AK Gençliğin Buluşma Noktası
Kitaplar ve Dergiler Kitaplar ve Dergi içerikleri, değerlendirme ve tavsiyeler.


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 01-01-2009, 22:57   #1
Kullanıcı Adı
Gökmen
Post Kalbin Zümrüt Tepeleri..
Feyz, Tecelli ve Vahdet-i Vücûd, Vahdet-i Şühûd Meslekleri


Tekvînî mânâsıyla feyz ve tecellî mevzuu, bizi ister istemez âsâr, esmâ, sıfât, şuûn ve Zâtıyla Zât-ı Bârî'yi tanıma, yani mârifetullah çerçevesinde vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühud konusuna götürmektedir.

İslâm'ın pek çok buudunu izah etmede, son bir-iki asırda düşülen hatalardan biri, onlarla başka dinler veya felsefeler arasında münasebet kurmak şeklinde işlenmekte, meselâ, tasavvufun bazı mefhumlarıyla, Budizm'in, Hinduizm'in, platonizmin mefhum ve mülâhazaları arasında irtibat aranmaktadır. Hatta, Batıdaki panteizm ve monizm mesleğiyle vahdet-i vücûd mesleği aynı görülebilmektedir. Halbuki panteizm, tabiat veya kâinat adına Allah'ı inkâr ve kâinatın bütününü ilâh kabul eder, güya bütün ilâhları veya ulûhiyet düşüncesini kâinatın varlığında bütünleştirme davası güder; monizm, bütün kâinatta sârî bir ulûhiyet düşüncesine dayanırken, tam tersi bir istikamette yürüyen vahdet-i vücûd mesleği, Allah ve O'nun kâinata varlık kazandıran vücûdî tecellileri adına kâinatı âdeta yokluğa mahkum eder. Allah'ın vücûdundan başka gerçekten var sayılabilecek başka varlık kabul etmez. Bundan ayrı olarak, panteizm ve monizm birer felsefedir; birer iddiadır. Vahdet-i vücûd ise, bir hâldir; aşk, incizap ve bunlardan kaynaklanan sekr hâline dayanan bir müşahededir. Evet hata, umumî mânâda, tamamen bir hâl ve tecrübe mesleği olan; imana, ibadete, Allah mârifet ve aşkına dayanan tasavvuf ile, onun sadece felsefesini yapan bazı akımları, çok noktada ortak dil ve mefhumları kullandıkları için aynı gibi değerlendirmeden kaynaklanmaktadır. Oysa, arada doğru münasebet bulmak mümkün değildir.

İslâm, Efendimiz (sallâllahü aleyhi vesellem)'le başlayan o çok süratli yayılışında, dinler, düşünceler, felsefeler yatağı Mısır, Suriye, Harran bölgesi, Irak ve İran'da pek çok eski inanç ve felsefe ile karşılaştı. Bir yandan bunlardan kaynaklanan sızmalara karşı saf İslâm akidesini muhafaza etmek, bir yandan da bilhassa mütefelsif kafalara İslâm akidesini anlatabilmek ve ortaya çıkan akidevî problemleri çözmek için, kelâmcılar ve diğer âlimler, zaman zaman mecbur kalarak, diğer dinlerin ve felsefelerin bazı kelime ve mefhumlarını kullandılar. Kaldı ki, aynı kelime ve mefhumlar, farklı düşünce ve inanç sistemlerinde, her düşünce ve inanç sistemine has muhteva giyer. Bugün bu mühim nokta da gözardı ediliyor ve bunun neticesinde, meselâ İslâm Hukuku'na Roma'da, tasavvufa Hind'de, İran'da, Mısır'da menşe' aranıyor. Tabiî bunda istişrakın da (oryantalizm) büyük rolü oldu. Bizim dünyamızda son bir-iki asırdır İslâm adına yazıp konuşanlar, ilâhiyat fakültelerinde akademik unvan çalışması yapanlar da, maalesef hep müsteşrikleri kaynak aldılar. Bunların içinde, bilhassa tasavvufun dayandığı dînî tecrübe ve kalb hâllerinden uzak bulunanlar ise, dünya görüşleri ve hayat tarzları kalb ayağıyla seyr u sülûka da el vermediği için, meseleyi bir felsefe hâline getirmekle, işin içinden çıktıklarını zannettiler.

Mevzuya bu şekilde bir açıklık getirmeye çalıştıktan sonra diyebiliriz ki, hakâik-i kainat, Esmâ-i İlâhiye'nin tecellisinden ibarettir. Allah'ın isimleri tecelli ediyor ve kâinat var oluyor, varlığını sürdürüyor. Cevherimizle, a'râzımızla biz ve bizim gibi bütün varlıklar, bütün eşya, hatta bütün hâdiseler, Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin tecellisinden ibarettir. Yaratıcı güç ve kudret, o tecellilerle kendisini gösteriyor. Bu tecellilerin dayandığı üç temel isim veya isimlere kaynaklık eden sıfat, İlim, İrade ve Kudret'tir. Bütün varlıkların Cenâb-ı Allah'ın İlminde, âyân-ı sâbite dediğimiz ilmî vücûtları vardır. Cenâb-ı Allah (celle celâlühû), bunları yaratmak, şehadet âlemine çıkarmak irade buyurduğu zaman -ki, bu "zaman" da bize göre bir ifade ve izah tarzıdır; yoksa Zât-ı Bârî ve ef'âli üzerinden zaman geçmez; zaman, O'nun ef'âli ve tecellileri âlem-i şehâdete indiğinde söz konusu olur- onlar üzerinde İrade ve Kudretiyle tecelli eder. Bir defa, mesele ilmî ve iradî olmakla, zaten panteizmden de monizmden de ayrılır. Panteizm ve monizmdeki ilâhın keyfiyeti bile meçhuldür; her ikisinin, nihaî noktada natüralizmden, hatta materyalizmden bir farkı yoktur. Fakat felsefeciler, vahdet-i vücûdu, vahdet-i mevcûd telâkkisi içinde ve panteizm, bazen de monizm adıyla itikadımıza dahil etmeye çalışmışlardır. Burada düşülen bir diğer yanlış, Cenâb-ı Hakk'ın sıfât, esmâ ve onların tecellileriyle, bu tecellilerin eserlerini ayıramamaktır. Meselâ, bütün konuşmalar gider, Cenâb-ı Hakk'ın Mütekellim ismine ve Kelâm sıfatına dayanır. Fakat bu demek değildir ki, her konuşan insanda -hâşâ- Allah konuşuyor. Nasıl bir yaz günü güneşe müteveccih eşyadaki sıcaklık, yeryüzündeki aydınlık güneştendir; ama ne güneştir, ne güneşin bizatihî ısısı ve ışığıdır, ne de güneşin kendisidir. Daha öte bir misal olarak, şeffaf cisimlerin her birinde güneşi görürsünüz; güneş onlarda ısısıyla da, ışığıyla da tecelli eder. Fakat o görünenlerin hiçbiri güneş değildir. Güneş yine tepemizde eksilmeyen ısısı ve ışığıyla, o tecellilerden hiç müteessir olmayan varlığıyla hayatını sürdürmektedir. Belki bu misal bile, Cenâb-ı Hak ile mevcudat, mahlûkat arasındaki münasebeti tam izah etmez ama zihne yaklaştırır; zaten misal de bunun için verilir. Bunun gibi, mahlûkatın hayatı Allah'ın Hayy ismi ve Hayat sıfatına, varlıklarını sürdürmeleri Kayyumiyetine, ilimleri İlmine, görmeleri O'nun Basîr, işitmeleri Semî' oluşuna dayanır. Fakat bu demek değildir ki, hayatı, hareketleri, görmesi, bilmesi ve işitmesiyle bütün varlık -hâşâ- Allah'tır.


Varlığın Allah'tan olması, arz edildiği gibi, O'nun esmâ ve sıfâtının tecellisi demektir. Bunu, tek kelime ile "yaratma" olarak tarif ediyoruz. Yoksa bu, bir zuhur değildir. Zuhur, kâinatta gördüğümüz her şeyin O'nun varlığından ibaret olmasını gerektirir. Oysa burada bir Yaratıcı-yaratılan farklılığı söz konusudur. Allah Allah'tır, mahlûkat mahlûkattır. Mahlûkattaki noksanlıklar, ilim, hayat, görme, işitme, güç-kuvvet, ölme, acı çekme, ihtiyaç duyma, öncelik, sonralık gibi bütün hâl ve hususiyetlerde görülen kusur, eksiklik, zamana ve mekâna bağlılık... evet bunların hepsi, ortada bir zuhurun olmadığını gösterir. Meselâ, bir kitapta yazarın ilmini, kabiliyetlerini ve daha pek çok hususiyetlerini görürsünüz. O kitabın mânâsı, onun asıl varlığıdır ve yazara aittir. Fakat o kitap, ne yazarın zuhurudur, ne de aynısıdır. Onun sadece bir eseridir; tabir yerindeyse, ondaki kabiliyet, isim, sıfat veya hususiyetlerinin tecellilerinin toplamıdır. Yazarın yaratma kabiliyeti olsa ve kitaba can verebilse idi, o kitap yine yazarın zuhuru da, kendisi de olmayacaktı. İşte, tecelli ile zuhur arasındaki farkı, bir misal çerçevesinde böyle izah edebiliriz. Monizmin temelinde zuhur düşüncesi vardır. Oysa hakikatte, tecelli söz konusudur. Cenâb-ı Hakk'ın esmâ ve sıfatlarının tecellileri, eşyaya lûtfettiği hassalara göre oluyor. Eşyanın maddiyeti, bir bakıma o hassaları belirliyor ve esmâ ve sıfâtın tecellilerini sınırlıyor, kendi kalıbına döküyor. Eşyadaki bu hassalar da şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ın iradesiyledir; fakat bu hassalardaki noksanlık, onların her bakımdan mükemmel olamaması, zaten onların birer mahlûk olduğunu gösteriyor ve onların 'ötesi'nde bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf bir Varlığa işaret ediyor. Yani eşya, hem varlığı ve sahip bulunduğu hususiyetlerle, varlığının ve hususiyetlerinin asıl kaynağı ve onların hepsine aynı anda ve kâmil derecede sahip Varlığı gösteriyor; hem de, bu hususiyetlerdeki noksanlıkla, onların asıl sahibinin kemâline işaret ediyor.

Kaldı ki, ortada bir de mükellefiyet durumu var. Bize irade verilmiş ve bunun karşılığında üzerimize birtakım sorumluluklar yüklenmiş. Bunları duyuyor ve yaşıyoruz. O halde, bu sorumlulukları nasıl bize tebliğ eden bir peygamber ve ona da o sorumlulukları yükleyen bir Zât varsa, demek ki bu sorumluluklarla yüklü olan bizi, onları yükleyen Zât'la aynı görmek veya bizi O'nun zuhuru görmek, tam bir dalâletten başka bir şey değildir.

Bu görünür hakikate rağmen -vahdet-i vücûd mesleğinin can damarı olarak- birtakım sofîler, aşk, cezp ve sekir halinde, ışık tufanına gark olmuş bir odada, o ışıktan başka bir şeyin görülmemesi gibi, kendilerini tamamen ilâhî tecellilerle sarılmış görüyorlar. Gözleri başka bir şey görmüyor. Bu hâlde iken onların, Allah'tan başka var yok; sadece Allah var demeleri, yanlış değildir; fakat tekrar edeyim, bu telâkki, o hâlin gereğidir. Ama, içlerinde bazıları neredeyse sürekli bu hâli yaşıyorsa ve bu hâlin insanı ise, onların böyle bir şeye itikat etmeleri, kendileri açısından dalâlet olmaz. Fakat, her şeyi fark ikliminde gören, tadan ve yaşayan bizim gibi insanların aynı iddiada bulunması, bu işin felsefesini yapmak demektir ve tek kelimeyle dalâlettir; hatta, mesele panteizm ve monizme irca ile öyle itikat edilirse, küfürdür de denebilir. Ateşe sokulan bir demir, belli bir süre ateşte kalıp da dışarı çıkardığımızda, ortada sadece bir ateş kütlesi görürüz. Bu demirin o hâlde iken, "ben ateş kütlesiyim" demesi zâhire de muvafıktır ve diyebilir. Ama o hâlde olmayan başka demirlerin veya o hâl geçtikten sonra aynı demirin "ben ateş kütlesiyim" demesi, ayn-ı dalâlet olur, yalan olur, yanlış olur.

Vahdet-i şühûda gelince: Pek çok şubeleri ve zaman içinde geçirdikleri istihalelerle Brahmanizm, Budizm ve Hinduizm gibi daha çok ruhçu ve metafizik ağırlıklı din ve/veya felsefelerin yaygın bulunduğu Hindistan'da çok ciddi bir metafizik ve metapsişik ağırlığın hakim olacağı izahtan varestedir. Yogilerin fevkalâde kabiliyetlerini düşünün; altı ay bir şey yemeden durabiliyorlar. Onlar, bu yaptıklarıyla -kendi tabirleri ile- ruh gücünü kazanıyor veya ruha gücünü kazandırıyorlar. İmam Rabbanî'nin döneminde, bu türden anlayış ve uygulamalar çok yaygındı; daha sonra da hatta bugüne kadar yaygın olmaya devam etti ki, önceki asırda Ahmed Kadıyanî, İslâm'ı bu akımlara karşı müdafaa etmek için fizik ötesi tecrübelere girişip, maalesef neticede cinlere mağlûp düşüp, ulûhiyet iddia etmeye kadar gitmiştir. İşte İmam Rabbanî, o günkü Hind toplumunda ve Müslümanlar arasında panteizm çizgisinde bir vahdet-i vücûd anlayışının yaygınlaşması ve hem Zât-ı Ulûhiyet'e ait Ulûhiyet hakikatının sarsılması, hem de Sıfat gerçeklerine dokunulması karşısında, bunlarla mücadele mecburiyetinde kalmıştır. Çünkü, o zaman anlaşıldığı mânâda vahdet-i vücûda inansanız, Mu'tezîlî düşüncede olduğu gibi, Allah'ın sıfatlarını nefy ve inkâr cihetine gidersiniz: her şey O'ndan gelen dalgalardan ibaretse, bu takdirde sıfatlara da, esmâya da gerek kalmaz. Bir O var, bir de sürekli ve -hâşâ- kesilmesi kimsenin elinde olmayan mecburî tecelliler ve dalgalar var. Güneş, nasıl kendi ışığının önünü alması, nasıl hararet saçmasına mani olabilmesi mümkün değilse, hâşâ, Zât-ı Ulûhiyet de, bu şekilde sürekli zuhur etmeye mecburdur. O, bundan kendini alamaz. Böyle bir ortamda yetişen İmam Rabbanî hazretleri, Allah'ın (celle celâlühû) kendisine bahşettiği zaman ve mekân üstü dinamikleri kullanarak, bu sapık düşünceyi tashih cihetine gidiyor ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat itikadını böyle bir ortamda yeniden ifade edebilmek için kendine has yeni bir telâkki, yeni bir yaklaşım geliştiriyor. Bu yaklaşımının özeti şudur: "Ortada bir vahdet vardır, ama bu vahdet, bir zevk, aşk ve incizap meselesidir; gözden bütün varlığın ve eşyanın silinip, sadece Ehadiyet'in tecelli etmesidir. İnsan, bütün masivayı arkasına atıp unutmazsa zevk-i rûhânîye ulaşamaz. Öyle ise insan, ibadet ü taat yaparken, farzlarla Allah'a kurbiyet kazanıp, nafilelerle tamamen maiyyet-i İlâhiye'ye girerken, yani müteşabih bir hadis-i kudsîde ifade buyurulduğu üzere, Allah onun "gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve onu yürüten güç" olurken, bu zevk hâlini vahdet-i vücûd diye anlayabilir ve o şekilde ifade edebilir. Fakat bu, bizatihî vahdet-i vücûd değil, Allah'ın size bir lütfudur ve O'ndandır. Bu, eşyayı sizin sırtınızdan atması, nazarınızı kendisine tevcih etmesi, dolayısıyla sizi bir müşahede zevkine ulaştırması demektir. Hakikatte ise, "heme ost" değil, "heme ez-ost"tur; her şey, O'ndan gelen tecellilerden ibarettir, O değildir. Ama bu tecelliler, o kadar intizamlı, o kadar muttasıl, o kadar birbirine yakın ve hızlıdır ki siz, bu tecellileri bir sinema şeridindeki kareler gibi bir bütün hâlinde görme v

ehmine kapılmaktasınız. Zevk u sekr hâlinde böyle bir yaklaşımda bulunmanızda mahzur yoktur.

Vahdet-i vücûd, bir hâl mesleğidir ve hem tasavvufta, hem de umumî İslâm binası içinde eksik bir mertebedir. Gaybe iman, hususiyle tahkike ve yakîne ulaşmış iman mertebesinin mertebelerin en büyüğü olduğunu hem İmam Rabbanî, hem de Bediüzzaman söylüyor. Çünkü bu durumda, meseleyi ihata edemesek bile, nazarî ve icmalî olarak vahye göre, Resûlüllah'ın (sallâllahü aleyhi vesellem) getirdiği hakikate göre kabullenmiş oluruz ve tehlikeye de, vartaya da düşmeyiz. Kur'ân cemaatine göre, "O müminler gaybe inanırlar" (Bakara, 2/3) cümlesi, en büyük hakikati ifade etmektedir. Gayb, mukayyedi ile mutlakı ile ne ise, biz ona öyle inanırız. Bu, tabiî kendi içinde, belki insanlar sayısınca mertebeleri olmakla birlikte en yüksek mertebedir ve enbiya-yı izamın mertebesidir. İdrak ve ihatanın da ötesindedir. " - Gözler, bakışlar, basarlar, O'nu idrak edemez ama O, bütün gözleri ve bakışları idrak eder, ihata eder." Basar, bu göz değil de kalb bile olsa, yani vicdanî bir duyuş ve seziş, küllîyi külliyeti ile kucaklayabilecek bir idrak gücü bile olsa, yine Allah'ı idrakten âcizdir. Sınırsız olan, sınırlı ile ihata edilemez. Bu meselenin mantığı budur. Basar ve basiretleri O kuşatmışsa, kuşatılmış bir şeyle kuşatan kuşatılamaz.

Evet, vahdet-i vücûtla alâkalı yıllar önce ifadeye çalıştığımız daha başka mülâhazalarımızı, onların yayınlandığı kitaba havale ederek diyebiliriz ki, Sahabe ve Kur'ân talebelerinin mesleği, gaybe iman esasına dayanır. Hatta bu meslek, İlâhî tecellîlerin ne bir zevk olarak teferruatına iner ne de onların üzerinde, burada izaha mecbur kalındığı ölçüde felsefî yorumlara girer. Biz, gaybe iman çizgisinde durur, Allah'a iman eder ve arkasını karıştırmayız. Tabiî bu, mârifet, muhabbet ve zevk-i ruhanî arayışımıza mani değildir. Onu da yine bu sâlim meslekte ararız ve inanıyoruz ki bu meslek, oraya da, hem de daha hatarsız ve emin, hatta kestirme bir yolla götürür. İtikadımızca, gerçek Sahabe mesleği de budur.

 

Gökmen isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




boşanma avukatı webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım