07-24-2008, 11:11 | #1 |
(Kısım-2) II. Meşrutiyetin 100. yılı 23 Temmuz 1908/ 23 Temmuz 2008
Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi âdi adamlar idare edebilirdi. Amma bu kadar metin ve dehşetli, kaviyyen emel etti*ğimiz yeni hükûmeti (yeni devleti) omuzunda taşıya*cak hârika ve dâhî adamlar lâ*zımken, Asya ve Rumili tarlası acaba öyle mahsulât vere*cek mi? Buna cevab: Eğer başka inkılablar başa gelmezse, evet!.. Ve Üçüncü Hakikat’a dikkat et. Şöyle ki: Bu zaman-ı mazîde insan istidad-ı gayr-ı mütenahîye mâlik iken, o kadar dar ve mahdud daire içinde hareket ediyordu ki; güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nisbetinde tedennî etmiş ve mahsur kalmış idi. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilane yaşasa, fikr-i beşe*rin ağır zincirle*rini pa*ralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı sedleri herc ü merc ede*rek o küçük daireyi dünya kadar tevsi’ edebilir. Hattâ be*nim gibi bir köylü âdi adam, süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara ala*cak. Âmâl ve müyulatın filizlerini orada bağlayacak. Ve herbir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zîmedhal bulunacağından, himmeti Süreyya kadar teali ve ah*lâkı o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü’ ede*ceğinden; Eflatunları ve İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları ve De*kart’ları ve Taftazanî’leri inşâallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Ru*mili tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyyen ümidvarız. Lâsiyyema şu memalik-i Osmaniye umum enbiyanın mahall-i zuhûru ve düvel-i mütemeddine-i salifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i İslâmiyetin maşrık-ı tulûu olduğundan, insanların fıtratlarında (bu üç şeyi) ektikleri, istidadat-ı kemâl bu hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bulsa, herkesin istidadı ve fikr-i münevveri Şecere-i Tûbâ gibi dal ve bu*dakları her tarafa açacaktır. Ve şarkı garba nisbeti, seheri guruba nisbeti gibi edecektir. Eğer sevs-ı ataletle ve semûm-u ağraz ile kurutul*mazsa!. Dördüncü Hakikat: Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. Zîrâ şecere-i meyl-ül istikmal, âlemin dalı olan insan*daki meyl-üt terakkinin muhassal ve semeresi olan istidadının telahuk-u ef*kârla hasıl olan netaici teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şe*riat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü’ ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir. Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsâvâtı -bahusus o zamanda- delil-i kat’îdir ki, Şeriat-ı Garra müsâvâtı, adaleti ve hürriyet-i hakkı cemi’-i revabıt ve levazımatıyla câmi’dir. İmam-ı Ömer (R.A.) ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Salahaddin-i Eyyubî-i Kürdî (R.H.) âsârı bu müddeaya delil-i alenîdir. Buna binaen kat’iyyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatimiz ve tedenniyatımız ve sû’-i ahvalimiz dört sebebden gelmiş: 1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı ahkâmından 2- Bazı müdahinlerin keyfemayeşa sû’-i tefsirinden 3- Zahirperest âlim-i cahil, veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden 4- Sû’-i tali’ cihetiyle ve sû’-i intihab tarîkıyla müşkil-üt tahsil, Av*rupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub ve mesavi-i medeniyeti tuti gibi takliddir ki, bu netice-i seyyie zuhûr ediyor. Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa’yetse, sefahete vakit bulmayacaktır. Bu iki kıs*mın herhan*gisinden bir ferd, sefahete inhimak gösterdi ise, bu heyet-i iç*tima*iye içinde muzır bir mikrop suretine giriyor. Beşinci Hakikat: Zaman-ı sâbıkta (salifde) revabıt-ı içtima’ ve le*va*zım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa’ub et*mediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ o kadar tekessür ve leva*zım-ı taayyüş o derece taaddüd ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikata misal; eski hükûmet-i müstebide ve yeni hükûmet-i meşrutadır. Üçüncü Hakikat’ın bana verdiği vazife ile ve Hürriyetin ferman-ı me*zuniyetiyle “üç şey” ihtar ediyorum: Birinci: Bir cisim birden zerrattan tahallül, yeni zerrattan te*şek*kül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref’ ve ye*nilerini ikame eylemesi muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaena*leyh istidadı habis ve kabil-i ıslah olmayan adamları zâten cism-i devlet def’-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zâten güneş daha garbdan tulû’ etmediğinden tövbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübele*rinden isti*fade etmeli. Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım. Yoksa umum aleyhinde idare-i lisan ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı mil*leti –bo*zulmuş olan bazı efkâr ve ahlâklarına binaen– bir hastalığa hedef ede*cektir. İkinci (İkincisi): Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Vakta, bundan yedi-sekiz ay mukad*dem Dersaadet’e (İstanbul’a) geldim. Gördüm ki: İstanbul (şimdi Ankara) tevahhuş ve tenafür-ü kulûb se*bebiyle medenî libasını giymiş vahşi bir adama ben*zerdi. Şimdi ittihad-ı millî ve (muhabbet-i milliye sebebiyle) medenî adam, fakat yarı medenî ve yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdar ediyor. Evvel Kürdistanda fenalığın sebebi, Kürdistan uzvu hastalanmış zannedi*yordum. Vakta ki, hasta olan İstanbul’u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kal*bindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavi*sine çalıştım, bir diva*nelikle taltif edildim. Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan pek geri kalmış. Güya İslâmiyet sû’-i ahlâkımızdan darılmış mazî tarafına dönüp gidiyor, Zaman-ı Saadete bizi şikayet edecektir. Bunun en büyük sebebi; istibdaddan sonra, mürşid-i umumî olan üç büyük şubenin -ki “cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif” veyahut عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ إِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mekteb ve ehl-i tekyenin- tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşaribidir. Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış ve ittihad-ı mil*leti çatallaştırmış ve terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zîrâ biri if*rat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor ve öteki tefrit ile onu techil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile tevahhüd; ve efkârlarının mabeyninde teyid ile mü*nasebet ile musalaha... Tâ itidal noktasında musafaha ile bir*leşmekle, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler. Üçüncüsü: Ben vaizleri (vaizlerin bazısını) dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Dü*şündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebeb bul*dum: Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tas*vir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve ikna-i müteharri-i hakikat lâzım iken ihmal ediyorlar. İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i şeriatı (iyice) muhafaza etmiyorlar. Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan muktezay-ı hale mutabık, yani ilcaât-ı za*mana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler. Güya insan*ları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar. Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belig-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana mutabık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olması da şarttır. Yaşasın Şeriat-ı Garra!.. Yaşasın adalet-i İlahî!. (yaşasın uhuvvet-i vatan) Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağraz-ı şah*siye ve fikr-i intikam!.. Yaşasın şecaat-ı mücessem (mücesseme) asker*ler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas ordular!..(ımız) Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cem’iyet-i ahrar!.. Yaşasın yaraları tedavi etmek fik*rinde olan Halife-i Peygamber!.. Kürdistan dağ ağacının meyvesi, hazmı sakildir.. Dikkatlice çiğneyi*niz, ta hazmolsun... Yoksa helâl etmeyeceğim. Eğer siz de –iki gazeteci nasıl sözümü tahrif etmiş– öyle okursanız, Allah imdad eyleye. İrticalen söylemişim, lâkin her bir kelimede bir maksadım var. Dikkat ediniz tâ ki; وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ اَمْراً صَحِيحاً * وَآفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ ye mâsadak olma*yasınız vesselâm. Hazret‑i Üstâd’ı o zaman Selanik’te bizzât gören İstanbul Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden merhum ve muhterem Ali Nihat Tarlan’ın bir hatırasını nakledelim: “Said Nursi’yi ben küçüklüğümden, ta Selânik’ten tanırım. 31 Mart 1909’dan önce idi. Mahmut Şevket Paşa 3.ncü Ordu kumandanı olduğu zaman, babam da ordu muhasebecisiydi. Ben onbir yaşındaydım. Babamın perde çavuşu Mehmet çavuş vardı. Beni Selânik’te beyaz kulede gezdiriyordu. Orada kahveler vardı. Kahvede garip kıyafetli bir zât vardı. Külahı şalvarı, çizmesi ve belinde hançeri olan bu zâtı Mehmet Çavuş bana: “Bak bu zât, meşhur Molla Said’dir.” diye gösterdi. İşte Said Nursi’yi ilk defa orada gördüm. Doğu Anadolu’dan ulemayı ilzam ederek Selanik’e kadar gelmişti. İlk hatıra ve görüşmem Hazretle böyle olmuştu...” Bediüzzaman Hazretleri Meşrutiyeti şeriat namına hararetle alkışlayıp telkin ettiği sırada neşrettiği bir makalesine, 1951 senesinde ilâve ettiği bir haşiyede şöyle der: “Medar‑ı ibret ve hayrettir ki; 1324 (1908) senesinde Hürriyet’in üçüncü gününde İstanbul’da, hem sonra Selânik’te meydan‑ı hürriyette binler siyasîlere karşı da’va ettiği ve bütün kuvvetiyle şeriatı istediği, hürriyeti ve meşrutiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı halde; sonra, 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle şeriatı istiyenleri mes’ul ettikleri zamanda, “Divan‑ı Harb‑i Örfî”de Said’in bu münteşir nutuklarından beraet verildiği halde; şimdi ise, siyaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o nutuklarına nisbeten pek az temas için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler, gaddarane azab ve ceza verenler, elbette din namına zulmetmiş engizisyondan daha zalim olduklarını isbat eder.” ELHASIL: Bediüzzaman Hazretleri, 1908’de Osmanlıda Taçlı Parlamenter Demokrasinin ilanı vesilesiyle bu uzun Nutkunu irad ederek bugünki Devlet Adamlarına, Aydınlara ve Alimlere de ders veriyor ki, başta Hakiki Fikir Hürriyeti ile her tür Hürriyetler ve İnsan Haklarına tam uygun bir sistemin tatbiki ve Kanun Hakimiyeti ile istibdadın ve azınlık diktasının engellenmesi sayesinde Milletimiz ve umum İslam Alemi büyük bir sıçrama kaydedecek ve sair medeni milletleri maddeten dahi yakalayıp geçecektir. www.ittihad.com
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|