AK Gençliğin Buluşma Noktası
Tartışıyorum AK Partililerin, AK Parti Gençlerinin Seviyeli tartışma bölümü.



Cevapla
Seçenekler
 
Alt 12-05-2011, 00:29   #1
Kullanıcı Adı
onurcan
Standart Kemalizim Nedir?
Ankara’da 1920 yılında kurulan Büyük Millet Meclisi'nde Cumhuriyetin İlanı’ndan önce ve sonra
yaşanan çalkantılı süreç boyunca, muhalefet çeşitli aşamalarla tasfiye edildi. Cumhuriyet Halk
Partisi, 'deolojisini, 1925-1945 yılları arasındaki bu teksesli dönemde aşama aşama oluşturdu ve
uygulamaya koydu. Ancak söz konusu ideolojinin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk,
Türkiye’ye ithal ettiği bu sosyal, kültürel, politik ve ekonomik uygulamalar bütünü hakkında bir
kitap ya da manifesto kaleme alarak düşüncelerine temel teşkil eden noktaları açıklama gereği
duymadı.
1
Kemalizm adına bir temel eserin yazılmamış olması, Atatürk’ün Altı İlke konsepti çerçevesinde
tam olarak neleri kast etmiş olduğu konusundaki birincil kaynakları, CHP parti programları,
partinin Atatürk dönemindeki uygulamaları ve Atatürk’ün söz ve demeçleri ile sınırlı kılıyor.
Bu üç birincil kaynak arasında, CHP parti programlarının ve bu programlar çerçevesinde
gerçekleştirilen uygulamaların, Kemal Atatürk'ün söz ve demeçlerine nisbeten daha muteber
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira pragmatist bir lider olan Kemal Atatürk'ün, farklı dönemlerde
(ya da aynı dönemde farklı kitlelere hitaben), birbiriyle çelişmek bir yana, tamamen zıt
istikamette olan çok sayıda sözüne rastlamak mümkün. Zaten Kemalizm (ya da genel anlamda
Kemal Atatürk) konusundaki kafa karışıklığının temel nedeni de bu. Zira Türkiye'de önemli bir
çoğunluk, Kemal Atatürk hakkında öğrenegeldiği (doğru ya da yanlış) bilgiler doğrultusunda

1
Her ne kadar Kemalizmin doktrinleştirilmesi yönündeki bir teklife Atatürk'ün karşı çıkarak, 'O zaman donar kalırız' şeklinde yanıt verdiği rivayet
edilse de, aksi yönde onca delil varken sırf bu cümleden hareketle Kemalizmin dogmalaşma eğilimine sahip olmamış olduğunu iddia etmek
mümkün değil.
- 3 -
oluşmuş olan bir Atatürk kavramına sahip. Gerek Kemal Atatürk'ün kitlelere tanıtılması
esnasında tarihi verilerden hareket edilmeyip ululayıcı söylemlere sığınılması, gerek mevcut
verilerin kullanılması konusunda seçici davranılarak tek yönlü bir portre çizilmesi, gerekse Kemal
Atatürk'e ait olan pek çok sözün birbirine tamamen zıt argümanlar içermesi nedeniyle, birbiriyle
çelişkili çok sayıda Atatürk miti aynı anda toplumda kendine yer edinebiliyor.
Sadece konu hakkında birincil kaynaklardan hareket eden bir insan ululayıcı propaganda
söyleminden ve de tarihi verilerin tek yanlı kullanılmasından önemli ölçüde korunmuş olsa da,
Kemal Atatürk'ün çelişkili ifadeleri daha derin bir analizi gerekli kılıyor. Bu duruma örnek
olarak, Mustafa Kemal'in 23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi'nin açılmasından dört gün sonra
'Padişahı azam, Halife ve Hakanı akdesimiz Efendimiz' olarak hitap ettiği Sultan Vahdettin'e
sadakatlerini bildirdiği telgraftaki ifadeleri dikkate alınabilir:
'Padişahımız! Kalbimiz hissi sadakat ve ubudiyetle [kullukla] dolu, tahtınızın etrafında her
zamandan daha sıkı bir rabıta ile toplanmış bulunuyoruz. İctimaının [toplanmasının] ilk
bu sözü Halife ve Padişahına sadakat olan Büyük Millet Meclisi son sözünün yine bundan
ibaret olacağını südde-i seniyyelerine [yüce kapınıza] büyük tazim ve huşu ile arz eder.'
2
Sultan Vahdettin'in kızı Sabiha Sultan ile evlenme talebinde de bulunan (ancak reddedilen)
Mustafa Kemal'in, aradan sadece iki yıl geçtikten sonra mecliste yapmış olduğu bir konuşma ise
şöyle:
'Nasıl ki, kanunen idamı lazım gelenlerin bile ipini çekmek için kalb ve vicdan-ı ulviyeti
insaniyeden mücerret bir mahluk aranır. İdam hükmünü verenlerin böyle adi bir vasıtaya
ihtiyacı vardır. O kim olabilir?
Türkiye devletinin istiklaline hatime veren, Türkiye halkının hayatını, namusunu, şerefini
imha eden, Türkiye'nin idam kararını ayağa kalkarak ve bütün endamiyle kabul etmek
istidadında kim olabilir?
(Vahdettin, Vahdettin! sadaları, gürültüler.)
Maatteessüf bu milletin hükümdar diye, sultan diye, padişah diye, halife diye başında
bulundurduğu Vahdettin… (Allah kahretsin! sadaları).'
3
Mustafa Kemal'in, Sultan Vahdettin hakkında farklı dönemlerde söylenmiş olan, tamamen zıt
yöndeki iki ifadesi, söz ve demeçlerinin tetkik edilmeden yakın tarih adına delil kabul
edilemeyeceği konusuna iyi bir örnek olabilir. Zira bu tür bir metodolojik yanlış ile Atatürk'ün
saltanat yanlısı olduğu sonucuna dahi varılabilir – ki böyle bir iddianın hiçbir yönüyle makul
olmayacağı açık.
Profesör Taha Parla, bu konuda, Atatürk'ün 1920 tarihli demeçlerinde 'sultanlardan,
halifelerden, Osmanlı tarihinden, Müslümanlık tarihinden, saray tarihçisi üslubuyla ve en
kuvvetli, ululayıcı sıfatlarla'
4
söz ettiğini belirttikten sonra, Atatürk'ün siyasal anlamda son
derece tehlikeli biri olarak kabul edilmesini mümkün kılan bir noktaya dikkat çekiyor:

2
Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Arşivi: 37/40855; T.B.M.M. Zabıt Ceridesi; 1920, s. 123-124'ten aktaran: Parla, Taha. [1992] 1995. Türkiye'de
Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 3: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u. İstanbul: İletişim

 

onurcan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 12-05-2011, 00:31   #2
Kullanıcı Adı
onurcan
Standart
'Atatürk, inanmadığı konularda cepheden mücadele yapmıyor, susmuyor, dikkatli ve ölçülü
eleştiri yapmıyor; inandığının tam tersini övebiliyor ve yüceltebiliyor.'
5
Kemalizmin Doğuşu
Cumhuriyet Halk Partisi, tek parti dönemindeki ilk programını 1927 yılında yayınladı.
'Cumhuriyet Halk Fırkası … cumhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siyasi bir cemiyettir ve merkezi
Ankara'dadır.'
6
ifadesinin yer aldığı bu programda, ilk üç ok telaffuz ediliyordu. 1931 yılındaki bir
sonraki CHP programında ise, tamamlanan altı ok konsepti şu şekilde sunuluyordu:
'Cumhuriyet Halk Fırkasının ana vasıfları
1- Cumhuriyet Halk Fırkası, A- Cumhuriyetçi, B- Milliyetçi, C- Halkçı, Ç- Devletçi, D- Layık,
E- İnkılapçıdır.'
7
CHP'nin 1931 programında dikkat çeken bir diğer cümlede, parti prensiplerinin geleceği de
kapsayan bir şekilde ele alınarak değişmez kılındığı ifade ediliyordu:
'Yalnız bir kaç sene değil, istikbale de şamil olan tasavvurlarımızın ana hatları burada
toplu bir halde yazılmıştır.'
8
Parti ideolojisinin dogmatikleşmiş olduğunun net bir göstergesi olan aynı ifadeye, söz konusu
ideolojinin adının konduğu 1935 programında rastlamak da mümkün:
'Yalnız bir kaç yıl için değil, geleceği de kapsayan tasarlarımızın ana hatları burada toplu
olarak yazılmıştır.
Partinin güttüğü bütün bu esaslar, Kamalizm prensipleridir.'
9
CHP'nin 1935 yılı programı, küçük farklılıklar haricinde 1931 yılı programının bir tekrarıydı. 1935
yılından sonra da ideolojik bir değişim ya da gelişim yaşanmadığından, Kemalizmin 1931 yılı
itibariyle şekillenmiş olduğu söylenebilir. 1935 yılı programında parti ideolojisine 'Kamalizm'
olarak referans verilmiş olmasının nedeni ise, o yıllarda dilde yapılan değişikliklerle birlikte
Mustafa Kemal'in, Arapça olan 'Kemal' adını öz Türkçe 'Kale' anlamına geldiğini söylediği 'Kamal'
ile değiştirmek istemiş olmasından ileri geliyordu.
Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra (tıpkı CHP programlarında ifade edildiği gibi) geleceği de
kapsayacak şekilde ele alınan Kemalizm, sadece tek parti döneminde değil, demokrasiye
geçilmesinden sonra da Türkiye'nin resmi ideolojisi olmaya devam etti. Gerek merkezi devlet
eğitimi, gerek devlet radyosu, gerekse Anıtkabir'de yapılan askeri bir törende okunan İstiklal
Marşı ile açılıp kapanan tek kanallı devlet televizyonu vasıtasıyla topluma (ve özellikle yeni
nesillere) yıllarca Kemalist doktrinler telkin edildi. Bu yoğun telkinler sonucunda da, halkın

5
Parla, 273.
6
1927 CHF Nizamnamesi.
7
1931 CHF Programı.
8
1931 CHF Programı.
9
1935 CHP Programı
- 5 -
önemli bir kısmı, ülkenin geleceği adına Altı Ok'un yol göstericiliğinin vazgeçilmez ve tartışılmaz
olduğuna inandı.
Bütün bunlardan ötürü, 20. yüzyıl Türk siyasi hayatını anlamlandırabilme adına, çok partili
Cumhuriyet tarihinin hemen her döneminde politik hayata kalıcı izler bırakmış olan Kemalizm'in
her ilkesinin net bir şekilde anlaşılmış olması gerekiyor.
2. CUMHURİYETÇİLİK
Cumhuriyetçilik, siyasi sahanın 'insanlara ait' olması düşüncesinden yola çıkan, hürriyetin temin
edilebilmesi için siyasi hayata keyfi müdahalelerin ortadan kaldırılmasını gerekli gören ve bu
nedenle de 'hukukun üstünlüğü' ilkesini esas alan bir siyasi idare şekli. Cumhuriyetçilik, insan
merkezli bu sivil yapısı nedeniyle monarşi karşıtlığını da doğal olarak içinde barındırıyor.
Kendisini saltanat karşıtlığıyla çok güçlü bir şekilde ilişkilendiren Kemalizm, Altı Ok
konseptindeki cumhuriyetçilik ilkesini 'monarşi karşıtlığı' şeklinde, dar anlamlı olarak tanımladı.
Bir başka deyişle, Osmanlı padişahının sürgüne gönderilerek cumhuriyetin ilan edilmesi ile
birlikte halk egemenliğinin de tesis edildiği iddia ediliyordu.
1935 yılı CHP programında ulusal egemenlik ile cumhuriyet arasındaki ilişki şu şekilde ele
alınıyor:
'Parti, ulus egemenliği ülküsünü en iyi ve en sağlam surette imsiliyen [temsil eden] ve
taplayan [tatbik eden] devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna kanığdır [ikna olmuştur].
Parti bu sarsılmaz kanağatla, Cumhuriyeti her tehlükeye karşı, bütün araçlarla korur.' KEMALİZM
- 6 -
Kemalizmin temel kaynaklarının cumhuriyetçilik kavramı hakkında bundan daha derin manada
herhangi bir şey söylemekte olduğunu iddia etmek epey zor. Cumhuriyet algısının, ders
kitaplarında da sıklıkla rastlanan, 'padişah tarafından ezilen halk' ve 'ezilen halkı egemen kılan
cumhuriyet' şeklinde karşılaştırmalı olarak sunulan iki konseptin vurgulanmasıyla sınırlı olduğu
rahatlıkla söylenebilir. Resmi söylemin dayattığı bu gerçek dışı yaklaşım, fazlasıyla sorunlu iki
sonuç veriyor.
Cumhuriyetçilik konusunda ortaya çıkan ilk sorun, 1923 yılının Osmanlı Devleti ile Türkiye
arasında kalın bir çizgi olarak tanımlaması. Zira bu yaklaşım, padişahın otoritesinin ciddi ölçüde
sınırlandırılarak (Britanya'dakine benzer bir şekilde) sembolikleştirildiği, Osmanlı Devleti'nin çok
partili ve anayasal bir siyasi sisteme geçtiği II. Meşrutiyet (1908-1918) dönemini tamamen göz
ardı ediyor. Gerek Osmanlı Devleti'nin, gerekse Türkiye Cumhuriyeti'nin belli kalıplara sokularak
kitlelere sunulması bu iki dönem hakkında sağlıklı değerlendirmelerin yapılmasını
engellediğinden, toplumun düşünce dünyasında durağanlığa da neden oluyor. Ne Osmanlı
Devleti'nde 18. yüzyıldan itibaren yaşanan Batılılaşma sürecini, ne de Türkiye Cumhuriyeti'nin
kısa tarihinde yaşanan korkunç ayrımcılık ve insan hakları ihlallerini doğru bir şekilde
öğrenmesine izin verilmeyen kitleler, her iki dönemi de, ezberlenmiş, kıymeti kendinden menkul
önermelerle tartışıyorlar. Bu durum, cumhuriyetçilik ilkesi sözkonusu olduğunda da kendini
gösteriyor ve (yukarıda CHP programından yapılan alıntıda olduğu gibi) herşey 'Padişah kovuldu,
cumhuriyet geldi, ulus egemen oldu' basitliğine sığdırılmaya çalışılıyor – ki nedensellikten
nasibini alamamış bu tür yaklaşımlar dahi, bilgi kavramına olan yabancılığın ifadesi. Zira padişah
kovmakla cumhuriyetçi olunamayacağı gibi, bir devletin adına 'cumhuriyet' kelimesini
eklemekle de rejim 'insanlara ait' olmaz.
Resmi söylemin neden olduğu ikinci büyük sorun ise, mümkün olan en dar şekilde tanımlanarak
bir dezenformasyon paketi içerisinde sunulan cumhuriyetçilik konusunda bireysel haklar
merkezli herhangi bir düşünce geleneğinin oluşmasına imkan verilmemiş olması. Halkın siyasi
alana müdahil olabilmesi bir yana, merkezi iktidar tarafından 'adam edilmesi gerekli olan bir
yığın' olarak görülmüş olması, tanımı gereği 'insanlara ait' olması beklenen cumhuriyet
rejiminin, 'Türk cumhuriyetçiliği' söz konusu olduğunda bir oksimorona dönüşmüş olduğu
gerçeğini ortaya çıkarıyor. CHP programında cumhuriyetçilik açıklanırken, 'Parti, ulus egemenliği
ülküsünü en iyi ve en sağlam surette imsiliyen [temsil eden] ve taplayan [tatbik eden] devlet
şeklinin Cumhuriyet olduğuna kanığdır [ikna olmuştur].' dendikten hemen sonra, 'Parti bu
sarsılmaz kanağatla, Cumhuriyeti her tehlükeye karşı, bütün araçlarla korur.' ifadesinin
kullanılmış olması da zaten bu zihniyetin bir sonucu. Zira Türk cumhuriyetçiliği, rejimin halka ait
olduğu değil, halkın rejime karşı bir 'tehlüke' olarak görüldüğü bir idarenin adıdır. Parti, (kendi
anladığı manada) cumhuriyetçiliğe kanığdır [ikna olmuştur], şimdi ise sıra cahil halkı bu işe ikna
etmeye gelmiştir.
3. HALKÇILIK
Altı Ok konseptinde yer alan halkçılık ilkesinin cumhuriyetçiliğin bir yan ürünü olduğu rahatlıkla
ifade edilebilir. Zira Kemalizmin halkçılık ilkesi, hiçbir birey, grup ya da ailenin herhangi bir
ayrıcalığa sahip olmadığı sınıfsız bir toplum anlayışının ifadesiydi. Ancak tek parti rejimi, bu
haliyle 'eşitlik' olarak da nitelendirilebilecek olan halkçılık ilkesini bu tanımla sınırlı bırakmadı.
onurcan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 00:33   #3
Kullanıcı Adı
onurcan
Standart
Halkçılık, devletçilik ve milliyetçilik ilkelerini iç içe geçirip kaynaştırmak suretiyle tek parça haline
getiren parti, böylelikle ideolojisinin sosyal ve ekonomik politikalarını ortaya çıkarmış oldu.
Gerek kapitalist, gerekse sosyalist bir yapılanmadan son derece uzak olan bu kaynaşma,
dönemin Avrupasında popüler olan korporatist uygulamaların son derece tipik bir uzantısından
başka bir şey değildi.
Halkçılık ilkesini önceki programlara göre daha geniş bir şekilde açıklayan 1935 yılı CHP
programında bu konuda yer alan ifadeler şöyle:
İrde [İrade] ve egemenlik kaynağı ulustur. Bu irde ve egemenliğin, devletin yurtdaşa ve
yurtdaşın devlete karşı olan ödev ve yükümlerini tamamiyle yerine getirmek için
kullanılması, partinin başlıca prensiplerindendir. Kanun karşısında, saltık [mutlak] bir
eşitlik kabul eden, ve hiçbir ferde, hiçbir aileye, hiçbir klasa [sınıfa], hiçbir cemaate
ayralık [ayrıcalık] tanımayan yurddaşları halktan ve halkçı olarak kabul ederiz.
Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı klaslardan [sınıflardan] karışıt değil, fakat ferdiğ
[bireysel] ve sosyal hayat için, işbölümü bakımından, türlü hizmetlere ayrılmış bir
sosyete [toplum] saymak esas prensiplerimizdendir; çiftçiler, küçük zanaat sahibleri,
esnaf ve işçilerle, özgür ertik [serbest meslek] sahibleri, endüstrieller [sanayiciler],
tecimerler [tacirler] ve işyarlar [memurlar] Türk ulusal kuramının başlıca çalışma
örgenleridir [organlarıdır]. Bunların her birinin çalışması, öbürünün ve kamunun hayatı
ve genliği [refahı] için bir zorağdır [zarurettir].
Partimizin bu prensiple amaçladığı gaye, klas [sınıf] kavgaları yerine sosyal düzenlik ve
dayanışma elde etmek, ve asığlar [menfaatler] arasında, biribirlerine karşıt olmayacak
surette, uyum kurmaktır. Asığlar kapasite ve çalışma derecesine göre olur.
Parti programı metninde ilk dikkat çeken nokta, yapılan tanım gereği tek bir kelimeyle
'imtiyazsızlık' şeklinde de özetlenebilecek olan halkçılık ilkesinin tamamen sosyoekonomik bir KEMALİZM
- 8 -
dayanışmacılık çerçevesinde açıklanıyor oluşu. Her meslek grubunun bir bütünün parçaları
olarak ele alındığı ve herbir parçadan diğer parçalar ile uyum içerisinde çalışmasının beklendiği,
rekabetin değil, işbölümünün hakim olduğu ve hepsinden önemlisi, bütün bu işleyişin topyekün
devletin düzenleyiciliği ile gerçekleştirildiği bu ekonomik sistem, o dönemde Avrupa'da kurulan
faşist partiler tarafından ortaya çıkarılmıştı.
Faşizm, günümüzde hakaret amaçlı kullanılan bir ifade halini almışsa da, kelime anlamı itibariyle
kendine özgü bir ideolojinin ifadesi. Faşist ideoloji, bireylerin ya da toplum içerisindeki grupların
kendileri adına karar alıp uygulamalarının devletin menfaatlerine aykırı olduğu düşüncesinden
yola çıkarak, 'milli bir birlik' tesis edilmesini öngörüyor. Bir milli liderin (Führer, Duce)
önderliğinde örgütlenen devlet, bu noktada, piyasa aktörlerinin sözkonusu milli birliğin
gereklerine uygun gelecek şekilde, rekabet değil uyum içerisinde çalışmalarını temin etme
görevini üstleniyor. Kendisini bürokrasinin olduğu kadar halkın da yöneticisi olarak gören
devletin (1) ekonomik alandaki uygulamaları kontrolü altına alması (devletçilik), (2) bu
uygulamaların istenilen sonuçları doğurabilmesi için halkın, 'devlet' adlı bütünün birbirleriyle
rekabet etmeyen ve uyum içerisinde çalışan eşit parçaları olarak tanımlanması (halkçılık) ve (3)
bu sistemin işleyebilmesi için herkesi aynı milli hedefe kenetleyen bir idealin ortaya çıkarılması
(milliyetçilik), faşist anlayışın birbirini tamamlayan tipik özellikleridir. Bu yönüyle devletçilik,
halkçılık ve milliyetçilik ilkelerinden birinin eksikliği durumunda bu bütünselliğin bozulacağı
söylenebilir.
Bu yapının, ekonomik çerçevedeki karşılığı korporatizmdir. 1920'lerden sonra Mussolini İtalyası
ve Nazi Almanyasında popülerleşen bu sistemin Türkiye'ye adaptasyonunun, (CHP parti
programlarından ve Altı Ok konseptinin oluşum sürecinden hareketle) 1931 yılında
tamamlanmış olduğu söylenebilir. Bu kronoloji doğrultusunda da, Kemalizmin Nazi Partisi'nden
değil, İtalyan Milli Faşist Partisi'nden etkilendiğini söylemek daha doğru gibi görünse de, konuyu
o dönemde ekonomik bir kriz içerisinde olan dünyada hakim olan yeni eğilimler ve arayışlar
çerçevesinde değerlendirmek daha makul bir yaklaşım olur.
10. Yıl Marşı'nda yer alan 'İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz' şeklindeki mısrada ifadesini
bulan Kemalist halkçılık, söz konusu korporatist yapısından ötürü, (zaman zaman
ilişkilendirildiği) 'halk egemenliği' düşüncesiyle de aslında tamamen ilgisiz bir yapıya sahip.
Ancak bu noktada Kemalizmin (siyaset bilimci olmayan) ideologlarının 'halk egemenliği' ve
'ulusal egemenlik' kavramlarını (muhtemelen aradaki farkı bilmeden) birbirlerinin yerine
kullanmakta olduklarını da belirtmek gerekli.
4. DEVLETÇİLİK
Türkiye'de milli eğitim kurumlarında (ve bu kurumlara hakim olan eğitim sisteminin doğurduğu
zincir reaksiyon nedeniyle daha pek çok yerde) yakın tarihimiz anlatılırken, 1920 ve 30'lu yıllarda
Avrupa'da etkin olan politik ve ekonomik akımlara yeterince değinilmiyor. Söz konusu akımların
cumhuriyet dönemi üst düzey yöneticilerini nasıl etkilemiş olduğu konusunun pek gündeme
gelmiyor oluşunun nedeni de herhalde bu... Ancak bu durum, ilgili dönemin düşünce hayatının
gerek yurt içi, gerekse yurt dışındaki gelişmelerden tamamen bağımsız kılınarak ağır bir lider
kültü eksenine hapsedilmesi ve cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleşen değişimin neredeyse
- 9 -
bütünüyle Milli Kahraman'ın dehasının bir ürünü olarak sunulması ile hepten aşırı bir uca
taşınıyor.
Bu tür yaklaşımların Türkiye'de zihinleri (ve dolayısıyla da düşünce hayatını) çok ciddi ölçüde
kısırlaştırdığı muhakkak. Zira Lale Devri'nden itibaren Avrupa'daki fikir akımlarından giderek
daha fazla etkilenmiş olan bir halkın, gerek bu etkileşimlerden, gerekse kendi kültüründen ileri
gelen birikiminin yok sayılması, bir yandan yakın tarihimizi suni temeller üzerine oturturken,
diğer yandan da, (söz konusu tarihin bugüne yansımasının çok kuvvetli olması nedeniyle)
günümüz politik hayatını dahi çıkmazlara sürüklüyor. Böyle bir düşünce ortamında, bütün
argümanlar eksik ya da çarpık bilgi üzerine bina edildiğinden, ihtilaf nedeni olan konuların belli
bir resmi çerçevenin dışında tartışılabilmesi de mümkün olamıyor.
Devletçilik de, Türkiye'de ihtilaf nedeni olagelmiş konulardan biri. Türkiye'nin dışa açılması ve
devletçiliği çoktan terk etmiş olan dünyaya entegre olmaya çalışmasıyla birlikte gündeme gelen
bu 'Atatürk ilkesi', (pek çok konuda olduğu gibi) Kemalist statüko yanlıları ile değişim isteyenler
arasında bir çekişmeye neden olmakta. Kemalist kesim, devletin ekonomideki varlığının
Atatürkçü anlayışın bir gereği olduğu gerekçesiyle kamu mallarının satılamayacağını öne
sürerek, karma ekonomi ve sosyal demokrasiden yana tavır belirliyor. Değişimden yana olanlar
ise, (muhtemelen Atatürk dışı bir çözüm önerisinin tepki ile karşılaşacağı düşüncesinden
hareketle) Atatürk döneminde alınan özel teşebbüs yanlısı kararları nazara vererek serbest
piyasacı bir Atatürk portresi çizmeye çalışıyor. Ancak Kemalist devletçilik söz konusu olduğunda,
sadece değişimcilerin değil, Kemalistlerin yaklaşımları da fazlasıyla problemli.
Kemalist Devletçiliğin Korporatist Yapısı
1920'lerden itibaren Avrupa'da güçlenmeye başlayan korporatist anlayışın Türkiye'de bilinmiyor
ve öğretilmiyor olması nedeniyle, Atatürk devletçiliği de sosyalizm – sosyal demokrasi –
kapitalizm hattı üzerinde yer alan iki boyutlu değerlendirmelere hapsediliyor. Bir başka deyişle,
söz konusu hattın korporatizmi dışarıda bırakan dar yapısından ötürü, Atatürk devletçiliği,
onurcan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 00:34   #4
Kullanıcı Adı
onurcan
Standart
sosyalizme ve kapitalizme kıyas edilerek konumlandırılıyor. Böyle bir yaklaşımdan ötürü de,
gerek sosyalizm gerekse kapitalizmle örtüştürülemeyen Kemalist devletçiliğin bu iki anlayış
arasında bir yerde olduğu varsayılarak karma ekonomiyi esas alan bir tür sosyal demokrasiye
karşılık geldiği sonucuna varılıyor.
Halbuki, devletin ekonomik sahada nihai karar alıcı olarak kabul edildiği ve gerek kamuya
gerekse özel sektöre ait işletmelere doğrudan müdahale edebildiği bir ekonomik sistem
öngören Kemalist devletçilik, sosyalizm ve kapitalizmden olduğu kadar, sosyal demokrasiden de
uzaktır. Dahası, 'devlet korporatizmi' başlığı altında değerlendirilebilecek pek çok öğeyi de
bünyesinde barındıran bu anlayış, sosyal devlet ve demokrasi kavramlarına da fazlasıyla
yabancıdır. Devlet korporatizmi, ülke içerisinde bulunan herkesin devlet tarafından alınan
kararlara riayet etmesini, sanayicilerden işçilere, memurlardan amirlere bütün vatandaşların
devletin gösterdiği hedef doğrultusunda 'işbirliği', 'dayanışma' ve 'uyum' içerisinde faaliyet
göstermesini esas alır. Devlet, bu işleyiş için gerekli ahengi sağlanayabilmekiçin de, halka son
derece güçlü bir milliyetçilik telkin etmek zorundadır.
Avrupa Korporatizmi ve Türkiye
Korporatist ideolojinin 1920'li yıllarda ivme kazanmaya başlamasıyla birlikte, Avrupa'nın kimi
bölgelerinde bu yeni anlayışın feodalizm ve liberalizmin ardından insanlığın geldiği yeni nokta
olduğuna inanıldı. Hatta dönemin papası 11. Pius dahi, korporatizmin işbirliği ve dayanışmayı
esas alan yapısının hıristiyan anlayışıyla uyumlu olduğuna inanıyor ve bu doğrultuda tesis etmek
istediği 'hıristiyan ekonomisi' konusundak' düşüncelerini yazıya döküyordu.
Bu gelişmelerden etkilenerek korporatizmi 'ulusal devlet' kavramıyla bayraklaştıran CHP'nin
konuya yaklaşımını, parti genel sekreteri ve ideologu Recep Peker'in 1935 yılı CHP programı ile
ilgili yaptığı açıklamalarda görmek mümkün:
Feodal devlet battı, onun yerine gelen liberal devlet de kendi içinden tefessüh
neticesinde dünyanın her yerinde çöküyor. Yerine çeşit çeşit devlet tipleri kuruluyor.
Arkadaşlar; feodal devletten sonra gelen liberal devletin yıkılışı ulusal devletin doğuşu
devrini getirmiştir. Ulusal devlet, keyfi bir idare değildir. Her kafadan bir ses çıkaran
dağıtıcı bir idare demek de değildir. Bizim anladığımız ulusal devlet nizamlı bir idarede
herkesin özel teşebbüsü demektir.
10
1930'lu yıllarda yaşanan ve 'Büyük Buhran' olarak referans verilen ciddi boyuttaki ekonomik kriz
nedeniyle o dönemde liberalizmi ve hatta demokrasiyi 'her kafadan bir sesin çıktığı' bir rejim
olarak gören insanlar artıyordu. Kriz nedeniyle problemler yaşayan ABD gibi demokrasilere
karşılık, Adolf Hitler ve Benito Mussolini yönetimindeki 'nizamlı' korporatist idarelerin
güçlenmekte oluşu, öyle görünüyor ki, tek parti yönetiminin de bu ideolojiye olan ilgisini
kamçılıyordu.
Recep Peker'in yukarıdaki ifadelerle sunduğu 1935 yılı CHP programı, Kemalizmin 'devletçilik'
okunu şöyle tanımlıyordu:

10
Parla, Taha. [1992] 1995. Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 3: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u. İstanbul:
İletişim Yayınları. 129.
- 11 -
Özel kınav [faaliyet] ve çalışma esas olmakla beraber, imkan olduğu kadar az zaman
içinde ulusumuzu genliğe [refaha] ve yurdu bayındırlığa eriştirmek için, genel ve yüksek
asığların [menfaat] gerektirdiği işlerde, hele ekonomik alanda, devleti filiğ surette
ilgilendirmek başlıca esaslarımızdandır.
Devletin ekonomi işleri ile ilgisi filiğ surette yapıcılık olduğu kadar, özel girişimlere de ön
vermek ve yapılmakta olan işleri düzenlemek ve kontrol da etmektir.
Devletin, filiğ olarak, hangi ekonomik işleri yapacağının belirtilmesi, ulusun genel ve
yüksek asığlarına bağlıdır. Bu lüzum üzerine, devletin, filiğ olarak, kendi yapmağa karar
verdiği iş, eğer, özel bir girişit [özel teşebbüs] elinde bulunuyorsa, onun alınması her
defasında özgü bir kanun çıkarmağa bağlıdır. Bu kanunda özel girişitin uğrayacağı
zararın, devlet tarafından ödem şekli gösterilecektir. Bu zarar oranlanırken, gelecekteki
kazanç ihtimalleri hesaba katılmaz.
11
Atatürkçü devletçiliğin tanımı yapılırken, hem özel teşebbüsün hem de devletin ekonomik
sahadaki varlığının esas alındığı net bir şekilde ifade ediliyor. 'Özel girişimlere ön vermek', 'işleri
düzenlemek', 'kontrol da etmek' gibi ifadeler ise, korporatist düzenleyiciliği bire bir karşılıyor.
Devlete verilen istediği özel şirketi kamulaştırma hakkı ise, Kemalist korporatizmin, devletin
karar alma aşamasında aynı masaya oturduğu diğer aktörlere yakın şartlarda olduğu toplumsal
korporatizmden epey uzaklaşarak son derece katı bir devlet korporatizmine varan uygulamalara
girişmekten de çekinmediğini gösteriyor. Müessesesine el konulan işletme sahibinin zararı
tazmin edilirken 'gelecekteki kazanç ihtimalleri'nin göz önüne alınmayacağının belirtilmiş olması
da, söz konusu tazminatın sadece işletmenin defter değeri üzerinden yapılacağı anlamına
geliyor ki, bunun da doğrudan soygunculuk yapmaktan hiçbir farkı yok.
12
Devletçilik okunun dikkat çeken bir diğer özelliği de, ekonomik alandaki bütün bu
düzenlemelerin 'hızlı kalkınma' amacıyla gerçekleştirildiğinin belirtilmiş olması. Devlet
güdümüyle kollektivistleştirilmiş olan toplum eliyle başarılması beklenen bu hedef, Kemalizmin
nasıl bir ekonomik hayat öngördüğü konusunu da açıklığa kavuşturuyor. Kemalizmin 'ulusal
devlet' olarak tanımladığı bu sistemde devletin gerek işçilere, gerekse işverenlere ne denli
hakim olduğu, yine 1935 CHP programındaki iki ayrı örnekte görülebilir:
'Grev ve lükavt yasak olacaktır.'
13
'Devlet, bütün endüstrilerde fiyat kontrol işlerini düzenleyecektir.'
14
Kemalist devletçiliğin bir yandan işçilere grev ya da lokavt hakkı tanımazken, diğer yandan her
mamulün fiyatını tek taraflı olarak belirlemeye kalkmasını, ne sosyalizm, ne sosyal demokrasi,
ne de kapitalizm ile izah etmek mümkün değil. Zira burada esas alınan prensip, toplumun her
kesiminin devletin koyduğu 'hızlı kalkınma' hedefi doğrultusunda kendi üzerine düşen görevleri
yerine getirmesinden ibarettir. 'Daha fazla maaş' ya da 'daha fazla kar' isteyerek

11
CHP Programı, 1935.
12
Bir işletmenin değerinin belirlenmesinde en başta gelen ölçü olan karlılığın göz ardı edilerek defter değerini esas almanın günümüz
şartlarında daha da anlamsızlaştığı görülüyor. Zira, (sözgelimi) hizmet sektörü, günümüz dünyasının bütün gelişmiş ülkelerinde milli hasıla
içersinde diğer ülkelere göre çok daha yüksek bir paya sahip. Ekspertizi yok sayan ve salt mal sektörüne (ve ihtimal, salt makine değerine)
odaklanan bu şirket değerleme biçiminin günümüzde hiçbir uygulanabilirliğinin kalmadığı malum. Milyar dolarlarla el değiştiren internet siteleri
için de aynı şey geçerli.
13
CHP Programı, 1935.
14
CHP Programı, 1935. KEMALİZM
- 12 -
mızmızlanmaya, 'kişisel' ya da 'sınıfsal' taleplerde bulunmaya ya da genel işleyişe aykırı
davranarak devletin koyduğu hedefe ulaşılmasını geciktirmeye ya da engellemeye hiç kimsenin
hakkı yoktur.
Bu sistemde kamu sektörüne ihtiyaç vardır, zira özel sektörün her alanda yatırım yapmaya gücü
ve isteği olmayacaktır. Ancak özel sektöre de ihtiyaç vardır, çünkü devletin de herşeyle aynı
anda uğraşabilmesi mümkün değildir. Dikkat edilecek olursa, buradaki kamu-özel ayrımı
sosyalizm-kapitalizm karşıtlığında olduğu gibi felsefi bir çatışmadan değil, tamamen pragmatik
bir işbölümünden ibarettir. Bu nedenle de, Kemalist devletçiliği, sırf ekonomik kollektivizminden
hareketle Sovyet sosyalizmi ile ilişkilendirmek mümkün olmadığı gibi, 'zenginler yaratma'
15
hedefiyle özel teşebbüsü desteklemiş olmasından ötürü de kapitalizmle bağdaştırmak da
mümkün değildir. Yine bu nedenle de, Atatürk'ün ekonomik alandaki özel teşebbüs ve kamu
varlığı konusundaki görüşlerini masaya yatıran ve yine aynı iki boyutlu hat çerçevesinde 'Acaba
hangisi daha ağır basıyordu?' sorusundan hareketle yapılan güncel analizler, sorulan sorunun
yanlışlığı nedeniyle baştan anlamsızdır.
Kemalist devletçilikte aslolan, sosyalizmin sınıf merkezli ekonomik analizine karşı çıkmak ve sınıf
çatışmasına karşı sınıf işbirliği düşüncesini hakim kılmak suretiyle toplumu işçisiyle işvereniyle
devletin hazırladığı planlar doğrultusunda (yine Kemalist söylemdeki ifadesiyle) 'gütmektir'.
16
Her kesimi bir diğeriyle kenetleyerek toplumu ekonomik anlamda farklı parçalardan oluşan tek
bir bütün haline getirme düşüncesini, İzmir İktisat Kongresi'nde Mustafa Kemal şöyle ifade
ediyor:
Bizim halkımız menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde değil; bilakis
mevcudiyetleri ve muhassalai mesaisi [çalışmasından doğan üretimi] yekdiğerine [bir
diğerine] lazım olan sınıflardan ibarettir.
17
Mustafa Kemal'in 1923 yılında, henüz cumhuriyet dahi ilan edilmeden gerçekleştirilen İzmir
İktisat Kongresi'nde sarf ettiği bu sözlerin 1935 yılında CHP Genel Sekreteri Recep Peker
tarafından tekrar edilmiş olması, Kemalizmin ekonomik anlayışının korporatist çizgi üzerinde
şekillendiğini gösteriyor:
Arkadaşlar; Türkiyede teklerin menfaati umumun menfaati sınırı içinde bulunacaktır. Bu
sade bir edebiyat değildir. Bu, bugünkü hayatta gerçekleştirilmesi gerek olan bir
düstürun tam ifadesidir. Bugünkü dünya durumunda, genel varlığı düşkün olan bir devlet
ve ulus içinde kendisini gerçekten o ulusa, o devlete bağlı sayan bir yurddaşın, ne kadar
şahsi varlığı, ne kadar parası olursa olsun, kendi başına mesut olmasına imkan yoktur.
Arkadaşlar; bugün zenginlik de ferdi olmaktan çıkmıştır. En büyük varlık sahibi kazanmış
olanların bile parası milli paranın durumuna bağlıdır. Şahsın parası devletin ve ulusun
hakiki kuvvetine dayanmıyorsa, bu bir gece içinde mahvolabilir.
18

15
Atatürk'ün 1923 tarihli şu sözü, bu konudaki tipik açıklamalardan biri kabul edilebilir: '[H]alkımızın tüccar sınıfını zengin edebilmek için,
ticaretin hariç ellerde bulunmasına mani tedabiri ittihaz etmek [tedbirleri almak] mecburiyetindeyiz.' Bkz: Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II
(1906-1938). [?] 1959. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
16
Halkçılık ilkesinde ifade bulan 'sınıfsızlık' prensibi, sadece padişah yönetimine değil, sınıf bazlı bir sosyal algıya sahip olan sosyalist anlayışa
karşı da dile getirilir. Kemalist literatürde sıklıkla 'dış cereyanlar' olarak nitelendirilen sosyalizm Türkiye için tehlikeli bulunduğundan, yanlış
yapması istenmeyen halka, halkçılık ilkesi işaret edilir.
17
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri II (1906-1938). [?] 1959. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. 112.
onurcan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 00:46   #5
Kullanıcı Adı
onurcan
Standart
Ancak bütün bunlara rağmen, CHP'nin korporatizmi ismen kabul etmeyip 'ulusal devlet'
kavramını tercih etmiş olduğunu da belirtmek gerekli. Recep Peker'in bu konudaki sözleri şöyle:
Şu halde acaba korporatif bir devlet düşüncesi mi hakimdir fikri hatıra gelebilir. Bunu da
karşılamak için programımızda bir önemli madde vardır. Onu hatırlatayım: Türkiyede
istismarcı yolda çalışacak tröstler ve karteller de yasak olacaktır. Bilirsiniz, nasıl marksist
sosyalist fakir bir ulusu içinde sınıf duygusu ile besliyerek parça parça çatışma saflarına
ayırır, bir sınıfı öteki sınıf aleyhine uğraşa sürükleyici telkinler yaparsa, müstahsillerin
[üreticilerin] aralarında birleşmeleri ve elele vermeleri ve bu surette müstehlikler
[tüketiciler] aleyhine ilk bakışta bariz görünmiyen falan hakikatte zararlı olan bir başka
çeşit sınıf mücadelesine yol açar.
Halbuki biz Türk varlığında bu müstahsiller-müstehlikler çatışmasına da yer
vermeyeceğiz. Her gün kendisine maliyet fiatından kat kat fazla bir fiat empoze edilmek
vaziyetinde bulunan ve istismar edenlere karşı yüreği nefretle dolu bir müstehlik kitlesi
meydana çıkmasının da önüne geçmeyi esaslı bir prensip tutmuş oluyoruz.
19
Recep Peker'in gerek parti programının metninin, gerekse kendisinin program hakkındaki
açıklamalarının korporatizm anlayışıyla ilişkilendirileceğini düşünmesi elbette doğal. Ancak
Kemalist devletçiliğin korporatist olmadığı konusuna delil olarak tröst ve kartellere izin
verilmeyecek olmasını göstermiş olması tamamen anlamsız. Zira üreticilerin kendi başlarına
tröst ya da kartel oluşturmaları, devlet korporatizminin tanımına zaten baştan ters. Peker,
ihtimal, dönemin şartlarından ötürü Türkiye'nin, Mussolini İtalyası ve Nazi Almanyası ile aynı
kategoride değerlendirilmesini istemiyor olabilir. Ancak bir politik ya da ekonomik bir sistemin
niteliği analiz edilirken esas olan, o sistemi organize eden kişilerin söz konusu idareye hangi ismi
taktıkları değil, o sistemin temel özelliklerinin hangi tanımlara karşılık geldiğidir. Bu çerçevede,
cumhuriyet adı verilen bir idare cumhuriyet olamayacağı gibi, korporatist olmadığı iddia edilen
bir ekonomik rejim de pekala tipik bir devlet korporatizmi olabilir.
Kemalist Devletçiliğin Militer-Milliyetçi Yönü
Korporatizmin etkisi altına giren 1920 ve 30'ların Avrupa ülkeleri gibi Kemalist devletçiğin de
militer seviyede bir milliyetçiliği benimsediği rahatlıkla söylenebilir. Kemalizmin milliyetçilik
ilkesi korporatizm adına gördüğü işlev itibariyle ayrıca ele alınmayı hak etse de, militer
milliyetçiliğin ekonomik alanda devletçilik ilkesi ile fazlasıyla iç içe geçtiği kimi örnekler
diğerlerine göre bir parça farklılık arz ediyor. Bu tür örneklerden en çarpıcı olanı, Kemalist
devletçiliğin ülke çapında, devlete ve sivillere ait olan kurumlarda beden eğitimi mecburiyeti
getirmiş olması.
Beden eğitimi 1920 ve 30'lu yıllarda (Atatürk'ün ifadesiyle) ırkın 'saflaşması' adına bir araç
olarak algılandığından, halkın topyekün mecburi beden eğitimine tabi tutulması o dönemde
olağan karşılanıyordu. Dahası, tek parti rejimi, yukarıdaki metinde devlete ve sivillere ait
kurumlar derken, fabrikaları da bu çerçevede değerlendiriyordu. 1935 yılı CHP programının bu
konudaki hükümleri şöyle:

19
Parla, 131. KEMALİZM
- 14 -
Yurdda beden ve devrim eğitimi ile spor işlerinde biteviyelik [süreklilik] göz önünde
tutulacaktır.
Okullarda, devlet kurumlarında, ve özel kurum ve fabrikalarda bulunanlar, yaşlarına
göre, beden eğitimi ile uğraşmak yükümü altına alınacaktır.
20
Kemalist devletçiliğin korporatist yapısı hakkında pek çok örnek verilebilir. Ancak 'beden eğitimi'
ile 'devrim eğitimi' kavramlarını aynı tamlama içine alabilen, fabrika işçilerini dahi ekonomik
rejimin askeri gibi görerek militer bir şekilde eğitmek isteyen, bütün bu (akademik anlamda)
faşist uygulamaları ırkla ilişkilendiren, ve hepsinden önemlisi, (sözgelimi) fabrika işçilerinin
kendilerini doğrudan ilgilendiren bu uygulamalar hakkındaki fikirlerini hiçbir şekilde sormaya
ihtiyaç hissetmeyen ve kendileri haklarında alınan kararlara rütbesiz asker gibi itaat etmelerini
bekleyen bu zihniyet, hemen her yönüyle tipik bir faşizmi ve devlet korporatizmini
yansıtmaktadır. Böyle bir ortamın sosyal demokrasiyle ilgisi yoktur - ve zaten tek parti
döneminin hiçbir aşamasında da olmamıştır. Bu türden (hem popüler hem akademik anlamda)
faşist uygulamalar, II. Dünya Savaşı'nın ardından tarihe karışmış olduğundan, bunların günümüz
dünyasıyla da hiçbir ilişkisi kalmamıştır. Bu tuhaf ilkelerin halen 'ilericilik' olarak sunulması ise,
Türkiye'ye has bir gericiliktir.
5. MİLLİYETÇİLİK
Kemalizmin 'halkçılık' ilkesi, halkı 'birbirleriyle uyum içerisinde faaliyet gösteren farklı
parçalardan oluşan bir bütün' haline getirmeyi esas alırken, 'devletçilik' ilkesi de, devleti, söz
konusu bütünün ne şekilde koordine edileceği konusunda kararlar alan bir üst aygıt kılmayı
hedefliyor.
Dikkat edilecek olursa, rejimin sosyal, politik ve ekonomik niteliğini belirleme adına bu iki ilke
'teknik anlamda' yeterli. Ancak bu işleyişin sürdürülebilir kılınabilmesi için, insan faktörünün de
göz önüne alınması ve kaba teknik kalıplara insani anlamlar yüklenerek rejimin işleyişinin
vatandaşların gözünde bir ideal haline getirilmesi gerekiyor. Milliyetçilik, bu noktada, halkçılık
ve devletçilik ayakları üzerine oturan Kemalist korporatizmin işlevselliğini temin edebilme adına
ciddi çözümler sunuyor.
Halkın genelini bir 'ulusal mit' etrafında kenetleyebilen, bireysel değil, kollektif değerleri
yücelten, böylelikle de devlete ve idarecilere bağlılığı kolaylaştıran milliyetçilik, herşeyden önce,
ürettiği farklı insan tipi sayesinde devlet korporatizmi (ya da daha farklı türden parti
diktatörlükleri) adına elverişli bir zemin ortaya çıkarıyor. Gerek hakim kollektif değerler, gerekse
ulusal mitler konusunda eleştirel ve şüpheci bir yaklaşımdan son derece uzak olan bu insan
tipinin ayırt edici özelliği, devlet otoritesine karşı sorgulayıcı değil, itaat edici bir tavır
sergilemesi.
Kemalizmin temelde 'kalkınma' kaygısıyla hareket eden bir ideoloji olması nedeniyle,
milliyetçiliğin sadece politik değil, ekonomik bir boyutunun da olduğu ve hatta çoğu zaman
ekonomik boyut ile politik boyutun iç içe geçtiği de söylenebilir. Zira halkı önce birbirine
kenetleyip sonra da devletin güdümüne sunan halkçı-devletçi rejim, milliyetçiliğin yardımıyla

20
CHP Programı, 1935.
- 15 -
teksesliliği de temin ediyor, ulusal ideallerin mutlak doğruluğuna ve sorgulanamazlığına olan
inancın yerleşmesini sağlıyordu. Benzeri bir etkiyi ekonomik sahada da görmek mümkündü.
Milliyetçilik ilkesi, gerek özel sektörde gerekse kamu sektöründe çalışanların faaliyetlerini
kontrol altına alıyor, devletin uygun gördüğü şekilde sürdürülen faaliyetlere 'ekonomi ötesi'
anlamlar yüklenebilmesine olanak tanıyordu. Bu noktada milliyetçilik ilkesinin yaptığı, insanlığa
ziraati, sanatı ilk öğreten, dünyaya mürebbilik etmiş olan bir 'üstün Türk ırkı' konsepti
oluşturmaktı. Bu konsept, (halkçılık ilkesi gereği) 'birbirleriyle uyum içerisinde faaliyet gösteren
farklı parçalardan oluşan bir bütün' olarak davranması beklenen halkın, (devletçilik ilkesi gereği)
devlet güdümünde gerçekleşmesi planlanan ekonomik kalkınma amacına kilitlenmesini
kolaylaştırıyordu.
Atatürk'ün 1930 yılında İzmir'de gerçekleşen CHP kongresindeki konuşmasında sarf ettiği kimi
cümleler, bu yaklaşımın bir özeti gibidir:
'Bütün beşeriyete ziraati, sanatı ilk öğreten Türk milleti idi. Türk milletinin dünyaya
mürebbilik etmiş olduğuna artık hakiki alimlerin şüphesi kalmamıştır. Türk milletinin
bundan sonra layık olduğu derecede iktisadiyat sahasında yükseleceğine kimsenin
şüphesi olmamalıdır. Fırkamızın vazifesi bu hedefe bir an evvel erişebilmek için millete
yol göstermek ve yardım etmektir.'
21
Tek parti döneminin tamamı boyunca işçilerde milliyetçi olma koşulunun aranmış
22
olması gibi
uygulamalar, halkçı-devletçi bir zemin üzerine oturan Kemalizmin işlevsellik konusundaki bu
kaygısının sonucuydu. 'Irkın saflaşması' adına bütün işçilere devrim ve beden eğitiminin zorunlu tutulması da, yine bu çerçevede değerlendirilerek açıklanabilir. Bu türden uygulamaların özel
sektör çalışanlarını da kapsayacak şekilde geniş tutulmuş olması, 1930'lar Türkiyesinde devlet
korporatizminin dozunun epey yüksek olmasından ileri geliyordu.
Kemalist milliyetçilik, Türkiye'deki gerek müslüman gerekse gayrimüslim azınlıklara karşı ayrımcı
ya da asimile edici yöndeki uygulamalarıyla da ayrıca değerlendirilebilir. Ancak bu noktada,
şovenist karakterdeki bu milliyetçiliğin varlık sebebinin (ve kavramsallaştırılmasının) halkçı-
devletçi korporatizm ile ilişkilendirilerek o çerçevede ele alınması yeterli görülebilir.

21
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri'nden aktaran: Parla, Taha. [1992] 1995. Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 3: Kemalist TekParti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u. İstanbul: İletişim Yayınları. 241.
22

Konu onurcan tarafından (12-05-2011 Saat 00:48 ) değiştirilmiştir..
onurcan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 00:50   #6
Kullanıcı Adı
onurcan
Standart
6. DEVRİMCİLİK
Tek parti iktidarı, 1920'li yıllarda Türkiye'de gerçekleştirdiği sosyal, kültürel ve politik
değişimlerin her birini bir 'devrim' olarak adlandırdı ve bu köklü değişimlerin bütününe bağlı
kalmayı ve onları korumayı 'devrimcilik' olarak nitelendirdi. Böylelikle, halkçılık-devletçilikmilliyetçilik ilkelerinin oluşturduğu bütünsel yapının gereği milliyetçi ve korporatist bir ideolojiye
sahip olması beklenen halkın, sosyal ve kültürel anlamda da belli konulara bakışının
şekillendirilmiş olması umuluyordu.
1931 ve 1935 yılı CHP programları partinin devrimcilik ilkesini birbirine çok yakın ifadelerle
tanımlıyor. Ancak 1931 yılı programında, 'Fırka, milletimizin bir çok fedakarlıklarla yaptığı
inkılaplardan doğan ve inkişaf eden prensiplere sadık kalmayı ve onları müdafaa etmeyi esas
tutar.'
23
şeklinde bir tanımlama yapılırken, 1935 yılı programında ihtilalciliği dışlayan bir cümle
de yer alıyor:

23
CHP Programı, 1931.
- 17 -
'Parti devlet yönetiminde, tedbir bulmak için derecel ve evrimsel prensiple kendini bağlı
tutmaz. Ulusumuzun sayısız özverilerle başarmış olduğu devrimlerden doğan ve
olgunlaşan prensiplere bağlı kalmak ve onları korumak parti için esastır.'
24
Devrimcilik ilkesinin tanımı yapılırken ihtilalciliğin reddedilmiş olmasına rağmen, 'devrimcilik'
ifadesinin doğrudan ihtilalci bir yaklaşımı akla getirmesi bu noktada tuhaf bir çelişki olarak
ortaya çıkıyor. Taha Parla, bu durumu arı-Türkçecilik akımının etkisinde kalınması sonucunda
inkılap kelimesinin karşılığının tam tutturulamamasına bağlıyor:
'1930'ların ortalarında aşırı dozlara yükselip sonra frenlenen öz ya da arı-Türkçecilik
akımının etkisinde "inkılab"ın karşılığını tam tutturamamanın ürünü "devrimcilik". Yoksa
Gökalp'te de, Kemalistler'de de inkılap, "devrim" değil, düzen içinde "dönüşüm"dür.
Nitekim 1943 Programı'nda "inkılapçılık"a dönülüyor.'
25
Kemalist Devrimler
Devrimcilik ilkesinin 'devrimlerden doğan ve olgunlaşan prensiplere bağlı kalmak ve onları
korumak' şeklinde tanımlanıyor olması, (doğal olarak) bu ilkenin hangi devrimleri kapsayıp ne
gibi benzeri uygulamaları dışarıda bıraktığı sorusunu da beraberinde getiriyor.
CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 1931 yılı programını açıklamak üzere İstanbul
Üniversitesi'nde verdiği konferansta devrimcilik bahsinde yedi devrim sayıyor ve bu devrimleri
Kurtuluş Savaşı'nın bir devamı olarak sunuyor. Türkiye'nin tam kurtuluşu için devrimlerin şart
olduğunu ifade eden Peker, düşmanın yurttan kovulmuş olmasına rağmen devrimler olmadan
Türkiye'nin yaşamasının mümkün olmayacağını iddia ediyor:
'Vatanın bugünkü tam kurtuluşunu ve milletin şerefli bir içtimai [toplumsal] heyet olarak
istikbale gidişini inkılap semerelerine medyunuz [meyvelerine borçluyuz]. İstila
ordularının memleketten kovulmasına hatta muahedelerle [anlaşmalarla] kazanılan
istiklalin mahfuz kalmasına rağmen inkılabı tahakkuk ettirilmemiş bir Türkiyenin
yaşaması ve kurtulması mümkün olmazdı.'
26
Kemalist devrimlerin Kurtuluş Savaşı ile aynı çerçevede 'kurtuluş merkezli olarak' ve 'istila
ordularının memleketten kovulması ile ilişkilendirilerek' sunulmasının epey problemli bir
yaklaşım olması bir yana bırakılacak olursa, Peker'in konuşmasında temelde yedi devrimden söz
ettiği söylenebilir:
1- Cumhuriyetin İlanı
27
2- Yeni medeni kanun ve ceza kanunun yapılması
3- Şer'i mahkemelerin kaldırılması
4- Medreselerin kaldırılması ve tevhid-i tedrisat
5- Dervişliğin men edilip, tekkelerin ve türbelerin kapatılması

24
CHP Programı, 1935.
25
Parla, Taha. [1992] 1995. Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 3: Kemalist Tek-Parti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u. İstanbul:
İletişim Yayınları. 45-46.
26
Parla, 117-118.
27
Recep Peker, cumhuriyetin ilanını en büyük inkılap olarak sunuyor. KEMALİZM
- 18 -
6- Şapka giyilmesi
7- Latin harflerinin
28
kabulü
Yukarıdaki yedi devrimin her biri ya sekülerleşme, ya da Batılılaşma başlığı altında toplanabilir.
Buradan hareketle, Kemalizmin 'devrimlerden doğan ve olgunlaşan prensiplerine bağlı kalmak
ve onları korumak' şeklinde tanımladığı 'devrimcilik' ilkesinin, aslında 'Türkiye'nin Batı tarzı yeni
sosyal, kültürel ve politik hayatına bağlı kalmak ve bu seküler hayat tarzını korumak' anlamına
geldiğini de söylemek mümkün. Tipik bir 'toplum mühendisliği' projesine karşılık gelen bu
yaklaşım, topluma hal-i hazırda hakim olan norm ve gelenekleri de otomatikman karşısına
alıyor. Söz konusu norm ve geleneklerde en belirleyici unsur olan İslam dini ise, bu durumda,
Kemalizmin inşa etmeye çalıştığı yeni hayat tarzının önündeki en büyük engel haline geliyor.
Bütün bunların sonucunda da, 'devrimcilik' ilkesini korumak üzere müstakil bir 'laiklik' ilkesi de
gerekli hale geliyor - ki Türkiye'de cumhuriyet tarihine yaşıt olan vatandaş-halk, devlet-millet,
laik-müslüman şeklindeki kutuplaşmaların temelinde de zaten bu normatif laiklik anlayışı var.
Bu noktada devrimcilik ilkesine yöneltilecek en temel eleştiri, halkı 'dönüştürmesi' beklenen
devrimlerin gerekli düşünsel alt yapıdan mahrum oluşu olmalı. Zira konunun politik
kurumsallaşma yönü bir yana bırakılacak olursa, Kemalist devrimlerin, 'dini öğeleri toplum
hayatından soyutlamak ve yerlerine Batılı öğeler koymak' anlamına geldiğini söylemek de
mümkün. Böyle bir dönüşümün de yüzeysel kalmaya mahkum olacağı ve kendisine yakıştırılan
'gardırop devrimleri' ifadesini sonuna kadar hak edeceği muhakkak.
Ancak bütün bunlara rağmen, devrimciliği 'gardırop' seviyesinde ele alan Kemalizmin bu
konudaki prensiplerini fazlasıyla ciddiye aldığını da belirtmek gerek. Örneğin Mustafa Kemal,
Kastamonu'daki konuşmasında 'Bu serpuşun adına şapka denir' şeklindeki meşhur ilanını
yaptıktan hemen sonra, kadınların giyiminin değiştirilmesi ile ilgili yorumlarda da bulunduktan
sonra aşağıdaki sözleri sarf etmişti:
'Keskin bir gerçek olarak söylüyorum: Korkmayınız, bu gidiş zorunludur ve bu zorunluluk
bizi yüksek ve önemli bir sonuca ulaştırıyor. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve
önemli bir sonuca ulaşabilmek için gerekirse bazı kurbanlar da verelim. Bunun önemli
yoktur.'
29
(vurgu eklendi)
Mustafa Kemal'in sözleri, Recep Peker'in Kemalist devrim sürecini Kurtuluş Savaşı'nın devamına
benzeten ifadelerini doğrulayıcı mahiyette. Diğer yandan, aynı sözler, Türkiye'deki devrimcilik
anlayışının politik ya da felsefi olmaktan çok şekilci olduğunu göstermesi ve böylelikle yeni
cumhuriyetin fikri alt yapısını yansıtması itibariyle de son derece talihsiz ifadeler.
Ancak Şapka Kanunu'nun
30
yürürlüğe konma sürecinde ve sonrasında Kayseri, Sivas, Maraş,
Rize, Giresun ve Erzurum başta olmak üzere Türkiye'nin pek çok şehrinde yaşanan isyan ve
muhalefete Kemalist rejimin verdiği tepkinin niteliği, Mustafa Kemal'in sözlerinde ifade edilen
olası 'önemsiz' kurbanları gerçek kıldı. İsyanlar sonucunda binlerce kişi tutuklandı. Tutukluları

28
Recep Peker'in ifadelerinde (ve genelde Kemalist metinlerde) Latin harflerine 'yeni Türk harfleri' olarak referansta bulunuluyor.
29
Uluğ, Naşit Hakkı. 1973. Üç Büyük Devrim. İstanbul: Ak Yayınları. 144-145'ten aktaran: Aktaş, Cihan. [1991] 2006. Tanzimat'tan 12 Mart'a
Kılık-Kıyafet ve İktidar. İstanbul: Kapı Yayınları. 169.
30
'Şapka Giyilmesi Hakkındaki 671 No'lu, 25.11.1925 Tarihli Kanun'un metni şöyle: 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri ile genel, özel ve
bölgesel idarelere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve müstahdemler, Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek zorundadır. Türkiye
halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar.'
- 19 -
yargılamak üzere ilgili bölgelere gönderilen gezici İstiklal Mahkemeleri, (içlerinde ulemanın da
bulunduğu) çok sayıda insanı şapka kanununa muhalefet gerekçesiyle idam etti.
31
7. LAİKLİK
Kemalizm, ortaya çıktığı ilk dönemden itibaren hep 'kavga veren' bir ideoloji oldu. Kemalizmin
kavga ile iç içe olması, hakim sosyal ve kültürel kodlar ile politik ve ekonomik uygulamaları
ülkenin ilerlemesinin önünde bir engel olarak görmesinden ileri geliyordu. Buradan hareketle,
topluma ve devlete hakim olan bu değerlerin (kalkınma ve çağdaşlık adına) kökten değiştirilmesi
gerektiği varsayımı üzerine oturan bir tavır sergileyen Kemalizm, Batıdan rejim ithal etmek
suretiyle sağlıklı bir alternatif ortaya koyabileceğine inanıyordu.
Kemalizmin, söz konusu alternatifi ortaya koyabilme adına benimsediği model, o yıllarda kimi
Avrupa ülkelerinde yükselişte olan korporatizm oldu. Bu da, ihtimal, kurucu kadronun çöken
kapitalist ideolojiye karşı korporatizmin yeni ve muteber bir alternatif sunduğunu, dünyanın da
o yöne doğru yol aldığını düşünmelerinden ileri geliyordu.
Kemalizm, sosyal ve kültürel alanda ise, toplumun norm ve geleneklerini değiştirme amacıyla
yine Batı merkezli bir dizi yeniliğe kapı açtı. Bu yenilikler kapsamında sadece Batı kültürünün
tekil öğeleri Türkiye’ye ithal edilmiyor, bu yeniliklerin Kemalizm-öncesi Türkiye'ye ait karşılıkları
da yasaklanıyordu. Örneğin, Latin harfleri, şapka ve Türkçe ezan gibi yenilikler, eski yazı, fes ve
Arapça ezanın yasaklanması, gelenekte direnenlerin sert cezalara çarptırılması anlamına
geliyordu.
Gelenekle ve geleneği çağrıştıran öğelerle bağların koparılmasını esas alan Kemalist devrimcilik,
bu prensibinden ötürü, söz konusu gelenekte birincil derecede belirleyici olan İslam diniyle
sıklıkla karşı karşıya geldi. Zira yapılan yeniliklerin neredeyse tamamı, İslam diniyle doğrudan ya
da dolaylı olarak ilgisi bulunan konulardaydı. Dahası, bu yeniliklere 'bağlı kalmak' ve onları
'korumak', Kemalist manada devrimci olmanın bir gereği olarak sunuluyordu.

31
Aktaş, Cihan. [1991] 2006. Tanzimat'tan 12 Mart'a Kılık-Kıyafet ve İktidar. İstanbul: Kapı Yayınları. 174-177. K
onurcan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 00:54   #7
Kullanıcı Adı
onurcan
Standart
Bu noktadan bakıldığında, devrimcilik ilkesinin, dini hüviyeti ağır basan bir toplumsal değerler
bütününü sekülerleştiriyor olması yönüyle laiklik ilkesiyle iç içe geçtiği söylenebilir. Ancak, söz
konusu devrimlerin bekası adına bir yandan sosyal ve politik alandan dini dışlayan, diğer yandan
da dinin 'sakıncalı' yönlerini kontrol altında tutan müstakil bir laiklik ilkesi de ayrıca önemli.
Ancak Fransız sisteminden mülhem olan bu laiklik modelinin, Anglosakson anlayışını çağrıştıran
bir şekilde sıklıkla 'din ve devlet işlerinin ayrılması' (separation of church and state) olarak
tanımlanıyor olması elbette yanlış. Zira Türkiye'deki laiklik, din ve devletin karşılıklı olarak
birbirlerinden bağımsız oldukları Anglosakson anlayışıyla değil, dinin tek taraflı olarak devletin
kontrolü altında olduğu ve siyasi hayatın yanısıra sosyal hayattan da soyutlandığı Fransız
modeliyle örtüşüyor.
Kemalist Laiklik
CHP'nin 1935 yılı parti programında laiklik ilkesi şöyle tanımlanıyor:
Parti, bütün kanunların, tüzüklerin ve usullerin yapılışında ve taplanışında
[uygulanışında], en son ilim ve teknik esasları ile, asrın ihtiyaçlarına uyulmasını prensip
olarak kabul etmiştir.
Din, bir vicdan işi olduğundan, parti, dini, dünya ve devlet işleri ile sıyasada [siyasette]
ayrı tutmağı, ulusumuzun çağdaş medeniyet yolunda ilerlemesi için başlıca şartlardan
sayar.
32
CHP'nin laiklik tanımı, 'din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması' söylemine yakın kelimeler
kullanılarak yapılmış olsa da, yukarıdaki iki cümle dikkatlice okunduğunda, tamamen farklı bir
tablo ortaya çıkıyor. CHP'nin tanımında sadece dinin dünya ve devlet işleri ile siyasetten ayrı
tutulacağından söz ediliyor. Yani din ve devlet işlerinin ayrılması değil, tek taraflı olarak dine
devlet işlerinden el çektirilmesi söz konusu. Dahası, bu durum devlet işleri ya da siyaset ile de
sınırlı değil. Zira CHP'nin tanımı 'dünya işleri'ni de kapsıyor – ki bu yaklaşım, dini, siyasal
hayattan olduğu gibi sosyal hayattan da soyutlamak isteyen bir anlayışı yansıtıyor. Dolayısıyla,
Kemalizm dini inançların 'bir vicdan işi' olduğunu söylerken, bireylerin vicdani yükümlülüklerinin
gereklerini yerine getirmekte hür olduklarını ya da dini düşünce ve ifade özgürlüklerinin teminat
altında olduğunu kast etmiyor. Aksine, her türlü dini öğenin kamu alanında baştan olağan
şüpheli kılındığı, çeşitli ölçülerde yasaklandığı, nihayetinde de dini inançların vicdanlara
'hapsedildiği' bir anlayış söz konusu.
Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir diğer nokta da, yasama ve yürütmede dinin rolünü
ortadan kaldıran Kemalist laikliğin, dini hükümlerin yerine 'halkın iradesi'ni değil, 'en son ilim ve
teknik esasları' koyuyor olması. Bunun sonucunda da, demokratik bir laiklik değil, pozitivizmi
dayatan otoriter bir laiklik ortaya çıkıyor. Söz konusu otoriter-pozitivist laiklik, rejimin temel
karakteristiği olarak algılandığı ölçüde de, Türkiye'de her konudaki bireysel hak ve özgürlük
talebi sistemin otoriteryen refleksleriyle karşı karşıya kalıyor.

32
CHP Programı, 1935.
- 21 -
8. SONUÇ
Altı ilkenin ifade ettiği manalar dikkate alındığında, Kemalizmin, birbiriyle bağlantısı olmayan iki
ana bileşenden oluştuğu söylenebilir. Bu bileşenlerin birincisi, halkçılık-devletçilik-milliyetçilik
üçlüsünün oluşturduğu 'korporatizm'. 'Ekonomik bileşen' olarak da ifade edilebilecek olan
korporatizm, Kemalist söylemde, imtiyazsızlık esas alınarak eşitlenmiş olan halk kitlesinin,
devletin düzenleyiciliğinin merkeze alındığı bir ortamda birbirleriyle rekabet etmeden, bir
bütünün azaları olarak faaliyet göstermesini esas alıyor. Azalar arasındaki uyum ve
dayanışmacılık ise milliyetçi tezlerle körükleniyor.
Kemalizmin ikinci bileşeni ise 'laik devrimcilik' ya da 'kültürel dönüşümcülük' ifadelerine karşılık
geliyor. İlerleme ve kalkınma merkezli kaygıların son derece ön planda olduğu Kemalist söylemin
iddiasına göre, çağın gerisinde kaldığı düşünülen toplumun dünyayı yakalaması konusunda
kültürel dönüşüm de en az ekonomik kalkınma kadar önemli. Batılılarla aynı takvimi kullanan,
aynı şekilde eğitilen, aynı şekilde giyinen ve nihayetinde aynı şekilde düşünen bir Türkiye'nin
böylelikle çağı yakalayarak 'çağdaşlaşacağı' varsayımından hareket eden Kemalizm, söz konusu
kültürel değişikliklerin gerçekleştirilmesi konusunda kendi halkına şiddet uygulamaktan ve
gerekirse değişmekte direnenleri öldürmekten de çekinmiyor. Kemalizmin bu noktada fazlasıyla
göze çarpan bir diğer özelliği ise, yukarıdan-aşağıya örgütlenen otoriter bir yapılanma
doğrultusunda hakim kılınacak olan ithal değerlerin, toplumun o güne dek sahip olduğu tecrübe
ve birikimleri ikame edebileceğini zannetmesi.
Altı ilke ara-ilgileriyle birlikte ele alındığında, Kemalizmi, 'ekonomik kalkınma adına Mussolini
İtalyası ve Nazi Almanyasında görülen türden bir yapılanma öngören, ancak ilerleme adına
sadece ekonomik değil kültürel bir dönüşümün de gerekli olduğunu savunan, ve öngördüğü
ekonomik ve kültürel sistemi hakim kılma ve muhalefeti kırma adına kendi halkına şiddet
uygulamaktan çekinmeyen otoriter bir sistem' olarak tanımlamak mümkün.
Bu yapı, varoluş nedenini oluşturan kaygılar itibariyle ele alındığında kendi içinde tutarlı bir
ideoloji olsa da, bu tutarlılığın pragmatik yapısı, genel-geçer, mutlak bir tutarlılıktan söz etmeyi
imkansız kılıyor. Örneğin, otoriter yapısı gereği kitlelerinin eğitiminde farklı düşünce ve
yaklaşımlara yer vermesi mümkün olmayan ve asıl kaygısı rejim militanı yetiştirmek olan bu
sistem, bendelerine bir yandan Türk ırkının üstün olduğunu, (sözgelimi) 'dünyaya herşeyi
Türklerin öğrettiğini'
33
söylerken, diğer yandan da ciddi bir aşağılık kompleksi sergileyen
ifadelerle Batıyı örnek almalarını tembihleyebiliyor. Milliyetçilik ilkesini tanımlarken 'Türk
sosyetesinin [toplumunun] ... kendi özgü ıralarını [özelliklerini] ve erkin benliğini [müstakil
kimliğini] korumağı esas'
34
almaktan bahseden Kemalist söylemin, 'O zaman neden halka zorla
şapka giydirmeye çalışıldığı' sorusuna verebileceği makul bir cevabı maalesef yok. Bir yandan
kendilerini üstün hissetmeleri istenen yeni nesillerin, diğer yandan kendi kültürlerini
reddetmeye ve Batılılaşmaya zorlanmalarındaki çelişki, Kemalizmin birinci bileşeninin
(ekonomik bileşen) başarısı uğruna dozunu epey yüksek tuttuğu ırkçılığa varan bir milliyetçiliğin,
ikinci bileşen (kültürel bileşen) ile çelişmesinden başka bir şey değil.

33
Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri'nden aktaran: Parla, Taha. [1992] 1995. Türkiye'de Siyasal Kültürün Resmi Kaynakları, Cilt 3: Kemalist TekParti İdeolojisi ve CHP'nin Altı Ok'u. İstanbul: İletişim Yayınları. 241.
34
CHP Programı, 1935. KEMALİZM
- 22 -
Kemalizmin felsefesi değerlendirilirken göz ardı edilmemesi gereken bir diğer nokta da,
Kemalizmin daha önce ortaya atılmamış olan hiçbir düşünce içermiyor oluşu. Kemalizm, gerek
ekonomik gerekse kültürel anlamda 1930'ların Avrupasını ölçü kabul ederek Türkiye'ye
medeniyet ithal etmeye odaklandı. Bir başka deyişle, Kemalizm, Türkiye'nin teksesli olmaya
zorlandığı tek partili altın çağında dahi, daha önce söylenmemiş olan hiçbir şey söylemedi.
Dahası, taklit ettiği ideoloji ve kültürün menşe'i olan Avrupa, II. Dünya Savaşı'ndan sonra hızla
değişmeye ve gelişmeye devam ederken, Kemalizm, 'ulu önder' gibi ifadelerle yüceltilen
Mustafa Kemal'in 'anısına' tamamen endekslenmiş olmasından ötürü 1930'larda çakılı kaldı. Bu
nedenle de, 1930'ların Avrupa zihniyetinin bugün itibariyle kendi menşe'inde dahi çoktan
reddedilmiş olmasına rağmen, Türkiye'de Kemalizm varlığını korudu ve (kaba kuvvetle de olsa)
ayakta kaldı.
Ancak gerçek şu ki, 1930'lar nasıl Avrupa'nın II. Dünya Savaşı'nı kaybeden faşist kısmı için bugün
itibariyle 'utanç verici' bir dönem olarak kabul ediliyor ve o dönemin Avrupasının günümüz
Avrupasına verecek bir şeyinin olabileceği düşünülmüyorsa, Kemalizmin de artık Türkiye'ye
verecek bir şeyi, söyleyecek yeni bir sözü yok. Bu noktada, 'Zaten eskiden de yeni bir şey
söylememişti' önermesi tekrar edilebilir. Fakat Türkiye'deki Kemalistlerin yetiştirilmiş oldukları
eğitim çarkının yapısı, sadece Avrupa'nın o günden bugüne değişimini anlamalarını değil,
Kemalizmi eleştirmeyi tasavvur etmelerini dahi imkansız kılıyor. Bu durum da, 2000'li yılların
Kemalistlerini hem AB'ye, hem de Kemalist olmayan Türklere (kısacası, kendileri dışındaki
hemen herkese) düşman olmak zorunda bırakıyor. Avrupa'da ulus-devletin ve ulusal
egemenliğin (Westphalian sovereignty) ortadan kalkmakta olduğu bu yeni dönemde, Kemalist
metinlerde sıklıkla rastlanan 'Biz bize benzeriz', 'Dışa kapalı kalalım', 'Kendimize has özeliklerimiz
var' gibi söylemlerin artık zaten pek de bir anlamı kalmamış olsa gerek. Bu nedenle de,
Türkiye'nin, Avrupa'ya ve daha da önemlisi dünyaya entegre olabilmesi adına, 'ilerici' olduğunu
iddia eden bu 'gerici' ideolojiden kurtulması gerekiyor.
http://www.derinsular.com
onurcan isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 01:26   #8
Kullanıcı Adı
Yıldırım
Standart
Herkesin okuması gereken faydalı bilgiler içeriyor.
İlk iki bölümü şuan okudum gayet güzel paylaşım için teşekkürler...
Yıldırım isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 09:31   #9
Kullanıcı Adı
akobalı-akkurt
Standart
benim için ; meclis açılış konuşmasında '' gökten indiği sanılan kitaplar '' dediğinde kemalin önündeki isimde arkasındaki isimde ,kendiside bitmişdir...

asil ve kutsal milletimin değerleri ile oynayan,dalga geçen,kendince dikta ile cinayetler işleyen asillikden azledilir...

ben vekil tayin etmedim,benim atalarımda tayin etmemişdir, dolayısıyla kemalizm ile iştigalimiz soz konusu olmamalıdır...



.
akobalı-akkurt isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 12-05-2011, 23:56   #10
Kullanıcı Adı
Ukbâ
Standart
Yazıyı yarın okuyacam inşaAllah. Simdi çıkıyorum.
Ukbâ isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi