AK Gençliğin Buluşma Noktası
Makale & Deneme Makale ve deneme içerikleri.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 04-15-2008, 19:24   #1
Kullanıcı Adı
Akıncı_Gençlik
Standart İskender Pala Metinleri
Gerçek sevgi, sevenin varlığını kaplayan, ondan taşan, dışa vuran ve görünür kılınan bir vetiredir. Sevme duygusundan dolayı kişinin dış dünyasına yansıyan her şey aslında soyut olanın somutlaşması, özün kabukta yansıması, siretin surete aksetmesinden ibarettir.



Bu bakımdan sevgi öncelikle seveni, sevenin sevgisi oranında da sevileni etkiler. Sevenin sevgiliye karşı takındığı tutum ve davranışlar, onun huzurunda veya gıyabında gösterilen gayret ve hizmet, bu sevginin dışa vurumunda da başlıca belirleyici unsurdur.

Eski terbiye geleneğimizde, konuşulan sözü, üç yerde baş eğerek dinlemek bir kaidedir. Bunlardan biri büyüklerin küçükleri (amirin memuru, üstün astı) azarladıkları, ayıpladıkları, hatalarını ikaz ettikleri esnada küçüğün başını eğerek dinlemesidir (yazık ki modern hayatta küçükler büyüklere baskın çıkma konumundalar). İkincisi, kendisine iltifat edilen kişinin tevazu gereği başını yere indirmesi, bunun mahcubiyeti ile mahviyetkârlık göstermesidir (Bu dahi şimdilerde tersine dönmüştür). Başı yere indirmenin üçüncü sebebi asıl konumuz olan gerçek sevgi ve hürmettir.

Evet, seven her daim sevgiliye bakmayı ister, bu doğrudur; illa ki sevgili kendisine baktığı anda bakış yönünü hemen yere indirmeye yeltenir. Gerçek sevginin göstergesi işte bu hâldir. Göz elbette kalbin aynasıdır ve elbette sevenin kalbi sevgiliye yönelik olmak, her daim ona bakmak arzusu güder; ne var ki iş tersine döndüğünde, yani sevilen lutfedip sevene baktığında, sevenin sevgi dolu kalbi, sevgilinin kalbindeki celale, onun haşmet ve heybetine dayanmakta zorluk çeker. Sevenin bu heybetten utanması, kendisini sevgilinin celali karşısında saygıya ve dolayısıyla gözlerini yere indirerek mahviyet göstermesine vesile olur. Aksi takdirde gerçek sevgi taşıyan bir kalb, sevdiğinin yüzüne bakmaya dayanamaz, yerinden fırlayacakmış gibi çırpınmaya başlar, kaynar, fokurdar. Hani eskilerin Efendiler Efendisi’nin güzel adı anıldığında sağ ellerini kalplerinin üstüne bastırma halleri vardır ya; işte bu tavır, Sevgili’nin adı anılınca kalbi yerinden oynatan gerçek sevginin zaruri bir neticesidir. Öte yandan gözler, delalet ettikleri gerçekleri dilden (zebandan) daha net açıklarlar. Sevgilinin gözlerine bakıp da sevgisinin karşılığı olan gerçeği öğrenmek yerine sevgilinin sözlerini dinleyerek umuda yapışmak, elbette sevgi işine daha layıktır. Dilden dökülenleri te’vil etmek, veya nalıncı keseriyle yontmak mümkündür, ama gözlerin anlattığını hiçbir yorum zerre miktar yerinden oynatamaz. Üstelik sözler bazen meramın tam tersini ifadelendirebilir, ama gözler asla yalan söylemez.

Krallar ve sultanlar töresidir, huzura kabul edilen kişiler yere bakacaktır. Bu onları hem memnun eder hem de tebaalarına karşı heybetlerini, bir ölçüde de saygı ve sevgilerini arttırır. Nitekim yüksek makamdakilerin huzurunda onların yüzüne bakmayıp yere bakarak arz-ı hâl (arzuhal) eylemek bugün dahi edeb ve terbiye bilenlerin nihai saygı tavrıdır.

İmdi, sevgili adını kalbinde ve dilinde her an zikr ü tesbih eden (anan ve tekrarlayan), sevilenin emir ve isteklerini kendi arzularından önde tutan, emrine boyun eğen, bunun karşılığında maddi veya manevi herhangi bir menfaate yönelik talepler gözetmeyen, sevgili adı anıldığında bütün varlığıyla ona yönelen, bir an olsun tereddüt göstermeden onun varlığı içinde kaybolmayı isteyen, sevgiliden konuşulmayı, onun güzelliğinden, yüceliğinden, yeganeliğinden bahsedilmeyi adeta bir vecd hali gibi canla başla kabul eden bir âşıkın, başını yere eğip bütün benliğiyle, hiçbir sapma göstermeden kendini ona teslim etmesinden daha tabii ne olabilir!?.. Sevgilinin yaşadığı yerlere gidip onun ayak izlerine basmayı, aradaki engelleri kaldırıp vuslata kapı açacak sebeplere yapışmayı, ondan her söz edilişte heyecan ve ürpertilere düşmeyi, sevgilinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden etkilenip ona göre ya muavenet, ya gayret göstermeyi, velhasıl onunla sevinmeyi, onunla üzülmeyi varlığının her zerresiyle kabul eden bir âşık için başını yere indirmek de ne gam!.. Bunu tekkelerin önünde kuru ekmek parçası bekleyen köpekler bile yapıyor!..

İskender Pala

 

Akıncı_Gençlik isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 04-15-2008, 19:25   #2
Kullanıcı Adı
Akıncı_Gençlik
Standart İskender Pala Metinleri
Önce Yahya Kemal’i dinleyelim: “Merhûm Edirne şeyhi Neşâtî diyor ki biz / Sâf aynalarda sırroluruz öyle gâibiz” ve sonra kanımızı donduracak göndermesine bir kapı açalım. Neşatî Dede’nin gönderme yapılan o beyti ki Türkleri küçümseyen ve “Onların sanatı olamaz!” diyen bir Fransız edîbinin kulağına üflendiğinde, önce uzun bir istiğrak hali geçirip sonra da, “Mademki bu beyit söylenmiştir; o halde büyük bir Türk şiiri var demektir.” itirafında bulunmasına, ve tabiri caiz ise haddini bilmesine yetmiştir. Beyit şöyle: “Ettik o kadar ref’-i taayyün ki Neşâtî / Âyîne-i pür-tâb-ı mücellâda nihânız.”


“Ey Neşatî!. Taayyünü o derece ortadan kaldırdık ki şimdi artık en parlak ışıklı ve cilalı aynalarda bile görünmüyoruz.”

Beytin bütün mânâ yükünü taşıyan bir kelime var karşımızda: Taayyün... “Belirme, ortaya çıkma, belli olma, somut hale gelme, ayırd edilebilme” gibi anlamlar taşıyor bu kelime ve tasavvuf öğretileri içinde önemli bir yer tutuyor. Sufilere göre Allah’ın zatında her şey vardır, ama belirsiz olarak vardır. Zuhur ve tecelli, yani varlığın ortaya çıkışı bu belirsizlerin taayyünüdür. Salik için taayyün, perde perdedir ve Allah’a yükselirken bu perdeleri birer birer kaldırır, sonunda gerçek varlığa ulaşıp yok olur, sır olur ve yoklukta var olur. Bu durumda beyti söyleyen sufi şair, maddi ve geçici varlığını eriterek, yok ederek, nefsini ve dünya ilgisini sıfırlayarak o derece görünmez olmuştur ki, artık cilalı ve parlak aynalarda bile görünmemektedir.

Varsayalım ki bir evde, bir boy aynası karşısındaki kadın, kocasına soruyor:

-Güzel miyim?

Aynadan gözlerini ayıramayan adam cevap veriyor:

-Yüzüne uzun uzun bakışımdan belli olmuyor mu bu kadınım. Bu bakış ki bütün temizliklerin üstünde bir berraklık; ve senin güzelliğin de yine senin güzelliğinden öte bir anlam taşırken, sen de narsist duygular dışında bir görüşle hissetmiyor musun güzelliğini?!.. Evet, aynaya akseden sensin, senin yüzün ve göz kamaştırıcı güzelliğin, ama -umarım bana darılmazsın- bu güzellik karşısında ben, istesem de, istemesem de, senden öte bir seni düşünüyor, görüyor ve hissediyorum. Sonra da seni bu derece güzel yaratanın güzelliği karşısında eriyorum. Bir yolculuğa çıkmış gibi hani... Senin görüntünden öte bir görüntü aksediyor aynaya... Daha doğrusu ayna kah senin görüntünde kaybolup salt güzellik oluyor, salt ışık oluyor; ve parıltısı göz kamaştırıyor; kah sen aynada görüntüden sıyrılıp ışığa, nura duruyorsun. Ve itiraf etmeliyim ki, eğer bu hal biraz daha sürerse, sanırım kadınım seni çoktan unutmuş, senden geçmiş, aynadaki aksini gözümden silmiş ve O’na yükselmiş olacağım. Çünkü zaman, şimdi bu camın ardında, içinde ve üstünde hep O olmakta...

-?!..

Şimdi, aynadaki güzelliğe bakınca gözleri başka türlü göreni suçlayabilir misiniz?!..

Bir sanat eseri karşısında, o esere üslup veren, ruh ve anlam katan sanatkârı düşünüp heyecan duymak nasıl da özge bir duyuş ve algılayıştır ki eser ile müessir, delil ile medlul arasındaki bağları berkitir. Delil ki bir medlûle, eser ki bir müessire, olan ki bir oldurana işaret iken; eserler ve deliller aradan çıksa da kişi doğrudan sanatçıya ve oldurana ulaşsa; gözler ve gönüller temizlense; beden ve kalıptan kurtulup ruh ve mânâya erilse... Öyle ya, ol deyip olduranı yoksa bir eser(?), kendi başına nedir ki!..

Kadim ve berrak zamanlardan bir rüya bizimkisi... Aynaların çoook eskilerde kalmış diyaloglarının sesleri bu cümleler de... Oysa nicedir zeminler kaymakta ayakların altından; ve ruhlar kirlenmekte nefeslerin buğularında... Aynalar pas tutmuş, ve ışığını yitirmiş nicedir. Öyle derin bir karanlık ki bu, tek görüntü için bin can feda... Güzele vuslat güzel de, ayrılık, ah ayrılık... Ayrılık kavuşmaya teşne, firkat vuslata... Kavuşmanın her senesi bir saniye; ayrılığın her saniyesi bir sene(1). Cevher arazdan uzakta, ve sevgi gönülden... Madde o derece kuşatmış ki insanı, ruhlar mengene kıskacında lime lime... Ayna ki insandır ve belki insanın kalbidir; ondaki güzellik de, içine yansıyan güzel de asil olmak gerek. Kendini bilen, aslında aynadaki güzelliğin hakikatini görendir. Ta ki gönül aynasında ayrık görüntü bulunmaya!.. İnsan ki yaratılmış ve yaratılacak sanat eserlerinin en harikuladesidir; yazık ki şimdi renkleri karışmış birbirine, çizgileri ve desenleri bozulmuş... Ve eseri kurtarmak için yine aynı sanatkâra muhtacız.

Ey yüce sanatkâr!.. Cilalı aynalarda yine görünmez kıl bizi!..

(1) Senetü’l-vasli sinetün; sinetü’l-vasli senetün


Cilalı Aynalar / İskender Pala
Akıncı_Gençlik isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-15-2008, 19:26   #3
Kullanıcı Adı
Akıncı_Gençlik
Standart İskender Pala Metinleri
BAŞI YERDE AŞIK

Gerçek sevgi, sevenin varlığını kaplayan, ondan taşan, dışa vuran ve görünür kılınan bir vetiredir. Sevme duygusundan dolayı kişinin dış dünyasına yansıyan her şey aslında soyut olanın somutlaşması, özün kabukta yansıması, siretin surete aksetmesinden ibarettir.
Bu bakımdan sevgi öncelikle seveni, sevenin sevgisi oranında da sevileni etkiler. Sevenin sevgiliye karşı takındığı tutum ve davranışlar, onun huzurunda veya gıyabında gösterilen gayret ve hizmet, bu sevginin dışa vurumunda da başlıca belirleyici unsurdur.
Eski terbiye geleneğimizde, konuşulan sözü, üç yerde baş eğerek dinlemek bir kaidedir. Bunlardan biri büyüklerin küçükleri (amirin memuru, üstün astı) azarladıkları, ayıpladıkları, hatalarını ikaz ettikleri esnada küçüğün başını eğerek dinlemesidir (yazık ki modern hayatta küçükler büyüklere baskın çıkma konumundalar). İkincisi, kendisine iltifat edilen kişinin tevazu gereği başını yere indirmesi, bunun mahcubiyeti ile mahviyetkârlık göstermesidir (Bu dahi şimdilerde tersine dönmüştür). Başı yere indirmenin üçüncü sebebi asıl konumuz olan gerçek sevgi ve hürmettir.
Evet, seven her daim sevgiliye bakmayı ister, bu doğrudur; illa ki sevgili kendisine baktığı anda bakış yönünü hemen yere indirmeye yeltenir. Gerçek sevginin göstergesi işte bu hâldir. Göz elbette kalbin aynasıdır ve elbette sevenin kalbi sevgiliye yönelik olmak, her daim ona bakmak arzusu güder; ne var ki iş tersine döndüğünde, yani sevilen lutfedip sevene baktığında, sevenin sevgi dolu kalbi, sevgilinin kalbindeki celale, onun haşmet ve heybetine dayanmakta zorluk çeker. Sevenin bu heybetten utanması, kendisini sevgilinin celali karşısında saygıya ve dolayısıyla gözlerini yere indirerek mahviyet göstermesine vesile olur. Aksi takdirde gerçek sevgi taşıyan bir kalb, sevdiğinin yüzüne bakmaya dayanamaz, yerinden fırlayacakmış gibi çırpınmaya başlar, kaynar, fokurdar. Hani eskilerin Efendiler Efendisi’nin güzel adı anıldığında sağ ellerini kalplerinin üstüne bastırma halleri vardır ya; işte bu tavır, Sevgili’nin adı anılınca kalbi yerinden oynatan gerçek sevginin zaruri bir neticesidir. Öte yandan gözler, delalet ettikleri gerçekleri dilden (zebandan) daha net açıklarlar. Sevgilinin gözlerine bakıp da sevgisinin karşılığı olan gerçeği öğrenmek yerine sevgilinin sözlerini dinleyerek umuda yapışmak, elbette sevgi işine daha layıktır. Dilden dökülenleri te’vil etmek, veya nalıncı keseriyle yontmak mümkündür, ama gözlerin anlattığını hiçbir yorum zerre miktar yerinden oynatamaz. Üstelik sözler bazen meramın tam tersini ifadelendirebilir, ama gözler asla yalan söylemez.
Krallar ve sultanlar töresidir, huzura kabul edilen kişiler yere bakacaktır. Bu onları hem memnun eder hem de tebaalarına karşı heybetlerini, bir ölçüde de saygı ve sevgilerini arttırır. Nitekim yüksek makamdakilerin huzurunda onların yüzüne bakmayıp yere bakarak arz-ı hâl (arzuhal) eylemek bugün dahi edeb ve terbiye bilenlerin nihai saygı tavrıdır.
İmdi, sevgili adını kalbinde ve dilinde her an zikr ü tesbih eden (anan ve tekrarlayan), sevilenin emir ve isteklerini kendi arzularından önde tutan, emrine boyun eğen, bunun karşılığında maddi veya manevi herhangi bir menfaate yönelik talepler gözetmeyen, sevgili adı anıldığında bütün varlığıyla ona yönelen, bir an olsun tereddüt göstermeden onun varlığı içinde kaybolmayı isteyen, sevgiliden konuşulmayı, onun güzelliğinden, yüceliğinden, yeganeliğinden bahsedilmeyi adeta bir vecd hali gibi canla başla kabul eden bir âşıkın, başını yere eğip bütün benliğiyle, hiçbir sapma göstermeden kendini ona teslim etmesinden daha tabii ne olabilir!?.. Sevgilinin yaşadığı yerlere gidip onun ayak izlerine basmayı, aradaki engelleri kaldırıp vuslata kapı açacak sebeplere yapışmayı, ondan her söz edilişte heyecan ve ürpertilere düşmeyi, sevgilinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden etkilenip ona göre ya muavenet, ya gayret göstermeyi, velhasıl onunla sevinmeyi, onunla üzülmeyi varlığının her zerresiyle kabul eden bir âşık için başını yere indirmek de ne gam!.. Bunu tekkelerin önünde kuru ekmek parçası bekleyen köpekler bile yapıyor!..

İskender PALA
Akıncı_Gençlik isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-15-2008, 19:27   #4
Kullanıcı Adı
Akıncı_Gençlik
Standart İskender Pala Metinleri
Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib

Kılma derman kim helâkim zehr–i dermanındadır

Fuzuli

Sevgili!..

Aşkın şiirini yazmak isterdim sana; sana aşkı şiir ile yazmak isterdim... Aşkı seninle tanımlamak ister, aşkı sende tanımak isterdim. Ay ikiye bölündüğünde yanında olmak, Uhud’da dişini avcuma almak isterdim.

Sevgili!..

Şimdi senden uzakta, aşk şudur diyebilsem eğer, son defa kendimi ve ilk defa okuyucumu kandırmış olacağım. Bildim dediğim bir aldanıştır çünki o, duydum dediğim bir yanıştır. Şimdi ayın, şın ve kaf’ları çıkardılar elifbelerden de sensizliğin mektebinde bir sabra mıhladılar bizi elif’lerle he’lerden. Sensizlikte hasretin hüzzamlarını öğrendik kucak kucak, ve aşkın nihavent saltanatını arar olduk köşe bucak. Bildiğimizi sandıkça yandık da yolunda, yolunda yandığımızı sandıkça bildik sonunda. Aşkın gerçeği değildi bildiğimiz, ama aşkın ateşiydi yandığımız. Artık şüphedeyiz, canları yâre ulaştıran bir sel miydi aşk, şekeri güzele sunup ağuyu kalbe bulaştıran bir el miydi!.. Sana varacak yolların çilesi miydi; tutkular ötesi tutkunun zirvesi, hasretle yanışların sesi miydi!..

Galiba varlığın çekim alanına giren en ulvi acıydı aşk; ve maddeyi mânâya veren en cömert sancıydı. Ruhların çeşitli varlıklar arasında bölüştürülen süsüydü belki; belki ötelere yazgılı yitirişlerin türküsüydü. Kalp kalbe konan kelebek kanatlarında renk; kudümlerde düşünüp neylerde ağlayan âhenkti aşk. Şarkın bütün şiir macerasıydı, belki Yesribli sevgililer için tutulan bir Anadolu yasıydı. Yağmur yağmur belaya başını tutmaklar ve ateş ateş denizlere kendini atmaklardı. Mansûr’u dâra takan da, Halil’i oda yakan da oydu, ve oydu Eyyub’u derde bırakan da. Tuz kadar mübarek, ekmekçe aziz idi; toprakleyin bereket, su gibi temiz idi.

Aşk iğnesiyle dikilince bir dikiş, kıyamete kadar sökülmez imiş. Aşk ile insan elbet güneşe benzer; ve aşksız gönül misâl–i taşa benzer. Hayatı aşka bölünce hayat çoğalır; bütün hayatları toplasan geriye aşk kalır. Gelip kemiğe dayanınca dünya, hayata atılan kemend olur; göz kapaklarından vurulunca kasırgalar, annelerce deprem, babalarca bend olur. Aşksız bahar dallarını kuru bir ayaz boğar, aşksız rahmini yargılayan bebekler nâgehan doğar. Mahrem düşüncelerle perdelenen odalarda ya ezel ya ebet olur; aşk kayıp giderse dünyadan ebet kıyamet olur; sevgisizlik gelir, dünya cehennem olur.

Aşk gelince burukluğun şiirinde hüzün dokur heceler; ve azarlanmış kalpleri ısırır tam yarısında geceler. Saban onunla sürerse toprağı koşarak, ancak o vakit yeşerir taze bir başak. Atların nallarından yıldırımlar masallara dökülür, ve yollanamayan mektuplarda nice kalpler sökülür. Kayan yıldızlar gibi büzülür elem dehlizlerine diller, ve melal süzülür gibi melek kanatlarında döker yapraklarını güller. Kaderin dehşetini yakan şamdanlar özge pervanelere tesellikâr düşer, şefkatli bir ekmek kırıntısıdır kurutulmuş buselere yâr düşer.

Sevgili!..

Kapına geldik; aşkı öğret bize; ve aşkını ver yüreklerimize.

Bir nihânîce gamzene gamzede âşıkların adına... Hani uykuya dalınca kenti, ve yalnız başına kalınca kendi... Hani yalnız gecelerde konuşmadan kalınca dilleri, ve hâl üzre gönüller anlar olunca bütün dilleri... Vicdan sesinden bîzâr kürek mahkumlarınca, hani âşıkların hasreti özlemle karınca... Hani gurbetin ucunda gönlüme gömen de seni, hani seni gurbet gurbet gönlüme gömende... Güneş ve ay nurunu aşkından alırken; güneşin ışığı aya vurur gibi âşıkı aydınlatırken... Gel ey Sevgili bir huzmecik bahş eyle âsî ve aciz üftadene, ve umut ver peykin olmaya teşne kem zerrene. Aşkları unutan bendene aşkını unutturma!..

Her şey sen olsun şu dünyada ve olmasın sen olmayan dünya da.

İskender Pala
Akıncı_Gençlik isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-15-2008, 19:29   #5
Kullanıcı Adı
Akıncı_Gençlik
Standart İskender Pala Metinleri
Sevgilinin adını dile düşürmek

Bir şiire en ziyade yakışan konular arasında bir kadının güzelliğinden alınmış ilhamlar bulunur. Şair, maksadı ve fikri ne olursa olsun, kadın güzelliğinden istifade ederek onu dillendirme imkanına hep zengin bir konu olarak bakmıştır.


Aşkın tasavvuf bahçesinde açan gülü Yunus'u ele alalım, Hüsn-i Mutlak'ı terennümünde İlahî aşkın merkezine doğru sehîl adımlarla yürürken,

"Karlı dağların başında / Salkım salkım olan bulut / Saçın çözüp benim için /Yaşın yaşın ağlar mısın" der ve Taala'nın yüce harem dairesine varan yolda, yine O'nun ahsen-i takvim üzere yarattıklarından bir cins-i latîfin tavrından hareket ederek mısralarını örer. Yani ki, bir söğüt dalına bakarak yukarıdaki dörtlüğü terennüm eden Bizim Yunus'un, gür ve uzun saçlarını, büyük bir acının tesiri altında darmadağın (perişan) edecek şekilde savurarak ağlayan bir kadının hüzünlü güzelliğini görmeden söylediğini iddia etmek haksızlık olur. O halde, Rabb'ına yönelerek "Bana Seni gerek Seni" mertebesinde içli dışlı bir aşkı yaşayan bu yiğit adamın, daha önceden bir kadını çok sevmiş, hem de büyük bir yürekle sevmiş olması pekâlâ mümkündür. Daha da ileri gidelim, bir adım ötesini söyleyelim; coğrafyamızın en güzel desenlerinden biri olan bu sevimli dervişin hayatında bir kadın hayalinin bulunmadığını düşünmek, belki de onu asıl bulunduğu beşeriyet noktasından uzaklaştırmak olur ki, bu da onunla bizim aramızdaki mesafeleri uçuruma dönüştürür, onu bizden uzaklaştırır. Oysa Yunus bize yakın olduğu için biz onu sever, onu kendimiz gibi bir beşeriyet ikliminde yoldaş bildiğimiz için ona değer veririz. Bu hâl, zihinlerimizde melekleşen bir Yunus'tan bize daha sıcak ve yakın gelir çünkü. Binaenaleyh hiçbir kadının aşkı, Allah'a varacak aşk yolunda bir engel teşkil etmez. Engel, belki de kadının rolünü Tanrı'ya ulaşan yolda bir şerik haline getirmeye kalkmaktır, o kadar. Peki o halde soralım: Neden Yunus'un şiirlerinde o kadının adı yok?!..

*

Bütün zamanların lirizmle süslenen bahçesinde açan en rânâ gülü Fuzulî, sevdiği kadında Cemal-i Mutlak'ın güzelliğinden yansımalar bulup İlahî ve beşerî aşkın her ikisini bir yüreciğinin iki odacığında yaşatırken, "Değildim ben sana mâil; sen ettin aklımı zâil / Bana ta'n eyleyen gâfil, seni görgeç utanmaz mı" diyerek sevgiliye sitemde bulunur. Acaba kimdi o ince ve nazenin Bağdat güzeli ki Hilleli Fuzulî'nin aklını başından almış olsun ve şairimiz, tutulduğu o güzelin aşkıyla bunca coşkulu ve duygulu beyitleri yazmış olsun?!.. Dediğine göre, görür görmez gayriiradî gönlünü aldırdığı ve bunun için de halkın kendisini ayıpladığı (bu aşk yüzünden şairi ayıplayanlar, sevgiliyi görseydiler kendileri de elbette ona âşık olacak ve ayıplanacak hale düşeceklerdi) sevgilinin aşk menzillerinde yoldaşsız yürüyen bu adam, gerçekten de nasıl bir güzele tutulmuş, onu nasıl görüp sevmiş, hayalini kaç yıl gözlerinin önünde, sevgisini kaç zaman kalbinin içinde taşımıştı? Söz gelimi onun için beşerî acılara katlanmış mıydı, hakkında fedakarlıklar yapmış mıydı? Yahut hiç kavuşmuş muydu, kavuşmaya mecali var mıydı?!.. Ve daha bir yığın soru... Peki o halde yeniden soralım: Neden Fuzuli'nin şiirlerinde o kadının adı yok?!..

*

Bir kadının bütün beşerî güzellikleri sıralansa, kaşı, gözü, dudağı, yanağı, kaşı, kirpiği için sayısız şiirler yazıp defterler ve divanlar dolduran yüzlerce şairin tutulduğu, âşık olduğu, tutkuyla sevdiği o kadim yüzyılların yaşmaklı, feraceli zarif İstanbul kadınlarının kimler olduğunu bilebilseydik; acaba onları şimdiki gibi seçkin bir aşkla sevebilir miydik?!..

Peki o halde yeniden soralım: Neden Bakî'nin, Nedim'in, Necatî Bey'in ve nicelerinin şiirlerinde andıkları o eski zamanlar güzeli kadının adı yok?!..

Ve cevap verelim; çünkü eskiden bir kadının adını anmak, onun adını dillendirmek ayıp, hem de çok ayıptı ve üstelik onlara duyulması gereken ihtiram ve sevgiyi zedelerdi. Sevdiği kadının adını dile düşürmektense uğruna can vermek, bir âşık için şerefti, şandı. Aşk kitabının ilk maddesi de zaten bunu söylerdi. Hem doğru söyleyin Allah aşkına, kaçımız Leyla'nın kara kuru bir kız olduğunu öğrenince onu yine coşkuyla sever, kaçımız hayalimizdeki Şirinlerin, Aslıların 60 yaşındaki durumlarını öğrenmek isteriz. Onlar bizim için birer prototip, birer ideal, birer kızıl elmadır ki beşeri hayatlarında ayrıntılara inildikçe güzelliklerinin büyüsü kaybolur.



09.12.2004 - iskender PALA
Akıncı_Gençlik isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-15-2008, 19:33   #6
Kullanıcı Adı
Akıncı_Gençlik
Standart İskender Pala Metinleri
Ondört asır evvel yine bir böyle geceydi. Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi.
Bahardı... Dışarda, kumların üstünde, kahrı da, zehri de zevk adına yutan insanlardı... Çıldırmış azgınlıkların pençesinde beşer bir canavardı. Ve zamanın paslı aynasında eskiyen yürekler kayalar kadardı...

Bahardı... İçerde, Âmine�nin kucağında, nur ile yıkanmış bir Gül kokusu vardı... Kaç bin senedir beklenen yâr, meğer o yârdı. Arasına sınır taşları dikilmiş zamanın saadet damıttığı çağlar, işte o çağlardı. Gece seherlere uzardı ve dudaklarında Âmine�nin �Gülüm!� diyen bir gülümseme tekrarbetekrardı.

Sevgili o gece bir �Gül� oldu, ve beşeriyet gülü bir cins ad olmaktan o gün çıkardı.

Gel ey vahdetin Gül�ü, hasretin Gül�ü... Kokunla gel ve renginle gel!.. İlhamın ve âhenginle gel!.. Aşkınla olmazsa sevginle gel!.. Gel ki serazad kuşlarca süzülsün yürekler çiçeklere; ve çiçekler yenik düşsün aşkını eleyen kelebeklere... Gel de, gizemli alfabelerle yazılmış mektuplarını bebekler okusun; gel, kınalı parmaklar tezgahlarda cümle cümle şiirlerini dokusun...

Ay vurgunu gecelere şavkı dökülsün nurunun, neyler üveyiklere ağlasın ve ölümsüz besteleri Gül adına çalınsın aşk tanburunun.

Gel ey günlüklerde yığın yığın gözyaşlarıyla kararan bahtımızı Gül�e döndüren Haberci... Gel ey, sevgilerinden sıyrılan vicdanları mor salkımlı zamanlarda kurtuluşa ulaştıracak Elçi... Şafaklarına kırağı düşmüş aldanışları pişmanlıkla yuyup yıkayan ihtiyar adamlar ve genç kızlar için gel, aşksızlığının kör akşamlarını mezar taşlarında tekrar be tekrar okuyan dolunaylar ve yıldızlar için gel. Yıldızlarına uyabilelim diye bizi şevklendirmek ve şavklandırmak için de gel; birimizi birimize sevdirmek, birimizle birimizi sevindirmek için de gel... Mekanların daraldığı ve zamanların dürüldüğü depremler gibi gel ve titret içimizi Sevgili... Ta ki bülbüller bir Gül için söylesin en müstesna şarkılarını:

Kâşki sevdiğimi sevse kamu halkı cihân

Sözümüz cümle hemân kıssai cânân olsa

*

Gül�e söz verelim, defterimizdeki karaları aklamak için... Gül�ü sevdiğimizi söyleyelim, içimizdeki kirleri paklamak için...

Aç bir karnı doyuralım Gül adına, Hakk�ın da kuşları rızıklandırdığını hatırlayıp... Sıkıntıdaki dostun imdadına koşalım Gül�ü anarak, gül alalım, gül satalım... Hayırlı işlere önayak olalım Gül çağında, ta ki ateş vaktinde güller açsın yüzümüz... Bir merhabayı Gül hatırına söyleyelim küstüklerimize, hani helal lokma yer gibi... Doğrulardan ve iyilerden çoğaltalım dostlarımızı Gül bahçesinde, ta ki bir sarsılışla sarsıldığımızda arkadaşlardan saysın yıldızlar bizi. Ve ağlayalım hasretiyle Gül�ün, ki arıtsın bağrımızın pasını yaşlar... Göz son kez kapanmadan, birkaç damla ile olsun... İnci, mercan hediye!..
Bir Aşk Masalı:

Kıl şebistânı müşerref kim nisârun kılmağa

Rişteden dürler çeküp cem� eylemiş dâmâne şem

Diyor ki Fuzulî:

Bir âşık varmış vaktiyle; muma benzeyen bir âşık... Mum gibi yalnız, mumleyin başında ateş... Yanar yakılırmış geceler boyu ve gönül ateşiyle aydınlatmaya çalışırmış hicranın ve hasretin karanlıklarını... Hiç uyumaz, dilinde sevgili adı, göz kapıda, beklermiş durmadan... Gecelerden bir gece, belki bir vuslat gecesi olur da sevgili geliverir diye umutlanır, bu umutla tıpkı mum gibi can ipinden inciler döker, ve eteklerinde biriktirirmiş yığın yığın... Ta ki sevgili geldiğinde hazırlıksız yakalanmış olmasın ve yüz görümlüğü olarak ayağına saçacağı incileri bulunsun...

Gül yüzüne bakacak yüz ver bize Taala!... Vuslat için aşk ver bize Allah'im!..


Prof.Dr.İskender Pala
Akıncı_Gençlik isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 04-16-2008, 22:47   #7
Kullanıcı Adı
Fasl-ı Gül
Standart İskender Pala Metinleri
Aah mine’l-mevt

Bir fısıltı Yunus'tan... Kulaklarda zaman zaman... "Hakikat bilirsin / Bir gün ölürsün / Ya niçin verirsin / Özün gümâne" Cevap gelir dillere... İyimser gönüllere: "Benim bunda kararım yok; ben bunda gitmeye geldim" Ardından bir büyük ikaz; hayal meyal, siyah beyaz: "Berk yapıştın şol dünyaya, koyup gitmeyesin gibi / Karanu yalınız sinde (kabirde) varıp yatmayasın gibi" Ve bir serzeniş; gelişten sonda gidiş, "Günde birin gide durur / Komşun sefer ede durur / Ecel bir bir yuda durur / Bu dünyaya mağrur nedir" Söz doğrudur, düşünen bilir... Doğruya delil mi istenir? İşte delil, iyi bil: "Şu dünyaya gönül veren, son ucu pişman olusar / Dünya benim dedikleri, hep ona düşman olusar".

Çevrilir kalpler tebessüme bir dem... İyi niyet akar yüreklere hem... Sıcak mı sıcaktır; duru ve berraktır. Ötelere bir bakış dervişçesine... Hakikat sırrına ermişçesine... "Gelin bugün yanalım, yarın yanmamak için / Ölelim ölmez iken, yine ölmemek için". Çünkü, "Ten fanidir can ölmez / Çün gitti geri gelmez / Ölür ise ten ölür / Canlar ölesi değil"dir. Artık düşün ve karar ver; ki kararın cihan değer: "Bir hastaya vardın ise / Bir içim su verdin ise / Yarın anda karşı gele / Hak şarabın içmiş gibi"


Ölüm; bir an... Ve duruveren zaman... Varlığın mutlak âdeti; herkese eşit adaleti... Ötesi, berisiyle ölçülen hayât... Amansız, gümansız heyhât!.. Ölürken hem doğmadır bu; hem biterken olmadır... "Soru hesap olmayısar, dünya ahiret koyana / Münker Nekir ne soralar, Tek olucak cümle murad". Ötesi zaman aşırı bir adım, sonsuzu bunda anladım: "Bu şardan üç yol çıkar, biri cennet biri nâr / Birisinin arzûsu maksûd dîdâra benzer". Hani ya âyette buyurulur; buyurulur da duyurulur: "(Kıyamet koptuğunda) siz de (ey insanlar) üç sınıf olmuşsunuz. Amel defteri sağından verilenler; ne mutlu o sağcılara!.. Amel defteri solundan verilenler; ne acıklı durumda o solcular!.. (Bir de üçüncü sınıf ki onlar hayır işlemekte) ileri geçenler, (cennete girmekte de) ileri geçenlerdir. (Vakıa, 7-10)"

Yunus... Koca Yunus!.. Bizim Yunus!.. Ölümden ötesine yolun ve yolculuğun mübarek olsun... Canına rahmet, ruhuna şâdlık dolsun... Güzel söylemişsin; şeker yemişsin ve "Ne tamudan (cehennemden) yer eyledim / Ne uçmakta köşk bağladım / Sen'in için çok ağladım / Bana Sen'i gerek Sen'i" demişsin. Çünkü inanmışsın Mevlâ'ya ve nihayet ermişsin mânâya: "Mânâ eri bu yolda melûl olası değil / Mânâ duyan gönüller her giz ölesi değil"
Yunus... Emrem Yunus!.. Usta Yunus!.. Nasıl başardın bilsem; sencileyin diyebilsem: "Al gider benden benliği / Doldur içime Sen'liği / Bunda iken öldür beni / Varıp anda ölmeyeyim". Kaç kula nasib olmuş; kaç gönle girmiş dolmuş; şu sadeden de sade ve muhteşem ifade: "Bu dünyadan gider olduk / Kalanlara selam olsun / Bizim için hayır duâ / Kılanlara selam olsun". Kimdir ki ölürken bunca fedakar, ve kimdir ki kula dost, Allah'a yar?!..
Oruca niyetli bir günde... Bir kuşluk vakti hüznünde, "Aşık öldü deyû salâ verirler". Bir salâ; derinden derunîden... Taa içler yakan Hüseynî'den:

- Essalâtü vesselâmü aleyk!..
Ötesi?!...
Ötesi, "Öldü diyeler / Kaydım yiyeler / Bir kuş olubam / Çıkam aradan"
Gayrı varsın "Acı dirliğim isteyen; tatlı dirilsin dünyada" ve Ulu Tanrı'm, "Kim ölümüm ister ise, bin yıl ömür ver Sen ona"
*
Ve bir fısıltı Yunus'tan... Kulaklarda zaman zaman... "Gelimli gidimli dünya / Son ucu ölümlü dünya"

İskender PALA

(İskender PALA üstad'ın bu güzel yazılarını paylaşmamıza vesile olduğu için Akıncı_Gençlik arkadaşa teşekkürler.. İnşallah paylaşmaya bende devam edeceğim.) selamlar
Fasl-ı Gül isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi