve değerini kazanır. * * * Amacı olmayan hiçbir hareketi, hiçbir eylemi, hiçbir olgu, hiçbir nesneyi anlayamaz insanoğlu. Anlayabilmesi için o hareketi, o eylemi, o olguyu, o nesneyi bir sebep-sonuç ilişkisi içerisine yerleştirmek (aklîleştirmek) zorundadır. Bu zorunluluğa da uyulur ve peşinden koşulup duran o anlam, her defasında, insan zihninin bağımlı olduğu nedensellik yasalarında aranıp bulunur. Sebebi olmayan, anlamsızdır, insana göre. Sebebi, yani amacı... İnsanoğlu, ne yapıp edip bir anlam bulmak, bulamasa bile hemen uydurmak zorunda hisseder kendini. Aslâ, ama aslâ 'abes'e tahammül edemez; 'absürd' olanı, 'saçma' olanı elinde olmaksızın yadsır, yok sayar. Yaşamın amacı, yaşamın anlamıdır. Amaç yoksa, anlam da yoktur. * * * İtaat ve ibadet, özü itibariyle yaşama bir anlam verme etkinliğidir. İnsan, boyun eğmek suretiyle özgürlüğünü kazanır. Çünkü boyun eğmek suretiyle yaşama anlamını verir; bağlanmak ve bağımlı olmak suretiyle... Bağlılık, bağımlılık, çağdaşlarımız nezdinde sevilmez kelimelerdir, bilirim. Lâkin yine de itiraf etmek zorundayız, insanın özgürlüğü bağlılık yetisiyle koşullanır. Bir üst ilkeye, bir üst noktaya, bağlanamayan bireyler, aslâ özgür olamazlar! Yaşamın çukurları ve tepeleri karşısında zaman zaman gerilemek, eğilmek ve en nihayet aczini hissetmek, yaşamın gerçekliğine boyun eğmekten başka ne anlam taşır ki?! Gücü kendisinden çıkarsayabileceğimiz bir zayıflığa ihtiyacımız var; yani bize yaşam karşısında mütevazı olmayı öğretecek yenilgilere... Zayıflığı da, gücü de yenilgiler dolayımında hisseder insan; aynı anda... bir anda... VE tevazuyu öğrenir; acziyeti ve bağlılığı... Artık adım atacaklar için özgürlüğün kapısı açılmıştır! Boynunu eğ, ve içeri gir! * * * — “İnsanı hayvandan ayıran özelliği, bağımlılık duygusu, kendini bağımlı hissetme özgürlüğüdür.” Bu özgürlük anlayışı, ister istemez Tarkovski'yi sanat anlayışını da belirler: — “Sanat bir yakarma, bir dua biçimidir, ve insan yalnızca duasıyla yaşar.” Efsane filminin ana karakteri Stalker'ı Don Kişot'la veya Prens Mişkin'le aynı yörüngeye yerleştirmesi, hiç de boşuna değildir bu yüzden. “Bu adamlar” der; “idealist oldukları için gerçek hayattaki tüm savaşları kaybederler.” Tarkovski için, zayıfın gücünü dile getiren karakterlerdir bunlar. “Film bu sayede insanın kendi yarattığı güce bağımlılığını da anlatıyor. Güç sonunda insanı yok ediyor ve zayıflık tek güç olarak kalıyor.” Hakikaten her ibadet bir duadır; tıpkı sanat gibi... bir çığlıktır... bir yakarış... bir bağlanış... bir acziyet... bir zayıflık... * * * Amiş Efendi'nin sözü üzerinde bir kez daha düşünmeli, ve yeryüzünde atılan çığlıkların türünden ziyade, çığlık atanların özüne nazar etmeyi bilmeliyiz. Secdemiz ve hürmetimiz, gerçekte, insana! Geceleri... âh... âh... diye inleyen zavallı insana! * * * Bu hikâye de umreciler için: Bâyezid-i Bistâmî hazretleri yolda bir grup insanla karşılaşmış. Onlara “Nereden geliyorsunuz?” diye sorunca, Mekke'den döndüklerini ve orada hac ibadetini îfa ettiklerini söylemişler. Bistamî de “Boşuna zahmet etmişsiniz” demiş; “Beytullah'ın aslı orada değil ki burada. Keşke biraz da insanı tavaf etseydiniz!” D.CÜNDİOĞLU
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|