AK Gençliğin Buluşma Noktası
Araştırmalar Araştırılmış yada araştırılmasını istediğiniz konular buraya.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 03-22-2010, 19:24   #1
Kullanıcı Adı
SSS
Standart İslamın Yumuşak Karnı : H a d i s l e r


İslam alemindeki çeşitli cereyanlar, kendi ideolojilerini, öğretilerini güçlendirmek için Kur'an'da dahi dayanak aramış ve bazı ayetleri kendi ideolojilerini güçlendirecek biçimde tefsir etmişlerdir. Böyle bir faaliyette yeterli ve geniş hareket alanı bulamayınca hadis alanına yönelmişlerdir. Bunun sonucunda da Kur'an ve hadis hükümlerine tamamen aykırı bir çok söz ortaya çıkmıştır.
Bunlara genel olarak zayıf hadis denilmektedir. Zayıf hadislerin en aşağı derecesi Apokprif ( Uydurma ) olanlardır. Peygaberimizin açık ihtarlarına rağmen, kendisne dayandırılan bir çok yalan yani uydurma hadis ortya çıkmıştır. Bazen kötü ve feci olaylara sebep olmalarından dolayı, bu tür hadisler İslam alemi için çok zararlı olmuştur.
Bu şekilde Müslümanlar arasına bir çok fitne ve fesat girmiş, bilhassa bazı hurâfeler ve kurallar da aralarına sokulmuştur.
Aslında yalan olduğu bilinen bir bir hadise uyularak hareket etmek doğru olmadığı gibi, bu çeşit hadisleri rivayet etmek dahi haramdır. Ancak uydurma olduklarını açıkça belirtmek şartıyla bunlar zikredilebilir.
Bir hadisin içeriği uydurma ise veya zayıf bir hadis ise bunları güçlendirmek için onlara sahih bir dayanak yakıştırılır.

Bir hadisin uydurma olduğu aşağıdaki hallerden daha ilk bakışta belli olur.
1- Kur'an'a ve Peygamberimizin sünnetine aykırılıkları, .
Örnek: '' Muhammed veya Ahmed isimleriyle adlandırılanlar cehenneme girmezler. ''
2- Ahlak ve edep kurallarına aykırılığı,
3- Akla ve tabiat kanunlarına aykırılığı,
4 - İçeriğinde komik ve maskaraca sözlerin bulunması,
5 - Manen ve söz olarak eğriliği bulunması,
Örnek : '' Pirinç insan olsaydı halîm olurdu ''
6 - Sözde ölçüsüzlük

Yukarıda sözü edilen hallerden birine bir hadiste tesadüf ettiğimiz zaman, başka tetkiklere girişmeden bunun Peygamber'imiz tarafından söylenmediğine hükmedebiliriz.

Bazı eski filozofların ve düşünürlerin veciz sözleri Peygamber'imize atfedilerek hadis kılıfına büründürülmüştür. Örnek olarak, müşrik Arap hekimlerinden Hâris İbn Kelede ve Malik İbn Dînar'ın bazı sözleri , Peygamber'imize atfedilmiştir. Eski Yunan Filozoflarından Eflatun'un bazı tıbbî sözleri de hadis olarak gösterilmiştir. Nihayet Benû İsrail Peygamberlerine atfedilen sözler ile Hıristiyan kutsal kitaplarından çıkarılan bir takım ibareler de Hz. Muhammed'e nisbet edilmiştir.

İçeriği bakımından uydurma olan hadisler iki çeşittir:
* İslamiyete karşı fikir ve bilgileri içerenler.
* İslami kurallara aykırı olmayıp güzel ve faydalı bilgi ve fikirleri olanlar

Uydurma Hadislerin Oluşumunda Dış Etkiler:
Yahudi ve Hıristiyan Kutsal kitaplarından çıkarılan bir takım sözlerin hadis şeklinde ortaya atıldığı bilinmektedir. Bunun dışında Yahudilik ve Hıristiyanlıktan dönenlerin de bu konuda önemli rolleri olmuştur. Bu gibi hadislerin çoğu kaynakları itibariyle muhaddislerce belirlenmiştir.
Örnek: '' Münafık istediği zaman ağlamak için iki göze sahiptir. '' uydurma hadisi için Şevkânî '' Sabit değil fakat Tevratta geçmektedir '' demektedir.
Ayrıca Gazâlî'nin İhyâu Ulûmi'd-Dîn'inde geçen '' Yerlerim göklerim beni ihata edemedi; fakat mümin kulumun kalbi beni ihata etti '' kutsî hadisi hakkında el-Irâkî: '' Aslını görmedim '' , İbn Teymiyye ise ''İsrâîliyyatta zikredilmiştir, yoksa Peygamber'imizden bilinen bir dayanağı yoktur. '' demişlerdir.

Diğer örnekler:
1- Dr.Ignaz Goldziher bu konu üzerinde önemle durmuştur. eserlerinde bazı hadislerin İncil'de benzerleri bulunduğu konusunu işlemiştir. Bunlardan bazıları ; hadis şekline girmiş bir hıristiyan duası ki - Hıristiyanların Fatihası hükmündedir. Bu dua dört İncilden ikisinde yer almaktadır. İşte bu dua hadis şeklinde Ebû Davûd ve et-Tirmizi'nin '' Es-Sünen'' lerinde , Ahmed İbn Hanbel'in '' el-Müsned '' inde , ez- Zehebî , el-Muttakî, el-Hindî, İbn Teymiyye ve el-Kilânî tarafından eserlerinde nakledilmektedir.

2- '' Domuzların ağızlarına inci atmayınız '' uydurma hadisi İbn Mâce'nin es-Sünen'inde yer almaktadır. Matta İncil'i VII . nci babın 6. maddesi şudur: '' Mukaddes olanı köpeklere vermeyiniz ve incileri domuzların önüne atmayınız. ''

3 - '' Onlara haklarını verin, kendi hakkınızı da Allah'tan isteyin '' hadisi de metin olarak Matta İbcil'indeki şu cümleye benzemektedir : '' Kayser'in şeylerini Kayser'e ve Allah'ın şeylerini Allah'a ödeyin ''

4 - el-Bağavî'nin '' Mesâbîhu's-Sünne' sinde '' Ümmetimin arasında ashabımın durumu yemekteki tuz gibidir. Yemek ancak tuzla iyi olur. '' hadisi Matta İncil'i V. babındaki 13. cü cümleye benzemektedir: '' Dünyanın tuzu sizsiniz, fakat tuz tatsız olmuşsa o ne ile tuzlanır ? Artık dışarıya atılıp insanların ayağı altında ezilmekten başka bir işe yaramaz. ''

5 - '' Güvercinler gibi ebleh yani safdil olunuz '' hadisine karşı Matta İncil'inde '' İşte sizi kurtların arasına koyunlar gibi gönderiyorum. Şimdi yılanlar gibi akıllı ve güvercinler gibi saf olun '' ibaresi vardır.

6 - Goldziher, '' Fakirliğin zenginliğe tercih edilmesini '' bildiren hadis ie '' Sadakanın gizli olarak verilmesi '' ile ilgili hadisin İncil'den alındığını iddia etmiştir. Bu iddialar İslam din adamları ile muhaddisleri tarafından kabul görmemiştir.

7 - Goldziher ayrıca Hz Muhammed'in yaratılış bakımından önceliği ile ilgili aşağıdaki ve benzeri hadislerin de gerçek olmadığını ve dış etkilerden kaynaklandığını idia etmiştir.

‘’ Ben yaradılış bakımından ilk ve görevlendirme bakımından son Peygamber oldum ‘’
‘’Âdem, henüz ruh ile ceset arasında iken, ben Peygamber idim ‘’
‘’ Âdem, henüz su ile çamur arasında iken, ben Peygamber idim ‘’
‘’ Âdem, su ve çamur yok iken, ben Peygamber idim ‘’
‘’ Yaratılan ilk ve görevlendirilen son insan benim ‘’

Dikkat edildiğinde görüleceği gibi, bu sözlerin içeriklerinde de farklılıklar vardır. Goldziher’in bu itirazı sünnilerce kabul edilmiş, fakat şiilerce reddedilmiştir.

Bazı uydurma hadisler İslamiyete aykırı görüş ve fikirleri yansıtır. Aşadaki iki örnek gibi:
‘’Halk, hükümdarların dinine tabi olur. ‘’
‘’ Halkın dilleri Cenab-ı Hakk’ın kalemleridir ''. Diğer tabirle : Halk ne söylerse , Allah’da onu onaylayıp yazdırır.

Fakat öyle uydurma hadisler vardır ki; halk tarafından benimsenmiş ve halk arasında cami kürsülerinde sık sık söylenmektedir. Bunlar mana itibariyle de İslâm öğretilerine tamamen uygundur.
Örnekler:
’ Çinde bile olsa ilmi arayınız ‘’
‘’ Vatan sevgisi imandandır ‘’
‘’ Eğer sen olmasaydın felekleri yaratmazdım ‘’
‘’ Nefsini bilen Rabbini bilir ‘’
‘’ Sana karşı olan muhabbeti arttırmak için aralıklı ziyaret yap ‘’

 


Konu SSS tarafından (03-22-2010 Saat 19:25 ) değiştirilmiştir.. Sebep: Düzenleme
SSS isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 03-22-2010, 19:34   #2
Kullanıcı Adı
romakudüs
Standart
emeğine eline sağlık sevgili kardeşim
romakudüs isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-22-2010, 19:53   #3
Kullanıcı Adı
montenegro
Standart
1-) “(Farz, vâcib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının”(Haşr,59/7)



2-) Şüphesiz, Resûlullah’ta sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü uman ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir misâl vardır” (Ahzâb, 33/21)


-) (Ey Resulum) De ki, siz gerçekten Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok esirgeyici ve bağışlayıcıdır.(Ali İmran,2/31)


4-) “Allah’a ve ümmî peygamber olan Resûlü’ne -ki o, Allah’a ve O'nun sözlerine inanır- iman edin ve O'na uyun ki, doğru yolu bulasınız” (A’râf/7: 158)



5-) “Kim Resûl’e itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ/4: 80)


6-) “Ben sadece bana vahyolunana uyuyorum.' (En’am,6 /50)

7-) “şüphe yok ki, sen doğru yola rehberlik edersin. “ (Şu’ra, 42/52)


8-) Allah ve Resûlü bir meselede hüküm verdiği zaman inanmış bir erkek ve kadına, o meselede kendi isteklerine göre bir tercih hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb/33: 36)


9-) 'Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun...' (Haşr, 7) .

10-) Hayır, Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem tayin edip verdiğin hükmü içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan kabul edip ona teslim olmadıkları sürece iman etmiş olmazlar.” (Nisâ/4: 65)


11-) “Allah ve Resûlü’ne inanıyorsanız, anlaşmazlığa düştüğünüz konuları, Allah’a ve Resûlü’ne arzediniz.” (Nisâ/4: 59)



12-) “Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah’a ve Resûlü’ne uyun.” (Enfal/8: 24)



13-) “...Resûl’e karşı gelenler, Allah’a hiçbir zarar vere-mezler. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkaracaktır.” (Muhammed/47: 32)


14-) “O, arzusuna göre konuşmaz.” (Necm/53: 3)



15-) “O ümmî Peygamber’e uyanlar (var ya) , işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder. Onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar” (A’râf/7: 157)


16-) “Allah’ın ve Resûlünün haram kıldığını haram tanımayan, hak dinini din olarak benimsemeyen kimselerle zelil bir vaziyette tam bir itaatle cizye verecekleri vakte kadar savaşın.” (Tevbe/9: 29)


17-) 'Peygamber'in emrine aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar' (Nur, 63)



18-) 'And olsunki, Allah, inananlara, âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Kitab ve hikmeti (sünneti) öğreten, kendilerinden bir peygamberi göndermekle iyilikte bulunmuştur. Halbuki onlar, önceleri apaçık sapıklıkta idiler ' (Âl-i İmrân, 164) .
montenegro isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-22-2010, 19:59   #4
Kullanıcı Adı
montenegro
Standart
Kur'ân ve Hadislerde Sünnetin Önemi

Sünnet, Kur'ân-ı Kerim'le birlikte İslâm'ın iki temel direğinden biridir ve sünnet olmadan, hadis olmadan İslâm düşünülemez. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) söz, fiil ve takrîrlerinden oluşan sünnet, daha Efendimiz zamanında zihinlere, hafızalara ve kalblere nakşolmuş, ayrıca yazıya da geçmiştir. Sahabe-i kiram, büyük bir titizlikle sünnete uymuş, hayatını sünnete göre tanzim etmiş, sünneti muhafaza etmiş ve hiçbir fazlalık ve eksikliğe meydan vermeden tâbiîn-i izâma nakletmiştir. Dönemlerindeki fitne ateşleri sebebiyle hayatlarını zühd ve takva üzerinde İslâm'a ve İslâm'ın iki temeli olan Kur'ân ve Sünnete adayan tâbiînin, sayıları binleri aşan dev imamları, Kur'ân gibi Sünnete de sahip çıkmış ve karıştırmadan, bulandırmadan onu, kendilerinden sonraki nesle intikal ettirmişlerdir. Bu üç nesil, yani sahabe, tâbiîn ve tebe‑i tâbiîn, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek ifadeleriyle, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) sonra gelecek insanların en hayırlılarını teşkil etmektedirler.[1]
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar; ravi-i hadis de, Câbir b. Abdillah: فَإِنَّ خَيْرَ الْحَدِيثِ كِتَابُ اللّٰهِ وَخَيْرُ الْهَدْىِ هَدْىُ مُحَمَّدٍ، وَشَرُّ اْلأُمُورِ مُحْدَثَاتُهَا وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ "Sözlerin en hayırlısı, Allah'ın kitabı Kur'ân'dır; tutulup gidilecek yolların en hayırlısı da Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yoludur, sünnetidir. İşlerin en şerlisi, sünnete muhalif olarak, sonradan ortaya çıkarılanlardır. Her bid'at da dalâlettir."[2]
Ve işte bu mevzuda hayatbahş olan birkaç ışıktan işaret:
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyorlar:
كُلُّ أُمَّتِي يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ إِلاَّ مَنْ أَبَى. قَالُوا يَا رَسُولَ اللّٰهِ وَمَنْ يَأْبَى؟ قَالَ: مَنْ أَطَاعَنِي دَخَلَ الْجَنَّةَ وَمَنْ عَصَانِي فَقَدْ أَبَى
"Ümmetimden herkes Cennet'e girecektir, girmemekte direten müstesna." "Girmemekte direten kimdir yâ Resûlal­lah?" diye sordular. Allah Resûlü şu cevabı verdiler: "Bana itaat eden Cennet'e girer; bana isyan edense Cennet'e girmemekte inat ediyor demektir."[3]
Ve yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor:
إِنَّمَا مَثَلِي وَمَثَلُ أُمَّتِي كَمَثَلِ رَجُلٍ اِسْتَوْقَدً نَاراً فَجَعَلَتِ الدَّوَابُّ وَالْفِرَاشُ يَقَعْنَ فِيهَا، فَأَنَا آخِذٌ بِحُجَزِكمْ وَأَنْتُمْ تَقَحَّمُونَ فِيهَا
"Benimle ümmetimin misali ateş yakan adamın misali gibidir ki; hayvanlar ve kelebekler ateşin içine düşmeye başlarlar. Ben (ateşe düşmemeniz için) eteklerinizden tutuyorum; sizse onun içine atılıyorsunuz."[4]
Ve yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor:
لاَ أُلْفِيَنَّ أَحَدَكُمْ مُتَّكِئاً عَلَى أَرِيكَتِهِ يَأْتِيهِ اْلأَمْرُ مِنْ أَمْرِي مِمَّا أَمَرْتُ بِهِ أَوْ نَهَيْتُ عَنْهُ فَيَقُولُ لاَ نَدْرِي، مَا وَجَدْنَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ اتَّبَعْنَاهُ
"Sakın herhangi birinizi koltuğuna gerilip oturmuş ve kendisine emir veya nehiylerimden biri gelir de 'Biz, onu bilmeyiz; (Allah'ın kitabı var. Sünnet diye bir şey bilmeyiz.) Kitabullah'ta ne varsa, ona uyarız.' diyor olarak bulmayayım (dediğini duymayayım.)"[5]
Ebû Dâvûd'un rivayetinde, yukarıdaki hadisin üstünde şunu da görüyoruz: أَلاَ إِنِّي أُوتِيتُ الْكِتَابَ وَمِثْلَهُ مَعَهُ "Dikkat edin! Şüphesiz bana Kitab verildi ve Kitab'la beraber onun bir misli daha verildi." Yani bana sünnet de verildi.
Ve yine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyuruyor:
فَإِنَّهُ مَنْ يَعِشْ مِنْكُمْ بَعْدِي فَسَيَرَى اخْتِلاَفاً كَثِيراً، فَعَلَيْكُمْ بِسُنَّتِي وَسُنَّةِ الْخُلَفَاءِ الرَّاشِدِينَ الْمَهْدِيَّينَ تَمَسَّكُوا بِهَا وَعَضُّوا عَلَيْهَا بِالنَّوَاجِذِ، وَإِيَّاكُمْ وَمُحْدَثَاتِ اْلأُمُورِ، فَإِنَّ كُلَُّ مُحْدَثَةٍ بِدْعَةٌ وَكُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ
"Benden sonra yaşayanlar, pek çok ihtilâf ve herc ü merc görecekler. Size sünnetimi ve doğruya götüren Râşid Halifelerin yolunu, sünnetini tavsiye ederim. Siz ona sımsıkı sarılın! Dişlerinizle sımsıkı tutunun sünnetime ve râşid halifelerin sünnetine! Sakının; sonradan çıkma işlerden sakının! Çünkü, her sonradan çıkma, bid'at, her bid'at da dalâlettir."[6]
Ve bazılarınca İbn Mâce'nin yerine Kütüb-ü Sitte'ye dahil edilen İmam Malik'in Muvatta'ında da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şöyle buyurmaktadır:
تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ لَنْ تَضِلُّوا مَا تمَسََّكْتُمْ بِهِمَا: كِتَابَ اللّٰهِ وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ
"Size iki şey bırakıyorum ki, onlara tutunduğunuz müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: Allah'ın kitabı ve Peygamberi'nin sünneti."[7]
Sünnet, Allah'ın nazarında ve Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) nazarında budur. Hakikat bu iken, müsteşriklerin peşinde gidenlere, on dört asır Müslümanlara yol göstermiş, maden-i hakikat olmuş, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Allah'a ulaştıran bir köprü vazifesi görmüş ve Kur'ân-ı Kerim gibi nesilden nesile, sözle ve yazıyla intikal ede ede bugünlere gelmiş bulunan Resûlullah'ın sünnet-i seniyyesine leke bulaştırmaya çalışanlara, Arapça bile bilmeden sadece Kur'ân mealleriyle her meseleyi halledeceklerini zannedenlere, Allah'ın kitabında sorulduğu gibi sormak istiyoruz: فَأَيْنَ تَذْهَبُونَ "Nereye gidiyorsunuz?!"[8]
[1] Buhârî, fedâilü'l-ashab 1; Müslim, fedâilü's-sahabe 210-212.
[2] Müslim, cuma 43; Nesâî, iydeyn 22; İbn Mâce, mukaddime 7.
[3] Buhârî, i'tisâm 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/361.
[4] Buhârî, rikâk 26; Müslim, fedâil 17-18.
[5] Tirmizî, ilim 10; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 2.
[6] Tirmizî, ilim 16; Ebû Dâvûd, sünnet 5; İbn Mâce, mukaddime 6.
[7] Muvatta, kader 3.
[8] Tekvîr sûresi, 81/26.

Fethullah Gülen

Sonsuz Nur-3
montenegro isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-22-2010, 20:01   #5
Kullanıcı Adı
montenegro
Standart
Sünnetin Tesbitine Tesir Eden Âmiller

Sahabe, sünnetin ehemmiyetini çok iyi kavramıştı. Çünkü, Kur'ân-ı Kerim, Allah Resûlü'ne iniyor, O'nun tarafından tebliğ ediliyor, açıklanıyor ve yaşanıyordu ki, anlamanın bütün faktörleri mevcuttu.
1. Kur'ân'ın Sünnete Teşviki
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ إِنَّ اللّٰهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ "(Farz, vacib, sünnet, müstehab, âdâb adına) Resûl size ne getirmişse onu alın ve sizi neden menediyorsa, ondan da kaçının."[1] buyuruyordu.
Âyette geçen ve meçhul şey ifade eden مَا ism-i mevsûlüyle ister vahy-i metlüv adına Kur'ân olsun, isterse vahy‑i gayr‑i metlüv adına kudsî hadis ve hadis olsun, Resûl'ün getirip tebliğ ettiği her şeyi, ف edatıyla da, bunlara behemehal ittiba ve itaatin vacib olduğunu ortaya koyuyordu. Aynı şekilde, ister Kur'ân yoluyla, isterse içtihatları, yorumları ve tefsirleriyle Allah Resûlü'nün nehyettiği her şeyden de kaçınılması gerektiği sarâhatini veriyordu ki, âyetin devamında: "Allah'tan korkun!" diyerek, bunun bir takva meselesi olduğunu ve kılı kırk yaran bir hassasiyetle görülüp gözetilmesi gerektiğini hatırlatıyordu.
Sahabe bunu çok iyi anlıyor ve Resûlullah'ın her sözüne, her fiil ve takrîrine uymakla takvanın kazanılabileceğini, yani Allah'ın vikayesine girilebileceğini düşünüyor ve hayatını hep O'nun vesâyetinde sürdürüyordu. Zaten, âyetin sonu ki: "Şüphesiz, Allah'ın ikâbı çok şiddetlidir!" tehdidini de gündeme getirdiğinden, sahabi gibi kurbet kadrosunun böyle bir riske girmeleri asla söz konusu olamazdı.
Keza: لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللّٰهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللّٰهَ وَالْيَوْمَ اْلأَخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَثِيراً "Şüphesiz, Resûlullah'ta sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü uman ve Allah'ı çok zikredenler için güzel bir misal vardır."[2] âyet-i nurefşânı, şu eğri büğrü yollarda, şu binbir badire içinde, şu iç içe handikaplar ağında ve gaileli yürüyüşte ancak Resûlullah'ın sünnetine temessükle sahil‑i selâmete çıkılabileceğini ilan ediyordu ki, O'nu bulan ve uğrunda seve seve can veren sahabe-i kiram hazeratı, ancak O'nun gemisine binmekle kurtulunacağını ve ötelerde O'nun gözlerinin içine bakılıp, O'nun işaretlerine göre hüküm verileceğini, kendisine: "Bunlar için sen ne diyorsun yâ Muhammed?" diye sorulduğunda, O'nun, başını yere koyup: "Ümmetî! Ümmetî!" diye onları isteyeceğini ve kendisine Huzur-u İzzet'ten hitap tecellî edip: يَا مُحَمَّدٌ اِرْفَعْ رَأْسَكَ، وَسَلْ تُعْطَهْ، وَاشْفَعْ تُشَفَّعْ "Yâ Muhammed, kaldır başını, iste verilecek, şefaat et kabul olacak!"[3] denileceğini çok iyi biliyorlardı ve âdeta, ellerindeki Cennet'e girme varakalarını O'na vize ettirir gibi, O'nun kapısına yöneliyor.. berzahta, mahşerde, sıratta O'nun tanımadığı kişilerin takılıp yollarda kalacağından derin endişe duyuyorlardı.
Bu itibarla, O'nun attığı her adımı, her hareketi, söylediği her sözü yüz işmizazlarına, tebessümlerine ve el işaretlerine varıncaya kadar takip ediyor, belliyor, yaşıyor ve naklediyorlardı. Zaten, bizzat O'nun fem-i mübarekinden şu müjdeyi de işitmişlerdi ki, başka türlü hareket etmeleri de mümkün değildi:
نَضَّرَ اللّٰهُ امْرَأً سَمِعَ مِنَّا حَدِيثاً فَحَفِظَهُ حَتَّى يُبَلِّغَهُ غَيْرَهُ "Allah, bizden bir söz işitip onu muhafaza edenin ve sonra da bir başkasına tebliğ edenin yüzünü (bazı yüzlerin ağarıp, bazılarının kararacağı günde) ak etsin ve güldürsün!"[4]
Bir başka rivayette ise: نَضَّرَ اللّٰهُ عَبْداً سَمِعَ مَقَالَتِي فَوَعَاهَا ثُمَّ بَلَّغَهَا عَنِّي "Allah, benim sözümü işitip, belledikten, (ruh ve vicdanının kültürü hâline getirip, mahiyetiyle bütünleştirdikten) sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün!"[5]
2. Resûlullah'ın Teşviki
Yukarıdaki hadisinde de görüldüğü üzere Efendimiz, sünnetinin bellenmesini ve başkalarına tebliğ edilmesini teşvik ediyor ve böyle yapanlara da duacı oluyordu. Çünkü, vazifesinin ve getirdiği dinin temâdisi ancak bununla mümkün olabileceği gibi, insanların kurtuluşu da buna bağlıydı.
Mekke'nin fethinden az önce, Rabîa kabilesinden Abdü'l-Kays heyeti Resûlullah'a gelerek: "Yâ Resûlallah, biz sana çok uzak mesafelerden geliyoruz. Aramızda Mudar kâfirlerinden falan kabile var. Bu yüzden de haram ayların dışında sana gelmemiz mümkün değil. Bize kısaca bir şeyler emret de, arkada bıraktıklarımıza haber verelim, verelim de o sebeple biz de Cennet'e girelim!" dediler.
Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), onlara bazı şeyler emretti, bazı şeyleri de yasakladı ve sözlerini şöyle bağladı: اِحْفَظُوهُ وَأَخْبِرُوا بِهِ مَنْ وَرَاءَكُمْ "Bunları hıfzedin ve arkanızdakilere de haber verin!"[6]
Yine, Veda Hutbesi'nin sonunda: "(Sözlerimi) Burada bulunan, bulunmayana tebliğ etsin."[7] buyurdukları gibi, sahih bir hadislerinde de, bildiği bir şeyi gizleyip tebliğ etmeyeni: مَنْ سُئِلَ عَنْ عِلْمٍ ثُمَّ كَتَمَهُ أُلجِِْمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ بِلِجَامٍ مِنْ نَارٍ "Bir kimseye bildiği bir şeyden sorulur da, o da bunu gizlerse, kıyamet günü kendisine ateşten bir gem vurulur."[8] şeklinde tehdit etmişlerdi.
Sahabe-i kiram, sünnetin kıymetini takdir ettikleri gibi, onu tebliğ ve nakletmenin ehemmiyet ve lüzumuna da çok iyi inanmışlardı. Onlar Efendimiz'in teşvikleri karşısında coşup, tehditleri karşısında ürpermenin yanında bizzat Kur'ân‑ı Kerim'in, bildiğini ketmedenlere tehditlerini de öyle anlıyor ve bu değişik saiklerle sünnetin neşrine fevkalâde ihtimam gösteriyorlardı.
Evet onlar: إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللّٰهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلاً أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلاَّ النَّارَ "Şüphesiz, Allah'ın kitabdan indirdiğini gizleyen ve onu az bir paha karşılığı satanlar var ya, işte onlar, karınları dolusu ateşten başka birşey yemezler."[9] gibi âyetlerin şiddetli tehditlerini de iliklerine kadar duyuyor, hissediyor ve kitabı da sünneti de hakkıyla belleyip, hakkıyla eda etmeye ve başkalarına tebliğe çalışıyorlardı.
Ayrıca Efendimiz, Kur'ân'ı talim ettiği gibi, kendi sünnetini de aynı titizlikle talim buyururlardı. İbn Mesud Hazretleri: "Bize, Kur'ân âyetlerini talim eder gibi, Tahiyyât'ı da talim ederdi."[10] bir başka sahabi de: "Kur'ân âyetlerini talim eder gibi, istihâre duasını talim ederdi."[11] demektedir.
Allah Resûlü, söylediklerini herkes bellesin diye ağır ağır konuşur ve söylediği şeyleri ekseriya üç defa tekrar ederdi... Bu hususta Hz. Âişe Validemiz (radıyallâhu anhâ): "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), sözü -sizin birbirinize zincirleme söylediğiniz gibi değil- ayıra ayıra söylerdi; saymak isteyen, O'nun kelimelerini sayabilirdi."[12] der.
O, bununla da kalmaz, ashabına sunduğu her şeyin, bir araya gelinip karşılıklı gözden geçirilmesini ve müzakere edilmesini teşvik ederlerdi. Bu mevzu ile alâkalı bir hadis‑i şeriflerinde meselenin ehemmiyetine parmak basarak şöyle buyururlar:
وَمَا اجْتَمَعَ قَوْمٌ فِي بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِ اللّٰهِ، يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ، وَيَتَدَارَسُونَهُ بَيْنَهُمْ إِلاَّ نَزَلَتْ عَلَيْهِمُ السَّكِينَةُ غَشِيَتْهُمُ الرَّحْمَةُ وَحَفَّّتْهُمُ الْمَلاَئِكَةُ وَذَكَرَهُمُ اللّٰهُ فيِمَنْ عِنْدَهُ
"Herhangi bir cemaat, Allah'ın evlerinden bir evde toplanır, Allah'ın kitabını tilâvet eder ve aralarında onu müzakere mevzuu hâline getirirlerse, şüphesiz üzerlerine huzur ve sekîne iner, rahmet kendilerini kaplar, melekler onları kuşatır ve Allah Teâlâ onları nezdindeki hayırlı topluluk arasında zikreder."[13]
Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu şekilde değişik hadisleriyle ashabını Kur'ân ve Kur'ân'ın tefsiri mahiyetindeki sünnetini belleme ve müşterek mütalâa etme mevzuunda devamlı teşvik buyurmuşlardır.
3. Sahabe-i Kiramın İştiyakı
Allah Resûlü'nün ashabı, gerek kitabı, gerekse sünneti öğrenme, müzakere etme ve nakletme hususunda alabildiğine hâhişkâr idiler. Evet, onlar, kendilerini bir ateş çukurunun kenarında yakalayıp, berd ü selâma çıkaran Allah Resûlü'nün, hayat veren o nurlu sözlerini, fiillerini, takrîrlerini belliyor ve bunları sürekli aralarında müzakere ediyorlardı. Bu hususta Enes b. Mâlik:
كُنَّا نَكُونُ عِنْدَ النَِّبيِّ * فَنَسْمَعُ مِنْهُ الْحَدِيثَ فَإِذَا قُمْنَا تَذَاكَرْنَاهُ فِيمَا بَيْنَنَا
"Biz, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanında otururken, O'ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda anar ve müzakere ederdik."[14] demektedir. Aynı şekilde, bilhassa Suffe Ashabı, gecelerini namaz kılarak, Kur'ân okuyarak ve ders yaparak geçirirlerdi; o kadar ki, bazen yetmişinin birden, bir muallimin etrafına toplanıp, sabaha kadar ders gördükleri olurdu.
Bir de bu ışık topluluğu Efendimiz'den aldıkları:
مَنْ جَاءَ مَسْجِدِي هَذَا، لَمْ يَأْتِهِ إِلاَّ لِخَيْرٍ يَتَعَلَّمُهُ أَوْ يُعَلِّمُهُ، فَهُوَ بِمَنْـزِلَةِ اْلْمُجَاهِدِ فِي سَبِيلِ اللّٰهِ
"Benim bu mescidime gelen hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. Böyle bir kişi, Allah yolunda mücahede eden kişi mevkiindedir."[15] gibi teşviklerle, O'ndan öğrenip bellediği her şeyi, bir ibadet neşvesi içinde başkalarına taşıyor ve bu kevserden herkesin yararlanmasını istiyorlardı. Hem de sadece erkekler değil, kadınlar bile aynı hâhişkârlığı gösteriyor ve erkeklerden geri kalmamaya çalışıyorlardı.
Kadınlar, namazda erkekler ve çocuklardan sonra saf bağladıklarından, çok defa Efendimiz'in söylediklerini duyamıyorlar, hatta mescidi bütünüyle erkekler doldurunca da dışarıda kalıyorlardı. Bundan ötürü kaç defa gelip: "Yâ Resûlallah, sözlerini dinlemek için, erkeklerden bize yer kalmıyor. Bize ayrı bir gün tahsis buyursanız."[16] diye ricada bulunuyorlardı. Efendimiz de bunların ricasını kırmıyor ve onların herhangi bir günde, herhangi bir yerde toplanmalarını emir buyurarak, kendilerine gerekli hususları talim ediyorlardı.
Ezvâc-ı tâhirât, kadınlık âleminin muallimeleriydiler. Sabah-akşam Resûlullah'la beraber olan bu nezih kadınlar, Kur'ân'dan, sünnetten öğrendikleri şeyleri, kadınlık âlemine intikal ettiriyorlardı. O'ndan duyduklarını, gelecek nesillere intikal ettirmek için, Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek solukları sürekli onların ruh ciğerlerine doluyordu. Bu soluklar, Hz. Safiyye Validemiz'le ta Hayber'e, Meymûne Validemiz'le Âmir İbn Sa'saaoğulları'na, Ümmü Seleme ile Mahzumoğulları'na, Ümmü Habîbe ile Emeviler'e, Hz. Cüveyriye ile de Mustalikoğulları'na gidip ulaşıyordu.
Bu pâkize kadınlar, Allah Resûlü'nden her gün öğrendikleri yeni yeni şeyleri kendi kabileleri arasında naklediyorlar ve mevkilerinin gerektirdiği mürşidelik, muallimelik vazifelerini bihakkın yerine getiriyorlardı. Bu değişik kabileler de, Efendimiz'in hane-i saadetlerinde bulunan "Ezvâc-ı Tâhirât" nam temsilcileriyle şeref duyuyor ve iftihar ediyorlardı.
4. İz Bırakan Sözler ve Unutulmayan Hâdiseler
Resûl-i Ekrem, çok defa öylesi hâdiseler münasebetiyle ve öyle şartlar altında irad-ı kelâmda bulunuyorlardı ki, o şartlarla koordinatlanan sözlerin bellenmemesi ve bellendikten sonra da unutulması mümkün değildi. Hâdiseler, her zaman hatırlanacak ve kendilerini hissettirecek ağırlıkta idi.. ve her hatıra gelişlerinde de onlar vasıtasıyla irad edilen sözlerin tahatturuna vesile oluyorlardı.
Şimdi, bu hususla alâkalı birkaç misal arzedelim:
1. Allah Resûlü'nün mânevî kardeşi Osman İbn Maz'un vefat etmişti. Allah Resûlü, herhangi bir cenaze için fazla ağlamazdı ama, Hz. Hamza (radıyallâhu anh) gibi, Osman İbn Maz'un için de çok ağlamıştı. Hatta denebilir ki; onu su ile yıkamadan önce, Cennet kevserlerinden daha değerli olan kendi gözyaşlarıyla yıkamış ve aynı zamanda eğilip, mübarek dudaklarını onun alnında gezdirmişti. Bütün bunları gören bir kadın: "Ne mutlu sana Osman, Cennet'te bir kuş oldun!" deyince de, hemen tavrını değiştirmiş ve o kadına dönerek: "Ben peygamberim, kendime ne olacağını bilmiyorum; sen ne biliyorsun?" demişti ki, insan üzerinde şok tesiri yapan böyle bir hâdisenin ve hele bu hâdise münasebetiyle Allah'a karşı birini temize çıkarmanın kimseye düşmeyeceği: "Vallahi, bundan böyle kimseyi tezkiye etmem!"[17] diyen o kadın ve orada bulunan diğer sahabilerin unutmasına imkân var mıdır.
2. Hem meselâ; Uhud Savaşı'nda Kuzman, çok iyi savaşmış ve kendini bomba gibi müşrik topluluklara çarpmış ve çarptığı her topluluğu da darmadağın etmişti. Onun böyle civanmertçe savaştıktan sonra öldüğünü görenler, şehit olduğuna hükmetmişlerdi. Buna karşılık Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise: "Hayır, o Cehennem'dedir!" buyurmuşlardı. Neden sonra yanına gelen biri, yaralarının acısına dayanamayarak intihar ettiğini; veya ondan: "Ben, dinim için değil, sadece soy gayretiyle savaştım." sözlerini işitecek ve işin perde arkasını anlayacaktı. Şimdi, Uhud Savaşı anıldıkça bu hâdiseyi ve Resûlullah'ın bu münasebetle irad buyurdukları: "Allah, bu dini bir fâcirle de teyit eder."[18] sözünü hatırlamamak mümkün mü?
3. Emîrü'l-mü'minîn, halife-i rûy-i zemin Hz. Ömer İbnü'l-Hattab naklediyor:
لَمَّا كَانَ يَوْمُ خَيْبَرَ أَقْبَلَ نَفَرٌ مِنْ صَحَابَةِ النَّبِيِّ r فَقَالُوا: فُلاَنٌ شَهِيدٌ، فُلاَنٌ شَهِيدٌ. حَتَّى مَرُّوا عَلَى رَجُلٍ فَقَالُوا: فُلاَنٌ شَهِيدٌ، فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ r: كَلاَّ، إِنِّي رَأَيْتُهُ فِي النَّارِ، فِي بُرْدَةٍ غَلَّهَا أَوْ عَبَاءَةٍ. ثُمَّ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ r: يَا ابْنَ الْخَطَّابِ! اِذْهَبْ فَنَادِ فِي النَّاسِ أَنَّهُ لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ إِلاَّ الْمُؤْمِنُونَ
"Hayber günü, Resûlullah'ın ashabından birkaç kişi gelerek: 'Falan şehit, falan şehit.' dediler. Sonra, (vurulup yere düşmüş) birine rastlayıp, 'Falan da şehit olmuş.' diye söylendiler. İşte o zaman Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) müdahele etti ve: 'Hayır, ben onu ateşte gördüm; çünkü o, daha taksim edilmeden ganimet malından bir bürde almış.' açıklamasında bulundu ve sonra da bana: 'Ey Hattaboğlu, halkın arasına gir ve: 'Cennet'e mü'minlerden başkası; yani inanan, iman ve emniyetin temsilcisi olanlardan başkası giremez.' diye seslen.' buyurdu."[19]
Evet, şehit dendikçe, Hayber'den söz açıldıkça, ganimetlerden bahsedildikçe ve Cennet'e gireceklerin vasıfları söz konusu edildikçe, sahabe, hep bu vak'ayı ve bu vak'a münasebetiyle irad buyurulan hadis-i şerifi nasıl hatırlamamazlık eder ki?
Evet, hadis-i şerifler ve sünnete ait kudsî hakikatler, hâdiselerle öylesine, zihinlere, ruhlara perçinleniyordu ki, aradan yıllar ve yıllar geçse de onların hafızalarından silinmesi mümkün değildi. Evet onlar, duyduklarını unutmadılar. Aksine ruhlarının derinliklerine işlediler, dimağlarına nakşettiler ve hiçbir şey eksiltmeden gelecek nesillere aktardılar.
4. Sahabe-i kiram, Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı fevkalâde edepliydi.. ve bu edepleri de mârifetleriyle mebsûten mütenasipti. Bazen O'na birşey sormaya bile hayâ ederlerdi de O huzurun edebini bilmeyen birisi gelsin, bir şey sorsun diye beklerlerdi.
Derken bir gün, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzurunda otururlarken bir bedevî, (Dımam b. Sa'lebe) içeri girdi ve bir hayli kabaca: "Hanginiz Muhammedsiniz?" dedi. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), ashabı arasında sırtını bir yere dayamış oturuyordu ve sahabe: "İşte, şu sırtını duvara dayamış olan beyaz tenli insan!" diye karşılık verdi. Adamcağız, bu defa: "Ey Abdülmuttalib'in oğlu!" diye hitab etti. Efendimiz: "Seni dinliyorum." buyurdular. Adam: "Sana bazı şeyler soracağım; ama, soracaklarım pek ağırdır, sakın gönlün benden incinmesin!" dedi. Efendimiz de: "Aklına geleni sor!" buyurunca, Dımam: "Senin ve senden evvelkilerin Rabbi aşkına söyle: Allah mı seni bütün bu halka peygamber olarak gönderdi?" Efendimiz: "Evet!" buyurdu. "Allah aşkına söyle, bir gün bir gece içinde beş vakit namaz kılmayı sana Allah mı emretti?" Efendimiz: "Evet!" cevabını verdi. Adam, orucu, zekâtı da aynı şekilde sorup, hep "Evet!" cevabını aldıktan sonra: "Sen Allah'tan ne mesaj getirdinse, ben ona iman ettim. Kavmimin geride kalanlarına da elçiyim. Ben, Sa'd b. Bekr kabilesinden Dımam b. Sa'lebe'yim." açıklamasında bulundu.[20]
Şimdi, bu vak'ayı ne Dımam b. Sa'lebe'nin, ne kavminin, ne de o gün mecliste bulunup da, önce onun saygısızlığını, sonra da gözleri yaşartacak imanını gören sahabe-i kiramın unutması mümkün mü? Hayır; asla ve kata. Bunca şok hâdise ile zihinle bütünleşen bir şeyin unutulması mümkün değildir.
5. Bir gün Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Übey b. Ka'b'ı çağırdılar ve: "Sana Beyyine sûresini okumamı, Allah bana emretti." buyurdular. Übey b. Ka'b Hazretleri: "Allah sana benim ismimi de andı mı?" diye sordu. Efendimiz'de: "Evet, andı." cevabını vermesi üzerine gözleri yaşla doldu ve: "Demek, Rabbülâlemîn katında anıldım!"[21] dedi.
Bu hâdise, Übey ve ailesi için öyle bir şerefti ki, aradan bir asır geçtikten sonra torunu: "Ben, Allah'ın, kendisine Beyyine sûresini okumasını Resûlü'ne emrettiği zatın torunuyum!" diyecekti.. Bunu unutmak, ne Übey için, ne ailesi, ne de çocukları ve torunları için mümkün değildi.
5. Sahabenin Dikkat ve Ciddiyeti
Bunlardan başka sahabe-i kiram, o işe programlanmışcasına, Kur'ân'ın ve sünnetin bir harfinin bile zayi olup gitmesine tahammülleri yoktu. Aslında, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu mevzuda aynı tehâlükü gösteriyordu. Vahyi yakalamak, bir tek harfini olsun zayi etmemek için dilini dudağını oynatıyor ve değişik tavırlara giriyordu. Bu O'nun, henüz tam teminat almadığı günlere ait, vahiy emanetine karşı gösterdiği beşer üstü gayretti. Bu sebeple, "Onu hemen yakalayayım diye acele edip, dilini oynatmana ve bu şekilde kendine eziyet etmene gerek yok; onu senin sinende toplamak da, okutmak da Bize aittir."[22] mealindeki âyet inmiş ve O'nun temiz tabiatının derinliklerinde yatan, O'na mahsus itminan üstü itminanı ortaya çıkarmıştı.
Evet, nasıl ki Efendimiz, vahiy mevzuunda bu denli tehâlük gösteriyordu; öyle de sahabe-i kiram hazerâtı da, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzından çıkacak tek bir harfin bile zayi olup gitmemesi için ölesiye bir tehâlük gösteriyorlardı. Onlar bütünüyle: "Bu, bir daha ele geçmez bir fırsattır; insan hayatta bazı şeyleri değerlendirme turnikesine bir sefer girer; girer ve onun karşısında bir hedef konur ve bu hedefe bir defa ok atma fırsatı verilir. Aman, okumuzu iyi atalım, isabet ettirelim ve bu büyük fırsatı zayi etmeyelim." düşüncesindeydiler. Çünkü, Allah Resûlü kendilerine dinlerini açıklıyor ve öğretiyordu. Onlara Kur'ân'ın tefsirini sunuyor ve ebedî hayatı kazandıracak düsturları talim ediyordu. Dolayısıyla onlarda, kapalı hiçbir şey kalmasın istiyorlardı.
Emevi hilâfetinin daha ilk yıllarında, İslâm askerleri İstanbul surları önünde savaşıyorlardı. Bu arada, bir yiğit, yalın kılıç ortaya atılmış, sağa sola koşuyor ve düşman saflarına saldırıyordu. Onu böyle gören askerler bağırıyor ve: "Sübhanallah, kendi eliyle kendini tehlikeye atıyor!" diyorlardı. Bunun üzerine, o güne kadar Allah Resûlü'ne karşı hep vefalı davranmış.. Medine'yi ilk teşriflerinde mübarek evini O'na açmış.. gül devrinde hep O'nunla olmuş.. O'ndan sonra da yolundan milim ayrılmadan hep aynı çizgide yürümüş.. ve en yaşlı döneminde de kendini atın sırtına bağlattırarak, Konstantiniyye'nin fethine, Anadolu misafirliğine ve ötelere yürümüş, peygambere birkaç ay mihmandarlık yapmasına bedel gibi, birkaç asırdan beri, mihmandarlığını yaptığımız Ebû Eyyub el-Ensarî Hazretleri (radıyallâhu anh) hemen öne atıldı ve:
"Ey insanlar, siz, bu 'Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın!' âyetini yanlış tevil ediyorsunuz. Bu âyet, biz ensar topluluğu hakkında nazil olmuştur. Allah, İslâm'ı kuvvetlendirip de, onun yardımcıları çoğalınca, biz de kendi aramızda, 'Allah, İslâm'ı güçlendirdi ve İslâm'ın yardımcıları çoğaldı. Artık, biraz da ziyan olan mallarımızın telafisine çalışsak; kaybettiğimiz dünyalığımızı yeniden kazanmaya baksak iyi olacak.' dedik. Bunun üzerine Cenâb-ı Allah, işte bu âyeti inzal buyurdu ve bize şunları hatırlattı: 'Varınızı, yoğunuzu Allah yolunda harcamamak, infak etmemek suretiyle kendinizi kendi ellerinizle tehlikeye atmayın. Asıl tehlike, malların üzerine oturmak, gazayı terk etmek ve dünyalığa dalmaktır.' "[23]
İşte, sahabi, Resûl-i Ekrem'den dinini doğru olarak böyle öğreniyor, tahkik ediyor ve en ufak bir yanlış anlamaya meydan vermiyordu.
6. Kur'ân ve Sünnetin Oluşturduğu Orijinal Ortam
Sonra, ilk halleri itibarıyla o ibtidaî topluluk içinde İslâm adına, Kur'ân adına gelen her şey çok orijinaldi. Kitab ve Sünnete ait her şey onlara çok orijinal geliyordu. O günün insanı her şeyi o kadar yeni, o kadar cazip buluyordu ki, inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çölde çadırda yaşıyan bu bedevi kavim, çok kısa bir zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbileri olmaya hazırlanıyordu.
Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden haberdar olmayan cemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatap oluyordu. Onlar, fıtraten son derece zeki ve hafızaları alabildiğine kuvvetliydi ki; bir defa söylenileni bile beller ve bir daha da unutmazlardı. Hafıza fonksiyonunun bilgisayara devredildiği ve nesillerin hafıza mâlulü olduğu şu zamanda bile öyle hafıza dâhileri çıkmaktadır ki, Kur'ân-ı Kerim'i iki ayda, üç ayda hıfzedebilmektedir. Hâlbuki, o bâdiyenin sade ve safdil insanlarının her biri birer hafıza dâhisiydi. Duydukları şeyi hemen ezberliyorlar ve bir daha da unutmuyorlardı.
Hudeybiye Musalahası'ndan sonra, Allah Resûlü, hem Arap kabilelerine, hem de dünya devletlerinin liderlerine nâmeler gönderdi. Dört bir yana dağılan bu elçiler, elçilerle beraber muallimler, gittikleri her yerde Kur'ân ve Sünnetten bilip öğrendikleri şeyleri başkalarına da anlattılar. Müsâlaha sonrası barış ortamını çok iyi değerlendirip kabileler arasına girdiler ve her ocağı, her bucağı bir medrese hâline getirerek herkese Kitab'ı ve Sünneti anlattılar. Öyle ki daha Mekke'nin fethinde Resûlullah'ı dinleyenlerin sayısı on bini aşıyordu.
Bu ilim-irfan seferberliğinde, erkeklerin yanında kadınlar, onların arasında da Efendimiz'in pâk zevcelerinin hizmeti başlı başına bir destandı. Böyle hızlı bir tempo ile sürdürülen irşat ve tebliğ, talim ve terbiye sayesinde bir iki sene sonra Veda Haccı'na gidilirken Efendimiz'in etrafında yüz bini aşkın insan vardı. Bu hac esnasında, değişik yerlerdeki hutbeleri ve fetvaları büyük ölçüde sünnet yörüngeliydi ki, başlı başına bir telife esas teşkil edebilirdi.
Evet O, bu hac esnasında etrafındaki halka halka insanlara mirastan bahsetti.. kan davalarının kaldırıldığını anlattı.. kadın haklarından söz etti.. faizin haram olduğunu duyurdu.. ümmetin gelecek hayatıyla alâkalı nasihatlarda bulundu.. ve bütün bunları orada bulunanların bulunmayanlara tebliğ etmesini istedi. Artık, din kemale ermiş, nimetler tamamlanmış ve Allah, mü'minler için İslâm'dan hoşnut olduğunu beyan buyurmuştu. Bütün bunlar hoş şeylerdi; ama biraz poyraz gibi esiyordu. Zira sahabe bunlardan, biraz da, Efendimiz'in nübüvvet vazifesinin hitama erdiğini ve maddeten aralarından ayrılacağını anlıyordu. Bu itibarla da, bir yandan hıçkırıklara boğulurken, bir yandan da can kulağıyla O'nu dinliyordu.[24] Zaten, belli bir süre sonra, Kur'ân'dan en son inen: وَاتَّقُوا يَوْمًا تُرْجَعُونَ فِيهِ إِلَى اللّٰهِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لاَ يُظْلَمُونَ "Allah'a döneceğiniz bir günden sakının ki, o gün herkes kazandığının karşılığını görür ve kimseye zulmedilmez."[25] âyeti de dine sahip çıkma meselesinin ehemmiyetini bir kere daha anlatıyor ve sahabe-i kirama vazifelerinin ağırlığını.. Resûlullah'a ve O'nun 23 yıl boyunca tebliğ ettiği dine vefanın ne derece mühim olduğunu âdeta son bir defa daha ihtar ediyordu.. ediyordu ve sahabe, bunun farkındaydı.
Dinlediler, bellediler, tahkik ettiler, yaşadılar ve naklettiler... Böylece sünnet de, Kitab gibi o pâk kanallardan başlayarak, yine pâk kanallardan geçe geçe bugünlere geldi ulaştı.. ve tabiî kıyamete kadar devam edecek "ani'l-merkez" gücüyle...
[1] Haşr sûresi, 59/7.
[2] Ahzâb sûresi, 33/21.
[3] Buhârî, tefsir (2) 1; Müslim, iman 322.
[4] Tirmizî, ilim 7; Ebû Dâvûd, ilim 10.
[5] İbn Mâce, mukaddime 18.
[6] Buhârî, iman 40; Müslim, iman 24.
[7] Buhârî, ilim 9, 10, 37; Müslim, hac 446; kasâme 29.
[8] Tirmizî, ilim 3; Ebû Dâvûd, ilim 9.
[9] Bakara sûresi, 2/174.
[10] Buhârî, isti'zan 28; Müslim, salât 59.
[11] Buhârî, teheccüd 25; Tirmizî, vitr 18; Ebû Dâvûd, vitr 31.
[12] Buhârî, menâkıb 23; Müslim, zühd 71.
[13] Müslim, zikir 38; Tirmizî, kırâât, 10; Ebû Dâvûd, vitr 14.
[14] Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi' liahlâki'r-râvî ve âdâbi's-sâmi', 1/363-364.
[15] İbn Mâce, mukaddime 17; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/418.
[16] Buhârî, ilim 35; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/34.
[17] Buhârî, cenâiz 3; menâkıbu'l-ensâr 46; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/237; İbn Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/600.
[18] Buhârî, cihad 182; Müslim, iman 178.
[19] Müslim, iman 182; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/30, 47.
[20] Buhârî, ilim 6; Nesâî, sıyâm 1.
[21] Buhârî, tefsir (98) 1-3; Müslim, fedâilü's-sahabe 121-122.
[22] Kıyâmet sûresi, 75/16-17.
[23] Tirmizî, tefsiru'l-Kur'ân (2) 19; Hâkim, el-Müstedrek, 2/302.
[24] Müslim, hac 147.
[25] Bakara sûresi, 2/281.

Fethullah Gülen

Sonsuz Nur-3
montenegro isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-22-2010, 20:02   #6
Kullanıcı Adı
montenegro
Standart
Sünnetin Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Zamanında Kaydedilmesi ve Bilâhare Tedvîni

Sünnetin, Ömer İbn Abdülaziz döneminde tedvîn edildiği doğru olmakla birlikte eksik bir görüştür.. ve bu hususta gözden kaçırılan önemli bir nokta vardır ki, Resûlullah'ın sağlığında bazı sahabiler tarafından Kur'ân gibi sünnetin de yazılıp kayda geçirildiğidir.
1. Kur'ân'la Gelen Okuma-Yazma Seferberliği
Devr-i Risaletpenâhî'de Araplar büyük ölçüde okuma-yazma bilmiyorlardı ama, bilhassa Mekkelilerin etraf kabilelerle sürekli münasebetleri olduğundan içlerinde okuyup-yazanlar hiç de az değildi. Ayrıca, Kur'ân'ın inmeye başlamasıyla okuma-yazma kapıları da bütün bütün açıldı; zira her Müslüman Kur'ân'ı, Kur'ân'ın ahkâmını din adına bellemek mecburiyetindeydi. Bu itibarla da âdeta Kur'ân'ın inişiyle beraber bir ilim, kültür seferberliği başlamıştı.
Tabakat kitaplarının kaydettiğine göre, Allah Resûlü'nün etrafında kırk civarında vahiy kâtibi vardı.[1] Bunlar, sıradan okuma-yazma bilen insanlar değildi.. vahiy kâtibi demek, kendisini Kur'ân'ı yazmaya adamış insan demekti ki; bugünkü tabirle, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) özel kalem müdürleri, sekreteri ve bu işe tahsis edilmiş kâtipleriydi.
O günlerde okuma-yazma o derece teşvik ediliyordu ki, Bedir Muharebesi'ni müteakip esirlerin (kurtuluş) fidyesi olarak, bir esirin on kişiye okuma-yazma öğretmesi kararlaştırılması önemli bir hâdiseydi[2] ve o güne göre çok ileriydi.
Evet, o gün herkes okuma-yazmaya koşuyordu; zira hayatlarını alâkadar eden, yepyeni ve orijinal bir şey vardı ortada. Bu, dindi, Kur'ân'dı. Dine susamış insanlar onu her yönüyle alacak, belleyecek, hazmedecek ve hayatlarına hayat yapacaklardı. Köylüsü-şehirlisi; evinde, bağında, bahçesinde Kur'ân için kalemi kulağında bekliyordu ki, daha sonra, hadisle iştigal edenler, 'kalemin kulakta olmasını' bu işin âdâbından sayacaklardı. Böylece, belki de insanlık tarihinde ilk defa ilâhî bir kitap, kıyamete kadar kalacak, geçerliliğini koruyacak ve korunacak şekilde tesbit ediliyordu.
Kur'ân-ı Kerim bu şekilde kayıtlara geçip, yazıldığı, tesbit edildiği gibi, onun müfessiri, açıklayıcısı, anahtarı.. icmalini tafsîl, mübhemini tefsîr, mutlakını takyîd ve umumunu tahsîs eden ve ayrıca ikinci bir teşrî' kaynağı olan sünnet de kaydediliyor, korunmaya alınıyor, küllî, umumî ve resmî tedvîne hazır hâle getiriliyordu.
2. Tedvîne Zıt Deliller
Bu mevzuda, önce sünnetin Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok sonraları yazılıp kayda geçirildiğini ileri süren müsteşriklerin ve onların tesirindeki Müslüman yazarların kendilerine delil edindikleri hadislere bir göz atalım:
Takyîdü'l-ilm'de Ebû Said el-Hudrî naklediyor:
اِسْتَأْذَنَّا النَّبِيَّ * فِي الْكِتَابَةِ فَلَمْ يَأْذَنْ لَنَا
"Biz, kitabet mevzuunda peygamberden izin istedik de, bize izin vermedi."[3]
Goldziher ve takipçilerinin delil diye ileri sürdükleri bu rivayeti hadis mütehassısları kayda değer bulmamışlardır. Tabiî bu arada, Müslim-i Şerif gibi sıhhatli bir kaynakta, yine Ebû Said el-Hudrî'nin rivayet ettiği şu hadis de var: لاَ تَكْتُبُوا عَنِّي، وَمَنْ كَتَبَ عَنِّي غَيْرَ الْقُرْآنِ فَلْيَمْحُهُ "Benden bir şey yazmayınız. Kim, benden Kur'ân dışında bir şey yazmışsa, onu imha etsin."[4]
Yine, Takyîdü'l-ilm'de, hadise çok önem veren ve hadisin kaydını şiddetle arzu eden, fakat kayda lüzum görmeden duyduğu şeyi bir defada ezberleyen hafıza dâhisi Hz. Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) şu rivayet nakledilmektedir:
"Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanımıza geldi. Bazı arkadaşlarımız, hadisle alâkalı bir şeyler yazıyorlardı. "Ne yazıyorsunuz?" diye sordular. Onlar da; "Sizden duyduğumuz hadisleri yazıyoruz." diye cevap verince Resûlullah şöyle buyurdular: أَتَدْرُونَ مَا ضَلَّ اْلأُمَمُ مِنْ قَبْلِكُمْ إِلاَّ بِمَا اكْتَتَبُوا مِنَ الْكُتُبِ مَعَ كِتَابِ اللّٰهِ "Sizden önceki ümmetlerin, Allah'ın kitabının yanı sıra başka kitaplardan da bir şeyler yazdıkları, (başkalarının sözlerini de kayda geçirdikleri) için sapıttıklarını biliyor musunuz?"[5]
Naklettiğimiz rivayetlerde yasağın mantığı bellidir: Kur'ân olsun, Tevrat veya İncil olsun, Allah'ın kitabının başka yazı ve sözlerden tecrit edilmesi; etrafına, nebilerin veya daha başkalarının sözlerinin yazılmaması gerekirken, buna uyulmamış; neticede de Tevrat'a kenarlarından çok şey sızmış, İncil birken, birkaç yüz yıl sonunda kabarmış, mücelletlere ulaşmış.. ve derken her iki cemaatin büyük çoğunluğu da bu şekilde sırat-ı müstakîmden ayrılıp, dalâlet yollarına sapmışlardır.
Bu hakikat, bilhassa hadisin yazılmasına müsaade eden, hatta emreden ve yasaklayan hadislerden çok daha fazla, tesbit üzerinde duran sahih rivayetle bir arada mütalâa edildiğinde daha iyi anlaşılacaktır.
Yukarıda kendisinden "yazma"yı nehyeden hadisin rivayetini aldığımız Hz. Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh), şöyle demektedir: "Ashab-ı Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında benden daha fazla hadis sahibi kişi yoktur, ancak Abdullah b. Amr İbn el-Âs müstesna; çünkü, ben yazmazdım, o yazardı."[6]
Gerçekten, bizzat Abdullah b. Amr Hazretlerinin ifadesine göre, o, Resûlullah'tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu her şeyi yazardı. Kendisine "Sen, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ağzından çıkan her şeyi yazıyorsun; hâlbuki, o da bir beşerdir. Öfkelendiği zaman da olur, hoşnut olduğu zaman da." diyenler oldu. (Bu sözleri kimlerin söylediğini edeb açısından ve gerekmediği için hadis ravileri ketmederler.) Abdullah İbn Amr, bunun üzerine yazmayı bıraktı ve meseleyi Allah'ın Resûlü'ne arz etti. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini fem-i mübareklerine götürerek şöyle buyurdular:
نَفْسِي بِيَدِهِ مَا يَخْرُجُ مِنْهُ إِلاَّ حَقٌّ! فَوَالَّذِي اُكْتُبْ "Yaz; hayatım elinde olan (Allah)'a yemin ederim ki, buradan haktan başkası çıkmaz!"[7]
O, bir beşer de olsa, yine nebi idi; gazaplanması da, hoşnutluğu da Allah içindi ve her hâlukârda hakkı söylerdi. Evet, O'nun hiçbir sözü hevasından değildi ve beşerî arzularından kaynaklanmıyordu.. daha doğrusu O, kendinden konuşmuyor; ancak kendine vahyolunanı söylüyordu.[8] Fıtratı, vazifesiyle bütünleşmiş ve her şeyiyle peygamberâne idi. Sadrı açılarak şeytanın ve nefsin payı her ne ise o çıkarılmıştı ve artık fıtrat-ı beşeriye ve tabiatın, O'nun nurlu nübüvvet hayatına müdahaleleri söz konusu değildi. O'nun söylediği her şey dindi; dolayısıyla "Yaz!" buyurmuşlardı.
3. Hadislerin Tedvîn Edildiğini Gösteren Deliller
Kaynaklarda yine yazma ile alâkalı olarak şunu görüyoruz:
Bir adam, Huzur-u Risaletpenâhî'ye gelerek: "Yâ Resûlallah, ağzınızdan çok şey duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz. Bu hayatî şeyler, çok defa kaçıp gidiyor..." diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona: اِسْتَعِنْ بِيَمِينِكَ "Elinden yardım iste!"[9] yani yazarak, hıfzına yardımcı ol buyurdular.
Yine, Takyîdü'l-ilm'de şunu okuyoruz:
Râfi' İbn Hadîc, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem):
يَا رَسُولَ اللّٰهِ، اِنَّا نَسْمَعُ مِنْكَ أَشْيَاءَ فَنَكْتُبُهَا؟
"Yâ Resûlallah, sizden çok şey işitiyoruz, yazalım mı?" diye sordu. Allah Resûlü de ona şu cevabı verdiler:
اُكْتُبُوا وَلاَ حَرَجَ "Yazın, hiç mahzuru yok!"[10]
Bunlardan ayrı olarak İmam Dârimî ve İbn Hacer'in kitaplarında, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kısas, diyet ve şerâia dair yazdırdığı bazı hükümleri, Yemen'de Amr İbn Hazm'a gönderdiğini ve ayrıca Vâil b. Hucr'e ahidnâme yazdığını okuyoruz.[11]
Bazı kaynakların zikrettiği üzere, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): قَيِّدُوا الْعِلْمَ بِالْكِتَابِ "İlmi yazarak, kaydedin.!"[12] buyurmuşlardır.
Yine, sahih hadis kaynaklarının, Ebû Hüreyre'den (radıyallâhu anh) rivayetine göre, Mekke'nin fethinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir münasebetle hutbe irad buyururken, Yemenli Ebû Şâh isimli bir zat ayağa kalkarak: "Yâ Resûlallah, bunları benim için yazınız!" der, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de: اُكْتُبُوا ِلأَبِي شَاه "Ebû Şâh için yazınız!"[13] buyururlar.
Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) irtihalinden birkaç gün önceydi ki, hastalığının ağırlığına rağmen ümmetinin selâmeti adına: "Bana bir kalem kâğıt getirin; veya defter gibi bir şey getirin; size bir şey yazayım da, benden sonra dalâlete düşmeyin!" buyurdular.
Bunu söylediklerinde ızdırapları çok fazlaydı; o esnada Hz. Ömer: "Elimizde Allah'ın kitabı var, o bize yeter!" dedi.. dedi ve bu bir sahabi içtihadıydı. Buna karşılık İbn Abbas ise: "Resûlullah'la yazacağı şey arasına girildi, yazık oldu!"[14] dedi. O, buna ömrü boyunca üzülecekti; fakat yine ömrü boyunca, araya giren Hz. Ömer'e karşı da içinde hiçbir şey hissetmeyecekti.. hissetmek şöyle dursun onun hep yakınında olacaktı.. Hz. Ömer, nerede hutbe irad edecek olsa, Mekke'de ise Mekke'den, Basra'da ise Basra'dan kalkar ve oraya gelirdi. Bu itibarla denebilir ki, bu mevzu ile alâkalı, Hz. Ömer hakkında kalblerde en ufak birşey hâsıl olmamıştı.. olamazdı da; zira Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), o sözünü bir daha yenilemediler.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ümmetinin dalâlete düşmemesi için yazmak istediği, ister kendinden sonraki halifeyle alâkalı olsun, ister başka konularla alâkalı.. bilinen bir hakikat varsa o da kendinden sonraki halifeye -bir kişi dışında- herkesin biat etmesiydi. Daha sonra aynı makama gelen Hz. Ömer'e ilk başta itiraz edenler olduysa da, bilâhare biat etmeyen kalmadı. Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ise ayrılıklar baş gösterdi... Yoksa, Hz. Ebû Hüreyre'nin: "Resûlullah'tan iki kap dolusu ilim belledim; bunlardan birini saçtım, neşrettim; diğerini neşretseydim, bu başım kesilirdi!"[15] sözüyle ifade ettiği ilim miydi? Veya Hz. Huzeyfe'ye (radıyallâhu anh) verdiği sırlar mıydı?
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yazacağı şey gizli kaldı ama, burada esas bizi alâkadar eden husus, devr‑i risâletpenâhîlerinde hadislerin yazıldığı, bizzat kendisinin yazdırdığı ve yazdırmak istediği gerçeğidir.
Abdullah İbn Amr b. el-Âs'dan başka Efendimiz'in hadislerinden hiç olmazsa bazılarını yazan başka sahabiler de vardı. Meselâ, Seyyidinâ Hz. Ali (radıyallâhu anh), içinde yaraların diyeti, Medine'nin hürmeti, kâfir karşısında mü'minin öldürülmeyeceği ve daha başka hususlarla alâkalı hükümler bulunan bir sahifeyi kılıcının bir yanında asılı taşırdı. Şîası: "Sende Resûlullah'ın bizzat sana tevdi ettiği, hususî bir şey var mı?" diye sorduğunda: "Hayır, umuma ait emirlerden bir kısmı var." demiş ve yukarıda zikrettiğimiz şekilde, nelerin bulunduğunu söylemişti.[16]
Yine, Hz. Ömer'in kılıcının bir yanında, içinde sevâim, yani kırda yayılan hayvanların zekâtıyla ilgili hükümler bulunan bir sahife vardı.[17] Aynı şekilde, İbn Sa'd'ın Tabakat'ında kaydedildiğine göre, İbn Abbas, vefatında geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı ki, bunlar umumiyetle Allah Resûlü'nden ve ashab-ı kiramdan duyduğu şeyleri ihtiva ediyordu.[18] İbn Hişam'ın naklettiğine göre, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Medine'ye teşriflerinde Yahudilerle bir anlaşma akdetmiş ve bazılarınca hukuk açısından İslâm'ın ilk anayasası kabul edilen bu anlaşma kayda da geçmişti.
Bu anlaşma: "Bu, Kureyş'ten mü'minler ve Müslümanlarla -ihtimal, mü'minlerin içinde henüz imanı içlerine tam sindiremeyenler ve münafıklar da bulunduğundan, ayrıca 'Müslümanlar' lafzı da kullanılmıştı- ehl-i Yesrib ve onlara tâbi olanlar, katılanlar ve onlarla beraber mücahede edenler arasında kavl-i fasl olarak Resûlullah Hz. Muhammed'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yazdırdığı belgedir." diye başlıyordu.[19]
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Amr İbn Hazm'a Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gönderdiği diyet ve kısas gibi hükümlerle alâkalı yazısı,[20] torununun torunu Ebû Bekir b. Muhammed'e.. aynı şekilde, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem), azadlısı Ebû Râfi'e geçen bir tomar kâğıt ise, tâbiîn döneminde Ebû Bekir İbn Abdurrahman İbn Hâris'e intikal ediyordu.[21] Tâbiînin en büyük fakihlerinden olan bu zat, bu klasörü hayatında eline geçmiş en büyük ganimet olarak telakki ederdi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında aynen Kur'ân gibi yazılan, ağaç parçaları, kemikler ve deriler üzerine kaydedilen hadisler, aynen tâbiîn ve tebe-i tâbiîne intikal ediyor, onlar da bunu muhafaza ve naklediyorlardı. Aynı şekilde tâbiînin büyük imamlarından Mücahid İbn Cebr, Abdullah İbn Amr İbn el-Âs'ın "es-Sahîfetü's-sâdıka" denilen, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu hadisleri topladığı kitabı görmüştü. Mücahid, onu: "Abdullah b. Amr'ın önünde gördüm, hatta elimi uzattım ama, elimi dokundurtmadı." diyordu.[22]
Evet, bin bir ihtimam içinde saklıyor ve koruyordu onu. İbn Esîr'in verdiği bilgiye göre, bu klasörün içinde bin kadar hadis vardı.[23] Bu hadisler, daha ziyade, "an Zeynilâbidîn, an Hüseyn, an Ali b. Ebî Talib" gibi, bir kesime göre hadiste "silsiletü'z-zeheb" (altın silsile) denilen senede benzer şekilde, İbn Amr'ın kendisi, oğlu ve torunundan müteşekkil "an Amr İbn Şuayb, an ebîhi, an ceddihi" senediyle kaynaklara geçmiştir.[24] Bu silsileyle gelen 500 kadar hadis vardır sahih hadis kaynaklarında.
4. Değerlendirme
Evet, hadisler, müsteşriklerin iddia ettikleri gibi, Efendimiz'den yüz sene sonra Ömer İbn Abdülaziz'in emriyle kaydedilmedi; aksine bizzat ta Efendimiz zamanında kaydedildi, kaydedildi ve ezberlendi.. ve bu metinler daha sonra da gerek yazılı gerekse sözlü olarak arkadan gelen nesillere aktarıldı. Akabe'nin yiğitlerinden Câbir b. Abdillâh da, vefatında İbn Abbas gibi, arkaya büyük bir miras, yani Allah Resûlü'nün hadislerini kaydettiği büyük bir kaynak bırakmıştı.[25]
Bütün bunlardan ayrı olarak, Hemmam b. Münebbih'in "es-Sahîfetü's-sahîha"sı da aynı dönemden kalma en mühim hadis kaynaklarından biri olma imtiyazını taşır. Hemmâm, Ebû Hüreyre'den hiç ayrılmaz, bu hafıza dâhisi büyük sahabinin naklettiği her hadisi yazardı. O kadar ki, bir defasında bizzat üstadından duyduğu bir hadisi kendisine okuduğunda, Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh): "Ben bunu pek hatırlamıyorum." deyince, bizzat hadisi kaydettiği defteri getirip göstermiş ve üstadını ikna etmişti.
Bu sahifeler, günümüzde Muhammed Hamidullah tarafından neşredilmiş, zannediyorum yapılan karbon tahlillerinde de, Sahîfe'nin onüç asır öncesine ait olduğu anlaşılmıştı. Ayrıca, ne enteresandır ki, bu hadisler aynen İbn Hanbel'in Müsned'inde bulunmakta, yine mühim bir kısmı itibarıyla Buhârî, Müslim gibi sahih kaynaklarda da yer almaktadır. Bu da, hadislerin, daha Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanında kaydedildiğini gösterdiği gibi, O'ndan sonra da eksiksiz, yanlışsız ve tam olarak sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn kanallarıyla hadis külliyatına geçtiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bu tarihî vâkıalar ve serdettiğimiz hadisler karşısında, hadis yazmayı yasaklayan haberler, son dönemin büyük hadis âlimlerinden Irak'ta yaşamış Ahmed Muhammed Şâkir'in yerinde tespitiyle, ya sonradan neshedilmiştir; ya da yukarıda izahına çalıştığımız gibi, Kur'ân'ın yanı başına yazılmaması ve hadis de olsa Kur'ân'a hiçbir şeyin karıştırılmaması içindir.[26]
Bu mevzuda Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hassasiyeti, aynen Hz. Ömer'de de vardı. Çünkü, ilk nazil olduğu dönemde Kur'ân'ın iyice bellenmesi, anlaşılması, ehemmiyet ve fonksiyonunun kavranması ve Allah'ın kelâmı olması ölçüsünde ona ihtimam gösterilmesi gerekiyordu. Aksi hâlde, hadis Kur'ân'a karışır, Kur'ân kendine has keyfiyet ve hususiyetini kaybeder ve önceki ümmetlerde yaşanan durum aynen tekrarlanırdı.
Bu sebeple, Hz. Ömer'in bu mevzuda gösterdiği tehâlük, bizzat Efendimiz'in de tehâlüküydü. Daha sonra, ashab-ı kiram, her şeyi apaçık görüp kavradıktan ve her şey yerli yerine oturduktan, hatta "Kur'ân nedir, hadis nedir?" belli olduktan sonra, -izahına çalıştığımız üzere- hadisler de Kur'ân gibi ayrıca tedvîn edildi.
Hadislerin daha ilk dönemde bu şekilde kaydedilmesinden sonra, tarihlerimizde İkinci Ömer diye anılan Ömer İbn Abdülaziz zamanında ise resmen tedvîn edildi. Değişik yerlerde, değişik şahısların ellerinde sahifeler vardı. Çok defa da bu hadisler, ağızdan ağıza naklediliyordu. Hatta, bu yüzden ve ayrıca ezberlenip öğrenilmeleri için, nasıl Hz. Ömer, İbn Abbas, Ebû Musa el-Eş'arî, Ebû Said el-Hudrî ve Zeyd b. Sabit gibi sahabeler, hadislerin hafızalarda kalması ve ezberlenmesi gerektiği üzerinde durdukları gibi, Şa'bî, Nehaî gibi hadiste yed-i tûlâ sahibi, hafıza dâhisi tâbiîn âlimleri de ilk başta yazmaya taraftar olmamışlardı.
Bununla birlikte, hem kaydedilen, hem de ağızdan ağıza nakledilen hadisler, Ömer İbn Abdülaziz döneminde resmen tedvîn edilmeye başlandı. Nasıl Yemame'de çok sayıda Kur'ân hafızının şehit olması, Kur'ân'ın resmen toplanması hususunda Hz. Ömer'in bu mevzudaki tehâlükünü çekmişse, aynı şekilde hadislerin tedvîn işi de Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri'nin sünnete ait gayretini coşturmuştu.
Çoklarınca birinci müceddit kabul edilen ve Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem): "İnsanların bozduğunu düzeltenler."[27] müjdesine on üç asır önce bihakkın liyâkat gösteren Ömer İbn Abdülaziz (radıyallâhu anh), Emevi sarayında yetişmişti. Hadiste, tefsirde, nakd-i ricâlde söz sahibiydi. İki buçuk yıllık hilâfeti süresince, çok genişlemiş İslâm memleketlerinde çok yönlü tecdit işini gerçekleştirmiş ve İslâm memleketleri sanki melekler tarafından idare edilir bir havaya, bir görünüme bürünmüştü.
İşte bu büyük zat, onca hizmetlerine, bir de hadislerin resmen tedvîni gibi, bütün hizmetlerine taç olacak bir büyük hizmeti ekledi. Vaktiyle Resûlullah'ın kendisine diyetler ve kısas gibi mevzularda bir sahife yazıp verdiği Amr b. Hazm'ın torunu, Medine Valisi Ebû Bekir b. Muhammed b. Amr İbn Hazm'a bu mevzuda emir gönderdi. Vali de, tâbiînin gençlerinden, fart-ı zekâ (yüksek zekâ) sahibi Muhammed İbn Şihab ez-Zührî'yi bu işle vazifelendirdi.[28]
Zührî, "resmî tedvîn" diyebileceğimiz bu mühim işe hemen koyuldu.. ve İslâm hadis tarihinde ilk resmî "müdevvin" olma şerefini kazandı. Vali Ebû Bekir b. Hazm, aynı işle bizzat kendisi de uğraşmasına rağmen, derlediklerini gönderemeden Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri vefat etmişti.
Ömer İbn Abdülaziz Hazretleri'nin başlattığı bu tedvîn faaliyeti, yalnız Medine'de İmam Zührî ile de sınırlı kalmamış, Mekke'de Abdülmelik İbn Abdülaziz İbn Cüreyc, Irak'ta Said İbn Ebî Arûbe, Şam'da Evzâî, yine Medine'de Muhammed b. Abdirrahman, Kûfe'de Zâide b. Kudâme ve Süfyan es-Sevrî, Basra'da Hammad b. Seleme ve Horasan'da Abdullah b. Mübarek, bu işi sürdürmüş ve kendilerinden sonra geleceklere dünya kadar malzeme bırakmışlardı.[29]
Tedvîn döneminden sonra, hadisleri mevzularına göre sınıflandırmak suretiyle kitaplar "telif etme" mânâsında "tasnif" başlamış ve bu dönem, İslâm hadis tarihinin altın dönemi olmuştur. Bir yandan, Ebû Dâvûd et-Tayâlisî, Müsedded b. Müserhed, el-Humeydî ve Ahmed İbn Hanbel gibi mümtaz simalar "Müsned"lerini meydana getirirken; diğer yandan da Abdürrezzak b. Hemmam gibi kimseler "Musannef"ler telif ediyorlardı. İbn Ebî Zi'b ve İmam Malik Muvatta'ını ve Yahya İbn Said el-Kattân ve Yahya İbn Said el-Ensarî'nin "telifat-ı güzide"leri de yine bu altın döneme rastlar.
Bu zâtlar, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve Yahya İbn Maîn gibi büyük muhaddislerin şeyhleridirler. Nihayet, Kütüb-ü Sitte'nin telif vakti gelmiş ve İslâm hadis külliyatının en mevsûk altı kitabı kabul edilen bu eserlerin müellifleri, bir zebercet çağın kapısını aralamışlardır.
Hemen hemen aynı zamanlarda yaşayan bu devâsâ kametler, aynı zamanda modern telifin de üstadlarıdırlar. Zaten, Buhârî ile Müslim arkadaştı.. Tirmizî, Buhârî'den ders almış bir muasırdı.. Nesâî ve Ebû Dâvûd da aynı dönemin hadis pîrleriydi. Bunlarla Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında ancak üç-dört nesil vardı.. ve bu nesillerin altın silsilelerini teşkil eden halkalar, yalanın rüyalarına dahi girmediği büyük zatlardan meydana geliyordu.
Dinin yarısını teşkil eden sünnet, bu şekilde, şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, alabildiğine hassas ve kılı kırk yaran muhakkik zatlar tarafından, hem de ta sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn döneminden başlayarak kaydedilmiş, ezberlenmiş, muhafazaya alınmış ve sonra da harfi harfine nakledilmiş, kitaplara geçmiş ve bu günlere gelip ulaşmıştır.
Evet, sünnet, sahabe tarafından, bir dinî kaynak, önemli bir rehber, bereketli bir Kur'ân tefsiri olarak değerlendirildiği, sahip çıkıldığı gibi, tâbiîn, tebe-i tâbiîn döneminde de, daha da artan bir iştiyakla sahip çıkıldı ve daha sonraki çağlara taşındı.
[1] M. Accâc el-Hatîb, es-Sünnetü kable't-tedvîn, s. 298.
[2] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/22.
[3] Tirmizî, ilim 11; Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-ilm, 32,33.
[4] Müslim, zühd 72; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/12, 21; Dârimî, mukaddime 42.
[5] Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-ilm, s. 34.
[6] Buhârî, ilim 39; Tirmizi, ilim 12; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/248.
[7] Ebû Dâvûd, ilim 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/162, 192; Dârimî, mukaddime 43.
[8] Bkz.: Necm sûresi, 53/3.
[9] Tirmizî, ilim 12; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, 3/169.
[10] Hatîb el-Bağdâdî, Takyîdü'l-ilm, s. 73. Benzer rivayetler için bkz.: Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/215; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 1/151.
[11] Dârimî, diyât 1,3,11,12; İbn Hacer, el-İsâbe, 6/228; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/294.
[12] Dârimî, mukaddime 43; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/313; Hâkim, el-Müstedrek, 1/188.
[13] Buhârî, ilim 39; lukata 7; Tirmizî, ilim 12; Ebû Dâvûd, menâsik 89; diyât 4.
[14] Buhârî, ilim 39, merdâ 17; Müslim, vasiyet 22.
[15] Buhârî, ilim 42; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/362; 4/331.
[16] Buhârî, ilim 39, cihad 171, diyât 24, 31; Tirmizî, diyât 16.
[17] Ebû Dâvûd, zekât 5; Tirmizî, zekât 4.
[18] İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-kübrâ, 5/293.
[19] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 3/31 vd.
[20] Dârimî, diyât 12; İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/294; İbn Hacer, el-İsâbe, 6/228, 596.
[21] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, s. 330.
[22] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe 3/350.
[23] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe 3/349; Subhî Salih, Hadis İlimleri ve Hadis Istılahları (Türkçe tercümesi), s. 22.
[24] San'ânî, Tavzîhu'l-efkâr, 1/91.
[25] İbn Ebî Hâtim, Takdimetu'l-cerh, s. 46; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye, s. 354.
[26] Ahmed Muhammed Şâkir, el-Bâisü'l-hasîs, s. 132-139.
[27] Tirmizî, iman 13; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/73.
[28] Buhârî, ilim 34.
[29] İbn Hacer, Hedyü's-Sârî, s. 4; M. Accâc el-Hatîb, es-Sünne kable't-tedvîn, s. 337.


Fethullah Gülen

Sonsuz Nur-3
montenegro isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-22-2010, 20:04   #7
Kullanıcı Adı
montenegro
Standart
Rivayetlerde Gösterilen Hassasiyet

Sahabe-i kiram olsun, ihsanla onlara ittiba eden tâbiîn‑i izâm ve tebe-i tâbiîn-i fihâm olsun, hepsi de duyduklarını hemen kabul ediveren insanlar değildi. Bunlar kalben çok safi olmakla beraber, bu mevzuda titiz ve ehl-i tahkik idiler. Sünneti büyük bir titizlik içinde hafıza ve kitaplarına aldılar; rivayetleri çok büyük bir titizlikle tahkik ettiler ve yine aynı titizlikle naklettiler. Bunun misalleri pek çok ise de, biz bunlardan sadece birkaç tanesini zikredeceğiz.
1. Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Tahşidatı
Her şeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz: مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ "Kim benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın!"; bir rivayette: مَنْ كَذَبَ عَلَيَّ مُتَعَمِّداً فَلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ "Kim kasden benim üzerime yalan uydurursa, Cehennem'deki yerini hazırlasın!"[1] buyurmuşlardı.
Doğruyla yalanın arasındaki farkın, Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Müseylimetü'l-Kezzâb veya gökle yer arası kadar birbirinden uzak bulunduğu o dönemde, en büyük ve en mühim hususiyetin doğruluk olduğu düşünülecek olursa, o ışık asrında her mü'min, hele bu mü'min sahabe ve sahabeyi takip eden tâbiînden ise, bırakın Efendimiz'e karşı yalan söylemeyi, Efendimiz'i hevâ ve hevesleri istikametinde konuşturmayı, en ufak bir yalanı bile söylemeleri mümkün değildi. O kadar ki, Hz. Ali Efendimiz (radıyallâhu anh): "Ben, size Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'den bir şey söylerken, (öyle dikkat eder, öyle söylerim ki,) gökten yere düş (üp parça parça olmak) benim için, O'nun üzerine yalan söylemekten daha ehvendir."[2] buyururlardı.
Yine, bizzat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu hususta: "Kim yalan olduğunu bile bile benden bir söz rivayet ederse, o da yalancılardan biridir."[3] buyurarak, tahşidat üstüne tahşidat yapıyordu.
Şimdi, doğrulukları cihanı tutmuş ve çok kısa bir zamanda İslâm'ı dört bir yana yayıp, beşeriyetin mürebbileri olmuş böyle bir cemaatten bu tehdide mâsadak olacak bir davranışı beklemek, nasıl kabul edilebilir ki?
2. Sahabe ve Tâbiînin Temkini
Meselenin bu denli hassasiyet istemesi, sahabeyi öylesine titiz ve temkinli yapmıştı ki, pek çoğu hadis rivayet etmekten âdeta ürkerlerdi. İlk Müslümanlardan olup hakkında sahabe-i kiramın: "Biz, onu tanıdığımız andan itibaren Ehl-i Beyt-i Resûl'den bir fert olarak bilirdik." diyecek derecede hane-i saadete teklifsiz girip çıkan ve Hz. Ömer (radıyallâhu anh) devr-i hilâfetpenâhîlerinde Kûfe'ye âmil olarak gönderilirken: "Ey Kûfeliler, sizi nefsime tercih etmeseydim, İbn Mesud'u size göndermezdim."[4] dediği Abdullah İbn Mesud Hazretleri, kendisinden bir hadis rivayet etmesini istediklerinde:
قَالَ رَسُولُُ اللّٰهِ "Resûlullah buyurdu ki" diye başlar ve sonra gözleri dolar, başını eğer, yukarı kaldırır, derin bir soluk alır, düğmelerini çözer, göğsü açılır nihayet hadisi rivayet eder, sonra da: أَوْ دُونَ ذَلِكَ، أَوْ فَوْقَ ذَلِكَ أَوْ قَرِيباً مِنْ ذَلِكَ، أَوْ شَبِيهاً بِذَلِكَ "(Bak, ben hafızamdan birşey söylüyorum ama bilin ki, Resûlullah) bunun üç aşağı-beş yukarı veya buna yakın yahut da buna benzer birşey buyurdu."[5] şeklinde ikazda bulunmayı da ihmal etmezdi.
Resûlullah'ın havarisi ve kahraman halası Safiyye'nin oğlu, ilk Müslümanlardan, Aşere-i Mübeşşere arasında bulunmakla serfiraz Hz. Zübeyr İbn Avvam, o kadar az hadis rivayet etmiştir ki, bir gün oğlu kendisine: "Baba, sen neden hadis rivayet etmiyorsun?" diye sorduğunda: "Bir kelimede bile Resûlullah'a muhalefet ederim diye ödüm kopuyor. Çünkü O: 'Benim üzerime yalan söyleyen, Cehennem'deki yerini hazırlasın!' buyurmuştur."[6] şeklinde cevap vermişti.[7]
Tam on yıl bilâ-fasıla, Resûlullah'a (sallallâhu aleyhi ve sellem) hizmet etmiş bulunan Hâdim-i Nebevî Hz. Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh), bir gün: "Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha çok şeyler anlatırdım."[8] buyurmuştu.
Beş yüz sahabiyle görüştüğü söylenen ve bir beldeye vardığında: "Beş yüz sahabi görmüş bir insan geliyor." denen, tâbiînin büyüklerinden.. ve İmam Ebû Yusuf'a, hatta İmam Ebû Hanife'ye Kûfe'de büyük tesiri olan Abdurrahman İbn Ebî Leylâ: "Yüz yirmi sahabi tanıdım ki, -bir mescitte aynı anda yüz yirmisi de oturuyor olabilir- kendilerine bildikleri bir şey sorulduğunda hep birbirlerinin yüzlerine bakarlar; konuşurken, Resûlullah'ın sözlerine bir kelime karıştırıveririm korkusuyla başkasının cevap vermesini beklerlerdi." demektedir.[9] Kimse cevap vermeyince de nihayet bunlardan biri dişini sıkar ve Allah'a dayanarak, -İbn Mesud gibi- أَوْ دُونَ ذَلِكَ، أَوْ فَوْقَ ذَلِكَ، أَوْ قَرِيباً مِنْ ذًَلِكَ، أَوْ شَبِيهاً بِذَلِكَ hatırlatmasıyla rivayette bulunurlardı.[10]
Efendimiz'i gördüğü gibi, Hz. Ebû Bekir'le diz dize, Hz. Ömer'le omuz omuza yaşamış bulunan ve üzerine aldığı vazifesinde kılı kırk yaran o hazinedâr-ı hulefâ, yani halifelerin maliye nâzırı Zeyd b. Erkam (radıyallâhu anh), Hz. Osman'ın hazineye bıraktığı malından alıp da akrabasına dağıttığını görünce, anahtarları getirerek Hz. Osman'a teslim etmiş ve: "Yâ emîre'l-mü'minîn, halk hakkında suizan edecek ve benim hakkımda da suizanda bulunacaklar. Müsaade ederseniz, ben bu işi daha fazla yapamayacağım." deyip sonra da istifa etmişti.
İşte bu büyük sahabi, Abdurrahman İbn Ebî Leylâ, kendisinden bir hadis rivayet etmesini isteyince irkilmiş ve: "Evlâdım, yaşlandık.. unuttuk. Resûlullah'tan hadis rivayeti çok ağır, çok zor bir iştir." cevabında bulunmuştu.[11]
a. Aynen Rivayette Hassasiyet
Ravinin lisana tam mânâsıyla vâkıf olması, mânâyı ifade için kullandığı kelimenin siyak ve sibak arasında yabancı bir kelime olduğu imajını uyandırmaması ve hadisin lâfzının unutulmuş olması gibi belli şartlarla hadis bi'l-mânâ, yani, hadisi Efendimiz'den sâdır olmayan bir lafızla rivayet etmek caiz olmakla beraber, sahabe-i kiram, hadisin bir kelimesi, hatta bir harfi mevzuunda bile alabildiğine titizdi.
Meselâ, bir gün Ubeyd İbn Umeyr, Abdullah İbn Ömer'in (radıyallâhu anh) yanında şu hadisi rivayet eder: مَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ الشَّاةِ الرَّابِضَةِ بَيْنَ الْغَنَمَيْنِ "Münafığın durumu iki sürü arasında gidip gelen bir koyuna benzer." Yani münafık, kâfirlerle mü'minler arasında gidip gelen ve birinde karar kılamadığı için iki tarafça da kabul görmeyen bir tiptir. Mü'minlerle düşüp kalktığı için kâfirler nazarında hor ve hakir görülür; bir mü'minin iç bütünlüğüne ulaşamadığı ve tam mânâsıyla iman edemediği için de mü'minlerin nazarında hor ve hakir olur.
İbn Ömer celâllenir ve: "Hayır, öyle demedi!" diye mukabelede bulunur. Ubeyd: "Ya nasıl dedi?" diye sorar ve İbn Ömer: "Ben Resûlullah'tan böyle duydum" diyerek, hadisi şu şekilde okur: مَثَلُ الْمُنَافِقِ كَمَثَلِ الشَّاةِ الْعَائِرَةِ بَيْنَ الْغَنَمَيْنِ12
Aradaki fark, sadece اَلرَّابِضَةِ ile اَلْعَائِرَةِ farkıdır. Bu hâdise Müsned'deki başka bir rivayette ise şu şekilde kaydedilmiştir: Ubeyd b. Umeyr:
إِنَّ مَثَلَ الْمُنَافِقِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَالشَّاةِ بَيْنَ الرَّبِيضَيْنِ مِنَ الْغَنَمِ، إِنْ أَتَتْ هَؤُلاَءِ نَطَحَتْهَا، وَإِنْ أَتَتْ هَؤُلاَءِ نَطَحَتْهَا
"Münafığın durumu iki sürü arasındaki koyuna benzer ki, sürünün birine katıldığında onu boynuzlarlar, diğerine katıldığında yine boynuzlarlar." diye rivayet eder.
Abdullah İbn Ömer: كَالشَّاةِ بَيْنَ الرَّبِيضَيْنِ yerine: كَالشَّاةِ بَيْنَ الْغَنَمَيْنِ olacağını söyler. Zira kendisi Efendimiz'den bu şekilde işitmiştir.[13]
Sahabenin gösterdiği bu hassasiyeti, aynıyla tâbiîn ve tebe-i tâbiîn de göstermiştir. Meselâ, meşhur Süfyan İbn Uyeyn'e şu hadisi rivayet eder:
نَهَى رَسُولُ اللّٰهِ * عَنِ الدُّبَّاءِ وَالْـمُزَفَّتِ أَنْ يُنْتَبَذَ فِيهِ
"Nebi (sallallâhu aleyhi ve sellem), kabaktan elde edilen ve ziftli kaplarda (koruk, üzüm, hurma usâresi gibi) şıra kurmaktan menetti." Daha sonra bu hadis Süfyan'ın yanında: أَنْ يُنْبَذَ فِيهِ şeklinde rivayet edildi. Bunun üzerine Süfyan: "Ben Zührî'den öyle duymadım. O, bu hadisi şöyle rivayet ediyordu." diye itiraz eder ve hadisi yukarıdaki şekliyle okur.[14]
Aradaki fark, birinde fiilin sülâsî, diğerinde ise humâsî iftiâl babından olmasıdır ve mânâ olarak da önemsiz bir nüans söz konusudur. Ama, sahabe olsun, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn olsun, hadisin aynen Efendimiz'den geldiği şekliyle rivayet edilmesi mevzuunda bu derece hassas idiler. Bu hassasiyet karşısında dün ve bugün, "Sahabe ve tâbiîn, Allah Resûlü'nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) duydukları şeyleri kendi kelimeleriyle ifade ediyorlardı; dolayısıyla, bu şekilde intikal eden hadislerin teşrie esas teşkil edebilecek bir ağırlığı yoktur." şeklinde yapılan boş ve mesnedsiz iddiaların ne değerde olduğunu ve olacağını size bırakıyorum...
Buhârî'nin daavât bölümünde Berâ b. Âzib anlatıyor: "Resûlullah bana: 'Yatacağın zaman namaz abdesti gibi abdest al ve sonra sağ yanına yatarak şu duayı oku.' buyurdu:
اَللّٰهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ وَفَوَّضْتَ أَمْرِي إِلَيْكَ وَأَلْجَأْتَ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَ رَهْبَةً إِلَيْكَ لاَ مَلْجَأَ وَلاَ مَنْجَى مِنْكَ إِلاَّ إِلَيْكَ آمَنْتُ بِكِتَابِكَ الَّذِي أَنْزَلْتَ وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ
Ben bu duayı Resûlullah'ın huzurunda iyice ezberleyip tekrar etmek istedim de: وَبِرَسُولِكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ dedim. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): وَبِنَبِيِّكَ الَّذِي أَرْسَلْتَ diye düzeltti."[15]
Görüldüğü gibi, Resûlullah Efendimiz, sezebildiğimiz veya sezemediğimiz bir mânâdan ötürü, "Resûl" değil de "Nebi" denmesi lâzım geldiğini hatırlatıyor.
Evet, insan, uykuya ve rüyalara girerken, nübüvvetin kırk altıda birine yelken açmış olur. Zira, uyku ve rüya bir bakıma nübüvvetle alâkalıdır; fakat risaletle değil; risalet, hâlet‑i sahv, yani göz ve kalb açıklığı ister. İşte, Efendimiz'in gösterdiği bu hassasiyeti, aynıyla sahabe de gösterip, hadisleri fevkalâde hassasiyet içinde aldılar ve aynı hassasiyet içinde başkalarına naklettiler.
b. Müzakere
Sahabe-i kiram, Resûlullah'tan (sallallâhu aleyhi ve sellem) aldığını nakletmekle kalmıyor, aynı zamanda öğrenip belledikleri şeyleri aralarında müzakere de ediyorlardı. Kendileri müzakere ettikleri gibi, daha sonra talebelerinin de bu meseleleri müzakere etmelerini istiyorlardı. Meselâ, sahabi efendilerimizden Ebû Said el-Hudrî ve İbn Abbas, talebelerine şöyle derlerdi: "Bu hadisleri belleyin ve aranızda müzakere edin. Onların bazısı bazısını hatırlatacaktır; dolayısıyla, bunları aranızda devamlı mütalâa etmelisiniz."[16]
Hadisin, sünnetin ehemmiyetini çok iyi kavramış bulunan ve yine hadis-i şerifte ifade olunduğu üzere, meleklerin ehl-i ilmin ayakları altına kanatlarını serdiğini[17] bilen sahabe, hadislere dört elle sarılıyor, onları hafızasına yerleştiriyor, müzakere ediyor ve sonra da naklediyordu.
İşte, böyle bir vasatta hadisler hafızalara yerleşti, nakşedildi, hayata hayat yapıldı ve bize kadar geldi..
3. Sahabe ve Tâbiînin Tahkiki
Sahabe, hadisleri müzakere etmesinin yanı sıra, herhangi bir dinî meseleyle karşılaştıklarında, o meselede sünnetin bir hükmü olup olmadığını araştırır; hepsi de yalana kapalı, adalet ve istikamet insanları olmalarına rağmen, sünnetin o büyük ehemmiyeti ve teşrîdeki yerinden ötürü, duydukları her şeyi hemen kabul etmeyip, tahkik ederlerdi. Evet onlar, zekâ ve hafıza dâhileri oldukları kadar, ehl-i tahkiktiler de.
Bir defasında bir kadın, torununun mirasından pay almak için Hz. Ebû Bekir'e (radıyallâhu anh) müracaatta bulundu. Resûlullah'ın Halifesi: "Kitabullah'ta sana bir şey verileceğine dair bir âyet görmediğim gibi, Resûlullah'ın da (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mevzuda bir şey buyurduklarını hatırlamıyorum." cevabını verdi. Bunun üzerine Muğîre b. Şu'be (radıyallâhu anh), ayağa kalkıp: "Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), nineye altıda bir hisse verirdi." dedi. Hz. Ebû Bekir'in (radıyallâhu anh): "Senden başka bunu bilen var mı?" sorusu üzerine, Muhammed b. Mesleme (radıyallâhu anh), Muğîre b. Şu'be'yi tasdik ederek: "Ben de aynı şeyi Resûl-i Ekrem'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) duydum." diye şahitlikte bulundu. O zaman, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), o kadına altıda bir hisse verdi.[18]
Resûlullah'ın zayıf bir hadiste: "Dininizin yarısını şu hümeyrâdan alın!"[19] buyurduğu büyük zekâ ve fetanet sahibi, her şeyi inceden inceye tahkik eden Hz. Âişe Validemiz, bir gün Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Hesaba çekilen, muhakkak azaba maruz kalmıştır." buyurması üzerine: "Böyle diyorsun ama, Allah, Kur'ân'ında bazıları için: فَسَوْفَ يُحَاسَبُ حِسَاباً يَسِيراً 'Sonra, hesapları görülür de, yumuşak-kolay bir hesaba çekilirler.'[20] buyurmuyor mu?" diyerek, açıklama istedi.
Bunun üzerine Resûlullah Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), şu tavzihte bulundular: "Yâ Âişe, senin dediğin "arz" dır. Herkesin hesabı Allah'a arzolunacak. Fakat, hesapta Allah bir insanla münakaşaya tutuştu mu, kul, yaptıklarını inkâr edip de, Allah onun yaptıklarını bir bir sayıp döktü mü, işte o zaman insanın işi bitmiştir."[21]
Sahabenin duyduğunu tahkik etmesi sadedinde, burada bizi alâkadar eden ve Kur'ân'ın değişik vecihlerle inmesiyle alâkalı, pek çok tariklerle anlatılan bir hususu daha nakletmek istiyorum:
Değişik nakillerin yanında, Buhârî'nin rivayetinde, Hz. Ömer Efendimiz (radıyallâhu anh), vak'ayı şöyle anlatmaktadır: "Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatında, Hişam b. Hakîm'in Furkân sûresini okuduğunu işittim. Resûlullah'ın bana okumadığı bazı harflerle okuyordu. Namazı bitirip de selâm verinceye kadar sabrettim. Selâm verir vermez, ridâsının yakasına yapışıp çektim ve 'Bu sûreyi sana bu şekilde kim okuttu?' dedim. 'Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)!' diye cevap verince de 'Yalan söylüyorsun. Resûlullah bunu bana senin okuduğun şeklin dışında okuttu.' dedim ve kendisini sürükleyerek Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) huzuruna getirdim. 'Yâ Resûlallah, bu adam, Furkân sûresini senin bana okutmadığın harflerle okuyor.' dedim.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem): 'Sal onu!' buyurdu ve Hişam'a dönüp: 'Yâ Hişam, oku bakayım!' diye emretti. Hişam, benim kendisinden duyduğum şekilde okudu ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), 'Evet, böyle nazil oldu.' buyurdular. Sonra, 'Sen oku, yâ Ömer!' diye emrettiler. Ben de, bana okuttuğu şekilde okudum; o zaman da, 'Evet, bu şekilde nazil oldu.' buyurdu; sonra da ilâve ettiler: 'Muhakkak bu Kur'ân, yedi harf üzere nazil olmuştur. Siz, kolayınıza geleni okuyun.' "[22]
Yine, bir gün Ebû Musa el-Eş'arî, Hz. Ömer'i ziyarete gelmişti; kapıyı üç kere çaldığı hâlde, girmesi için müsaade çıkmayınca geriye döndü. Hz. Ömer, meşguliyeti bitince: "Abdullah b. Kays'ın sesini işitmiştim; izin verin, girsin." diye emretti. "Gitti." dediler. Bunun üzerine, adam gönderip çağırttı ve Ebû Musa'ya: "Neden gittin?" diye sordu. O da: "Resûlullah bize, 'Bir yere girmek istediğinizde üç defa kapıyı çalıp, izin isteyin. İzin verilmezse geri dönün.' diye emretti." dedi. Hz. Ömer: "Ben bunu duymadım. Böyle olduğuna dair muhakkak bir beyyine getirmelisin." diye gürledi.
Ebû Musa, hemen Mescid-i Nebevî'ye koştu ve meseleyi oradakilere açtı. Übey b. Ka'b: "Bunun için büyüklerin şehadeti gerekmez; küçüklerimiz de bilir bunu." diyerek, Ebû Said el-Hudrî'yi Hz. Ömer'e gönderdiler. Hz. Ömer (radıyallâhu anh), bu şekilde davranmasının sebebini şöyle açıkladı: "Vâkıa, ben seni itham etmek istemedim. Fakat, rastgele insanların Resûlullah'a yalan isnat etmelerinden korkarım."[23]
a. Tahkik Yolunda Rihlet
Ashab-ı kiram, hadisler mevzuunda böylesine hassasiyet gösterdiği gibi, tek bir hadis için 'rihlet' denilen seyahatler düzenleyecek kadar da sünnete ihtimam gösteriyordu. Tâbiînin büyük fukahasından ve nice büyüklerin, önünde diz çöktüğü siyâhî Atâ b. Ebî Rebah'ın nakline göre, Ebû Eyyub el-Ensarî'nin kafasına bir hadis takılır ve: "Bunu Resûlullah'tan duyanlardan sadece Ukbe b. Âmir kalmıştır." der, hayvanına binip Ukbe b. Âmir'in yaşadığı Mısır yolunu tutar.
Tek bir hadis için, hem de bildiği bir hadisi tahkik için Medine'den Mısır'a yapılan bir seyahattir bu. Mısır'a varınca, emir Mesleme İbn Mahled'in evine uğrar ve yanına bir rehber alarak Ukbe'ye varır. İki dost sokakta karşılaşır, sarmaş dolaş olurlar. Ebû Eyyub Ukbe'ye: "Bu hadisi Hz. Peygamber'den işiten senden ve benden başka kimse kalmadı." diyerek: مَنْ سَتَرَ مُؤْمِناً فيِ الدُّنْيَا عَلَى خِزْيِهِ سَتَرَهُ اللّٰهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ "Her kim dünyada bir mü'minin ayıbını örterse, Allah da kıyamet günü onun ayıbını örter." hadisini okur. Ukbe'nin hadisi aynı şekilde tekrarlaması üzerine: "Ben bunun için gelmiştim." der ve âdeta "Geliş gayemin içine başka bir şey karıştırmak istemem." dercesine bineğine atlayıp hemen geri döner.[24]
Yine, Buhârî'nin rivayetine göre, ensarın ulularından Câbir b. Abdillah (radıyallâhu anh), Abdullah İbn Üneys'in rivayet ettiği bir hadisi, bizzat onun ağzından işitmek için, bir ay süren bir yolculuğa çıkmış ve: "Hz. Peygamber'den bizzat işitmediğim bir hadisi senin rivayet ettiğini öğrendim. Onu işitmeden ikimizden biri ölür diye korktum ve sana geldim." diyerek, hadisi Abdullah b. Üneys'ten dinlemiş ve gerisin geriye Medine'ye dönmüştür.[25]
b. Tâbiînin Rihleti
Hadis uğruna seve seve girişilen bu rihletler yalnızca sahabeyle sınırlı da kalmamış; daha sonraki devirlerde de aynı şekilde devam etmiştir. Said İbnü'l-Müseyyeb'in "gerektiğinde bir tek hadis için günlerce yol katettiğini söylemesi"[26]; Mesruk İbnü'l-Ecda'ın, "tek bir harfi için bile yolculuk etmesi";[27] Kesir İbn Kays'ın rivayetine göre, Ebû'd-Derdâ'dan tek bir hadis almak için bir ilim âşığının Medine'den Şam'a gelmesi[28] ve daha pek çok seyahatler, bu mevzuda zikre değer misallerdir.
Hadis rivayeti mevzuunda sahabenin gösterdiği titizlik, aynıyla tâbiîne de intikal etmiştir. İleride ayrıca temas edileceği üzere, bu ilme öyle insanlar vâris olmuştur ki, A'meş'in ifadesiyle, hadise bir 'vav' (و), bir 'elif' (ا) veya bir 'dal' (د) ziyade etmektense, göklerin başlarına yıkılmasını tercih ederlerdi.[29] Rivayetlerin Efendimiz'den geldiği şekle, yani aslına uygun olması hususunda öylesine hassastılar ki, 'vav' (و) ve 'fe' (ف) harflerinin dahi yer değiştirmesine müsaade etmezlerdi.
Sahabe-i kiramın her biri 'âdil' olmasına ve yalana kapalı bulunmasına rağmen, tâbiîn imamları, duydukları bir hadisi başka sahabilerden de tahkik ederlerdi. Bu hususta tâbiînin büyük imamlarından Ebû'l-Âliye: "Biz, (Basra'da, Bağdat'ta, Horasan'da, Mâverâünnehir'de, yani) nerede olursak olalım, Resûlullah'ın ashabından bir şey işittiğimiz zaman, onunla kanaat etmez, oradan göç eder, (Mekke'ye, Medine'ye gelir, işi kaynağından araştırır) kendi ağızlarından duyar, (başka sahabilere de sorar ve böylece itminana ererdik)." demektedir.[30]
Müslim'in rivayetinde Muhammed İbn Sîrîn: "Biz isnaddan sormazdık; (birisi bize bir hadis rivayet ettiğinde, kimden aldığını araştırmazdık) ne zaman ki fitne çıktı, o zaman isnaddan sormaya başladık." der.[31]
İlk dönemlerde isnaddan sorulmazdı; yani, Resûlullah'tan bir hadis rivayet edildiğinde, bunun kimden alındığı tahkik edilmezdi. Ama, fitneye karşı kapı sayılan Hz. Ömer'in şehadetinden sonra Hz. Osman'ın katline ve Hz. Ali dönemindeki hâdiselere müncer olan fitneler baş gösterince, az da olsa hadis uydurmalar başladı. Hz. Osman'ın aleyhinde hadis uyduruluyor, buna karşılık, bazı safderûn kimseler de, Hz. Osman'ın ihtiyacı varmış gibi, onun lehine hadis uyduruyorlardı.
Aynı şekilde, Hz. Ali aleyhinde uydurulan hadislere mukabil, o Bâlâ Kamet'i senâ maksadına matuf hadis imal edenler de vardı. İşte, bu tür uydurmalar başlayınca, sıdkı kendilerine şiâr edinen büyük imamlar, artık "isnad"dan sorar ve duydukları her hadisi tahkik eder olmuşlardı. Evet, Şu'be gibi, Şa'bî gibi, Sevrî gibi kimseler, artık bu işi yakın takibe almış ve takip eder olmuşlardı.
Yine Müslim'in, tâbiînin büyük imamlarından Mücahid b. Cebr'den rivayetinde, benzer bir vak'ayı görürüz: Büşeyru'l-Adevî, İbn Abbas'ın yanına gelerek hadis rivayetinde bulundu ve İbn Abbas, kendisine hiç iltifat etmedi. Bunun üzerine, Buşeyrü'l-Adevî şöyle dedi: "Sana ne oluyor ki, ben sana hadis rivayet ediyorum, sense hiç kulak vermiyorsun?" İbn Abbas, şu cevabı verdi: "Biz, önceden bir kimse 'Resûlullah buyurdu ki' dedi mi, yüreklerimiz hoplar, gözlerimiz ona döner ve hemen kulak kesilirdik. Fakat, insanlar serkeş yahut uysal atlara binip de sağa sola rihlete başlayınca, artık bildiklerimizden başka şeyler almaz olduk."[32]
Endülüs'ün büyük âlimi, İbn Abdi'l-Berr, tâbiînin dev imamlarından Âmir b. Şerâhil eş-Şa'bî'den rivayet ediyor: Rabî İbn Huseym: "Kim, on defa: لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللّٰهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ، لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ derse, bir köle azat etmiş sevabını alır." hadisini rivayet eder. Şa'bî, derhal: "Bunu sana kim söyledi?" diye sorar. "Abdurrahman İbn Ebî Leylâ" cevabını alınca, şedd-i rihal eder ve tâbiînin bir başka dev imamı, dev fakihi İbn Ebî Leylâ'yı bulur. Ona sorar ve rivayetin sahih olduğunu anlar... İbn Ebî Leylâ da, bunu büyük sahabi Ebû Eyyub el-Ensarî'den duymuştur.[33]
4. Yalan ve Yalancının Takibi
Gerçekten o dönemde yalana karşı âdeta ilan-ı harp edilmişti. İbn Şihab ez-Zührî, İbn Sîrîn, Süfyan es-Sevrî, Âmir b. Şerâhil eş-Şa'bî, İbrahim İbn Yezîd en-Nehaî, Şu'be, Ebû Hilâl, Katade İbn Diâme, Hişam ed-Destevâî, Mis'ar İbn Kudâm, evet, hepsi de yalana karşı harp ilanında bulunmuşlar ve birer hisbe memuru gibi yalanı ve yalancıyı takip ediyor ve yalanları doğrulardan ayıklıyorlardı.
Ebû Hilâl, Şu'be, Said b. Ebî Sadaka, Katâde b. Diâme'den rivayet ettikleri bir hadiste: "Şöyle mi demişti, böyle mi demişti?" diye tereddüte düştüklerinde, hakem olarak Hişam ed-Destevâî'ye müracaat ederlerdi. Şu'be ile Sevrî, herhangi bir meselede tereddüde düştüklerinde ise Mis'ar İbn Kudâm'a müracaat ederlerdi.[34]
Bunlar, mezhep taassubu içinde bulunan şahısları adım adım takip ederler; nerede olursa olsun yalan söylemeye müsait her şahsın karşısına dikilir ve söyledikleri her hadisi "Kimden duydun?" diye sorarlardı.
a. Hıfz Misyonu
Bu arada dev hafızlar, hafıza dâhileri de durmadan hadis ezberliyorlardı. Ahmed İbn Hanbel'in, değişik kanal, değişik sened, farklı metin, yani muhteva aynı olsa bile, sahihi, haseni ve zayıfıyla bir milyon hadis ezberlediği söylenir ki; kırk bin hadis ihtiva eden meşhur Müsned'ini üç yüz bin hadisten seçerek meydana getirdiğinde şüphe yoktur. Vâkıa, bu kırk binin içinde mükerrerler ve oğlu Abdullah'ın 'Zevâid'i vardır.
Bütün hayatını hadise, Allah Resûlü'nün mübarek sözlerine hasreden Yahya İbn Maîn, mevzû hadisleri de ezberlerdi. Bir keresinde, Ahmed İbn Hanbel, neden böyle yaptığını sorduğunda: "Yanıma gelen insanlara, bu mevzûdur, şu mevzûdur; bunların dışında kalanlardan alabildiğini alırsın, derim." cevabını vermişti.[35] İmam Zührî'den Yahya b. Said el-Kattan'a, Buhârî ve Müslim'den Dârekutnî ve Hâkim'e uzanan çizgide daha dünya kadar nekkâd ezberciler yetişti...
b. Hakperestlik Duygusu
Yalanın takibi, yalana karşı tavır, derken hakkın hatırını âlî tutma.. ve doğru olmayanın konuşulmasına meydan vermeme. Meselâ; bir gün Hz. Ömer hutbe irad ederken: "Kadınlarınızın mehirlerini kırk ukıyyenin üstüne çıkarmayın!" demişti ki, maksûrenin ardından bir kadın: "O da niye ey mü'minlerin emîri? Allah, Kur'ân-ı Kerim'de 'Onlara kantar kantar verdiğiniz altın ve gümüşten, onları boşayacağınızda hiçbir şey geri almayın!' derken, siz 'kırk ukıyye diyorsunuz.' " şeklinde karşılık vererek, koca halifeye: "Adam hata etti; kadın isabet etti!" veya "Yâ Ömer, sen dinini bir kadın kadar dahi bilmiyorsun!"[36] dedirtiyordu.
Bu türlü durumlarda, tâbiîn imamları da aynı şekilde davranıyorlardı. Meselâ, Zeyd İbn Ebî Üneyse: -Kardeşinin dikkatsizliğinden mi, vehminden mi, mezhep taassubundan mı, yoksa başka bir sebepten mi- "Kardeşimden hadis almayın!" diyordu.[37]
Sahabe adına ilk telifte bulunan ve Buhârî, Müslim seviyesindeki büyük hadisçilerin imamı Ali İbnü'l-Medînî'ye: "Baban nasıldır?" diye sorulduğunda: "Bana değil, onu başkasına sorun!" cevabını veriyor; ısrar edilince de: "Hadis dindir, babamsa zayıftır."[38] şeklinde konuşuyordu.
Ebû Hanife Mektebi'nde yetişip, İmam Şafiî'ye üstadlık yapan ve: "Duyduğum bir şeyi unuttuğumu hatırlamıyorum; duyduğum bir şeyi ikinci defa tekrar ettiğimi de hatırlamıyorum." diyen İmam Şafiî'nin ona, su-i hıfzından şikâyette bulunduğunda: "Günahlardan sakın; çünkü ilim nurdur ve Allah'tan olan bu nur, âsiye hediye edilmez." cevabında bulunan meşhur Vekî' İbn Cerrah, babasından hadis rivayet ederken onu başka rivayetlerle destekleme ihtiyacı hissederdi. "Neden böyle yapıyorsun?" dediklerinde, şu cevabı verirdi: "Babam devletin hazine memurlarındandır. İhtimal, memuru bulunduğu devlet hesabına bazı sözleri yumuşatabilir."[39]
c. İlel Kitapları
İşte, bu büyük zatlar bir de bu mevzuda dünya kadar ilel kitapları yazdılar; yani, hadislerin senet veya metinlerindeki arızaları, tam bir hekim hazâkat ve hassasiyetiyle ortaya koyan eserler tedvîn ettiler. Zuafâ ve Metrûkîn kitapları yazdılar; zayıf ravileri, kendilerinden hadis alınmayan ve hadisleri terkedilen ravileri birer birer teşhir ettiler.
Onlar bu mevzuda o denli hassas idiler ki, biri "Babam hazine memurudur." diye, babasından rivayetlerini başka rivayetlerle desteklerken.. bir diğeri, babasını soranlara, onun hadis rivayetinde itimat edilemeyecek derecede zayıf olduğunu söyleyerek ondan hadis rivayet etmelerini engelliyordu.[40]
Yine hadisin dev imamlarından Abdurrahman İbn Mehdî, Şu'be, Sevrî, İbn Mübarek ve İmam Malik'e: "Bu insanların çoğu yalanla itham ediliyorlar. (Biz de bunlar yalancıdır diye kitaplara alıyoruz. Bunları fâşetmek nasıl olur?) diye sordum. Dördü de: 'Hadis dindir, daha önemlidir; çünkü onda hakikat-i Ahmediye gizlidir.' şeklinde konuştular."[41] demektedir.
Hadis hususunda alabildiğine sert, tavizsiz ve arkadaşlarının: "Bunu çocukluğundan beri tanıyoruz; rüyalarına bile günah misafir olmamıştır." dediği Yahya İbn Said el-Kattan'a: "Sen milletin bu kadar şeref ve haysiyeti ile oynuyorsun; şu hadis uydurur, şu zayıftır, şu metruktur diyorsun. Bir gün, Allah bütün bunları sana sormaz mı?" dendiği zaman, o, şu cevapta bulunur: "Onların Allah katında hasmım olmasını, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) hasmım olmasına tercih ederim."[42]
Evet, işte sünnet, bu fevkalâde hassasiyet içinde tesbit edildi. Buna rağmen, bir kısım hadisler uydurulmadı da denemez; uyduruldu ama, uydurulan hadisler, sahabe ve tâbiînin hadis sarraflığına çarptı ve karakolları çok iyi tutmuş bu hassas nöbetçileri aşamadı. Aşanlar da zamanla ayıklandı ve sahih hadis külliyatına girmeye yol bulamadı. Bu mevzuda, ayrıca şu yollar da takip ediliyordu:
5. Mevzû Hadislerin Ayıklanması
a. İtiraf
Çok defa yalan hadis uyduranlar, ömürlerinin sonunda, ölmeden önce veya bâtıl mezheblerinden rücû, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e iltihak edince uydurdukları hadisleri itiraf ediyorlardı.
b. Yalan Takip Altındaydı
Ayrıca yukarıda izahına çalıştığımız yollarla yalancılar çok iyi takip ve tespit ediliyordu. Hayatında bir defa yalanına rastlanan bir zattan artık hadis alınmıyor, hatta sika olmakla birlikte zamanla vehme düşenlerden de rivayette bulunulmuyordu. Burada tipik bir misal vereceğim:
Ebû Dâvûd'un Sünen'inde ismine çok rastlanan İbn Ebî Lehîa adlı biri vardır. Zühdde, takvada çok ileri olan bu zat, hafızasından değil, kitaplarından rivayette bulunurdu. Bir aralık kitaplarını zayi edince, birdenbire hadis rivayeti hususundaki kadr ü kıymetini yitirdi. Artık bundan sonra kendisinden hadis alma mevzuunda o kadar hassas davranılıyordu ki; meselâ İmam Buhârî, ondan yalnızca başka hadislerle teyit edilen hadisleri veya sadece fetvaları alıp kaydetti.
c. Üslûp Ele Veriyordu
Edebiyatta üslûp diye bir mevzu vardır. Söz gelimi, Moliere'i otuz defa okumuş bir insan, Shakespeare'i, Tolstoy'u, Dante'yi, Necip Fazıl'ı, Nurettin Topçu'yu, Sezai Karakoç'u defaatle gözden geçiren bir insan, yığınla söz arasında onların sözlerini rahatça ayırt edebilir. Bu bir üslûp âşinalıktır. Hatta çok defa otuz defa okumaya bile gerek yoktur. Oysaki, yukarıda isimlerini verdiğim hadis imamları hayatlarını hadise vakfetmiş, Efendimiz'in sözlerine vâkıf söz sultanı, dil üstadı ve hafıza kahramanı insanlardı. Her gün, sabahtan akşama kadar, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleriyle haşr ü neşr oluyorlardı. Dolayısıyla, Efendimiz'in lâl ü güher sözlerini, O'na ait olmayanlardan çok rahat ayırabiliyor ve ağızlarında bir iki defa söyledikten sonra, çok rahatlıkla, "Bu hadistir veya değildir..." diyebiliyorlardı.
d. Mikyas, Kur'ân ve Mütevatir Hadisler
Hadisler, çoğu muhaddisçe "mütevatir" ve "âhad" diye ikiye ayrılmıştır. Bir hadis, yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan bir cemaat tarafından rivayet edilmişse, bu hadis "mütevatir hadis"tir ve Ehl-i Sünnetçe ilmin üç sebebinden biridir. Bunun dışındaki hadislerse, "âhad hadis" yani tek bir nâkilden gelen hadistir. Bazıları, sahabe asrında âhad olmakla birlikte, tebe-i tâbiîn döneminde iştihar etmiş olanlarına "meşhur hadis" demişlerse de, asıl ayrım "mütevatir" ve "âhad" olarak yapılmıştır.
İşte, âhad hadisler çok defa Kur'ân'ın ve sünnetin muhkemâtına vurulur ve onlara uyarsa kabul edilir, uymazsa "fîhi nazar" denilip tartışmaya açık tutulurdu.
e. Zaman ve Mekân Üstü Mülâkat
Her ne kadar usûl-i hadiste yer verilmese de, bu rabbânî insanlar arasında, zaman ve mekânı aşarak, doğrudan doğruya Fem-i Güher-i Nebevî'den hadis alanlar vardı. Meselâ, Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, sahih hadis kitaplarında rastlanılmayan ve kendisine sağlam hadis diyemeyeceğimiz: "Ben gizli bir hazine idim; bilinmek istedim, kâinatı yarattım."[43] sözünü: "Ben bizzat Resûlullah'tan aldım." demektedir.
Aynı şekilde, büyük imam Celâleddin es-Süyûtî'nin, defalarca Efendimiz'le hem de yakazada görüştüğü menkuldür.[44] Yine, İmam Buhârî, kendi kanallarıyla tespit ettiği her bir hadis için, abdest alır, iki rekât namaz kılar ve meseleyi Ruh-u Seyyidi'l-Enâm'a havale eder: "Doğru mu yâ Resûlallah?" der; kendince aldığı bir işarete göre de o hadisi kitabına kaydederdi.[45]
Ruhun bir zaman-mekân üstü yanı vardır. Zaman-mekân adına bildiklerimiz henüz kesin şeyler olmadığı gibi, bu mevzuda bilinen şeyler de çok fazla değildir. Mevcut fizik kanunları ve mu'talarıyla (verileriyle) isbat edilmemişse de, Einstein, mekânın üç buuddan sonra bir dördüncü buudunun da var olabileceğini söylemiştir. Ehlullah, öteden beri bu mesele üzerinde durmuş ve zamanüstü, mekânüstü hâlleri, varlığın iç nizamının tecellîleri olarak görmüşlerdir. Bu mevzuda yeri gelmişken, çok objektif olmamakla birlikte, yakın tarihte yaşanmış bir hâdiseyi nakletmekte fayda mülâhaza ediyorum:
Son zamanlara kadar İstanbul'un çeşitli camilerinde hadis, fıkıh, tefsir, kelâm gibi dinî ilimler okutulurdu. İşte, Fatih Sultan Mehmed Han Camii'nde hadis takrir veya imlâ eden mühim bir hocaefendi, bir gün evinde eline bir sopa alıp, canını sıkan kedisinin ayağını kırar. Ertesi gün şafak vakti camiye geldiğinde hergünkü mekânda bir başka buuda girer ve zamanüstü bir noktaya ulaşır.
Bakar ki, âlî bir divan kurulmuş; bir tarafta bir mustantik, yanında hâkim, bir de kedisi ve kendisi. Mahkeme heyeti hocaefendiye: "Bu kedi senden davacıdır, ayağını kırmışsın. Şimdi kısas uygulayacak ve senin de ayağını kıracağız!" der. O anda lütf-u ilâhî olarak hocaefendinin hatırına bir hadis-i şerif gelir ve: "Hayır, bana kısas uygulayamazsınız!" diye itiraz eder. "Neden?" diye sorduklarında, şu cevabı verir: "Efendimiz, Batnü'n-Nahl'de cinlerden biat aldığı zaman onlara: 'Başka mahlukatın suretine girerek, temessül ederek, değişik şekil ve kılıkta ümmetime görünmeyin!' buyurmuştu. Hâlbuki bu, bizim evde temessül ederek veya başka bir mahlukun içine girerek, ya da perisprisi bir başka canlıyla bizim eve gelerek, bana öyle göründü."
Hoca, delil olarak ileri sürdüğü hadis-i şerifin senedini de verir ve o çok sıkışık anında, hadisi rivayet eden sahabi, çiçek gibi caminin kubbesinde açarak: "Ben, bizzat kulaklarımla bu hadisi Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dudaklarından dökülürken duydum." der. Ve, mahkeme, hocanın beraetine karar verir.
Bundan sonra hoca, belki yüz arkadaşına: "Ben tâbiîndenim." der ve "Nasıl olur?" diye soranlara da: "Ben, sahabiyi hakikaten gördüm." diye cevap verirmiş.
f. Ravilerle İlgili Eserler Yazılmıştı
Ravileri, sahabeyi, tâbiîni ve tebe-i tâbiîni daha iyi ve yakından tanımak için, bunlara dair mufassal eserler yazılmış; kim nerede doğdu, nereye hicret etti, nerede ikamet etti, nerede yaşadı, nerede öldü, nerede ilmini neşretti, kimlerle görüştü, kimlerden ders aldı, bu eserlerde tek tek açıklanmıştır.
Bu mevzuda ilk eser veren İbn Medînî'dir. O'nun hangi sahabenin Mekke'den, Medine'den ayrılıp nereye gittiği, Taif'te mi, Şam'da mı, Kûfe'de mi, Basra'da mı, Mâverâünnehir'de mi, nerede kalıp, kimlere ders verdiği ve kimlerle görüştüğünü anlatan Kitabü mârifeti's-sahabe'sinden sonra, İbn Abdi'l‑Berr'in el-İstîâb'ı, İbn Hacer'in el-İsâbe fî temyîzi's-sahabe'si, İbnü'l-Esîr'in Üsdü'l-gâbe'si, İbn Sa'd'ın et-Tabakât'ı, İbn Asâkir'in Tarih'i, Buhârî'nin Tarih'i ve Yahya İbn Maîn'in Tarih-i kebîr'i bu sahada yazılmış mühim eserlerdendir.
Bunlardan kiminde üç bin, kiminde beş bin, kiminde onbin sahabinin hayatı anlatılmaktadır. Bu kitaplara ve meselâ Zehebî'nin el-Kâşif'ine baktığımızda, her zat hakkında: "Bu zat şu, şu, şu şahıslardan hadis rivayet etmiştir; kendisinden de şunlar şunlar hadis rivayetinde bulunmuşlardır." şeklinde bilgiler verildiğini görür; böylece kimlerin kimlerden hadis alıp almadığını öğrenir ve senet açısından hadislerin değerlendirmesini yapabiliriz.
g. Hadis Kitapları Süzgeçten Geçirildi
Daha sonra, bütün bu kadar tahkik ve titizliğe rağmen, sahih hadisleri muhtevi hadis külliyatına, belki tek tük mevzû hadis sızmıştır diye, hadisler yeni baştan elekten geçirilerek bir kere daha, inciler sun'î incilerden tefrik edilerek, ayrı ayrı telifler meydana getirildi.
Bu mevzuda ilk defa Makdisî, Tezkiratü'l-kübrâ'sında mevzû hadisleri bir araya topladı. O ve diğerleri bu hususta insafsız denilecek ölçüde öylesine hassas ve hakperestçe davrandılar ki, meselâ İbnü'l-Cevzî, kendi mezhep imamı olmasına rağmen, Ahmed İbn Hanbel'in kırk küsur bin hadis ihtiva eden Müsned'indeki bir hayli hadisin mevzû, zayıf veya metrûk olduğuna hükmetti. Daha sonra gelen İbn Hacer el-Askalânî, İbnü'l-Cevzî'nin mevzû, zayıf veya metrûk hükmünü verdiği hadisleri yeniden elden geçirdi ve on üçü dışında geri kalanların hepsinin değişik kanallarla sıhhatini tespit edip, on üçünü sağlam bir esasa dayayamadığını 'el-Kavlu'l-müsedded fi'z-zebbi an Müsned-i Ahmed' isimli eserinde belirtir.[46]
Burada şu noktayı ifade etmek gerekiyor ki, hadisçiler, İbnü'l-Cevzî için, fazla dikkatli olmadığından pek çok sahih hadise mevzû veya metrûk damgası vurması sebebiyle "mütesâhil" derler.[47] Onun mevzû olduğuna hükmettiği hadisleri İbn Hacer gibi, hâtimü'l-huffâz ve Resûlullah'la yetmiş küsur defa vicahî görüşen Celâleddin es-Süyûtî de yeniden tetkikten geçirmiş ve: "Ben bunların içinde mevzû hadis görmedim; belki zayıf olabilir." demiştir.[48] Süyûtî, ayrıca İbnü'l-Cevzî'nin "Mevzûâtü'l-kübrâ"sını da tetkik ederek, 'yapma inciler' mânâsına gelen meşhur "el-Leâliü'l-masnûa"sını yazmış ve İbnü'l-Cevzî'nin mevzû dediği hadislerden hangisinin gerçekten mevzû, hangisinin metrûk ve hangilerinin sahih olduğunu göstermiştir.
Bunlardan başka ayrıca bir kısım müstedrekler yazılmıştır ki, bunlarda, Buhârî ve Müslim'in hadisin sıhhati konusunda kendi koydukları ölçülere uyduğu hâlde, Câmiu's-Sahih'lerine almadıkları hadisler ayrı kitaplar hâlinde bir araya getirilmiştir. Bunlardan en meşhuru Hâkim'in Müstedrek'idir. Daha sonra gelen ve hakkında İbn Hacer'in: "Hayatımı ona hayranlıkla geçirdim. Hafıza dualarını yazıp yutardım ki, Allah bana Zehebî'ninki gibi bir hafıza versin." dediği[49] Hafız Zehebî, Hâkim'in Müstedrek'ini inceden inceye kritiğe tâbi tutmuş.. tespit etmiş, tahlil etmiş ve her şeyi bir kere daha aydınlatmıştır.
Daha sonraları, halk arasında hadis diye meşhur olmuş sözler hakkında da kitaplar yazılmıştır. Sehâvî, "el-Makâsıdü'l-hasene"sinde, Aclûnî, "Keşfü'l-hafâ"sında bunları tek tek ele alıp ve hangilerinin hadis, hangilerinin hadis olmadığını ortaya koymuşlardır. Meselâ, ilmi teşvik eden onca hadisin yanı sıra halk arasında iştihar etmiş bulunan: "İlim Çin'de de olsa öğrenin."; "İnsanların hayırlısı, insanlara faydalı olandır." gibi sözleri hadis terazilerinde tartarak, bunların hadis adına öyle pek fazla bir ağırlıkları olmadığı gerçeğini ortaya koymuşlardır.[50]
Şimdi, bu kadar tahkik, bu kadar ince eleyip sık dokuma ve rivayet hususunda gösterilen bu kadar titizlikten sonra, sahih hadis külliyatı ve sahih hadis mecmuaları hakkında hâlâ şüpheler irad etmek ve İslâm'ın ikinci büyük ve mühim kaynağına leke sürmeye çalışmak, acaba neyle izah olunabilir?
[1] Buhârî, ilim 38; Müslim, zühd 72.
[2] Buhârî, istitâbe 6; Ebû Dâvûd, sünne 28.
[3] Tirmizî, ilim 9; İbn Mâce, mukaddime 5.
[4] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 9/86.
[5] İbn Mâce, mukaddime 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/452.
[6] Buhârî, ilim 38; Müslim, mukaddime 1-4; zühd 72.
[7] İbn Mâce, mukaddime 3.
[8] Dârimî, mukaddime 25.
[9] İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-kübrâ, 6/110.
[10] İbn Mâce, mukaddime 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/452.
[11] İbn Mâce, mukaddime 3.
[12] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/88.
[13] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/68.
[14] Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye, s. 177.
[15] Buhârî, daavât 6.
[16] Dârimî, mukaddime 51.
[17] Tirmizî, ilim 19; Ebu Davud, ilim 1; İbn Mâce, mukaddime 17.
[18] Tirmizî, ferâiz 10; İbn Mâce, ferâiz 4; Muvatta, ferâiz 4.
[19] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, 3/129; Aliyyü'l-kârî, el-Masnû', s. 98; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/449-450.
[20] İnşikak sûresi, 84/8.
[21] Buhârî, ilim 35, Müslim, cennet 79.
[22] Buhârî, husûmât 4; Müslim, müsâfirîn 270; Tirmizî, kıraât 9; Ebû Dâvûd, vitr 22; Nesâî, iftitâh 37.
[23] Buhârî, isti'zân 13; Müslim, âdâb 33-37; Ebû Dâvûd, edeb 127-128.
[24] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/153, 159; Humeydî, el-Müsned, 1/189.
[25] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/495; Buhârî, el-Edebü'l-müfred, s. 337; Hâkim, el-Müstedrek, 2/475.
[26] Hatîb el-Bağdâdî, er-Rihle fî talebi'l-hadîs, s.127; el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye, s.127; Zehebî, Tezkiratü'l-huffâz, 1/56.
[27] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 5/285; Hatîb el-Bağdâdî, er-Rihle fî talebi'l-hadis, 198.
[28] Tirmizî, ilim 19; İbn Mâce, mukaddime 17; Dârimî, mukaddime 32.
[29] Hatib el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi'r-rivâye, s.177.
[30] Dârimî, mukaddime 47; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 7/113; Hatîb el-Bağdâdî, er-Rihle fî talebi'l-hadîs, s.93; İbn Abdilberr, et-Temhîd, 1/56.
[31] Müslim, mukaddime 5.
[32] Müslim, mukaddime 5.
[33] Râmehürmüzî, el-Muhaddisü'l-fâsıl, s. 208; İbn Abdilberr, et-Temhîd, 1/43.
[34] İbn Hacer, Tehzîbü't-tehzîb, 2/395; Râmehürmüzî, el-Muhaddisü'l-fâsıl, s. 395.
[35] Hatîb el-Bağdâdî, el-Câmi' li ahlâki'r-râvî ve âdâbi's-sâmi', 2/192; Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl, 31/557; Bâcî, et-Ta'dîl ve'l-cerh, 1/290.
[36] Beyhakî, es-Sünenü'l-kübrâ, 7/233; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/317.
[37] Müslim, mukaddime 5.
[38] İbn Hacer, Tehzîbü't-tehzîb, 5/153; İbn Hibbân, el-Mecrûhîn, 2/15.
[39] Sehâvî, el-İ'lân bi't-tevbih li-men zemme ehle't-tarih, s.66.
[40] Sehâvî, el-İ'lân bi't-tevbih li-men zemme ehle't-tarih, s.66.
[41] İbn Abdilberr, et-Temhîd, 1/47.
[42] Hâkim, el-Medhal ile's-Sahîh, s.111; Bâcî, et-Ta'dîl ve'l-cerh, 1/282; Ebû Nuaym, el-Müsnedü'l-müstahrec, 1/53.
[43] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/173; Aliyyülkârî, el-Masnû', 1/141.
[44] Nebhânî, Câmiu kerâmâti'l-evliyâ, 2/158; el-Fethu'l-kebîr, 1/7.
[45] Mizzî, Tehzîbü'l-Kemâl, 24/443; Hatîb el-Bağdâdî, Târîhu Bağdâd, 2/9; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 12/402.
[46] İbn Hacer, el-Kavlu'l-müsedded fi'z-zebbi an Müsned-i Ahmed, s. 1-45.
[47] Suyûtî, Tedrîbü'r-râvî, 1/278, 279; Zehebî, Mîzânü'l-i'tidâl, 1/131.
[48] Suyûtî, el-Leâliü'l-masnûa, 1/2; Tedrîbü'r-râvî 1/278-279.
[49] Ebu'l-Mehâsin ed-Dimeşkî, Zeyl-ü Tezkirati'l-huffâz 1/348; Suyûtî, Tabakâtu'l-Huffaz, 1/522.
[50] Bkz.: Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/154, 472.


Fethullah Gülen

Sonsuz Nur-3
montenegro isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-22-2010, 20:10   #9
Kullanıcı Adı
Ömer Bekir
Standart
Allah razı olsun kardeşim..Fethullah Hoca'nın bu açıklayıcı konusuda iyi oldu..Hepsini baştan aşağı okudum,lakin bu Hadis düşmanı okur mu bilmem..Okusada mutlaka bir çatlaklık yapacaktır..Neyse;tekfir bizden hidayet Allah'tan..
Ömer Bekir isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 03-22-2010, 20:32   #10
Kullanıcı Adı
pazarsineği
Standart
Allah razı olsun paylaşım için.. hepsini okumaya vakit ayıramadım ama tamamını okumak istiyorum uygun bir vakitte..
Yalnız İslamın yumuşak karnı tabirini daha çok İslam'a saldırmak isteyenler kullanıyorlar.. Uydurma hadislerin var olması İslamın, Peygamber(s.a.v)'in sünnetinin ya da hadislerinin güçsüz olduğunun bir ıspatı değildir.. bu uydurma hadislere hadis dahi denilmemesi gerekir ki İslamın bir parçasıymış gibi hele ki çürük bir parçasıymış gibi tanımlamak çok huzursuz ediyor beni.. başlığın değiştirilmesini rica etsem ukalalık etmiş sayılmam inşallah
pazarsineği isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi