|
07-03-2010, 10:43 | #1 |
John J. Mearsheimer "Batan gemi: İsrail"
Batan gemi: İsrail
'İsrail Lobisi' kitabının yazarı John J. Mearsheimer, İsrail'in özgürlük filosuna düzenlediği baskının kendi 'gemisini' batırdığını söylüuyor. İsrail’in, Gazze’ye seyreden insâni yardım filosuna 31 Mayıs 2010 tarihinde düzenleyip yüzüne gözüne bulaştırdığı baskın, İsrail’in tersine çevirmekten aciz göründüğü feci bir seyir içinde olduğunun son işâretiydi. Bu saldırı, İsrail’in ABD için ne büyüklükte bir stratejik külfet olduğuna da dikkat çekmiştir. Bu vaziyetin, Yahudi devletine derin bir bağlılık besleyen Amerikalıların önüne büyük problemler koyacak şekilde zaman içerisinde daha da kötüleşmesi muhtemeldir. Mavi Marmara’ya yapılan ve çuvallanan saldırı, İsrail’in askeri güç kullanma bağımlısı olduğunu ama ne ki bunu etkin bir şekilde yapmaktan da aciz olduğunu bir kez daha göstermiştir. İsrail silahlı kuvvetlerinin (IDF) zaman içerisinde iyiye gidip tüm bu uygulamaları düzelteceğini düşünenler olmuş olabilir ama o, böyle olmak yerine, isâbetli atış yapamayan bir çeteye döndü. IDF’nın sayı yaptığı açık seçik son zaferi, 1967’de yapılan Altı Gün Savaşlarıydı; bundan sonraki kayıtlar, başarısız askeri harekâtların tekrarından ibârettir. Yıpratma Savaşı (1969-70) en iyi halde beraberlikti ve İsrail, 1973 Ekim Savaşı’nda askeri tarihin en büyük sürpriz saldırılarından birinin kurbanı olmuştu. IDF 1983’te Lübnan’ı işgal etti ve bu işgal, Hizbullah ile müzmin ve kanlı bir savaşa düşmesiyle neticelendi. İsrail, onsekiz yıl sonra mağlûbiyeti kabul etti ve Lübnan bataklığından geri çekildi. İsrail, 1980’lerin sonunda askerlerine Filistinli göstericilerin kemiklerini kırmalarını söyleyen Savunma Bakanı İzak Rabin’le I. İntifada’yı kuvvet kullanarak ezmeyi denedi. Fakat o strateji başarısız oldu ve İsrail, Oslo Barış Sürecine katılmaya mecbur kaldı ki boşa çıkmış bir diğer çabadır. IDF, yetkinliğini son yıllarda artırmış da değil. İsrail hükümetinin kurduğu soruşturma komisyonu dâhil neredeyse eldeki tüm verilere göre, 2006 Lübnan savaşını çok kötü icra etti. IDF daha sonra Aralık 2008’de kısmen de “İsrail caydırıcılığını eski yerine koymak için” ama daha ziyâde Hamas’ı zayıflatmak veya devirmek için Gazze halkının üzerinde yeni bir harekât başlattı. Kudretli IDF, istediği vakit Gazze’yi yumruklamada özgür olmasına rağmen Hamas ayakta kaldı ve İsrail, Gazze’yi harâb ettiği ve sivil nüfusunu öldürdüğü için dünya genelinde kınandı. Gerçekten de BM nezâretinde yazılan Goldstone raporu, İsrail’i savaş suçlarıyla ve insanlığa karşı işlenmiş muhtemel suçlarla itham etti. Mossad, bu yılın başlarında, Dubai’de bir Hamas liderini katletti fakat suikastçiler çeşitli güvenlik kameralarından görülmüş ve Avustralya’ya, bazı Avrupa ülkelerine ait sahte pasaportlar kullandıkları tespit edilmişti. Avustralya, İrlanda ve İngiltere’yle mahcup edici bir diplomatik kavga çıktı ve her biri, bir İsrailli diplomatı ülkeden kovdu. Bu tarihe bakınca, IDF’nin Gazze filosuna düzenlediği operasyonun haftalar öncesinde planlanmasına rağmen kötü yönetilmiş olması şaşırtıcı değildir. Mavi Marmara’ya çıkan muharip güçler, ciddi bir direnişe hazırlıklı değillerdi ve dokuz eylemciye - bazılarına çok yakın mesâfeden - ateş ederek cevap verdiler. Eylemcilerden hiçbiri de silahlı değildi. Kanlı operasyon dünya çapında kınandı; ABD hâriç elbette. IDF, bu son başarısızlıktan dolayı İsrail’de bile adamakıllı eleştirildi. Bu yanlış düşünülmüş operasyonların İsrail için zararlı neticeleri vardır. Başarısızlıklar, hasımları sağlam bırakırken, İsrail liderlerinin, İsrail’in caydırıcı şöhretinin zayıflayışına üzülmelerine yol açıyor. Caydırıcı şöhreti tâmir etsin diye IDF tekrar salıveriliyor ama sonuç genelde bir diğer terslik oluyor ve aynı şeyi bir kez daha yapması için İsrail’i güdülüyor. Bu sarmal mantık, İsrail’in askeri güç sarhoşu oluşuyla da birleşince, İsrail basını'nın sürekli olarak bir sonraki İsrail savaşının nerede olacağı hakkında tahminler yürüten makaleler yayınlamasını açıklamaya da yardım etmektedir. İsrail’in son bozgunu, uluslararası ününe de zarar verdi. 2010 yılında BBC için dünya genelinde yapılan bir ankete göre İsrail, İran ve Pakistan, dünyada en olumsuz etkiye sahip ülkeler; Kuzey Kore bile daha iyi bir yere sahip. İsrail için daha üzücü olanı, Türkiye’yle bir zamanlar var olan stratejik ilişkilerin 2008-2009 Gazze saldırısı sonucunda ama özellikle de Türk vatandaşlarla dolu Mavi Marmara adlı Türk gemisine yaptığı saldırı sonucunda fena halde zarar görmüş olmasıdır. Ancak şüphesiz ki İsrail için en sıkıntılı gelişme, İsrail’in davranışlarının Amerikan çıkarlarına dünya genelinde zarar verdiğini, askerlerinin hayatlarını tehlikeye attığını söyleyen ABD’deki seslerin çoğalmasıdır.. Eğer bu hissiyat artarsa, İsrail-ABD ilişkilerini ciddi şekilde zarar verebilir. Irk ayrımcısı devlet olarak hayat sürmek Filo trajedisi, İsrail’in vahim bir durumda olduğunu bir diğer şekilde göstermiştir. İsrail’in tepkisi, İsrail liderlerinin, Filistinlilerin Gazze ve Batı Şeria’da yaşayabilir bir devlete sahip olmalarına izin vermeye ilgi duymadıklarını, Filistinlilerin bir avuç fakir bölgeye hapsedildiği “Büyük İsrail’i” kurmanın peşinde olduklarını âşikar etmiştir. İsrail, uyguladığı ablukanın yalnızca Gazze’ye silah girişini engellemeye mâtuf olduğunda ısrar ediyor. Şayet bu doğru olsaydı, İsrail’i eleştirmek zor olurdu ama doğru değil. Ablukanın gerçek amacı, Hamas’ı desteklemelerinden ve Gazze’nin dev bir açık hava hapishanesi olarak kalması için İsrail’in sarfettiği çabalara direnmelerinden dolayı Gazze halkını cezalandırmaktır. Durumun Mavi Marmara bozgunundan önce de böyle olduğu elbette ki açıktı. Abluka 2006 yılında başladığında, Ariel Şaron'un ve Ehud Olmert’in yâveri Dov Wiesglass fikrin “Filistinlileri açlıktan öldürmeyecek şekilde perhize sokmak” olduğunu söylemişti. Ve onsekiz ay önceki Gazze katliamı, Gazzelileri cezalandırmak içindi, silah ambargosunu icra etmek için değil. Filo’daki gemiler, Hamas için silah değil insâni yardım taşıyorlardı ve yardım konvoyunun Gazze’ye ulaşmasını önlemek amacıyla İsrail’in ölümcül güç kullanma istekliliği, İsrail’in Filistinlilerle yan yana iki ayrı devlette yaşamayı değil de Filistinlileri aşağılamayı ve boyun eğdirmeyi istediğini fazlasıyla belli etmiştir. Gazze’deki Filistinlilere uygulanan toplu cezalandırmanın kısa süre zarfında sona ermesi muhtemel değil. İsrail liderleri, ablukayı kaldırmaya veya müzakerelere samimi bir şekilde ilgi duymuyorlar. Üzücü gerçek şu ki İsrail, Filistinlilere uzun zamandır vahşice davranıyor ve bu alışkanlığı kırmak neredeyse imkansız. Jimmy Carter’ın geçen yıl “Filistinli vatandaşlara insan gibi değil de hayvan gibi muamele ediliyor” demiş olması şaşırtıcı değil. Bu muamele, görünür geleceğe kadar böyle sürecek. Sonuç itibariyle de iki devletli çözüm olmayacak. Gazze ve Batı Şeria, beyaz hâkimiyetindeki ırk ayrımcısı Güney Afrika’yla bâriz benzerlik taşıyan ırk ayrımcısı bir devletin yani Büyük İsrail’in parçası olacak. İsrailliler ve onların Amerikalı destekçileri, bu kıyaslamayı işitince tüylerini kabartıyorlar ama kısa bir süre sonra tüm topraklarda Yahudi nüfusunu aşacak olan Arap nüfusun haklarını inkar ederken Büyük İsrail’i kurdukları takdirde onları bekleyen budur. Aslında, İsrail’in iki eski başbakanı – Ehud Olmert ve Ehud Barak – buna bir mim koymuşlardı. Olmert “bu gerçekleşir gerçekleşmez İsrail devleti bitmiştir” diyecek kadar ileri gitmişti. Olmert haklı çünkü İsrail bir aparheid devleti olarak kendisini ayakta tutamayacak. Irkçı Güney Afrika gibi İsrail de demokratik, iki uluslu, siyasetinde daha çok sayıda Filistinli’nin hâkim olacağı bir devlete doğru er geç evrilecek. Ancak bu süreç yıllar alacak ve İsrail, bu zaman zarfında, Filistinlilere zulmü sürdürecek. İsrail’in hareketleri dünyada daha fazla sayıda halk ve hükümet tarafından görülüp kınanacak. İsrail, farkında olmadan Yahudi devleti olarak kendi geleceğini mahvediyor ve bunu ABD’nin zımni desteğiyle yapıyor. Amerika’nın sırtında yorucu bir külfet İsrail’in stratejik liyâkatsizliği ile tedricen apatheid devletine dönüşümünden ortaya çıkan terkip, ABD için kayda değer sorunlar yaratmaktadır. İki ülke çıkarlarının birbirinden uzaklaştığı her iki ülkede daha çok kabul görüyor; hatta bu bakış açısı, Amerikan Yahudi câmiası içerisinde bile ilgi çekiyor. Örneğin Jewish Week “The Gaza Blockade: What Do You Do When U.S. and Israeli Interests Aren’t in Synch?” başlıklı bir makale yayınladı. Her iki ülke liderleri, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikalarının ABD güvenliğine zarar verdiğini artık söylüyorlar. Başkan yardımcısı Biden ve Merkez Kuvvetler Komutanı General David Petraeus, her ikisi de bu konuda fikirlerini açıkladılar ve Haziran ayında Knesset’te konuşan Mossad başkanı Meir Dagan “İsrail’in, ABD nezdinde bir değer olmaktan çıkıp gitgide külfete dönüştüğünü” belirtti. Niçin böyle olduğunu görmek kolaydır. Çünkü ABD, İsrail’e öyle destek veriyor ve Amerikalı politikacılar “özel ilişkileri” en müfrit ifadelerle öyle övüyorlar ki dünya çapında insanlar, ABD’yi İsrail’in hareketleriyle doğal olarak ilişkilendiriyorlar. Amerika’nın, İsrail’in Filistinlilere zalim muamelesine verdiği destek, Arap ve İslam dünyasında çok sayıda insanın ABD’ye öfke duymasına yol açıyor maalesef. Bu kızgınlık, Amerika’ya karşı terörün azmasına yardım etmektedir. Halid Şeyh Muhammed’i “11 Eylül saldırılarının mimârı” olarak tanımlayan 11 Eylül Komisyonu Raporu’nun “ABD’ye karşı kötü niyeti, orada öğrenci olarak yaşadıklarından değil İsrail’i kayıran Amerikan dış politikasıyla şiddetli anlaşmazlığından kaynaklandı” hükmünü hatırlayın. Usame bin Ladin’in Amerika’ya duyduğu husûmete kısmen bu aynı endişe benzin dökmüştür. ABD’ye karşı halk kızgınlığı, Mısır, Ürdün ve S. Arabistan gibi kilit Amerikan müttefiklerinin genelde Amerikan uşağı olarak görülen yöneticilerini de tehdit etmektedir. Bu rejimlerden herhangi birinin çöküşü, ABD’nin bölgedeki konumuna indirilmiş büyük bir darbe olacaktır; ama ne ki Washington’ın İsrail’e verdiği inatçı destek, bu hükümetleri güçlendirmeyip daha da zayıflatmaktadır. Daha önemlisi, İsrail’in Türkiye’yle ilişkilerinin kopması, Amerika’nın Türkiye’yle, bir NATO üyesi ve Avrupa’da, Ortadoğu’da kilit bir Amerikan müttefiğiyle başka türlü gayet yakın ilişkilerine kesinlikle zarar verecektir. Son olarak, İsrail’in İran nükleer tesislerine saldırma tehlikesi var ve böyle bir saldırının ABD için berbat sonuçları olabilir. Amerika’nın ihtiyaç duyacağı son şey, bir İslam ülkesiyle bir diğer savaştır özellikle de Afganistan ve Irak’taki Amerikan savaşlarına kolayca müdahale edebilecek bir ülkeyle savaş. İran’ın İsrail’le birlikte veya İsrail olmadan sadece Amerikan kuvvetleri tarafından vurulmasına Pentagon’un karşı çıkışı bu yüzden. Fakat Netanyahu, İsrail için iyi olduğunu düşündüğü takdirde, ABD için kötü bile olsa, yine de saldırabilir. İsrail lobisini karanlık günler bekliyor İsrail’in sorunlu yörüngesi, Amerikalı destekçileri için de büyük bir baş ağrısıdır. Birincisi, İsrail ve Amerika arasında seçim yapma meselesi var. Buna bazen çifte sadâkat diye gönderme yapılıyor fakat yanlış bir ifadedir bu. Amerikalılara çifte vatandaş olma – fiiliyatta çifte sadâkat - hakkı tanınıyor ama bu diğer ülkenin çıkarları ABD çıkarlarıyla uyumlu olduğu müddetçedir. İsrail destekçileri, Amerikalıların büyük bir çoğunluğunu her iki ülke çıkarlarının özdeşliğine inandırmak için ABD’deki kamusal söylemi on yıllardır şekillendirmeye uğraşıyorlar. Ancak bu durum değişmektedir. Çatışan çıkarların mevcudiyeti hakkında açıkça konuşulmasının yanısıra, bilgili kişiler, İsrail’in hareketlerinin Amerikan güvenliğine zararlı olup olmadığını açıkça soruyorlar. İsrail lobisi ya İsrail çıkarları, Amerika’nın çıkarlarıyla eşanlamlıdır şeklindeki standart savı yeniden ileri sürerek ya da – İsrail lobisindeki kilit şahsiyetlerden Mortimer Zuckerman ifadesiyle – “İsrail, mâliyetini aşan kâr payları dağıtmış bir müttefiktir” diye iddia ederek bu yeni söylemi gözden düşürmek için tırmalıyor. Daha sofitike bir yaklaşım, 337 Kongre üyesinin Mart ayında Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’a gönderdiği, sponsoru AIPAC olan, iki ülke arasında farklılıklar olabileceğini kabul eden ama “böylesi farklılıkların en iyi sessizce, güven ve gizlilik içerisinde çözülebileceğini” savunan bir mektuptur. Başka bir ifadeyle, farklılıkları kapalı kapılar ardında, Amerikan kamuoyundan uzakta tut. Ancak İsrail'in hareketlerinin Amerikan çıkarlarına zarar verip vermediği hakkında yapılan kamuoyu tartışmasını bastırmak için artık vakit çok geç. Aslında, zaman içerisinde daha yüksek sesle yapılması ve daha çekişmeli geçmesi muhtemeldir. Değişen söylem, İsrail destekçileri için göz korkutucu bir problemdir çünkü iki ülke çıkarları çatıştığında ya İsrail'in ya da Amerika'nın yanında yer almak zorunda kalacaklar. Lobideki kilit şahsiyetlerin ve kurumların çoğu, ihtilaf olduğunda şimdiye değin hep İsrail'in yanında yer aldılar. Örneğin, Başkan Obama ve Başbakan Netanyahu arasında yerleşimler üzerinde iki büyük aleni çatışma yaşandı. İsrail lobisi her iki sefer de Netanyahu'nun yanında durdu ve Obama'yı kösteklemesi için ona yardımcı oldu. İftira ve İnkarla Mücadele Birliği (Anti-Defamation League) başkanı Abraham Foxman gibi kişiler ve AIPAC gibi örgütler, öncelikli olarak Amerikan değil İsrail çıkarlarının kaygısını gütmektedirler. Bu durum, lobi için çok tehlikelidir. Gerçek problem, çifte sadâkat değil ama iki sadâkat arasından birini tercih etmek ve İsrail çıkarlarını Amerikan çıkarlarının önüne koymaktır. Lobinin İsrail'i savunmaya sınırsızca adanmışlığının - ki bazen Amerikan çıkarlarının hakkının verilmemesi anlamına gelmektedir - gelecekte Amerikalılar nezdinde daha âşikar olması muhtemeldir ve bu, İsrail destekçilerine ve İsrail'e karşı fena bir geri tepmeyi tetikleyebilir. Lobi bir başka meydan okumayla da yüzyüzedir: Irk ayrımcısı bir devleti liberal batıda savunmak kolay olmayacak. İki devletli çözümün yok olduğu, İsrail'in beyaz hâkimiyetindeki Güney Afrika'ya döndüğü yaygın bir kabul olduğunda – bu günler çok uzakta değil - Amerikan Yahudi câmiasının İsrail'e vediği desteğin bahse değer oranda azalması da muhtemeldir. Bunun başlıca nedeni, ırk ayrımının rezil bir siyasi sistem oluşu, temel Amerikan değerleriyle de Mûsevi değerleriyle de kavgalı oluşudur. Hangi sisteme sahip olursa olsun İsrail'i savunmayı sürdürecek Yahudiler var elbet. Fakat sayıları zaman içerisinde azalacak; bunun en başta gelen nedeni, kamuoyu araştıma verilerinin de gösterdiği üzere, genç Amerikalı Yahudilerin, yaşlılara nazaran İsrail'e karşı daha az bağlılık duymalarıdır; bu ise onları İsrail'i körü körüne savunmaya daha az meyilli kılmaktadır. İşin sonu şu ki, İsrail, ırk ayrımcısı bir devlet olarak kendisini uzun vadede savunamayacak çünkü kınanmayı hak eden böylesi bir siyasi sistemi savunmak için Amerikan Yahudi câmiasına bel bağlayamayacak. Yardımlı intihar İsrail, iç karartıcı bir gelecekle yüzyüze ama gidişatını değiştireceğini düşünmek için hiçbir neden yok. İsrail'de siyasi çekim merkezi, sağa kaydı ve büyükçe bir barış yanlısı siyasi parti veya hareket yok. Dahası, İsrail, kuvvet yoluyla halledilemeyenin daha büyük bir kuvvetle halledilebileceğine sağlam bir inanç besliyor ve İsraillilerin pek çoğu Filistinlilere nefretle bakmıyorsa eğer, onları hor görüyor. Ne Filistinliler ne de İsrail'in yakın komşuları, İsrail'i caydıracak kadar güçlü değiller ve İsrail lobisi, gelecek on yıl zarfında İsrail'i anlamlı bir Amerikan baskısından koruyacak denli güçlü kalmayı sürdürecek. Dikkate şâyandır, İsrail lobisi, İsrail'in ulusal intiharına yardım etmekte, bu esnada da Amerikan çıkarlarına ciddi şekilde zarar vermektedir. Bu trajik duruma meydan okuyan sesler son yıllarda biraz daha gürleşti fakat siyasi yorumcuların pek çoğu ve fiilen tüm Amerikalı siyasetçiler, bu durumun nereye varacağı hususunda mutlu bir cehalet içinde yahut da fikirlerini açıkça söyleyerek kariyerlerini tehlikeye atmaya isteksiz görünüyorlar. Kaynak: American Conservative Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın
Konu Ertuğrul ÖZGÜL tarafından (07-03-2010 Saat 10:46 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|