|
![]() |
#1 |
![]() Kitapların savaşı
Bir kütüphanedeki kitaplar çoğaldıkça aralarındaki bağlantı giriftleşir. İlk elden tematik bir ayrıma gittiğimizi varsayalım. Kuramsal kitaplar bir rafa, romanlar bir diğerine, şiirler şuraya biyografiler buraya derken… Stefan Zweig'ın Satranç adlı hikayesiyle Balzac biyografisi, Kemalettin Tuğcu'nun yetimleri gibi birbirinden ayrılıverir. O halde iyi bir kütüphane nasıl kurulmalı? Bunun belli bir ölçütü var mı? İşte ‘kitapların savaşı'na alternatif çözüm yolları… Üniversiteye başlayıp da ailemden ayrı, bağımsız bir ev tutana kadar kitaplar benim için sadece okunacak nesnelerdi; biriktirilecek değil. Kitaplar arkadaşlardan ya da kütüphanelerden alınıp okunur ve iade edilirdi. Babam da kitap okumaya meraklıydı ama bir kitaplık, ortalama memur evleri için hiç de alışıldık ya da elzem bir şey değildi. Vitrinin kapaklı alt gözüne tıkardık bütün kitapları. Oradan taşıp ortalığa döküldüklerinde annem basardı çığlığı: “Toz topluyor bunlar!”. 17. yüzyılın başlarında şair Quevedo da İskenderiye Kütüphanesi için “Düpedüz toz” demişti, “ama sevdalı bir toz”. Kendi evime taşınır taşınmaz bende de arkadaşlarım gibi bir kitap biriktirme saplantısı başladı. Ucuza düşürdüğümüz ya da inşaatlardan aldığımız tuğlaları tahtaların arasına dizerek yaptığımız kitaplıklar bize yetmiyordu; yatakların altına, bavula, boş sebze kolilerine istiflediğimiz kitapları gururla birbirimize gösteriyorduk. Borges'in cenneti bir kütüphane olarak düşlemesi gibi bizim de büyük hayalimiz tabandan tavana uzanan kitaplıklarla dolu bir evdi. Okumakla yetinememek Bütçemiz kısıtlıydı. Alınan her kitap, içilmemiş çayların, simide talim etmelerin, beğenilip de vazgeçilen yeni bir giysinin anısını taşıyordu. Kitabı okumakla yetinemiyor, ona ille de sahip olmak istiyorduk. Bu gözüdönmüşlük içinde kurum kütüphanesi yağmalamak gibi pis huylar geliştirenler de oldu, arkadaşlarından aldığı kitapların üstüne sinsice yatanlar da. Bir arkadaşımın üşenmeyip kendi adına mühür bastırdığını ve tüm kitaplarını tek tek damgaladığını görmüşlüğüm vardır. Daha büyük bir şey yaptırsa muhtemelen San Pedro Manastırı'nın kütüphanesindeki şu bedduayı kazıtırdı mührüne: “Kim ki bir kitabı sahibinden çalar, ödünç alır ve geri vermez, kitap elinde yılan olsun. Her yanına inme insin, tüm uzuvları işe yaramaz olsun. Acılar içinde kıvransın. Merhamet dilenmek için yalvarır olsun. Acıları yoklukta şarkı söyleyene değin dinmesin. Ölmeyen yılana karşın, kitap kurtları kemirsin bağırsaklarını. Son cezasına giderken, cehennemin alevleri yutsun onu”. Hangi kitaplar bulunmalı? Flaubert, “orta sınıftan insanlar ne dediğinde nasıl cevap vermeli” diye özetlenebilecek bayağılıklar ansiklopedisi Yerleşik Düşünceler Sözlüğü'nde, kütüphane maddesinin karşısına “İnsanın evinde her zaman için bir kütüphane bulunmalı, özellikle de sayfiyedeyken” açıklamasını düşer. Kütüphane bulunmayan bir ev, kitaba, yani okumaya, bilmeye, düşünceye önem verilmeyen bir evdir. Takdir edersiniz ki, hiç kimse kendi elleriyle böyle sevimsiz bir duruma düşmek istemez. Hele de sayfiyedeyken! Ancak o kütüphanede hangi kitapların bulunmasının uygun düştüğü konusu bu kadar basit değildir. Kesin olan tek şey, kadınlara yakışanın bilhassa aşktan bahseden romanlar olduğudur. Alberto Manguel, Okumanın Tarihi adlı araştırmasında, antik Yunan'da köle kadınların sahibelerine roman okuduğunu anlatır. Hıristiyan çağın başlangıcında yazılmış ilk Yunan romanı, “Size Syracuse'da geçen bir aşk öyküsü anlatacağım” diye başlar. Kadınların kitap okumaktan muratlarının bilgiye ulaşmak değil oyalanmak olduğu varsayılır. Jane Eyre'de zengin ve bilgili beyefendi, konağa gelen mürebbiyeye “Hafif edebi yapıtlar, şiir kitapları, biyografiler, yolculuk kitapları, birkaç roman falan”dan müteşekkil bir kitaplık ayırmayı yeterli bulur. Northanger Manastırı'nda Jane Austen, romanın kadınlara has hoş ve boş bir tür olduğunu söyleyenlere sitem etmekle beraber, o dönemin çok-satarları olan gotik korku romanlarına kadınca düşkünlükle alay etmeden de duramaz. Bir başka romanı Emma'da ise başkarakter, asla tamamlayamadığı okuma listeleri çıkarır kendine ama yazar bunları bizlerden ustalıkla saklar. Küçük Kadınlar'da kitapkurdu Jo'muz, Noel'de popüler bir romanla ödüllendirmek ister kendisini. Ancak payına düşen, annesinin hediye ettiği bir erdem ve ahlak kitabı olacaktır. Turgenyev'in Babalar ve Oğullar'ında feminist bilmiş kadın, o dönemin romantik yazarı George Sand'ı yerin dibine batırarak erkeksi bir entelektüellik takınmaya çalışır: “Oysa geri kafalı bir karıdan başka bir şey değil o! Nasıl Emerson'la kıyaslayabilirsin onu!” Güzeli faydalıyla takas etmek isteyen Bazarov, kadınlara acımadan biyoloji ve kimya biliminin başyapıtlarını okumalarını önerir. Frances Hodgson Burnett'in Küçük Prenses Sara'sıysa yaşına başına, cinsiyetine bakmadan Carlyle'ın Fransız Devrimi'ni başucuna koyar. “Ahlaksızlığı ve bilgisizliği Büyük Britanya'dan kovmak” amacıyla yola çıkan Addison ve yoldaşı Steele ise gazetelerinde âdet olduğu üzere kadınlar için okuma listeleri yayımlıyorlardı. Ancak Addison'a göre İngilizlerin sadece kadınları değil erkekleri de doğru bir okuma rotasına sahip değildi. “Oburcasına” okumakla beraber “beğeniden yoksundular”. Addison'ın önerisi, eski Yunan ve Roma eserleriydi. ‘Kitapların Savaşı' T. S. Eliot'ın modern yazarlarla dolu kitaplığı müstesna, klasikler bir kütüphanenin olmazsa olmazıdır. Başköşede durur ve kendilerinden sonra yazılmış eserlere ebeveynce kol kanat gererler. Acaba gerçekten öyle mi? Jonathan Swift, The Battle of the Books (Kitapların Savaşı) adlı eserinde bir kütüphanenin hiç de öyle barışçıl bir yer olmadığını anlatır. Bir tarafta duran klasikler, diğer taraftaki modern eserlerin hararetle ağ örerek her yanı kaplama girişimine karşı ayaklanırlar. Eleştiri adlı cadının gözetiminde korkunç bir savaş başlar. Aristoteles, Bacon'ı nişan alır ama ok hedefinden sapar ve Descartes'a saplanır. Serbest bir çağrışım ve fütursuzlukla, bu hikâyenin, her kitapseverin kitaplarıyla birlikte artan “Rafları nasıl düzenlemeliyim?” korkusunu sembolize ettiğini ileri sürebiliriz. Kitaplar çoğaldıkça aralarındaki bağlantı giriftleşir. İlk elden tematik bir ayrıma gittiğimizi varsayalım. Kuramsal kitaplar bir rafa, romanlar bir diğerine, şiirler şuraya biyografiler buraya derken… Stefan Zweig'ın Satranç adlı hikâyesiyle Balzac biyografisi, Kemalettin Tuğcu'nun yetimleri gibi birbirinden ayrılıverir. Diyelim ki onun için bir istisna yaptık, Virginia Woolf'un romanlarıyla günlüğünü hangi vicdansız ayrı raflara koyacaktır? Kitapları nasıl sınıflamalı? Kitapları yazarlarının milliyetine göre ayırmak pek politik doğrucu bir yöntem olmasa da beni yıllarca mis gibi idare etmiştir. Hatta af buyurun, Türk edebiyatı rafında yer kalmadığında Nâzım Hikmet'i sinsice Rus edebiyatı rafına sıkıştırarak kendi çapımda Mehmet Kaplan'lığa soyunmuşluğum bile vardır. Yıllar içinde yazarların uyruğu, etnik kökeni ve yazınsal dilleriyle beraber bu ayrım da içinden çıkılmaz bir hal aldı. İngilizce yazan bir Hintli yazarla Fransızcayı tercih eden bir Afrikalıyı istiflemek takdir edersiniz ki hiç kolay olmuyordu. Valéry Larbaud gibi köktenci bir tutum takınıp kitapları yazıldıkları dile göre ciltletip tasnif etmek de mümkün elbette. Tabii Nabokov'un romanlarını Rusça ve İngilizce raflara paylaştırmayı içiniz kaldırıyorsa… Bunalıp kestirmeden alfabetik yönteme girişecek kitap meraklıları ise Balzac'la Barbara Cartland'ı yan yana koyma utancına katlanmak zorunda kalacaklardır. Arsızlığa vurup bunu dert edinmezlerse Julian Barnes'ın kendi adıyla yazdığı romanlarıyla Dan Kavanagh adıyla yazdığı polisiyelerinin arasına yabancıları sokmak zorundalar. Ya da Ruth Rendell'la takma ismi Barbara Vine'ın arasına… Bu somut sorunların dışında, Alberto Manguel gibi hassas insanlar, Goethe ve kadim dostu Schiller arasına mesafe koymanın acısını da yükleneceklerdir. Yelkencilik rafında Rimbaud Marangoza siparişle kitaplık yaptıramayan pratik insanlar, “Madem ben rafların ölçüsüne hükmedemiyorum onlar bana hükmetsin” deyip kitapları cüsselerine göre yerleştirmeyi deneyebilirler. Fakat maalesef sanat kitapları ve ansiklopediler dışında kalan asıl yekun, yani “okumalık” kitaplar genel olarak aynı boydadır ve yine bir biçimde tasnif edilmeleri gerekir. Manguel, Geceleyin Kütüphane'de tasnif sorununa getirilen tuhaf çözümlerden bahseder. Rimbaud'nun “Le Bateau” şiirini yelkencilik rafına koyan mı istersiniz, Claude Lévi-Strauss'un The Raw and the Cooked adlı mitoloji çalışmasını aşçılık rafına süren mi… Müsaadenizle kitapları yayınevlerine, yani kapak tasarımlarının benzerliğine göre sınıflandıranları da bu tuhaflıklara dahil edeyim. Öte yandan düzenli bir kitaplığın, inceleyene düzenleyicisinin metin algısını dayatan despot bir yanı da vardır. Agatha Christie'nin yanına konulan her kitap, onu yeni okuyacak insanda bir gizem ve cinayet beklentisi oluşturacaktır. Umberto Eco, Gülün Adı adlı romanında, “Bir kütüphanenin ideal işlevi birazcık sahaf tezgahına benzemektir, orada keşif yapılır” notunu düşer. Bir sahaf tezgahının kaosu, belirli bir kitabı ararken, çevrilmiş hatta yazılmış olduğundan bile haberdar olmadığınız bir başka kitapla çarpıştığınız mutlu tesadüflere yataklık eder. Ancak hafızası zayıf olmayan ya da gözleri kapalı kitap almayan hiç kimse, istediği kadar dağınık bıraksın, kendi kitaplığında böyle tesadüflerle karşılaşma lüksüne sahip değildir. Bir kitaplık kazası Büyük kütüphaneler büyük saygı uyandırır. Austen'ın Aşk ve Gurur adlı romanında Bingley, kütüphanesinin küçüklüğünden utanır: “Keşke kitap koleksiyonum daha geniş olsaydı, hem siz yararlanırdınız hem de benim yüzüm ağarırdı”. 2003 yılında gazetelerde yer alan elim kitaplık kazasını hatırlamayanlar Manguel'in Geceleyin Kütüphane'sine bakabilirler. Partice Moore adlı bir adamcağız, New York'taki evinde, yıllardır biriktirdiği kitap ve dergi yığınlarının altında kalır. Ancak iki gün sonra, komşularının haber verdiği itfaiye ekiplerinin bir saati bulan çabalarıyla kurtulur. Kitap toplumsal olarak öylesine dokunulmaz bir nesnedir ki, neredeyse bir tek onun bağımlılığı göze hoş görünür. Erol Üyepazarcı'nın evinin üç odası yetmezmiş gibi banyosunu da kitaplığa dönüştürmesi, Gülçin Çandarlıoğlu'nun kitaplardan kendisine yer kalmadığı için ayrı bir daireye taşınmak zorunda kalması ve İlber Ortaylı'nın kitaplarına bir değil üç ev tahsis etmesi en fazla, alkışlanası tuhaflıklar olarak kabul edilir. Doğan Hızlan'da tuhaflık tuhaflık üstüne biner, yekun dolayısıyla aradığını bulamayan Hızlan, aynı kitabı tekrar tekrar almak zorunda kalır kimi zaman. Kitap okumakla kitap sahibi olmak insanların kafasında öylesine bütünleşmiştir ki, bilgisine, kültürüne saygı duyduğunuz birinin cılız bir kitaplığa sahip olduğunu görmek tüm beklentilerinizi yerle bir edebilir. Genç bir yazarken Borges'i evinde ziyaret eden Mario Vargas Llosa da aynı hayal kırıklığını yaşar. Borges'in evi hiç de umduğu gibi kitaptan yıkılan bir mekân değildir. Llosa ev sahibine neden daha fazla kitabı olan bir evde yaşamadığını sorar. Borges'in cevabı serttir: “Lima'da böyle yapıyor olabilirler, ama biz Buenos Aires'te hava atmaktan hoşlanmayız”. Seneca da evi kitapla donatmanın, duvardan duvara kitaplıkların önünde poz vermelerin aydın saygınlığı kazanmak isteyen “gösteriş budalaları”nın işi olduğunu savunur. Ona göre “yemek odalarını süslemek için raflar dolusu” kitap yerine az ama öz kitaba sahip olmak daha hayırlıdır. Çağrılmadan gelen kitaplar Oysa bazı insanlara göre kitaplar, davetsiz misafirlerdir, çağrılmadan gelirler. Tabii misafir misafiri, ev sahibi hiçbirini çekemez. Alice'in çılgın şapkacının çılgın çay partisine katılması gibi. Alice çay masasını görünce hemen o tarafa yönelir. Çılgın şapkacı ve konukları, “Yer yok! Yer yok!” diye bağırmaya başlarlar. Alice içerler: “Dolu yer var!” Ve uçtaki bir sandalyeye sıkışıp oturur. Zavallı kitap biriktirici ise Partice Moore'un akıbetine uğramamak için umutsuzca rafları çift sıra yapar ya da yüreğini kanatarak bazı eski dostlarını gözden çıkarıp yenilere yer açar. Manguel'in aktardığına göre 1. yüzyılda Lyon kenti, kitapların korkunç bir şekilde çoğalmasının önüne geçmek için bir yasa çıkarır. Yasaya göre her edebiyat yarışmasından sonra kaybedenler bizzat kendi eserlerini silecek, böylece hiç olmazsa ikinci sınıf edebiyat eserleri fazlalık yapmayacaktır. Düşüncesi bile hoş! Yine Alice Harikalar Diyarında'nın yazarı Lewis Carroll, kitap enflasyonunun sadece yarınına değil dününe de çözüm getirmeye çalışır. Sylvie and Bruno adlı eserde, her düşüncenin en yoğun dile getirildiği cümle hariç kalan kısımların silinmesini önerir. Arkadaşı, “Bazı kitaplar boş bir sayfaya indirgenecek” diye korkusunu ifade edince kalender bir havayla, “İndirgenecek. Çoğu kütüphane korkunç bir şekilde toptan küçülecek.” der. Edinmek mi, biriktirmek mi? Flaubert, Bouvard ile Pécuchet adlı ve Türkçeye çok isabetli bir şekilde Bilirbilmezler diye çevrilen romanında, bilgi biriktirmekle bilgi edinmek arasındaki farkı anlatır. Bouvard ve Pécuchet, Flaubert'in nefret ettiği orta sınıf iki dilettante'dır (özenti, amatör). Tarıma merak sararlar ve ellerindekini avuçlarındaki tarım aletlerine, tohumlara ve tarım kitaplarına yatırırlar. Gerçek bilgiye ulaşmanın vasıflarına yani sabıra ve çalışkanlığa sahip olmadıkları için ilk yenilgide pes edip bu defa kimyaya kırarlar dümeni. Bu defa da gelsin laboratuvar aletleri ve kimya kitapları… Tüm roman, bu iki dilettante'ın bilginin aksesuarlarını bilgi sanmaktaki yüzeyselliğini konu edinir. Elias Canetti'nin Körleşme romanının kahramanı Profesör Kien, bir zamanlar öğrenmek için aldığı ve okuduğu kitapları şimdi sadece kitap oldukları için alıp saklayacak kadar sınırı aşar. Kien'in kitap tutkusu öyle patolojik bir hal alır ki, sırf eski ve yıpranmış bir kitabı şefkatle kaplarken gördüğü hizmetçisine âşık olur. Bir tek kitabını bile almasına müsaade edilmeden evinden atıldığında ise “bir kitap olmamasına karşın, yine de içinde yazılar bulunduğundan” banka cüzdanını sevgiyle bağrına basar. İtinayla kitap eskitilir Büyük kitaplık sahiplerinin en sinir olduğu şey, kendilerine “Bunların hepsini okudunuz mu?” diye sorulmasıdır. Ki sorunun cevabı aslında son derece muğlaktır. Kimileri “Daha bu, okuduklarımın bir kısmı” diye şişinirken kimileri “Hayır ama kitaplar sabırlıdır” diyerek daha realist ve mütevazı cevaplar verir. Büyük İngiliz yazar Samuel Johnson, bir kitabı baştan sona okumak yerine şöyle bir karıştırmayı yeğlermiş. Bir arkadaşı tepki gösterince hayretle kalakalmış: “Efendim, yoksa siz kitapları başından sonuna kadar mı okursunuz?”. Johnson'a göre nasıl tanıştığımız her insanla ömrümüzün sonuna kadar görüşmüyorsak kitapların da sonuna kadar gitmek zorunda değilizdir. Büyük kitaplıkların arasına sıkışmış ve okunmadığı gün gibi aşikar kitaplar, daha az sayıda kitap sahibi olanların başlıca avuntusudur. O koca kitaplıkta birbirine yapışık veyahut kesilmemiş sayfalarla dolu bir kitap bulmak, az kitap sahibini taşkın bir zafer mutluluğuyla donatır: “Benimkiler az ama hepsini okudum”. Bazıları hırpalanmışlığı, okunmuşluğun kanıtı addedip alabildiğine hoyrat davranır kitaplarına. Sayfa kenarlarına alınmış notlar, kıvrılmış köşeler, çay kahve lekeleri ve sayfaların arasından çıkan bilet ya da fiş parçaları kitabın okunmuş olduğunun mührüdür. İrlandalı yazar Flann O'Brien, bir hikâyesinde kitaplara okunmuşluk hissi veren işçilerden bahseder. Bu işçiler kendilerine verilen kitapları para karşılığı düzmece notlar ve eski tiyatro biletleriyle bezeyerek işverenlerinin toplumsal itibarlarına katkıda bulunurlar. Kütüphanedeki yazılmamış kitaplar Ne yer yokluğunun ne de ölüm tehlikesinin yollarından saptırabildiği kitapseverler için bir kitabın yazılmamış olması bile kitaplığa dahil edilmesinin önünde engel değildir. Dickens evindeki kapıları bile sahte kitapların ciltleriyle bezeli birer kitaplığa dönüştürür. Bu uydurma kitaplar, Hansard'dan Zinde Uyku Rehberi I-XIX, Shelley'den İstiridyeler ve Wellington Dükü İçin Yapılmış Heykellerin Kataloğu gibi hakikaten yazılsa da okusak dedirten eserlerdir. Kitap meraklısı bir eski yargıç olan Paul Masson ise Bibliothéque Nationale'in 15. yüzyıldan kalma Latince ve İtalyanca kitaplar açısından kısır olduğunu düşünüp bu eksikliği tamamlamaya soyunur. “Eksiklikler ve şans eseri ve bilgiyle doldurulana kadar yazılmış olması gereken çok ilginç eserlerin başlıklarını sıralamaya” koyulur. Arkadaşı Colette dehşet içinde “Peki ya o kitaplar yazılmazsa?..” diye sorunca çok makul bir yanıt verir: “Ne yapalım. Her şeyi yapmamı bekleyemezler ya!” Tuhaf kütüphaneler Herkes kütüphanesine Dostoyevski ve Shakespeare koymayı bilir. Ama pek az insan, Hemingway gibi dünya uçak motorları listesi biriktirir. Bir giysiyi butiğin vitrininde takdim edildiği şekilde giyip çıkmak ne kadar nahoş bir durumsa, bir kütüphanenin de 100 temel eserden oluşması o kadar nahoştur. Kişiye özel bir kütüphane, adı üstünde kişiye özel parçalar taşımalıdır. Klasiklerin klasik ve amorf çizgisi, üzerinde uzlaşılmamış hatta kitsch bulunabilecek kitaplarla harmanlanmadığı sürece kütüphane, sahibinin ya su katılmamış bir genelgeçer zevke ya da silik bir kişiliğe sahip olduğundan başka bir şeye delalet etmez. Marquez, Muhammed Ali'nin anıları, Bram Stoker'ın Dracula'sı gibi yüksek edebî zevke uymayan kitapların yanı sıra çoklarının zaman israfı saydıkları moda ve dedikodu dergilerini bile kitaplığına almakta beis görmez. Özel merakı ise salgın hastalıklar hakkındaki kitapları biriktirmektir. Laurence Sterne'nin Tristram Shandy'de ayrıntılı olarak anlattığı tuhaf tıp kitaplarıyla kilisenin aforoz metinlerinin ise Toby Amca’nın savaş kitapları koleksiyonu gibi uydurma mı yoksa gerçek mi olduğu bilinmiyorsa da son derece çekici bir kütüphane olduğu kuşku götürmez. Onlar kadar olmasa da şöhreti İstanbul sahafları arasında bir efsane olarak dolaşan, sadece imzalı kitapların bulunduğu kitaplık da enteresan kütüphanelere örnek verilebilir. Rivayet odur ki, bu kütüphanede yazarı tarafından imzalanmış tamı tamına 32 adet Ömer Seyfettin kitabı bulunmaktadır. Yıllarımı bu lanetlere verdim, yaşlılığımda da onlar bana versin diyorsanız (çok haklısınız) kitap hırsınızın bir kısmını değerli kitap aramaya hasredebilirsiniz. Yazarı tarafından imzalanmış kitaplar geleceğe yatırım yapmanın en kestirme yoludur. Aklınızdan çıkarmamanız gereken şey, Can Yücel gibi imza günlerini de imza vermeyi de pek seven sanatçıların imzalı eserlerinin neredeyse hiçbir maddi kıymet arz etmediğidir. Ama bir Sevgi Soysal'ın imzası size yaşlılığınızda mütevazı bir tatil hediye edebilir. Ucuza değerli kitap düşürmek ciddi mesai isteyen bir iştir. Sahafları gezmek yetmez, sokak aralarında el arabasına hurdalarla beraber birkaç da kitap koymuş satıcıları bile didik didik etmeniz gerekir. Ama sabrın sonu selamettir. Manguel bit pazarlarına yaptığı bitmek bilmez seferlerin sonucunda imzalı bir Colette'le mükafatlandırılmıştır. Stephen King ise çabalarının karşılığını bir düzine imzalı Faulkner kitabıyla alır. Şişmanlar ve zayıflar Bir kitap doğal yaşam süresi olarak onlarca nesil insanı devirebilir. Ve her ebeveyn gibi kitapseverler de bu sevgili çocuklarının başına kendileri öldükten sonra neler neler gelebileceği konusunda kaygılanmakta haklıdır. Yıllar önce sahafta Herman Melville'in Billy Budd'ını bulmuştum. Kitap, bir erkeğin âşık olduğu kadına hediyesiydi ve boş kapak sayfasına uzunca bir mektup yazılmıştı “X, canım fena halde sana mektup yazmak istiyor. Yazacak boş bir kâğıt bulamadığım için buraya yazıyorum. Bir trendeyim şimdi…” Mektubun sahibini üzmemek için kalpsiz X'in adını vermiyorum. Bu mektup, değerbilmez ellere geçen kitapların başıboş yolculuğunun kanıtı olsun. Gogol, Ölü Canlar'da Rusya'da nesillerin döngüsünü şişmanlar ve zayıflar olarak formüle eder. Şişman adamlar iyi, sorumlu aile babalarıdır. Gık demeden çalışır, kazandıklarını balolarda çapkınlıkta pul etmektense saksağan gibi biriktirir ve oğullarına miras bırakırlar. Zayıf oğullar ise babalarının yapmadıklarını da telafi etmek istercesine vur patlasın çal oynasın yer bitirirler bu mirası. Onların oğulları tekrar şişman adamlar olur ve hayat böyle sürer gider… Şişman adamların çalışa didine biriktirdiği şeylerden biri de kitaplardır. Öldüklerinde hepsi zayıf oğullarının eliyle sahafa yollanıverir. Gayretli bir kitapsever merhumun kitapları dükkâna düştüğünde sahaf müşterileri birer akbabaya dönüşüverir. İçten içe duyulan “Ya ben öldüğümde…” sorusu bu ganimet avı sırasında zihnin en arkalarına itilivermiştir. Edebiyat tarihinin bu açıdan en değerbilmez zayıf oğlu, Dostoyevski'nin üvey oğlu Pavel Aleksandroviç'tir. Hain Pavel, yurtdışında oluşunu fırsat bildiği üvey babasının bütün kitaplığını satar. Anna Dostoyevski'nin dediğine göre bu yağma sırasında yığınla tarihi incelemenin yanı sıra Dostoyevski'nin çağdaşı yazarların ona hediye ettiği imzalı kitaplar ve Ortodoks dinî törenlerine ilişkin sayısız eser de kaybolup gitmiştir. Başucundakiler Bir kitaplık ne denli büyük olursa olsun, sadece birkaç tane kitap, sahibinin yatak ya da çalışma odasına, başucuna kadar sokulabilecektir. Faulkner İncil'i ve Don Kişot'u aksatmadan her yıl yeniden okur. Yine Dostoyevski İncil'ini hiç yanından ayırmaz. Sonsuz kitap raflarıyla dolu bir cennet düşleyen Borges, gözleri görmemesine rağmen Webster İngilizce Ansiklopedik Sözlüğü'nü ve Pelican İngiliz Edebiyatı Rehberi'ni elini uzattığında alabilecek şekilde yerleştirir. Roald Dahl'ın efsanevi çalışma odasında, topu topu beş kitap vardır. Kalanı sosyal çevremizdir. Başucumuzda bulunanlar ise en yakın dostlarımız. YELDA EROĞLU http://kitapzamani.zaman.com.tr/kita...on?newsId=6385
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() güzel ve faydalı bilgiler var....
kütüphanesi olan herkese özellikle okumasını tavsiye ederim... paylaşım için teşekkürler... |
|
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|