11-15-2008, 22:05 | #1 |
~ Kaplumbağa Burhan ~
Hikaye Tadında Bir Anı Hayvanları hiç sevmezdim. Bu yüzden hiç bir hayvana dayanamaz, onlar hakkında canice şeyler düşünürdüm. Bunun yanı sıra bütün hayvan belgesellerini heyecanla izler, güçlü bir hayvanın zayıf olan diğer hayvanlara saldırıp onları parçalaması, o görüntüler bana apayrı bir zevk verirdi. Evet, hayvanlardan hazzetmezdim ama nedenini de bilmezdim. Belki korkuydu, belki başka bir şey. Korkunun payı da yadsınamazdı ama. Küçükken yaşadığımız şehirde; tavuklarımız, hindilerimiz, tavşanlarımız köyde de; ineklerimiz ve kedilerimiz vardı. Yani öyle hayvan görmemiş birisi değildim. Tavuklara çok yaklaşmazdım, tavşanlar zaten alındıkları günün ertesi günü sırra kadem bastılar. Onlarla bir diyaloğumuz olamadı yani. Hindilerle de pek ilişki kuramadan kesip yedik. Kedilere her yerde rastlanır. Onlardan korkulmaması gerektiğini tecrübe etmeden de anlamıştım. İnekler, en azından bizimkiler, ahırda bağlı bir şekilde dururlardı. Buna rağmen babaannemle ahıra gittiğimizde onlara çok yaklaşmazdım. Huyum kurusun çok tedbirliyimdir. Yaylaya gittiğimizde sorun olurdu biraz. Malum orada inekler serbest. O yüzden yaylada evin etrafından çok uzaklaşmaz yalnız bir yere gitmezdim. Hayvanlarla ilgili mazim bu şekilde işte aşağı yukarı. Görüldüğü gibi onlarla sağlıklı bir iletişim kuramadım hiç bir zaman. Bazen ben alışıncaya kadar kesidikleri için, bazen alışmaya vakit kalmadan sırra kadem bastıkları için, bazen de gereksiz korkaklığım ve bu korkaklığımı "tedbirlilik" maskesi altında sakladığımdan ve bazen de bunların dışında kalmasına rağmen nedenini bir türlü anlayamadığım kedi düşmanlığım yüzünden. Sözün kısası hayvanlarla olan mazim hiç de parlak değil işte. Ama asıl konu bu değil. Bu sadece bir girişti. Şimdi asıl konuya gelelim. Bir gün zil çaldı. Ben.. Ya garipsemenize gerek yok. Tamam bu, giriş için biraz alakasız olmuş olabilir ama artık konuya direk geçmek istiyorum. Bir gün zil çaldı. Kapı zili. Apartmanın kapısının var ya, o işte. Zili çalan ağabeyimmiş. Zil çalınıyor çalınıyor kapıyı açan yok. Sinirli sinirli kalktım, çıktım odadan. İlk önce alt kapıyı sonra da üst kapıyı açtım. Sonra içerde heyecanlı heyecanlı haber izleyip, kendi kendime yorum yapan ağabeyime çıkıştım biraz. Tekrar geri dönüp uzun zamandır kapıda geleni bekleyen biri edasıyla " Hoşgeldin" diyecekkken içine düştüğüm hayretim yüzünden bunu biraz geç ve soluk bir şekilde söylemek zorunda kaldım. Elinde plastik bir kap ve kabın içinde değişik bir şey! Bir Yaratık!.. Aslında büyük ağabeyimin dilinde nakarat gibi bir kaç gündür "Kaplumbağa alacağım, kaplumbağa alacağım." sözleri dolanıyordu. Ama -nerden duydum hatırlamıyorum lakin derler ya- inan olsun hiç tahmin etmemiştim gerçekten alacağını. Bu kısa süreli şoku üzerimden atınca hemen içerde oturup televizyon seyreden, kapı çalınca da kapıyı açmak yerine televizyonun sesini açamayı tercih eden ağabeyime, haberi, usta haberciler gibi anında verdim. Kaplumbağayı getiren ağabeyim hayvanı içinde bulunduğu kapla odanın ortasına bırakıp gitti. Biz diğer ağabeyimle baş başa kaldık.( İnsanın iki ağabeyi olunca bahsederken anlaşılabilmek adına mecburen 'küçük', 'büyük' sıfatlarını kullanmak zorunda kalıyor.) Tabi ağabeyim hemen yorum yapmaya başladı. İzlediği haberlerin etkisinden çıkamamış anlaşılan. - Acaba bu su kaplumbağası mı? Eğer öyleyse suyun içinde olması lazım. Böyle küçük olduğuna göre de su kaplumbağasıdır. dedi. Karşılık olarak ben de: - Demek ki karada da olabiliyormuş. dedim. Çok iyi biliyordum ki eğer kendisini onaylasaydım benden içi su dolu bir kap isteyecekti. Gerçi sonunda gidip kabı getirdim. Hayvana dua etsin. Bir sorunumuz vardı yalnız: Hayvanı su dolu kabın içine kim koyacaktı? O da dokunamazdı ben de. Hayvan da buluduğu yerde rahat değil. Kap çok dar ve suyu yok. Neyse binbir güçlükle hayvana dokunmadan onu su dolu kaba, tabiri caizse attık. Şehzademiz hemen kendine pay çıkardı. "Ben olmasaydım ne yapacaktı bu hayvan ya. Susuzluktan ölüp gidecekti." dedi. " Ya balıktı zaten. Sen olmasaydın hemen ölüverecekti." dedim. Biraz durdum sonra sinirli bir tonla, "Hayır sanki eve havuzun içinde getirildi." diye devam ettim. Uzun bir süre yüzüşünü seyrettik. Son derece mükemmeldi. Çok güzel yüzüyordu. Biraz ürkek, biraz huzursuzdu. Korktuğu zaman; başını, iki elini ve iki ayağını kabuğunun içine sokuyordu. Yüzünün her iki tarafında da kırmızı renkli bir şekil vardı. Onlar sevimliliğini artırıyordu. Onunla ilk tanışmamız böyle oldu işte. Biraz kavgalı, gürültülü. Hep o kapta kalmadı tabi ki. Ona camdan dikdörtgen yer yaptırdık. Akvaryum yani. Onun içinde çok daha rahattı. Artık korkmuyordu da hemen. Kaplumbağamızı sadece annem ve babam sevmemişti. "Onun yerine alın bir taş koyun ne farkeder." diyordular. Gerçi bunu söylerken canlı bir hayvanla cansız bir taşı aynı kefeye koymuyorlardı ama ne farkeder diyorlardı işte. Sonra annem belki de hepimizden çok titremişti üzerine. Kaybolup da kanepenin arkasına düşmüş gazetenin arasından çıktığında hepimizden çok sevinmişti. Ararken de en çok o telaşlanmıştı. Kardeşimle, büyük ağabeyim dokunabiliyordu sadece ona. Biz korkuyorduk. Sonra isim koydu büyük ağabeyim hayvana. Adı neydi biliyor musunuz? Burhan. Ne kadar saçma! Hayvana hiç böyle bir isim konulur mu? Hele de o hayvan kaplumbağa ise. Ya tamam biz de illa yabancı bir isim olsun demiyoruz ama herhalde daha güzel bir isim olabilirdi öyle değil mi? İtiraz ettik. Ağabeyime " Ya niye bu ismi koydun hayvana. Sence bu Avrupa Yakası'ndaki Burhan gibi komik mi? dedim. O da " Ne alakası var ya. Burhan 'delil' demek ve o da bize Allah'ın var olduğunun bir delili" demesin mi? Dumura uğramıştım. "Cahillik ne kötü şey" sözünün manasını biraz daha derinden anladım. Böylece bu, isim kabullenme kabullenmeme olayına da sona verdik. Burhan ismini de tıpkı kendisi gibi bağrımıza bastık. Kaplumbağamız kendisine alına hazır yemlerden hiç birini yemedi. Marul gibi yeşillikleri de yemedi. Sadece kıyma ve et. Tavuk ya da inek eti farketmiyordu. Ama onların da yağlarını çıkararak yiyordu. Çok akıllıydı ya. Sağlığına çok dikkat ediyordu. Ellerinin yardmıyla etlerin yağlarını çekip alırkenki halini çok severdim. Bir yüzerken bir de yerken daha bir sevimli oluyordu. Burhan; biz okula, ağabeyim de işe gidince diğer ağabeyimin can sıkıcı eğitimleriyle baş başa kalıyordu. Neymiş çağrıldığı zaman gelmeyi öğrenecekmiş. Bu bir nezaket kuralıymış. Bunu bilmezse nazik bir kaplumbağa olamazmış. Burhan'ın da çok umrunda nezaket. Hava güneşli olduğu zaman balkona çıkarırdık. Güneşlensin, kabuğu güçlensin diye. Raşitizm olmasından korkardık. İşte böyle. Çok düşündüm kaplumbağayı. Çünkü beni, buna zorluyordu Burhan. Ya güzel bir sesi yoktu kuşlar gibi. O, tamamen sessizdi. Süs balıkları gibi seyredeni etkileyen değişik bir rengi de yoktu. Niye seviyorduk ki biz onu bu kadar? Nesini seviyorduk daha doğrusu? Her hayvanın etkileyici bir tarafı varmış demek ki. Burhan'ı ne süs balıklarına ne de kuşlara değişirdim. Evet dokunamıyordum ama yine de onu çok seviyordum çünkü o, benim hayvanlara olan bakış açımı değiştirmişti. Hayvanlar güzel şeylermiş. Onları sevmeye başlamıştım. Burhan'ı bir hafta önce aldığmız yere geri verdik. Çünkü son zamanlarda yemek yemiyordu. Neşesi yerinde değildi. İlk geldiğinde çektiğimiz resim ve videolarına baktık. O zamanki haliyle şimdiki halini karşılaştırdık. Zayıflamıştı. Kabuğu değişmiş, belki de güçsüzleşmişti. Göz göre göre ölmesinden korktuk. Becerememiştik işte bakamamıştık ona iyi. O zamana kadar geri verilmesine karşı çıkan bizler, ölmesinden korktuğumuz için "Tamam. Geri verilsin öyleyse." dedik. Ağabeyim, Burhan'ı aldı, bir hatıra fotoğrafı çektim onlara. Ertesi gün geri verildi. O gün zor geçmişti bizim için. Akşam ağabeyim gelince, biz sırf öylesine, sormuş olmak için ve ümitsizce " Geri verdin değil mi? diye sorduk." Ağabeyim durumu şöyle özetledi: - Yirmi üç yaşındaysan ve kaplumbağanı geri vermişsen hayat çok zor.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|