AK Gençliğin Buluşma Noktası
Haberler Dünyadan ve Ülkemizden son dakika haberler burada.



Konu Kapatılmıştır
Stil
Seçenekler
 
Alt 05-13-2010, 14:45   #21
Kullanıcı Adı
novek
Standart
KAPİTALİZMİN SOSYALİST AÇIDAN TAHLİLİ
1. SINIF MÜCADELESİ
Zengin veya yoksul, güçlü veya zayıf, siyah, beyaz, sarı veya esmer olsun, insa'nlar her yerde yaşamak için gereksindikleri şeyleri üretmek ve bunların dağıtımını yapmak zorundadırlar. Amerika Birleşik Devletleri'ndeki üretim ve dağıtım sistemine kapitalizm denir. Dünyanın birçok öteki ülkelerinde aynı sistem vardır. Ekmek, giyecek, konut, otomobil, radyo, gazete, ilaç, okul ve diğer her şeyi üretmek ve dağıtmak için şu iki esas unsurun bulunması gerekir: 1. Toprak, madenler, hammaddeler, makineler, fabrikalar – yani iktisatçıların "üretim araçları" diye adlandırdıkları şeyler. 2. Emek – gerekli malları meydana getirmek için güçlerini ve hünerlerini üretim araçları üzerinde ve bu araçlarla birlikte kullanan isçiler. Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi, Amerika'da da üretim araçları, kamu mülkü değildir. Toprağa, hammaddelere, fabrikalara, makinelere, bireyler, yani kapitalistler sahiptir. Bu, pek önemli bir olgudur. Çünkü, üretim araçlarına sahip olup olmamanız, sizin toplumdaki konumunuzu belirler. Eğer üretim araçlarına sahip küçük gruba –yani kapitalist sınıfa– dahilseniz, çalışmadan yasayabilirsiniz. Üretim araçlarına sahip olmayan büyük gruba –yani işçi sınıfına– dahilseniz, çalışmadan yasayamazsınız. Bir sınıf sahip olarak, öteki sınıf çalışarak yaşıyor. Kapitalist sınıf, gelirini, başkalarını kendi hesabına çalıştırarak elde eder; oysa işçi sınıfı, gelirini, yaptığı iş için aldığı ücret biçiminde sağlar. Yaşamak için gerekli malların üretiminde emek baş yeri tuttuğuna göre, emeği sağlayanın –işçi sınıfının– bunun karşılığında çok cömertçe ödüllendirildiğini sanabilirsiniz. Oysa hiç de böyle değildir. Kapitalist toplumda en büyük geliri elde eden en çok çalışan değil, en fazla şeye sahip olandır. ı>Kapitalist toplumda çarkları döndüren kârdır. Açıkgöz işadamı demek, satın aldığı şey için elden geldiğince az ödeyen, sattığı şeyler içinse koparabileceği en büyük miktarı alan adam demektir. Yüksek kârlara giden yolun ilk adımı masrafları azaltmaktır. Üretim masraflarından biri, emeğe ödenen ücrettir. Bu nedenle, elden geldiğince düşük ücret ödemek işverenin çıkarmadır. Aynı şekilde, işçilerini el-den geldiğince çok çalıştırmak da onun çıkarınadır. Üretim araçlarına sahip olanların çıkarları ile bunlar için çalışan insanların çıkarları birbirine karşıttır. Kapitalistler için önce mülkiyet sonra insanlık, işçiler için ise önce insanlık –yani kendileri– sonra mülkiyet gelir. Kapitalist toplumda iki sınıf arasında daima bir çatışma olmasının nedeni de işte budur. ı>Sınıf savaşında iki tarafın da davranışı, zorunlu oldukları davranıştır. Kapitalist, kapitalist olarak kalabilmek için kâr etmek zorunda olduğu gibi, işçi de yaşayabilmek için doğru dürüst bir ücret almaya çabalamak zorundadır. Taraflar ancak karşısındakinin zararı pahasına başarıya ulaşabilir. Sermaye ile emek arasında "uyum" konusunda söylenen bütün sözler, gevezelikten başka bir şey değildir. Kapitalist toplumda, bir sınıfın yararı, ötekinin zararına olduğu için böyle bir uyum olamaz; ve bunun tersi. Bunun için kapitalist toplumda, üretim araçları sahipleri ile işçiler arasında varolması zorunlu ilişki, bıçakla gırtlak arasındaki ilişki gibidir.
2. ARTI–DEĞER
ı>Kapitalist toplumda, insan, kendi gereksinmelerini sağlamak istediği şeyleri değil, başkalarına satacağı şeyleri üretir. Eskiden insanlar, kendi kullanımları için mal üretirken, bugün pazar için meta üretiyorlar. Kapitalist sistem, meta üretimi ve değişimi ile ilgilenir. İşçi, üretim aracına sahip değildir. Hayatını ancak tek bir yoldan kazanabilir: üretim araçlarına sahip olanlara kendisini ücret karşılığı kiralamak yoluyla. İşçi pazara bir meta ile gelir: çalışma kapasitesiyle, işgücüyle. İşverenin ondan satın aldığı şey, budur. İşveren, işçiye, işte bunun için ücret öder. İşçi, metaını, yani işgücünü, ücret karşılığı patrona satar. İşçi, ne kadar ücret alacaktır? Ücretinin ne kadar olacağını belirleyecek şey nedir? Bu sorunun yanıtının anahtarı, işçinin satmak zorunda olduğu şeyin, bir meta olması olgusunda yatar. Onun işgücünün değeri, herhangi bir başka metada olduğu gibi, onu üretmek için toplumsal olarak: zorunlu emek zamanı miktarı ile belirlenir. Ama işçinin işgücü, kendisinin bir parçası olduğu için, işgücünün değeri, kendisinin (ve emek arzının sürekli olabilmesi zorunluluğu bakımından ailesinin) yaşayabilmesi için gerekli yiyecek, giyecek ve barınma giderlerine eşittir.
Başka bir deyişle, bir fabrika, atelye ya da maden sahibi, kırk saatlik bir işin yapılmasını istiyorsa, bu işi yapacak kimseye yasamasına yetecek ve öldüğü veya çalışamayacak kadar ihtiyarladığı zaman onun yerini alabilecek çocuklar yetiştirmesine yetebilecek bir ücret vermek zorundadır. Demek ki işçiler, kendi işgüçleri karşılığında, ancak yaşayabilecekleri kadar bir ücret alırlar; bazı ülkelerde ise ayrıca bir radyo ya da buzdolabı ya da arasıra sinema bileti satın alabilecek bir fazlalık elde ederler. İşçi ücretlerinin, işçinin ancak yaşayabileceği düzeye yönelme eğilimini ifade eden bu iktisadî yasa, işçilerin siyasal ve sendikal eylemlerinin yararsız olduğu anlamına mı gelir? Hayır, kesinlikle gelmez. Tersine, işçiler, sendikaları yoluyla, Amerika dahil bazı ülkelerde, ücretlerini bu asgarî yaşama düzeyinin üzerine çıkarabilmişlerdir. Şu önemli noktayı da unutmamak gerekir ki, işçilerin, bu iktisadî yasanın durmadan islemesine engel olmaları için açık olan tek yol budur. Kâr nereden geliyor? Bu sorunun karşılığını, metaların değişim sürecinde değil, üretim sürecinde buluruz. Kapitalist sınıfa giden kârlar, üretimden doğar. işçiler, hammaddeyi, mamul nesne haline dönüştürmekle yeni bir servet var etmişler, yeni bir değer yaratmışlardır, işçiye ücret olarak ödenen ile işçinin hammaddeye kattığı değer arasındaki farkı, işveren kendisine alıkoyar. işte kâr buradan gelir. isçi, kendisini, bir işverene kiraladığı zaman, ona ürettiği şeyi değil, üretme gücünü satar. işveren, işçiye sekiz saatlik çalışması ile yarattığı ürünün karşılığını ödemez, sekiz saat çalışması için para verir,
işçi, bütün işgünü –diyelim sekiz saat– süresince, işgücünü satar. Şimdi varsayalım ki işçinin aldığı ücretin değerini üretmek için gerekli zaman, dört saattir, işçi, bu dört saatin sonunda, işi bırakıp evine gitmez. Gidemez, çünkü onu sekiz saat çalışması için kiralamışlardır. Böylece dört saat daha çalışmaya devam eder. Ve bu dört saat süresince kendisi için değil, işveren için çalışır. Emeğinin bir kısmı ödenmiş emektir; öteki kısmı ödenmemiş emektir, işte işverenin kârı, bu ödenmemiş emekten gelir. isçiye verilen ücretle, ürettiği değer arasında bir fark olması gerekir, yoksa işveren onu kiralamazdı. işçinin ücret olarak aldığı ile ürettiği metaın değeri arasındaki farka, artî-değer denir. Artı-değer, işverene giden kârdır, işveren, işgücünü, bir fiyattan satın alır ve emeğin ürününü daha yüksek bir fiyata satar. Farkı, yani artı-değeri, kendisine alıkoyar.
3. SERMAYE BİRİKİMİ
ı>Kapitalist, işe, para ile baslar. Üretim araçlarını ve işgücünü satın alır. işçi, işgücünü, üretim araçları üzerinde kullanarak, metalar üretir. Kapitalist, bu rnetaları ve bunları para karşılığında satar. Bu sürecin sonunda elde ettiği para miktarının, başlangıçtaki para miktarından fazla olması gerekir. Bu fark, onun kârıdır. Eğer üretim süreci sonunda, para miktarı, başlangıçtaki para miktarından fazla değilse, kâr yok demektir ve kapitalist, üretimi durdurur. Kapitalist üretim, halkın gereksinmeleriyle başlayıp bitmez. Para ile baslar, para ile biter. Para, olduğu yerde durarak, iddihar edilerek daha fazla para haline gelemez. Para, ancak sermaye olarak kullanılmakla, yani üretim araçları ve işgücü satın alarak ve böylece yılın her gününün her saatinde işçilerin yarattığı yeni zenginlikten bir hisse almakla büyür. Bu, gerçek bir atlı karıncadır. Kapitalist, daha fazla sermaye (üretim araçları ve işgücü) biriktirebilsin diye gittikçe daha çok kâr etmeye, daha çok kâr edebilsin diye daha da çok sermaye biriktirmeye, daha çok sermaye biriktirsin diye daha da çok kâr etmeye, vb., vb., çalışır. Şimdi kârları artırmanın yolu, işçilere, gittikçe daha fazla metaı, gittikçe artan bir hızla, gittikçe azalan bir maliyetle ürettirmektir. İyi bir fikir, ama bunu nasıl yapmalı? Makineler ve bilimsel yönetim – yanıt buydu ve budur. Daha büyük bir işbölümü. Yığın üretimi, [îsi] hızlandırma. Fabrikada daha büyük etkinlik. Daha çok makine. Bir işçiye, daha önce, beş işçinin, on işçinin, onsekiz işçinin, yirmiyedi işçinin yaptığı kadar bir üretme gücü veren, motorlu makineler... Makineler tarafından "gereksizleştirilen" işçiler, ya yavaş yavaş açlıktan kırılan, ya da kendi varlığı ile bir iş bulabilmiş olanların ücretlerinin düşmesine yardımcı olan bir "yedek sanayi ordusu" haline gelirler. Ve makineler, yalnızca fazla bir isçi nüfusu yaratmakla kalmazlar, aynı zamanda, emeğin niteliğini de değiştirirler. Hünersiz düşük ücretli emek, daha önceleri hüner ve yüksek ücret gerektiren emeğin yaptığı işi yapabilir. Fabrikalarda, çocuklar büyüklerin, kadınlar erkeklerin yerini alabilirler. Rekabet, her kapitalisti, diğer kapitalistten daha ucuza meta üretmenin yollarım aramaya zorlar. "Birim emek maliyeti" ne kadar düşük olursa, rakiplerinden o kadar ucuzasatması ve gene de kâr etmesi mümkün olur. Makine kullanımmın yaygınlaşması ile, kapitalist, işçilerine, gittikçe daha çok malı, gittikçe daha hızlı ve daha ucuza ürettirebilecektir. Ne var ki, bunu başarabilen yeni ve geliştirilmiş makine, çok büyük paralara mal olur. Bu, öncekinden daha büyük ölçekli üretim, gitgide büyüyen fabrikalar demektir. Başka bir deyişle, gitgide daha fazla sermayenin birikmesi demektir. Kapitalist için başka bir seçenek yoktur. Kârın en büyük kısmı, en ileri ve en etkin teknik yöntemleri kullanan kapitaliste gider. Bundan dolayı, bütün kapitalistler, iyileştirmeler için uğraşır dururlar. Ama bu iyileştirmeler giderek daha fazla sermayeyi gerektirir, îş alanında kalabilmek, ötekilerin rekabetlerine dayanabilmek ve elindekini koruyabilmek için, kapitalist, sermayesini durmadan genişletmek zorundadır. Kapitalist, daha çok kâr etmeyi daha çok biriktirmek ve böylece daha da çok kâr etmek için istemekle kalmaz, sistemin de kendisini böyle davranmaya zorladığım görür.
novek isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:46   #22
Kullanıcı Adı
EpiVaTeS
Standart
Alıntı:
novek Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
daha once forumda çok yazdım okuyan adam yok.
Komunizmi okuyup napacağız...
Komunistmi olalım yani...
derdin bu mu...
buysa çok beklersin...

Ayrıca sen okudunda ne oldu...
Marks kim diye soruyorum...
Cevap veremiyordun ilk zamanlar...
Şimdi işte Google sayesinde öğrenmişin iki kelime gelip burda caka satma derdindesin...
devrimciyim gomunistim diyorsun ama savunduğun ideolojiyi anlatamaıyorsun...
vaktim yok diyorsun...
Bir devrimci ne olursa olsun çatır çatır ideolojisini savunur öyle adreste vermez...
Bir girer markstan engelsten bir çıkar cheden fidelden...
EpiVaTeS isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:47   #23
Kullanıcı Adı
novek
Standart
4. TEKEL
Amerikan halkına yutturulmak istenen en büyük yalanlardan biri de, ekonomik sistemimizin, "hür özel teşeıbbüs" olduğu iddiasıdır. Bu, doğru değildir. Ekonomik sistemimizin yalnız bir kısmı, rekabetçi, serbest ve bireycidir. Geri kalanı –ve çok dada önemli kısmı– tam tersidir: tekelleştirilmiş, denetim altına alınmış ve kolektivisttir. Rekabet, teoriye göre, güzel bir şeydi. Ama kapitalistler, uygulamanın, teoriye uygun düşmediğini gördüler. Rekabetin kârı azalttığım, birleşmenin ise kârı artırdığını gördüler. Amaçları kâr olduğuna göre, rekabete ne gerek vardı? Birleşmek, onların açısından, çok daha iyiydi. Ve birleştiler de: petrolde, şekerde, viskide, demirde, çelikte, kömürde ve daha bir sürü metalarda. ı>"Serbest rekabet teşebbüsü''nün sonu, daha 1875 yılında görünmüştü. 1888 yılında tröstler ile tekeller, Amerikan ekonomik hayatını öylesine kıskıvrak bağlamışlardı ki, başkan Grover Cleveland, Kongreye, bir uyarıda bulunmak gereğini duymuştu: "Biraraya gelmiş sermayenin başarısına bir göz atarsak, tröstlerin, birleşmelerin ve tekellerin varlıklarını keşfederiz, oysa vatandaş çok daha gerilerde çabalayıp durmakta, ya da demir bir ökçenin altında öldüresiye ezilmektedir. Yasaların sıkı denetimi altında ve halkın hizmetinde bulunması gereken şirketler, hızla halkın efendisi haline gelmektedir." Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi yoluyla, bazı şirketler öylesine büyüyebilmişlerdir ki, bazı sanayi kollarında, bugün, bir avuç firma, toplam üretimin yarısından fazlasını veya neredeyse hepsini üretmektedir. Bu sanayilerde, "geleneksel serbest rekabet teşebbüsüne dayanan Amerikan sistemi" artık elbette mevcut değildir. Onun yerini, ekonomik gücün birkaç elde yoğunlaşması, yani tekel almıştır. Burada, Temsilciler Meclisi Küçük Ticaret ve Sanayi Komitesinin 1946 tarihli ve Ekonomik Yoğunlaşmaya ve Tekelciliğe Karsı Birleşik Devletler başlıklı raporundan bazı belirli örnekler verelim: General Motors, Chrysler ve Ford, birlikte, Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan her on otomobilden dokuzunu üretirler. 1934'te dört büyük tütün şirketi –American Tobacco Company, R. J. Reynolds, Liggett & Myers ve P. Lorillard– üretilen "sigaraların yüzde 84'ünü, içilen tütünün yüzde 74'ünü, çiğnenen tütünün yüzde 70'ini işlemişlerdir". Dört büyük lastik şirketi –Goodyear, Firestone, U. S. Rubber ve Goodrich– aşağı yukarı "lastik sanayiinin toplam net satışlarının yüzde 93'ünü" yapmışlardır. Savaştan önce, sabun sanayiinin en büyük üç şirketi –Proctor & Gamble, Lever Bros., ve Colgate-Palmolive Peet Co.– bu iş alanının yüzde 80'ini denetimleri altında bulundurmuşlardır: Öteki yüzde on başka üç şirket tarafından sağlanmış ve geri kalan yüzde on ise yaklaşık olarak 1.200 sa-bun imalâtçısı arasında paylaşılmıştır. îki Şirket –Libby-Owen-Ford ve Pittsburgh Plate Glass Co.– birlikte ülkedeki toplam düz camların yüzde 95'ini yapmaktadırlar. The United States Shoe Machinery Co., Amerika'daki toplam ayakkabı makinesi sanayiinin yüzde 95'inden fazlasını denetimi altına almıştır. Bu kadar geniş bir egemenliğe sahip bulunan tekelci kapitalistlerin, fiyatları diledikleri gibi saptamak durumunda olduklarını görmek güç değildir. Ve böyle yapıyorlar. Fiyatları, en fazla kârı elde edecek noktada saptıyorlar. Bunu, ya kendi aralarında anlaşarak yapıyorlar, veya en güçlü şirket, fiyatı ilân ediyor, ötekiler de "kaptanı izle" oyununa katılıyorlar. Bir de sık sık olduğu gibi, temel patentleri denetimleri altında bulunduruyorlar ve gerekli üretim lisanslarını, ancak kendi çizgilerinde gitmeyi kabul edenlere veriyorlar. ı>Tekel, tekelcilere amaçlarını gerçekleştirmek, yani çok büyük kârlar sağlamak olanağını hazırlıyor. Rekabetçi sanayiler, iyi zamanlarda kâr eder, kötü zamanlarda açık verir. Ama tekelci sanayiler için izlenen model farklıdır: iyi zamanlarda muazzam kârlar sağlarlar, kötü zamanlarda ise bir miktar kâr ederler. Tekelci güçlere ve kârlara karşı hareket, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamış, 20. yüzyıla kadar devam etmiştir. Ne var ki, "büyüyen belâ" hakkında çok laf edildiği halde pek az şey yapılmıştır. Federal Ticaret Komisyonu ile Ada-let Bakanlığının tröstlere karsı kurulan şubesine, bir şeyler yapmak niyetinde oldukları zamanlarda bile, görevlerini yerine getirmeleri için, ne ödenek verilmiştir, ne de personel. 16 ı>Aslına bakılırsa bu konuda pek bir şey de yapılamazdı. 1911 yılında Standard Oil Company "dağıldığında", J. P. Morgan'ın şu yerinde yorumu yaptığı bildirildi: "Hiç bir yasa, insanı, kendisi ile rekabete zorlayamaz." Sonraki olaylar, Bay Morgan'ın haklı olduğunu gösterdi. 1935'te:
Birleşik Devletler'deki bütün şirketlerin binde-biri, bütün bu şirketlerin toplam varlıklarının yüzde 52'sine sahipti. Bütün şirketlerin binde-biri, bunların net gelirinin yüzde
50'sini elde etti. Bütün imalâtçı şirketlerin' yüzde dördünden azı, bütün bunların net kârlarının yüzde 84'ünü kazandı. "Yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin yapmak için bundan daha yetkin bir mekanizma zor bulunurdu." îşte TNEC raporunda tekel için söylenen sözler bunlardır.
Raporda, tekelin, işçiler, hammadde üreticileri, tüketiciler ve hisse senedi sahipleri üzerindeki etkileri, kanıt olarak verilmektedir. işçiler daha da yoksullaştılar, çünkü "tekelciler, işçilere, üretkenliklerine eşit bir ücret ödemiyor lardı". Hammadde üreticileri (örneğin çiftçiler), "tekelcilerin, bazan ödedikleri düşük fiyatlar" yüzünden daha da yoksullaştılar. Tüketiciler, "tekelcilerin koydukları yüksek fiyatlar yüzünden" daha da yoksullaştılar. Öte yandan ise hisse senedi sahipleri, "tekelcilerin bu şekilde elde ettikleri gereğinden fazla yüksek kârlar"dan dolayı, daha da zengin oldular. Ne zaman kudret ve servetin birkaç elde tehlikeli bir biçimde toplandığı öne sürülse, Büyük İs Çevrelerinin savunucuları, manzaranın çizildiği kadar karanlık olmadığını öne sürerler. Bunlar, kârların gereksiz şekilde yüksek olması halinde bile, bu kârların, küçük bir gruba değil, milyonlarca insana dağıtıldığını savlmurlar. Bunlar, hisse senetlerinin geniş bir kitleye dağıtıldığını ve dev tekelci şirketlerin hisse senetlerinin, yalnız Bay Kodamanda değil, Tom'da, Dick'te, Harry'de ve milyonlarca başka küçük insanlarda bulunduğunu ileri sürerler. Bu, akla yatkın bir kanıttır ve pek çok kişiyi aldatır. ı>Ancak, Amerikan sanayiine "halkın" sahip olduğu savı, boş laftır. Herhangi bir şirkette, hisse senedi sahiplerinin sayısı büyük olabilir. Ama bu, önemli değildir. Asıl önemli olan kaç kişinin ne kadar hisse senedine sahip olduğudur. Ve gene önemli olan, kârın ortaklar arasında nasıl bölüsüldüğüdür. Bu rakamları gördüğümüzde, bir bütün olarak "halkın" Amerikan sanayiinde mikroskobik bir hisseye sahip olduğu anlaşılır; oysa bir avuç Kodaman onun büyük bir kısmına sahiptir, korkunç kârları cebe indirmektedir. Bu konu ile ilgili en etkili ve en kolay anlaşılır rakamlar, Başkan Roosevelt tarafından 1938'de Kongreye verilenlerdir: "1929 yılı hisse senetlerinin dağılımı bakımından örnek bir yıl oldu. Ama aynı yılda nüfusumuzun binde-üçü, bireylerce bildirilen temettülerin yüzde 78'ini aldılar. Bu, aşağı yukarı şu demektir ki, nüfusumuzun her 300 kişisinden birisi, şirket kârlarının her dolarından 78 sentini aldığı halde, geri kalan 299 kişi, öteki 22 senti aralarında paylaşmaktadırlar.'1 Gerçek manzara Kongreye 1941 yılında senatör O'Mahoney tarafından sunulan Geçici Ulusal Ekonomi Komitesinin (TNEC) nihaî raporu ve tavsiyelerinde çizildiği şekildedir: "Biliyoruz ki, ülkenin servet ve gelirlerinin çoğu, birkaç büyük şirketin elindedir; bu şirketler ise, son derece az sayıda insanın malıdır ve bunların çalışmalarından doğan kârlar çok küçük bir gruba gitmektedir."
5. GELİR DAĞILIMI
ıBiz Amerikalıların iyi yaşadığı doğru değildir. Gerçek şudur ki, vatandaşlarımızın mutlu bir azınlığının lüks içinde yaşamalarına karşın, Amerikalıların çoğu sefalet içindedir. Gerçekte "bizim yüksek hayat standardımız" boş bir övünmedir, halkımızın çoğunluğu ile bir ilişkisi yoktur. Başkan Roosevelt, ikinci görev dönemine başlarken yaptığı konuşmada, yüksek hayat standardımız konusundaki yalan perdesini su sözleriyle yırtınıştır: "Ulusun üçte-biri-nin kötü konutlarda oturduğunu, kötü giyindiğini ve kötü beslendiğini görüyorum.“ Bütün öteki kapitalist ülkelerde olduğu gibi Amerika'da da, yıllar boyunca, üretilen mallar ve hizmetler miktarında devamlı bir artış olmuştur. Gerçekten gerekli gereksinme malları ile son derece lüks mallar, sonu gelmez bir akıntı halinde, halkın yararlanmasına sunulmuştur. Ne var ki, malların bu bolluğunun geçerli olması, halkın gereksinmeleri ile değil, onların satın alma gücü ile ölçülür. Amerikan halkının çoğunluğunun ulusal gelirden aldığı pay, hayatlarını daha zengin ve doyumlu hale getirebilecek şeyleri satın almalarını sağlamaktan uzaktır. Resmî istatistikler bu noktayı kanıtlamaktadır. Örnek olarak, aşağıda, Nüfus Sayımı Bürosunun yayımladığı raporda yer alan, 1966'da, Amerika'da ailelere göre gelir dağılımı tablosunu veriyoruz (Current Population Reports, series P-60, n°53, 1967, s. 1): Toplam parasal aile geliri ($) Aile Sayısı 1.000 dolardan az

ı>
  1. – 1.99D 1.149.000
  2. – 2.999 2.635.000
  3. – 3.999 3.197.000
  4. – 4.999 3.341.000
  5. – 5.999 3.474.000 6.C€0 – 6.999 4.108.000
  1. – 7.999 4.574.000
  2. – 9.999 10.000 – 14.999 15.000 ve yukarısı 4.542.000
7.408.000 Toplam ı> 10.008.000 4.486.000 48422,000Dikkat edilirse, 1966 yılında, 10.322.000 aile, yani toplam aile sayısının yüzde 21'inden fazlası, bir yılda, 3.999 dolardan daha az gelir sağlamıştır. Bu, Amerika'da her beş aileden birisinin eline, haftada, yemek, içmek ve eğlenmek için 80 dolardan daha az para geçtiği anlamına gelir. Haftada 80 doların bir aileye. 1966'daki fiyatlarla nasıl bir hayat sürdürdüğünü siz düşünün. Ama fazla kafa yormamıza da gerek yok. Bugünün "bolluk içinde yüzen" Amerika'sında çok sayıda sefil insan bulunduğu gerçeği Başkan Johnson'un 1967 baharında Kongreye sunduğu mesajla kanıtlanmış durumdadır. Başkanın raporuna göre: (1) yoksul çocukların yüzde 60'ı –yani her beşinden üçü– bolluk içinde yüzen Amerika'da hiç dişçiye gitmiyor; (.2) sakat ve kusurlu yoksul çocukların yüzde 60'ı, gene bu "müreffeh" Amerika'da, tıbbî bakımdan yoksun; (3) yaşamlarının ilk yılında yoksul bebekler arasındaki ölüm oranı, bolluk içinde yüzen Amerika'da, yoksul olmayanlardan yüzde 50 fazla. Amerikalıların çoğu, insan gibi bir ömür sürmelerine yetecek kadar para kazanamazken, tepedeki azınlık, gerekenden de çok fazla elde etmiştir. 1966 yılında, Sayım Bürosunun yayınladığı, Current Population Reportsa göre (s. 7), gelir merdiveninin üst basamağındaki ailelerin yüzde 20'si, bütün ailelerin toplam gelirlerinin yüzde 40,7'sini aldığı halde, merdivenin alt basamağındaki ailelerin yüzde 60'ı yalnız yüzde 35,5'ini almıştır. Yani gelirden, tepedeki beşte-bir, tabandaki beşte-üçten daha fazla almış oluyor. Yalnız, bu, tepedeki çok zenginler, paralarının çoğunu alıp götüren pek yüksek vergiler ödemiyorlar mı? Böyle diyorlar ama, doğru değil. Tennessee Senatörü Gore'un 11 Nisan 1965 günlü New York Times Magazine''de yayınlanan yazısına göre de söylenenler doğru değil. "Vergi Ödemeden Nasıl Zengin Olunur" başlıklı makalede senatör diyor ki, "... Şimdi, vergi reformunu önerenler tarafından bu gibi örnekler aydınlığa çıkartıldığı zaman, pek çok kimse bunları tipik değil diye bir yana itiyorlar; bunlar, hâlâ, bizim, ödeme gücüne dayanan müterakki bir vergilendirme sistemimiz olduğuna inanıyorlar. Ama işin aslı, yıllık kazancı bir milyon dolar veya daha fazla olan "tipik" bir vergi yükümlüsünün fabrika işçisi ve öğretmenden, gelirinin daha küçük bir yüzdesini vergi olarak ödüyor olmasıdır. Öteki çoğu ülkelerin halklarına göre, bizim halkımızın, daha yüksek bir hayat standardı olduğu doğrudur. Ancak bu, bizim, varlık içinde olduğumuzu değil, onların yoksulluk içinde olduğunu gösterir. Propagandacıların, Amerika'nın "yüksek hayat standardından" söz açarken, bizi inandırmak istedikleri şey, hiç de doğru değildir.
6. BUNALIM VE DEPRESYON
Gelir dağılımı (ya da daha doğrusu gelirin kötü dağılımı) konusundaki gerçekler, kapitalist sistem ile bu sistemin temeldeki zayıflığının ekonomik yanını ortaya koyar. Büyük halk kitlesinin geliri, hemen her zaman sınaî üretimi tüketemeyecek kadar küçüktür. Zenginlerin geliri, çoğunluğun yoksulluğu yüzünden sınırlı olan bir piyasa için yapılabilecek kârlı yatırımlardan çoğu zaman kat kat büyüktür. Halkın büyük bir kısmı, satın almak ister ama parası yoktur. Zengin azınlığın ise, parası, harcamakla bitmeyecek kadar çoktur. Sanayi, dev adımlarla büyür; ama tüketicinin satın al-ma gücü, kaplumbağa hızıyla ilerler. Yığın üretimi sorunu çözülmüştür, ama üretilen malların yığın halinde satışı sorunu çözümlenememiştir. işçilerin gereksinmelerini karşılayacak mallar için pazar vardır; ama işçilerin gereksindikleri malları satın alma güç
leri açısından böyle bir pazar yoktur. Bunun sonucu, sistemde, bizim bunalım ve depresyon dediğimiz dönemsel çöküşlerdir. Kâr sağlamak için, kapitalist, işçilerine olabildiğince az ödeme yapmak zorundadır. Ürünlerini satmak için, kapitalist, işçilerine olabildiğince çok ödeme yapmak zorundadır.
İkisini birden yapamaz. Düşük ücret yüksek kâr sağlar, ama aynı zamanda mal talebini azalttığı için kârı olanaksız hale getirir. Çözümlenemez bir çelişki. Kapitalist sistem çerçevesi içinde çıkar yol yoktur. Depresyon kaçınılmazdır.
1929 bunalımından sonra, Birleşik Devletlerdin, kapitalizmin hâlâ genişleyebileceği dönemi, ebediyen ardında bıraktığı izlenimi doğdu. Artık genişlemeye değil, daralmayı asgarî çizgide tutmaya çalışılacaktı. Halk iş istiyordu, iş bulma olanağı azdı. Tanınmış ingiliz iktisatçısı J. M. Keynes'e göre, "Eldeki kanıtlar, tam veya hatta tama yaklaşan istihdamın ender görülen ve kısa süreli bir durum olduğunu gösteriyordu." Gene de kapitalist sistemin iş sağlayabileceği yalnız tek yol vardı. Kapitalizmi kötürümleştiren kusurların, yani düşük tüketim ve aşırı üretimin giderilebileceği tek yol vardı. Tepede sallanan aşırı üretim korkusundan kurtulmanın, üretilen her şeyi kârla satabilmenin tek yolu vardı. Kapitalizmin öldürücü hastalığı olan bunalım ve depresyonu tedavi etmenin tek yolu vardı: SAVAŞ. 1929'dan sonra, kapitalist sistemin, insanlara tam istihdam, malzeme, makine ve para sağlamak için, ancak bir savaş hazırlığı ve girişimi ile, işlemesine devam edebileceği görüldü. EMPERYALİZM VE SAVAŞ >>>>>

novek isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:47   #24
Kullanıcı Adı
Mavera
Standart
Alıntı:
novek Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
sen haydar basın modelinide okumuşsun ama anlamamışsın.
para basılıcak ama ne miktarda basılıcak karışılıgı olarakmı olmayarakmı.
ben haydar basın kitabınıda okudum faiz yok diyor ama kar serbest bırakıyor.
kar olunca yine çalışmayan bir kaymak kesim oluyor.
ne diyorsun haydar basin sistem tutar mi.. adam evlenenede para veriyor, is yeri acanada, calismayanada, cocuk yapanada..
Mavera isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:47   #25
Kullanıcı Adı
novek
Standart
4. TEKEL
Amerikan halkına yutturulmak istenen en büyük yalanlardan biri de, ekonomik sistemimizin, "hür özel teşeıbbüs" olduğu iddiasıdır. Bu, doğru değildir. Ekonomik sistemimizin yalnız bir kısmı, rekabetçi, serbest ve bireycidir. Geri kalanı –ve çok dada önemli kısmı– tam tersidir: tekelleştirilmiş, denetim altına alınmış ve kolektivisttir. Rekabet, teoriye göre, güzel bir şeydi. Ama kapitalistler, uygulamanın, teoriye uygun düşmediğini gördüler. Rekabetin kârı azalttığım, birleşmenin ise kârı artırdığını gördüler. Amaçları kâr olduğuna göre, rekabete ne gerek vardı? Birleşmek, onların açısından, çok daha iyiydi. Ve birleştiler de: petrolde, şekerde, viskide, demirde, çelikte, kömürde ve daha bir sürü metalarda. ı>"Serbest rekabet teşebbüsü''nün sonu, daha 1875 yılında görünmüştü. 1888 yılında tröstler ile tekeller, Amerikan ekonomik hayatını öylesine kıskıvrak bağlamışlardı ki, başkan Grover Cleveland, Kongreye, bir uyarıda bulunmak gereğini duymuştu: "Biraraya gelmiş sermayenin başarısına bir göz atarsak, tröstlerin, birleşmelerin ve tekellerin varlıklarını keşfederiz, oysa vatandaş çok daha gerilerde çabalayıp durmakta, ya da demir bir ökçenin altında öldüresiye ezilmektedir. Yasaların sıkı denetimi altında ve halkın hizmetinde bulunması gereken şirketler, hızla halkın efendisi haline gelmektedir." Sanayi ve banka sermayesinin birleşmesi yoluyla, bazı şirketler öylesine büyüyebilmişlerdir ki, bazı sanayi kollarında, bugün, bir avuç firma, toplam üretimin yarısından fazlasını veya neredeyse hepsini üretmektedir. Bu sanayilerde, "geleneksel serbest rekabet teşebbüsüne dayanan Amerikan sistemi" artık elbette mevcut değildir. Onun yerini, ekonomik gücün birkaç elde yoğunlaşması, yani tekel almıştır. Burada, Temsilciler Meclisi Küçük Ticaret ve Sanayi Komitesinin 1946 tarihli ve Ekonomik Yoğunlaşmaya ve Tekelciliğe Karsı Birleşik Devletler başlıklı raporundan bazı belirli örnekler verelim: General Motors, Chrysler ve Ford, birlikte, Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan her on otomobilden dokuzunu üretirler. 1934'te dört büyük tütün şirketi –American Tobacco Company, R. J. Reynolds, Liggett & Myers ve P. Lorillard– üretilen "sigaraların yüzde 84'ünü, içilen tütünün yüzde 74'ünü, çiğnenen tütünün yüzde 70'ini işlemişlerdir". Dört büyük lastik şirketi –Goodyear, Firestone, U. S. Rubber ve Goodrich– aşağı yukarı "lastik sanayiinin toplam net satışlarının yüzde 93'ünü" yapmışlardır. Savaştan önce, sabun sanayiinin en büyük üç şirketi –Proctor & Gamble, Lever Bros., ve Colgate-Palmolive Peet Co.– bu iş alanının yüzde 80'ini denetimleri altında bulundurmuşlardır: Öteki yüzde on başka üç şirket tarafından sağlanmış ve geri kalan yüzde on ise yaklaşık olarak 1.200 sa-bun imalâtçısı arasında paylaşılmıştır. îki Şirket –Libby-Owen-Ford ve Pittsburgh Plate Glass Co.– birlikte ülkedeki toplam düz camların yüzde 95'ini yapmaktadırlar. The United States Shoe Machinery Co., Amerika'daki toplam ayakkabı makinesi sanayiinin yüzde 95'inden fazlasını denetimi altına almıştır. Bu kadar geniş bir egemenliğe sahip bulunan tekelci kapitalistlerin, fiyatları diledikleri gibi saptamak durumunda olduklarını görmek güç değildir. Ve böyle yapıyorlar. Fiyatları, en fazla kârı elde edecek noktada saptıyorlar. Bunu, ya kendi aralarında anlaşarak yapıyorlar, veya en güçlü şirket, fiyatı ilân ediyor, ötekiler de "kaptanı izle" oyununa katılıyorlar. Bir de sık sık olduğu gibi, temel patentleri denetimleri altında bulunduruyorlar ve gerekli üretim lisanslarını, ancak kendi çizgilerinde gitmeyi kabul edenlere veriyorlar. ı>Tekel, tekelcilere amaçlarını gerçekleştirmek, yani çok büyük kârlar sağlamak olanağını hazırlıyor. Rekabetçi sanayiler, iyi zamanlarda kâr eder, kötü zamanlarda açık verir. Ama tekelci sanayiler için izlenen model farklıdır: iyi zamanlarda muazzam kârlar sağlarlar, kötü zamanlarda ise bir miktar kâr ederler. Tekelci güçlere ve kârlara karşı hareket, 19. yüzyılın son çeyreğinde başlamış, 20. yüzyıla kadar devam etmiştir. Ne var ki, "büyüyen belâ" hakkında çok laf edildiği halde pek az şey yapılmıştır. Federal Ticaret Komisyonu ile Ada-let Bakanlığının tröstlere karsı kurulan şubesine, bir şeyler yapmak niyetinde oldukları zamanlarda bile, görevlerini yerine getirmeleri için, ne ödenek verilmiştir, ne de personel. 16 ı>Aslına bakılırsa bu konuda pek bir şey de yapılamazdı. 1911 yılında Standard Oil Company "dağıldığında", J. P. Morgan'ın şu yerinde yorumu yaptığı bildirildi: "Hiç bir yasa, insanı, kendisi ile rekabete zorlayamaz." Sonraki olaylar, Bay Morgan'ın haklı olduğunu gösterdi. 1935'te:
Birleşik Devletler'deki bütün şirketlerin binde-biri, bütün bu şirketlerin toplam varlıklarının yüzde 52'sine sahipti. Bütün şirketlerin binde-biri, bunların net gelirinin yüzde
50'sini elde etti. Bütün imalâtçı şirketlerin' yüzde dördünden azı, bütün bunların net kârlarının yüzde 84'ünü kazandı. "Yoksulu daha yoksul, zengini daha zengin yapmak için bundan daha yetkin bir mekanizma zor bulunurdu." îşte TNEC raporunda tekel için söylenen sözler bunlardır.
Raporda, tekelin, işçiler, hammadde üreticileri, tüketiciler ve hisse senedi sahipleri üzerindeki etkileri, kanıt olarak verilmektedir. işçiler daha da yoksullaştılar, çünkü "tekelciler, işçilere, üretkenliklerine eşit bir ücret ödemiyor lardı". Hammadde üreticileri (örneğin çiftçiler), "tekelcilerin, bazan ödedikleri düşük fiyatlar" yüzünden daha da yoksullaştılar. Tüketiciler, "tekelcilerin koydukları yüksek fiyatlar yüzünden" daha da yoksullaştılar. Öte yandan ise hisse senedi sahipleri, "tekelcilerin bu şekilde elde ettikleri gereğinden fazla yüksek kârlar"dan dolayı, daha da zengin oldular. Ne zaman kudret ve servetin birkaç elde tehlikeli bir biçimde toplandığı öne sürülse, Büyük İs Çevrelerinin savunucuları, manzaranın çizildiği kadar karanlık olmadığını öne sürerler. Bunlar, kârların gereksiz şekilde yüksek olması halinde bile, bu kârların, küçük bir gruba değil, milyonlarca insana dağıtıldığını savlmurlar. Bunlar, hisse senetlerinin geniş bir kitleye dağıtıldığını ve dev tekelci şirketlerin hisse senetlerinin, yalnız Bay Kodamanda değil, Tom'da, Dick'te, Harry'de ve milyonlarca başka küçük insanlarda bulunduğunu ileri sürerler. Bu, akla yatkın bir kanıttır ve pek çok kişiyi aldatır. ı>Ancak, Amerikan sanayiine "halkın" sahip olduğu savı, boş laftır. Herhangi bir şirkette, hisse senedi sahiplerinin sayısı büyük olabilir. Ama bu, önemli değildir. Asıl önemli olan kaç kişinin ne kadar hisse senedine sahip olduğudur. Ve gene önemli olan, kârın ortaklar arasında nasıl bölüsüldüğüdür. Bu rakamları gördüğümüzde, bir bütün olarak "halkın" Amerikan sanayiinde mikroskobik bir hisseye sahip olduğu anlaşılır; oysa bir avuç Kodaman onun büyük bir kısmına sahiptir, korkunç kârları cebe indirmektedir. Bu konu ile ilgili en etkili ve en kolay anlaşılır rakamlar, Başkan Roosevelt tarafından 1938'de Kongreye verilenlerdir: "1929 yılı hisse senetlerinin dağılımı bakımından örnek bir yıl oldu. Ama aynı yılda nüfusumuzun binde-üçü, bireylerce bildirilen temettülerin yüzde 78'ini aldılar. Bu, aşağı yukarı şu demektir ki, nüfusumuzun her 300 kişisinden birisi, şirket kârlarının her dolarından 78 sentini aldığı halde, geri kalan 299 kişi, öteki 22 senti aralarında paylaşmaktadırlar.'1 Gerçek manzara Kongreye 1941 yılında senatör O'Mahoney tarafından sunulan Geçici Ulusal Ekonomi Komitesinin (TNEC) nihaî raporu ve tavsiyelerinde çizildiği şekildedir: "Biliyoruz ki, ülkenin servet ve gelirlerinin çoğu, birkaç büyük şirketin elindedir; bu şirketler ise, son derece az sayıda insanın malıdır ve bunların çalışmalarından doğan kârlar çok küçük bir gruba gitmektedir."
5. GELİR DAĞILIMI
ıBiz Amerikalıların iyi yaşadığı doğru değildir. Gerçek şudur ki, vatandaşlarımızın mutlu bir azınlığının lüks içinde yaşamalarına karşın, Amerikalıların çoğu sefalet içindedir. Gerçekte "bizim yüksek hayat standardımız" boş bir övünmedir, halkımızın çoğunluğu ile bir ilişkisi yoktur. Başkan Roosevelt, ikinci görev dönemine başlarken yaptığı konuşmada, yüksek hayat standardımız konusundaki yalan perdesini su sözleriyle yırtınıştır: "Ulusun üçte-biri-nin kötü konutlarda oturduğunu, kötü giyindiğini ve kötü beslendiğini görüyorum.“ Bütün öteki kapitalist ülkelerde olduğu gibi Amerika'da da, yıllar boyunca, üretilen mallar ve hizmetler miktarında devamlı bir artış olmuştur. Gerçekten gerekli gereksinme malları ile son derece lüks mallar, sonu gelmez bir akıntı halinde, halkın yararlanmasına sunulmuştur. Ne var ki, malların bu bolluğunun geçerli olması, halkın gereksinmeleri ile değil, onların satın alma gücü ile ölçülür. Amerikan halkının çoğunluğunun ulusal gelirden aldığı pay, hayatlarını daha zengin ve doyumlu hale getirebilecek şeyleri satın almalarını sağlamaktan uzaktır. Resmî istatistikler bu noktayı kanıtlamaktadır. Örnek olarak, aşağıda, Nüfus Sayımı Bürosunun yayımladığı raporda yer alan, 1966'da, Amerika'da ailelere göre gelir dağılımı tablosunu veriyoruz (Current Population Reports, series P-60, n°53, 1967, s. 1): Toplam parasal aile geliri ($) Aile Sayısı 1.000 dolardan az

ı>
  1. – 1.99D 1.149.000
  2. – 2.999 2.635.000
  3. – 3.999 3.197.000
  4. – 4.999 3.341.000
  5. – 5.999 3.474.000 6.C€0 – 6.999 4.108.000
  1. – 7.999 4.574.000
  2. – 9.999 10.000 – 14.999 15.000 ve yukarısı 4.542.000
7.408.000 Toplam ı> 10.008.000 4.486.000 48422,000Dikkat edilirse, 1966 yılında, 10.322.000 aile, yani toplam aile sayısının yüzde 21'inden fazlası, bir yılda, 3.999 dolardan daha az gelir sağlamıştır. Bu, Amerika'da her beş aileden birisinin eline, haftada, yemek, içmek ve eğlenmek için 80 dolardan daha az para geçtiği anlamına gelir. Haftada 80 doların bir aileye. 1966'daki fiyatlarla nasıl bir hayat sürdürdüğünü siz düşünün. Ama fazla kafa yormamıza da gerek yok. Bugünün "bolluk içinde yüzen" Amerika'sında çok sayıda sefil insan bulunduğu gerçeği Başkan Johnson'un 1967 baharında Kongreye sunduğu mesajla kanıtlanmış durumdadır. Başkanın raporuna göre: (1) yoksul çocukların yüzde 60'ı –yani her beşinden üçü– bolluk içinde yüzen Amerika'da hiç dişçiye gitmiyor; (.2) sakat ve kusurlu yoksul çocukların yüzde 60'ı, gene bu "müreffeh" Amerika'da, tıbbî bakımdan yoksun; (3) yaşamlarının ilk yılında yoksul bebekler arasındaki ölüm oranı, bolluk içinde yüzen Amerika'da, yoksul olmayanlardan yüzde 50 fazla. Amerikalıların çoğu, insan gibi bir ömür sürmelerine yetecek kadar para kazanamazken, tepedeki azınlık, gerekenden de çok fazla elde etmiştir. 1966 yılında, Sayım Bürosunun yayınladığı, Current Population Reportsa göre (s. 7), gelir merdiveninin üst basamağındaki ailelerin yüzde 20'si, bütün ailelerin toplam gelirlerinin yüzde 40,7'sini aldığı halde, merdivenin alt basamağındaki ailelerin yüzde 60'ı yalnız yüzde 35,5'ini almıştır. Yani gelirden, tepedeki beşte-bir, tabandaki beşte-üçten daha fazla almış oluyor. Yalnız, bu, tepedeki çok zenginler, paralarının çoğunu alıp götüren pek yüksek vergiler ödemiyorlar mı? Böyle diyorlar ama, doğru değil. Tennessee Senatörü Gore'un 11 Nisan 1965 günlü New York Times Magazine''de yayınlanan yazısına göre de söylenenler doğru değil. "Vergi Ödemeden Nasıl Zengin Olunur" başlıklı makalede senatör diyor ki, "... Şimdi, vergi reformunu önerenler tarafından bu gibi örnekler aydınlığa çıkartıldığı zaman, pek çok kimse bunları tipik değil diye bir yana itiyorlar; bunlar, hâlâ, bizim, ödeme gücüne dayanan müterakki bir vergilendirme sistemimiz olduğuna inanıyorlar. Ama işin aslı, yıllık kazancı bir milyon dolar veya daha fazla olan "tipik" bir vergi yükümlüsünün fabrika işçisi ve öğretmenden, gelirinin daha küçük bir yüzdesini vergi olarak ödüyor olmasıdır. Öteki çoğu ülkelerin halklarına göre, bizim halkımızın, daha yüksek bir hayat standardı olduğu doğrudur. Ancak bu, bizim, varlık içinde olduğumuzu değil, onların yoksulluk içinde olduğunu gösterir. Propagandacıların, Amerika'nın "yüksek hayat standardından" söz açarken, bizi inandırmak istedikleri şey, hiç de doğru değildir.
6. BUNALIM VE DEPRESYON
Gelir dağılımı (ya da daha doğrusu gelirin kötü dağılımı) konusundaki gerçekler, kapitalist sistem ile bu sistemin temeldeki zayıflığının ekonomik yanını ortaya koyar. Büyük halk kitlesinin geliri, hemen her zaman sınaî üretimi tüketemeyecek kadar küçüktür. Zenginlerin geliri, çoğunluğun yoksulluğu yüzünden sınırlı olan bir piyasa için yapılabilecek kârlı yatırımlardan çoğu zaman kat kat büyüktür. Halkın büyük bir kısmı, satın almak ister ama parası yoktur. Zengin azınlığın ise, parası, harcamakla bitmeyecek kadar çoktur. Sanayi, dev adımlarla büyür; ama tüketicinin satın al-ma gücü, kaplumbağa hızıyla ilerler. Yığın üretimi sorunu çözülmüştür, ama üretilen malların yığın halinde satışı sorunu çözümlenememiştir. işçilerin gereksinmelerini karşılayacak mallar için pazar vardır; ama işçilerin gereksindikleri malları satın alma güç
leri açısından böyle bir pazar yoktur. Bunun sonucu, sistemde, bizim bunalım ve depresyon dediğimiz dönemsel çöküşlerdir. Kâr sağlamak için, kapitalist, işçilerine olabildiğince az ödeme yapmak zorundadır. Ürünlerini satmak için, kapitalist, işçilerine olabildiğince çok ödeme yapmak zorundadır.
İkisini birden yapamaz. Düşük ücret yüksek kâr sağlar, ama aynı zamanda mal talebini azalttığı için kârı olanaksız hale getirir. Çözümlenemez bir çelişki. Kapitalist sistem çerçevesi içinde çıkar yol yoktur. Depresyon kaçınılmazdır.
1929 bunalımından sonra, Birleşik Devletlerdin, kapitalizmin hâlâ genişleyebileceği dönemi, ebediyen ardında bıraktığı izlenimi doğdu. Artık genişlemeye değil, daralmayı asgarî çizgide tutmaya çalışılacaktı. Halk iş istiyordu, iş bulma olanağı azdı. Tanınmış ingiliz iktisatçısı J. M. Keynes'e göre, "Eldeki kanıtlar, tam veya hatta tama yaklaşan istihdamın ender görülen ve kısa süreli bir durum olduğunu gösteriyordu." Gene de kapitalist sistemin iş sağlayabileceği yalnız tek yol vardı. Kapitalizmi kötürümleştiren kusurların, yani düşük tüketim ve aşırı üretimin giderilebileceği tek yol vardı. Tepede sallanan aşırı üretim korkusundan kurtulmanın, üretilen her şeyi kârla satabilmenin tek yolu vardı. Kapitalizmin öldürücü hastalığı olan bunalım ve depresyonu tedavi etmenin tek yolu vardı: SAVAŞ. 1929'dan sonra, kapitalist sistemin, insanlara tam istihdam, malzeme, makine ve para sağlamak için, ancak bir savaş hazırlığı ve girişimi ile, işlemesine devam edebileceği görüldü. EMPERYALİZM VE SAVAŞ >>>>>

novek isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:48   #26
Kullanıcı Adı
Ahmet Yasin
Standart
Alıntı:
novek Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
sen haydar basın modelinide okumuşsun ama anlamamışsın.
para basılıcak ama ne miktarda basılıcak karışılıgı olarakmı olmayarakmı.
ben haydar basın kitabınıda okudum faiz yok diyor ama kar serbest bırakıyor.
kar olunca yine çalışmayan bir kaymak kesim oluyor.
yok yok çok iyi anladım sende anladın ama işine gelmiyor ama neysee.

Haydar baş 2007 seçimlerindeki noter tasdikli vaatleri

-Her ev hanımına iktidarın ilk ayından başlamak üzere her ay 500 YTL maaş verilecektir.
-Doğum yapan her anneye 15 bin YTL doğum ikramiyesi verilecektir. -Çocuklar için çocuk başına 250 YTL çocuk maaşı verilecektir.
-18 yaşını dolduran her Türk vatandaşına iktidarın 12.ayından itibaren her ay 500 YTL maaş verilecektir.
-Asgari ücret 2 bin YTL olacaktır.
-Her çiftçiye, tohumunu ekmeden yüzde 50 avans verilecektir.
-Mazot 80 Ykr olacaktır


Tamda gomunistlerin işine gelşecek şekilde yan gel yat paranı al bana ne devletten bana baksın zihniyeti
Ahmet Yasin isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:49   #27
Kullanıcı Adı
novek
Standart
Alıntı:
barışcan Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
yok yok çok iyi anladım sende anladın ama işine gelmiyor ama neysee.

Haydar baş 2007 seçimlerindeki noter tasdikli vaatleri

-Her ev hanımına iktidarın ilk ayından başlamak üzere her ay 500 YTL maaş verilecektir.
-Doğum yapan her anneye 15 bin YTL doğum ikramiyesi verilecektir. -Çocuklar için çocuk başına 250 YTL çocuk maaşı verilecektir.
-18 yaşını dolduran her Türk vatandaşına iktidarın 12.ayından itibaren her ay 500 YTL maaş verilecektir.
-Asgari ücret 2 bin YTL olacaktır.
-Her çiftçiye, tohumunu ekmeden yüzde 50 avans verilecektir.
-Mazot 80 Ykr olacaktır


Tamda gomunistlerin işine gelşecek şekilde yan gel yat paranı al bana ne devletten bana baksın zihniyeti
sen haydar başın "milli ekonomi modeli" kitabını okudunmu? sonuna kadar?

Konu novek tarafından (05-13-2010 Saat 14:52 ) değiştirilmiştir..
novek isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:52   #28
Kullanıcı Adı
Ahmet Yasin
Standart
Alıntı:
novek Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
sen haydar başın milli ekonomi modelini okudunmu? sonuna kadar?
Sen ne kadar gomunizmden bilgi sahibi isen bende o kadar haydar baş hakkında bilgi sahibiyim.

Sahte profesörden ne beklenir
Ahmet Yasin isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:54   #29
Kullanıcı Adı
Ahmet Yasin
Standart
Alıntı:
novek Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
.

Ağzını topla terbiyemi seviyene indirtme ÇAKMA GOMUNİST seniiii

Konu NûN tarafından (05-13-2010 Saat 15:00 ) değiştirilmiştir..
Ahmet Yasin isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Alt 05-13-2010, 14:54   #30
Kullanıcı Adı
EpiVaTeS
Standart
Alıntı:
novek Nickli Üyeden Alıntı Mesajı göster
.
Yediğinden mi haberimiz yok...=))
Herkes yediğini öne sürermiş...
Tamda bu duruma uygun...

Konu NûN tarafından (05-13-2010 Saat 14:59 ) değiştirilmiştir..
EpiVaTeS isimli Üye şimdilik offline konumundadır  
Konu Kapatılmıştır


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi