06-11-2010, 00:56 | #1 |
Korku Üzerine Korkulu Ve Korkusuz Düşünceler
Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da mağlûbiyet ve zillete götürür. Cesaret, tehlike karşısında akıl ve zekânın, onlardan daha önce de iman ve takvânın kullanılmasıdır. Mal kaybeden bir şey kaybetmiştir. Onurunu kaybeden birçok şey kaybetmiştir. Cesaretini kaybeden her şeyi kaybetmiştir. Nedir cesaret? Hiçbir şeyden korkmamak mıdır? Elbette hayır! İnsanı cesur bir kahraman yapan, korkudur; Allah korkusu. Allah’tan hakkıyla korkan ve Allah dışında hiçbir şeyden korkmayan kimse, herkesin korktuğu adam kadar kudretlidir. Doğru olan bir şeyi gördüğü halde yapmamak, yanlışa karşı çıkmamak cesaretsizliktir. Cesaret çoğu zaman zorlukları kolaylığa tercih etmeyi gerektirir. Ama unutmamalı ki, her şeyin değeri, zorluğundadır. Günümüz insanı bencildir, korktuklarına uğramamak için başkalarını korkutmayı yeğler. Aslında bu bumerangdır. Başkalarını korkutanın, kendisi de hep korku içinde yaşar. Dünyevî korku içinde yaşayan adam da, asla özgür değildir; tutsaktır o, korkusunun tutsağı. Kimseden korkmamak için kimseyi korkutmamalıdır. Her insanda kesinlikle mevcut olan korku duygusu, aslında güzel bir nimettir. Bırakın insan ve hayvanları, yanlış olarak cansız zannedilen taşlar, dağlar Kur’an’ın anlattığına göre Allah’ı tesbih ederler,[1] İlâhî emanetin azametini idrâk edip korkarlar,[2] Allah korkusundan yarılıp paramparça olur ve yuvarlanırlar.[3] Evet, dağlar ve taşlar bile Allah’tan korkarlar. Korku; fıtrî bir duygu. Her fıtrî duygu gibi vahyin gösterdiği doğru istikamete yönlendirmeli, hedefi güzel ve hayırlı olmalı. Ayrıca; sınırı, ölçüsü, dozu da ayarlanmalı, yani aşırı olmamalı. İslâm, aynı zamanda insanı yersiz korkulardan da uzaklaştırır. Yerli yerinde (Allah için, Allah’a yönelik) kullanılmayan korku; fobilere, gülünç korkulara, insanı helâk edecek korkaklığa sürükler. Aslında hiç bir şey, yersiz korku kadar korkunç değildir. Nice cesur geçinen insanların öyle tuhaf korkuları vardır ki… Allah’tan korkmayan insandan her türlü kötülük bekleneceği için, halk “kork, Allah’tan korkmayandan” der. Tabii, bu korku, o kimselerin gücünden değil; şerlerinden, fesâdından çekinmek anlamında ele alınmalıdır. Bu anlamda en korkunç tehlike de, Allah’tan korkmayan tâğutların ve kurumlarının fesâdı. Korkak, tehlikeye düşünce ayaklarıyla düşünür. Korku, kimi zaman topuklara kanat takar, kimi zaman da ayakları yere çiviler. Korkak, ölmeden önce kimbilir kaç kere ölür; yiğit ise, sadece bir kere. Korkunun ecele faydası yoktur; ama ecelin korkuya faydası vardır. Korku, mezar taşlarını insan gibi gösterir. Bazı insanlar, kendi gölgelerinden bile korkarlar. Korkak olana gölge bile düşmandır. Tevhid, her iki dünyada da olumsuz korkudan ve üzüntüden uzak olmak, esenlik ve emniyete kavuşmaktır. Şirk ise bütün yanlış ve olumsuz korkuların kaynağı… Allah’tan korkmayan, korkulmayacak şeylerden korkar. Korku ihtiyacını takvâ ile doyurmayanlar, fobilerle dolu korkunç bir hayat yaşarlar. Çağdaş insanın hayatı korkularla çevrilmiştir. Açlık korkusu, deprem korkusu, devlet korkusu, işyerinde patron veya âmir korkusu, evinde eş ve çocuklardan korku, sokakta kapkaç, evde hırsız korkusu, erkekse arabasının çizilme korkusu, hanımsa koltukların kirlenme korkusu, daha nice korkular… Geceleri de kâbuslar. Bunca korku arasında bir de korku filmlerine karşı bir arzu. Şeytan onunla dalga geçer: Korkak ruhunu daha da korkutmaktan aldığı sadistçe zevk, dostu şeytanı bile güldürür. Biraz yaşlanınca, korktuğu başka şeyler başına gelecektir: Yüksek tansiyon, stres, psikolojik bunalımlar… Ve hiç beklemediği bir anda en çok korktuğu başına gelir. Varsa dostları, durumu açıklar: “Kalp sektesinden gitti.” Nereye?! Bu çağdaş insana yapılacak en büyük iyilik, onları yersiz korkularından kurtarmak, esenlik ve huzur dini İslâm’la onları tanıştırmaktır. Çağdaş câhiliye insanının en büyük korkusu İslâm’dandır. Evet, herkesi her iki dünyada da kurtarmaya gelen İslâm’dan. Celladına âşık olan ve kurtarıcısından korkan insana ne demeli? Çağdaş düzenler, ideolojiler ve tâğutlar her taraftan çağdaş insanı ahtapot kollarıyla pençelemiş, zehrini akıtıyorken futbol, müzik, oyun, internet, tv. gibi uyutucu ve uyuşturucuların etkisiyle insan kendi elleriyle kendini tehlikeye atıyor, ayaklarıyla helâke doğru hızla koşuyor. İnsan, korktuğu şeyler konusunda Allah’tan yardım ister ve fiilî duâ olarak hislerine, korku duygularına sahip olur, onu terbiye edip yanlış yerlere yönlendirmekten korursa, Allah o kimseden yanlış korkuları giderecektir ve o üzülmeyecektir de. Allah’a güvenme yerine insan, korkusunun etkisinde fazlaca kalırsa, çoğu zaman Allah korktuğu şeyleri ona musallat eder. Hz. Yakub’un, oğlu Yusuf’u kurdun yemesinden korkması, korkusunun gerçekleşmesine (benzer bir korkunç olaya) sebep olmuştu.[4] Aynı durum, gereksiz yere korkarak zâlimlere yardım edenler için de söz konusudur: “Kim (korktuğu için) bir zâlime yardım ederse, Allah Teâlâ, o zâlimi ona musallat eder. İnsanlar, bir zâlimi görür, ona engel olmazlarsa, bundan dolayı hemen hepsi cezalanır.”[5] Kur’an’ın hükmü de aynıdır: “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (hepinize sirâyet edip hepinizi perişan eder). Bilin ki Allah’ın azâbı şiddetlidir.” [6] Korkak insan, hayatta başarılı olamaz. Hakkını koruyamaz ve karşısına çıkacak engellere, güçlüklere karşı koyamaz. Hayatta, gereksiz atılganlığın da, gereksiz korkaklığın da yeri olmamalıdır. Unutmamak lâzım: Tedbir ayrı şeydir, korkaklık ayrı. Cesaret ayrı şeydir, delilik ayrı. Allah’tan korkmak bir müslüman için nasıl iyi bir özellik ise; aynı zamanda O’nun yarattıklarından korkmamak da o ölçüde üstün bir fazilettir. “…Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”[7]; “Allah’ın göndermiş olduklarını tebliğ edenler, Allah’tan korkarlar ve O’ndan başka kimseden korkmazlar. Allah hesap gören olarak yeter.”[8] Korkaklık müslümana yakışmaz. Hiçbir kınayıcının kınamasından ve İslâm’a karşı olan insancıklardan korkmamak; yalnız ve yalnız Allah’tan korkmak gerekir. “…(Bunlar), Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”[9] Hatırımızdan çıkarmamalıyız ki, bütün dünya bir araya gelip bütün güçleriyle bize zarar vermek isteseler Allah istemedikçe zerre kadar zarar veremezler. “Eğer insanların tümü toplanıp sana zarar verme hususunda birleşseler ancak Allah’ın aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar veremezler.”[10] O yüzden bir mü’minin gözünde bir kâfir, sivrisinek kadar bile değildir. “Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu yine O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun keremini geri çevirecek (hiçbir güç) yoktur. O, hayrını kullarından dilediğine eriştirir. Çünkü O çok bağışlayan, çok merhamet edendir.”[11] Kur’an’ın emrine göre mü’minler, yalnız Allah’tan ve O’nun azâbından; yani kıyâmet gününün dehşetinden, cehennem azâbından korkmalıdır.[12] Buna karşılık, sözgelimi insanlardan,[13] düşman eline geçmekten,[14] kâfirlerin hile ve düzenlerinden,[15] özetle Allah’tan başka hiçbir kimse ve nesneden[16] korkulmamalıdır. Kur’an’ın öngördüğü Allah korkusu, insanı pasifliğe, hareketsizliğe itme amacı gütmez. Tam tersine, insanı korkunun nedenlerini ortadan kaldıracak tutum ve davranışlara yöneltmek amacı taşır. Meselâ Allah’ın gazabına, cehennem azâbına neden olacak davranış ve eylemlerden sakındırır, Allah’ın emirlerine uymaya yönlendirir. Bu yöneliş, kişiyi yalnızca korkuya neden olacak eylemlerden uzaklaştırmakla kalmayacak, ona gerçek anlamda iyi ve olgun bir mü’min olmanın yollarını açacaktır. Korku ile başlayan bu yöneliş ittika ile sürerek takvâ ile sonuçlanacaktır. Takvâ, mü’minin ulaşabileceği en yüksek dereceyi (en üst derecede olumlu korkuyu) belirtir. Mü’minler, Allah’tan korkmakta oldukları kadar O’ndan umut kesmemekle de yükümlüdürler. “Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin.”[17] Çünkü umutsuzluk, insanı kendini düzeltme, arındırma çabalarından yoksun bırakır. Korku ve ümit, birbirini bütünleyen ve mü’mini kemâle erdiren iki niteliktir. Bu sebeple Kur’an mü’minleri tanımlarken bu iki niteliği birlikte anar: “Yanları yataklarından uzaklaşır, korkarak ve umarak Rab’lerine duâ ederler.”[18] İslâm âlimleri, bu tür Kur’ânî yönlendirmelerden yola çıkarak mü’minin sürekli korku ve umut arasında olması gerektiğini belirtmişlerdir. Korku Denen Reaksiyon Korku: Tehlikeli bir hal, sıkıntı veya bunlarla ilgili düşüncelerin doğurduğu heyecanla yüklü his; kaygı, endişe, tasa, üzüntü, ürkme, dehşet, tehlike gibi anlamları olan fıtrî bir duygudur. Hoşlanılmayan bir durumun başa gelmesinden veya arzulanan bir şeyin elde edilememesinden duyulan kaygı şeklinde de tanımlanır. Korku: İleride kötü bir durumla karşılaşılacağı beklentisinin insanın ruhunda sebep olduğu elem ve huzursuzluktur. Allah’a karşı ve âhiret hayatıyla ilgili ağır endişeler için olumlu korku: İsyanlardan ve günahlardan dolayı hayâ ve elem duymak, Allah’ın azâbının dehşetini hissetmek, Allah’ın sevgisini kaybetmekten endişe duymaktır. Korku; her duygumuz gibi istikameti ve ölçüsü doğru ayarlanırsa, insan için büyük bir nimettir. Aksi takdirde felâket… Olumlu Korku: İlâhî hikmet, insan ve hayvanı, yaşamaya ve hayatta kalmaya zorlayacak olan reaksiyonlarla donatmayı gerektirmiştir. Meselâ korku reaksiyonu, hayatımızı tehdit eden tehlikelerden sakınmayı; öfke, kendini ve dâvâsını savunma ve hayatta kalmak için mücadeleyi; sevgi, insanların birbirlerine yakınlık duymasını ve türün devamı için karşı cinslerin birbirlerinden hoşlanmalarını sağlamaktadır. Korku, insan hayatındaki önemli reaksiyonlardandır. Korkunun faydası, sadece kişiyi dünya hayatını tehdit eden tehlikelerden korumaya yönelik değildir. Korkunun en önemli faydası, mü’mini âhirette Allah’ın azâbından sakınmaya yönlendirecek şekilde dünyasını da güzelleştirmesidir. Allah’ın cezalandırmasından korkmak, mü’mini günahlara düşmekten korumaya, onu takvâya yapışmaya, ibâdetleri düzenli bir şekilde ifa etmeye ve Allah’ın râzı olacağı fiilleri işlemeye sevk eder. “Mü’minler, ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperip titreyen, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.”[19] “Korkuyla ve umutla Rablerine yalvarmak üzere (ibâdet etmek, gece teheccüd namazı kılmak için), vücutları yataklarından uzak kalır ve kendilerine verdiğimiz rızıktan Allah yolunda infak ederler.”[20] “Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Çünkü kıyâmet vaktinin depremi müthiş bir şeydir! Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiği çocuğu unutur, her gebe kadın çocuğunu düşürür. İnsanları da sarhoş bir halde görürsün. Oysa onlar sarhoş değillerdir; fakat Allah’ın azâbı çok dehşetlidir.”[21] Korku reaksiyonu, insanın bütün bünyesini tesir altına alan etkili bir tedirginlik halidir. Kur’an, bu tedirginliği, düşünme yetisi ile nefsin üzerinde kontrolünü yitirten, insanı şiddetli sarsan etkili bir sarsıntı şeklinde nitelemektedir.[22] Korku, şiddetli ve ansızın geldiğinde, insanda, hareket ve düşünmeye güç yetiremeyecek derecede bir şaşkınlık meydana gelmektedir. Kur’an, kıyâmet gününde, şiddetli ve âni korkunun sebep olduğu bu türden şaşkınlık haline işaret etmektedir: “Doğrusu o (kıyâmet), onlara ansızın gelecek, onları şaşırtacak, ne onu reddedebilecekler, ne de kendilerine mühlet verilecek.”[23] Korku Çeşitleri İnsanın korktuğu şeyler çoktur. Kur’an, insanın Allah’tan, ölüm ve fakirlikten korkması gibi önemli bazı korkularını dile getirmektedir. Allah’tan korkmak, mü’minin hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Bu, kişiyi, Allah’tan saygı ile sakınmaya, rızâsını aramaya, yoluna tâbi olmaya, men ettiği şeyleri terk etmeye ve emrettiklerini yapmaya sevk etmektedir. Allah Korkusu: Allah’tan korku, iman hususunda bir payanda, mü’min şahsiyetin oluşumunda önemli bir esas olarak kabul edilmektedir. “İman edip sâlih ameller işleyenler de halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuşlardır. Bu söylenenler hep Rabbinden korkanlar (haşyet duyan, O’na saygı gösterenler) içindir.”[24] Ölüm Korkusu: Ölüm korkusu, insanlar arasında yaygın olan korku çeşitlerindendir. Kur’an, insanların ölüm korkusuna şöyle işaret eder: “De ki: ‘Sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, sizi mutlaka bulacaktır.”[25] Savaşlarda ölüm korkusu, bütün açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Özellikle bu, savaş alanına gönderilen cephedeki savaşçılarda daha belirgindir. Kur’an’da münâfıkların savaştaki ölüm korkusuna temas edilmektedir: “Kendilerine savaş farz kılınınca, içlerinden bir grup, insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkmaya başladılar. ‘Rabbimiz, savaşı bize niçin yazdın (farz kıldın)? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen (daha bir müddet savaşı farz kılmasan) olmaz mıydı?’ dediler. Onlara de ki: ‘Dünya menfaati önemsizdir. Allah’tan korkanlar için âhiret daha hayırlıdır ve size kıl kadar haksızlık edilmez.”[26] Allah’a sağlam bir iman, insanı ölüm korkusundan kurtarır. Çünkü mü’min, kesin olarak ölümün kendisini, Allah’ın rahmeti sayesinde en güzel nimetlere kavuşacağı sonsuz âhiret hayatına götüreceğine inanır. Mü’min ölümden korktuğu takdirde, bu sadece Allah’ın mağfiretinden nasiplenememek ve rahmetine ulaşamamak endişesinden dolayıdır. Hiç şüphesiz ölüm korkusu, tevbe etmeden evvel öleceklerinden korkan günahkârlarda fazla olmaktadır. Realitede ölüm korkusu, sadece tevbe etmeye engel olması cihetiyledir. Bu yüzden, ölüm korkusunun Allah korkusuyla sağlam bir şekilde sımsıkı bir bağı bulunmaktadır. Kâfirler, dirilişe de âhirete de inanmadıklarından, varlıklarını çürüttüğü ve yok ettiği için, çürüyüp toprak olacaklarını düşündüklerinden ölümden korkarlar. Bazıları da kendilerini nasıl bir meçhûle götüreceğini bilmediklerinden dolayı ölümden korkarlar. Bu gibi kişilerin gidecekleri son yeri bilmemeleri, ölümden korkma ve endişelenme sebebi olmaktadır. Ölüm korkusunun doğurduğu kaygı, endişe ve bunalımlara çözüm arayışı içine giren insanın imdadına gerçek anlamda yetişecek olan imandır; yeniden dirilmeye ve âhirete inanmaktır. Âhirete yakînî bir şekilde iman eden kimse için ölüm; korkutucu, ürkütücü ve acı veren bir olay olmaktan çıkar, zorlukların bitip her türlü güzelliklere, sonsuz nimetlere açılan bir kapı olur. İnsandaki ölümsüzlük arzusunu doyurup tatmin edebilecek olan da ancak âhiret inancıdır. Eğer insan için her şey bu hayattan ibaret olsaydı, bir yandan akıl almaz rûhî eğilim ve arzuları, diğer taraftan sınırlı güç ve yetenekleri arasında bocalayıp duracaktı. İşte insanın bu duygu ve ihtiyaçlarını tam anlamıyla karşılayacak husus Allah’a ve âhirete imandır. Allah’a ve âhirete yakînî bir şekilde inanan kimse, Allah’ın azâbından korkar. Bunu Allah’ın hudûduna riâyet ederek yaşantısında gösterir, takvâ yoluna girer. Ölüm! Güzel gerçeğimiz bizim! Necip Fâzıl’ın dediği gibi; “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber / Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?” Ölüm! Allah’ın bir “hikmet”i, bir “tecellî”si! Hikmetinden sual olunmadığı gibi, ne zaman tecellî edeceği de bilinmez. “Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm?!” Ölümsüzlüğü tatmak! (Canlı şehid olmak) İşte ölümün dehşetini etkisiz kılan iksir! Ölümünü düğün ve bayram ilân eden, o heyecanla ölüm adlı sevgiliyi bekleyen canlı şehidlerin mesajı! “O mübârek, aziz şehitler ki / Hepsi seçmişler en güzel ölümü! / Allah için, din için, şehitlik için / Dövüşüp müslümanca ölmüşler! /Törensiz ölmüşler / Kefensiz ölmüşler / İsimsiz ölmüşler / Ruh olup hep, cisimsiz ölmüşler / Bürünüp sade bir şehid adına / Öyle çıkmışlar, alnı pak, yüzü ak / Allah’ın katına!” Mezar, zıtların kenetlendiği noktadır. Yokta varlığa yol veren geçittir. Hayat ve ölümün, varlık ve yokluğun, bu dünya ve öte dünyanın buluştuğu çizgidir. Mezar, yok olunduğu sanılan bir noktada gerçek varlığın bulunduğu bir “geçit” oluverir. Ölümsüz hayata geçmek için ölüm tek geçit! Dünya yalan, ölüm yalansız! İnsan, bu gerçeği bilir; bilir bilmesine, ama bilmez gibi yaşar. Ölümden korkmak, her gün binlerce kez ölmek demek. Ölümden korkmak, hayatı bu maddî dünyadan ibaret sananların çıkmazıdır. Ölümden korkmak, öte dünyaya imanın zayıflığının göstergesi. Ölümden korkmak, ölümü yok etmez, ertelemez, hafifletmez. “Ölümden korkusu olanlar ölür / Hayatı maddede bulanlar ölür / Gidenlere öldü diye ağlarız / Aslında geride kalanlar ölür.” Dünya bir han; konan göçer. Can ise, tıpkı bir kafesteki kuştur; o da zamanı, vakti geldimi durmaz, uçar. Ölüm, öyle bir yoldur ki, bir kez ve tek başına yürünür. Tekrarı yoktur; dönüşü yoktur; tek yönlü bir yoldur; mecburî istikamettir. Ölüm âdildir; ölüm herkes içindir; fakiri-zengini, beyazı-zenciyi, kadını-erkeği, genci-yaşlıyı ayırmaz. Dünya keferesi, silahtan değil; kendi emrindeki kukla yöneticilerin başında bulunduğu ülkelerden değil; ölümden korkmayan tevhid eri mü’minden korkmaktadır. Bakın İsrail’e, etrafındaki ülkelerden, onların silahlarından mı korkuyor, yoksa elinde taştan başka atacak silahı olmayan çocuk sayılabilecek yaştaki ölümden korkmayan canlı şehid gençlerden mi korkuyor? Panik Atak: Günümüzde ölüm korkusunu da içine alan onlarca yanlış ve olumsuz korkulardan biri ciddi bir psikolojik rahatsızlık olan “panik atak”tır. Panik atak, ânî olarak ortaya çıkan endişe ve kaygı nöbetidir. Bu endişe ve kaygı nöbeti, kişinin vücudunda bazı fiziksel belirtilerle kendini gösterir; yoğun bir korku ve rahatsızlık duygusu yaşanır. Bu yoğun korku duygusu içinde kişi, çok kötü bir şey olacağını, onun için sonun geldiğini, öleceğini veya kalp krizi geçireceğini düşünür. Panik atak, uyanıkken görülen bir kâbustur. Eskiden Müslümanların yaşadığı ülkelerde hiç görülmeyen bu psikolojik hastalık, tüm dünyada giderek artan ve toplum sağlığını tehdit eden bir rahatsızlıktır. Hastalık Korkusu: Kişi, bir türlü teşhis konulamayan ölümcül bir hastalığa yakalanmış olduğu düşüncesindedir. Bu hastalar sürekli bedenlerini dinlerler ve her türlü normal işlevi ya da ara sıra olabilecek basit bozuklukları ciddi ölümcül hastalıklara yorarlar. Hastalık hastalığı da denen bu psikolojik saplantıda, kişinin bedensel hastalığı ya hiç yoktur, ya da geri plandadır; hastalığa yakalanmış olma endişesi ve hastalık korkusu daha ön plandadır. Mal ve Makam Korkusu: Kur’an, mal ve makamın elden gitmesine dair korkunun, bazen insanı hak yola tâbi olmaktan engellediğini belirtmektedir. Mekke müşriklerinden bazılarının peygamberimize yönelttikleri şu söz gibi, “Biz seninle beraber doğru yola uyarsak, yurdumuzdan atılırız.”[27] Bu da bize, iman etmeyenlerin hak yola uymalarını engelleyen sebeplerden birinin, servet ve makamdan mahrum olma korkusu olduğunu açıklar. Mallar ve çocuklar çok yönden önemli bir sınavdır, aynı zamanda korku sınavı: “Ey iman edenler! Eşlerinizden ve çocuklarınızdan size düşman olanlar da vardır. Onlardan sakının (zararlarından kaçının, korunun, korkun -f’ahzerûhum-).”[28] “Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir fitnedir/imtihandır.”[29] Fakirlik Korkusu: Fakirlik korkusu da halk arasında yaygın olan korkulardan biridir. İnsan, rızkını birçok zorlukları göğüsleyerek kazandığından, onun korunması yolunda çok ürkek olur. Bu psikoloji, insanı rızkını başkalarından kıskanmasına sebep olmakta ve bu da onu ruhsal bazı sapmalara götürmektedir. İnsanın hayatı boyunca çabası; kendisi, eşi ve evlâdının nafakası peşinde koşmaya, kendinin ve ailesinin esenlik ve güvenliğini sağlayacak şeyleri temin etmeye yöneliktir. İnsan genellikle rızkını kazanma yolunda çokça çaba sarf etmekte, zahmet ve sıkıntı çekmektedir. Rızkını tehdit hususunda tehlike arzeden şey, korku ve dehşete düşmesine sebep olmaktadır. İslâm’dan önce bazı Araplar, rızık endişesi konusundaki rûhî sapmanın yansıması olarak, fakirlik korkusuyla, bakamayacakları endişesiyle çocuklarını öldürüyorlardı. Kur’an, onları böyle yapmaktan men etmiş ve kendileriyle evlâtlarının rızıklarını Allah’ın verdiğini bildirmiştir: “Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onları da sizi de Biz besliyoruz. Onları öldürmek, büyük günahtır.” [30] Kur’an, fakirlik endişeli korkunun, şeytandan geldiğini açıklar: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur/tehdit eder…”[31] Allah’a gerektiği gibi iman, her türlü olumsuz korkuyu olduğu gibi, fakirlik hususundaki korkuyu da ortadan kaldırır. Sağlam iman sahibi olan mü’min, rızkın Allah’tan olduğunu kesin olarak bilir. Onun fakirlikten korkması için hiçbir sebep yoktur. “Şüphesiz rızık veren, sağlam kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”[32]; “Gökte rızkınız var, uyarıldığınız (azap) da var!”[33] Anormal Korku: Korku herkeste mevcuttur; ancak bu, insanın günlük yaşantısını aksatacak düzeye erişip normal işlevini engellediği veya ruhsal bunalıma sevk edecek, dehşete düşürecek derecede olduğu zaman anormal olur. Anormal korku sahiplerinin ruhlarına korku sindiğinden, bu gibi kimseler iyi ve güzel olan düşüncelerini harekete geçiremezler. Bundan dolayı insanların korku zaafları, zâlim ve cebbarlar için daima bir koz olmuş,[34] bunu bir baskı aracı şeklinde kullanarak insanları daima hak yolundan engellemişlerdir. “Firavun ve kavminin kendilerine işkence etmesinden korkuya düşerek kavminden bir grup gençten başka kimse Mûsâ’ya iman etmedi…”[35] Sadece, eskiden yaşayanlar değil ve sadece açıkça küfür üzere olan Firavun’lar değil; Allah Rasûlünün ümmeti adına korktuğu zâlim yöneticiler: “Ümmetim adına yoldan çıkarıcı yöneticilerden korkarım/endişe ederim.”[36] Zâlimlerin Halklarına Korku Salmaları: Zâlim ve cebbarların korku vasıtasıyla halkı sindirmeleri sürüp gelen bir yasa olmaktadır.[37] Varaka’nın bu yasayı bilmesi veya büyük ihtimalle Tevrat metinlerinden öğrenmesi neticesinde Hz. Peygamber (s.a.s.)’e kavminin kendisini memleketinden çıkaracaklarını, bununla ona gözdağı vereceklerini söylediği nakledilmektedir. Nitekim bu bağlamda Mekke’nin baskı ortamından dolayı çok az kişi Hz. Peygamber’e iman etmişken, Medine’nin hür ortamı içerisinde insanlar akın akın İslâm’a girmiştir. Yine Mekke fethedilip baskı ve zulüm ortamı tarihe karışınca bütün Mekke halkı ve çevresindekiler fevc fevc/grup grup Allah’ın dinine girmiştir.[38] Terhîb; Caydırıcı Korku: Kur’an’ın korku bağlamında insanları hakka yöneltmek için zaman zaman başvurduğu yöntemlerden biri terhîb denilen korkutmadır. Çünkü korku ifadeleri şiddet içerir; şiddetin de özelliği kalpleri hassaslaştırmasıdır. İnsanların şiddet ve zorluk zamanında psikolojik olarak, en ufak ürpertileri hissedebilecek bir durumda oldukları bilinen bir gerçektir. Bundan dolayı Kur’an, kişilerin bu psikolojik durumlarını göz önüne alıp telkinde bulunmaktadır; korku bağlamında kıyâmet, diriliş, hesap verme, cehennem azâbı gibi olaylara temas etmektedir.[39] Kur’an’ın bu metodu takip etmesi, fertlerde kötülüklere karşı caydırıcı bir etkiyi meydana getirmektedir. Nitekim bunun müşahhas örneklerine İslâm tarihinde rastlamak mümkündür. Bu örneklerden biri, Cübeyr bin Mut’im’dir. Bedir esirlerinin fidye mukabili kurtulması için Medine’ye bir akşam vaktinde gelen Cübeyr, Mescid-i Nebevî’de Rasûlullah’tan Tûr sûresini işitince, o âyetlerde bulunan bu temaların vurgularıyla müslümanlığa girmiştir.[40] İnsan, yaratılışı gereği asayişi, nimeti, mutluluğu, rahatının bağlı olduğu şeyleri arzu ettiğinden, bu husus onu kendi nefsinden elemi uzaklaştırmaya, mutluluğu için huzuru elde etme hususunda gayrete sevk ettirecektir. Bu aynen bir yavrunun korkunun tesiriyle kaçıp ana kucağına sığınması gibi insanı bir ilticâ/sığınma noktasına doğru sürükler. Bu durum, her insanda ortak olan bir reaksiyondur. Kur’an, izlediği bu metod vasıtasıyla, sığınmanın gerçekleşebilmesinin ancak kulun Allah’ın emrettiği hususları yerine getirmekle mümkün olabileceği imajını muhâtabına vermek suretiyle bu gibi konularda büyük bir etki meydana getirmektedir. Nitekim Kur’an’ın etkili metodları hakkında Seyyid Kutub’un şu ifadeleri bu durumu te’yid etmektedir: “Eğer hanımı Hadice, arkadaşı Ebûbekir, amca oğlu Ali, kölesi Zeyd ve benzerleri gibi Hz. Peygamber’in bizzat inanmalarına sebep olduğu birkaç kişi hâriç tutulursa, İslâm’ın gücünün ve topluluğunun olmadığı ilk dâvet günlerinde mü’min olanların iman etmelerinde rol oynayan biricik etkenin, Kur’an’ın metodu olduğunu görmekteyiz.”[41] İşte bu, Kur’an’ın emsalsiz metodudur.[42] Kur’an, insanı şok edici, sarsıcı bir şekilde uyarıp, caydırıcı korkuyu insanın hayrına çok güzel kullanmıştır.
Konu Kur'ânTalebesi tarafından (06-11-2010 Saat 00:58 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
06-11-2010, 00:57 | #2 |
Allah Korkusu
Mü’minin hissettiği gerçek korku, Allah korkusudur. Çünkü Allah’a iman, onu ölüm, fakirlik, insanlardan veya herhangi başka bir şeyden gerçek anlamda korkmasını engeller. Mü’min, gerçek anlamda sadece Allah’ın gazab, öfke ve cezalandırmasından korkar. Allah korkusu, mü’minin hayatında önemli ve faydalı görevleri yerine getirir. Çünkü bu korku, mü’mini günah işlemekten uzaklaştırır. Bununla da onu, Allah’ın gazab ve cezalandırmasından korur; ibâdetleri yerine getirmeye, Allah’ın rızâsını kazanacak hayırlı işleri yapmaya sevkeder. Bu durumda Allah korkusu sayesinde mü’minde bir ruhsal dinginlik meydana gelir. Çünkü bu durumdaki mü’mini, Allah’ın affı ve rızâsı hususunda ümit şuuru kaplamaktadır. “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler iner: Korkmayın, üzülmeyin, size söz verilen cennetle sevinin! (derler.)”[43] Mü’min, Allah’ı zâtıyla ve sıfatlarıyla tanıyıp bildiği ve O’nun her şeye kadir olduğu, dilediği anda bütün evreni helâk edebileceğini idrâk ettiği için O’ndan, O’nun azâbından korkar. İsyan ve günahlara daldığı için, O’nun vereceği cezayı düşünerek O’ndan korkar. Bazen hem O’nun azametini/yüceliğini, hem de azâbını düşünerek her ikisi sebebiyle O’ndan korkar. Allah’tan en çok korkan O’nu en çok bilendir. Bunun için Peygamberimiz (s.a.s.), Buhâri’nin Hz. Enes’den rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte: “Ben Allah’tan en çok korkanınızım” buyurmuştur. Hadisin diğer rivâyeti şöyledir: “Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan korkum, sizinkinden daha fazladır.”[44] Kur’an’da bu konuyla ilgili şöyle buyrulur: “Allah’tan, kulları içinde en çok âlimler korkar.”[45] Hz. Peygamberimiz de beşîr/müjdeleyici ve nezîr/korkutucu ve uyarıcı sıfatlarıyla insanlığa gönderilmiştir.[46] Peygamberimiz, insanları Allah’ın sonsuz rahmetiyle müjdelerken, beri taraftan O’na isyan edenleri elem verici bir azap ve can yakıcı bir ateş ile de korkutmuştur. Kulun Allah’tan korkması, sadece büyük bir tehlikeden duyulan korku gibi olmayıp, bununla birlikte, Allah’a karşı bir saygının da ifadesidir. Korkan, korktuğundan kaçar; ancak, Allah’tan korkan O’na yaklaşır ve O’nun lütfuna mazhar olur. “Allah katında ikrama en lâyık olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır.”[47] “Allah’a kaçın/koşun”[48] Allah’tan kaçmak kesinlikle mümkün değildir; Allah’a doğru kaçmak, daha doğrusu O’nun azabından yine O’nun rahmetine sığınmak gerekir ki bu da takvâ ve haşyet gibi Allah korkusu ile gerçekleşir. Allah’tan korkma, O’nun emirlerine itaati ve yasaklarından kaçınmayı gerektirir. Kullarına karşı daima lütufkâr olan Allah, ibâdetleri onların cehennem azâbından kurtulmaları ve cennet nimetlerine kavuşmaları için bir sebep kılmıştır. Sebeplere sarılmak, neticelere râzı olmak demektir. Dünyaya ait korkular devamlı değil, geçicidir. Çünkü hiçbir tehlike, Allah’ın azâbı kadar şiddetli değildir. Bunun için Allah, “Öyleyse siz onlardan değil; Benden korkun, eğer gerçek mü’minlerden iseniz.”[49] buyurmuştur. Allah korkusu, her türlü hayırlı işlere vesiledir. “Hikmetin başı Allah korkusudur.” Bu korku, kişiyi Allah’ın emirlerine isyandan alıkoyduğu için Allah ona mükâfat olarak iki cennet vaad etmiştir. “Rabbinin makamından korkan kimselere iki cennet vardır.”[50] Allah korkusunun bir tezâhürü, Allah’ın anıldığı yerde mü’minin kalbinin titremesidir: “Mü’minler o kimselerdir ki, Allah zikredildiği/anıldığı zaman yürekleri ürpererek titrer.”[51] Peygamberimiz’e, “insanların en hayırlısı kimdir?” diye sorulunca: “Allah’tan en çok korkanlardır.” buyurmuştur. Mü’min, gücü yettiği nisbette Allah’a isyandan sakınmalı ve O’ndan korkmalıdır.[52] İnsanlardan Korkmak İnsanlardan korku da, insanlar arasında yaygın olan korku çeşitlerindendir. İnsanlardan birçoğu; kuvvetli, nüfuz ve iktidar sahibi, serkeş ve zâlim kişilerin kendilerine bulaşmalarından, zarar vermelerinden korkarlar. Samimi iman sahibi olan mü’min, insanlardan korkmaz. O, Allah’ın takdirinden başka başına bir şey gelmeyeceğini, O dilemedikçe insanların kendisine zarar veremeyeceklerini bilir.[53] Bunun kanıtı Hz. Peygamber (s.a.s.)’in Abdullah bin Abbas’a yönelik şu beyanıdır: “İnsanların hepsi sana yardım hususunda bir araya gelseler, Allah’ın sana yazdığı şeyden başka yardımda bulunamazlar. Eğer sana zarar verme hususunda birleşseler ancak Allah’ın aleyhinde yazdığı şeyden başka bir zarar veremezler.”[54] Korkaklık Peygamberimiz (s.a.s.)’in“Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.”[55] buyurması, korkaklığın kötü huylardan olduğunu göstermektedir. Korkak insan; hayal, vehim ve zanlarının esiri olup her şeyden korkar. Korkaklığı, onu güvenilmez yapar. Sabır ve sebat isteyen, cesaret gerektiren savaş ve yolculuk gibi zor işlerde görev alamaz, düşmana karşı kendilerinden yararlanılamaz. Korkak insanların can, mal ve namusları daima tehlikededir. Korkakların, bu kötü huylarından kurtulabilmeleri için, iman ve takvâlarını arttırmaları ve cesur kimselerle arkadaş olup onlarla düşüp kalkmaları gerekir. Böylece yavaş yavaş korkuyu üzerlerinden atar, onun kötülüklerinden korunmuş olurlar. Terbiyenin korkak yetişmedeki tesiri büyüktür. Bunun için ana baba ve öğretmenlerin çok dikkatli olmaları gerekir. Çocukları cesur yetiştirmek için onların kafalarını öcü ve gulyabâni masalları ile değil; mertlik ve kahramanlık hikâyeleri ile doldurmak icap eder. Rasûlullah’ın çok cesur olduğu ve ashâbının da O’nun yolundan gittiği bilinen bir gerçektir. Ashâbdan Berâ bin Âzib (r.a.): “Savaş kızıştığı zaman biz, Rasûlullah’tan cesaret alırdık. Çünkü O, cesaret örneğiydi.” demiştir.[56] Takvâ; Olumlu Korku, Sevgiyi Yıpratma veya Yitirme Endişesi Allah, Kur’an’da kendisinin rahmet sıfatlarını öne çıkarmakta; ağırlıklı olarak O’nun Rabliğini, merhametini düşünmemizi istemektedir. O yüzden korkudan çok; sevilmeli, rahmetinden ümit kesilmemelidir. İşte, takvâdaki korku, sevgi ağırlıklı bir korkudur. Arapçada alelâde korkuya takvâ denmez, havf denir. Türkçede takvânın ifâde ettiği sevgi ağırlıklı korkuyu karşılayacak kelime yok. İnsanın, korkulmaması gereken nice şeylerden korktuğu, bu korkunun bir eksiklik, hatta oranına ve yönelişine göre hastalık olduğu bir gerçektir. Sözgelimi, fakirlikten, polisten, karakoldan, bazı insanlardan, insanların kınamasından, tağutî kanun ve mahkemelerden, ölümden… korkanlar çoktur. Hatta, adına fobi denilen çağdaş korkular da var. Bunların hiçbiri takvânın içerdiği olumlu korkular değildir. Meselâ hastalıktan korkarız, ama korktuğumuz için hastalığa sevgi ve saygı beslemeyiz. Bu tür korku itici bir korkudur. Takvâ ise çekici, olumlu bir korku. Korkuyorsunuz, korktuğunuz için daha çok seviyor, saygı duyuyorsunuz. Daha doğrusu, sevdiğiniz ve saydığınız için korkuyorsunuz. Korkunuz, O’nun sevgisine gölge düşme endişesinden. Korktukça O’na daha yaklaşıyorsunuz. O’na yakınlığınız oranında titremeniz, heyecanınız, huşunuz, korkunuz, yani takvânız artıyor. İşte takvâ, bizi Allah’a yaklaştıran bir ürperti, sevgisini yıpratma korkusudur. Kur’ân-ı Kerim’de Korku Kavramı Kur’ân-ı Kerim’de olumlu korku anlamında kullanılan takvâ kelimesinin kökü olan “vky” ve türevleri toplam 258 yerde kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de “havf” kökünden gelen fiil ve isimler 124 yerde geçmektedir. Bunların yarısına yakını dünyevî korku ve kaygıları, diğerleri ise Allah korkusu, azap korkusu, âhiret kaygısı, günah işleme endişesi gibi dinî kaygıları ifade etmektedir. “Havf” ve “takvâ” kelimelerinden başka, Kur’an’da korkuyu değişik boyutlarıyla anlatan “haşyet”, “hazer”, “huşû”, “hudû”, “rehbet”, “vecel”, “işfak”, “feza”, “ru’b”, “inzâr” kelimeleri ve bunların türevleri de kullanılmıştır. Bu kelimelerin her biri korku olayını değişik boyutlarıyla anlatmaktadır. Korku ve korkuyla karışık sakınma ve saygılı olma hallerini anlatan bu kelimeler Kur’an’da toplam 646 yerde kullanılır. Kur’an’ın yaklaşık on âyetinden birinde geçen bu kavramların miktarı göstermektedir ki, Kur’an’da Allah korkusu üzerinde çok ısrarla durulmuş, insanın bu psikolojik haline ciddiyetle vurgu yapılmıştır. Yine, başkalarından korkulmaması emredilmiştir. Bazı âyetlerde, insanın mutlaka “Rabbinin makamı”nda durup hesap vereceğini bilerek bundan korkması ve ona göre davranması gerektiği;[57] diğer âyetlerde de “Allah’ın hidâyetine uyan”,[58] “iyi bir mü’min olarak kendisini Allah’a teslim eden”,[59] “iman edip iyilik ve barış yolunda çaba harcayan”,[60] “iman ettikten sonra istikamet üzere olan”[61] kimselerle “Allah dostları”[62] için âhirette (ve belirli oranda dünyada) korkulacak (havf) ve üzülecek (hüzün) bir durum olmadığı bildirilir. Bir kısım âyetlerde havf/korku, ümit ve yakarışla birlikte duâ, zikir ve tesbihin âdâbı arasında gösterilir.[63] “Havf” kelimesiyle ifade edilen korkunun, dünyevî korku ve kaygılarla ilgili olarak kullanıldığı âyetlerin önemli bir kısmında da herhangi bir dinî konuyla ilişkisinin kurulduğu görülür. Meselâ, Allah’ı seven ve O’nun sevgisini kazanmış olan dindarların yüksek niteliklerinden söz edilirken, dolaylı olarak haksız kınama ve eleştirilerden korkulması din duygusundaki zayıflığa bağlanır.[64] Başka bir âyette açlık, mal ve can kaybı gibi musîbetler yanında, dünyevî korkular da Allah’ın insanları imtihan etmek üzere bu dünyada onları mâruz bıraktığı sıkıntılar arasında zikredilmiştir.[65] “…Eğer Benden size bir hidâyet gelir de her kim hidâyetime tâbi olursa onlar için herhangi bir korku yoktur ve onlar üzüntü çekmezler.”[66] “…Allah’a ve âhiret gününe hakkıyla inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir.”[67] “Bunlardan sonra kalpleriniz yine katılaştı. Artık kalpleriniz taş gibi, yahut daha da katıdır. Çünkü taşlardan öylesi var ki, içinden ırmaklar kaynar. Öylesi de var ki, çatlar da ondan su fışkırır. Taşlardan bir kısmı da Allah korkusuyla yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yapmakta olduklarınızdan gâfil değildir.”[68] “Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun, sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!’ dediler.”[69] “İşte o şeytan, yalnız kendi dostlarını korkutabilir. (Veya şeytan, sizi kendi dostlarından korkutmaktadır.) Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.”[70] “…Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) mü’minlerden iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.”[71] “(O münâfıklar) sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Hâlbuki onlar sizden değillerdir; fakat onlar korkak bir topluluktur.”[72] “Onlar kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.”[73] “De ki: ‘Ben Rabb’ime isyan edersem, büyük bir günün azabından korkarım.”[74] “Allah katında en şerefliniz, en müttakî olanınız; yani Allah’tan en çok korkup sakınanızdır.”[75] “Eğer Biz bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu, Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.”[76] Hadis-i Şeriflerde Korku Kavramı Havf kelimesi, hadislerde de yukarıdaki anlamlarıyla sıkça geçmektedir. Hz. Peygamber, ümmeti için birer tehlike olarak gördüğü şirk, fitne, Deccâl, dünyevîleşme/dünya tutkusu, zenginlik gibi mânevî tehlikelerle ilgili korku ve kaygılarını “havf” kelimesiyle ifade etmiştir. [77] “Ümmetim adına yoldan çıkarıcı yöneticilerden korkarım/endişe ederim.”[78] “Ben Allah hakkında sizden daha çok bilgiye sahibim ve benim haşyetim/Allah’tan korkum, sizinkinden daha fazladır.”[79] “Mü’minler, Allah indindeki ukubeti/azapları bilselerdi, hiç biri Cenneti ümid etmezdi. Kâfirler de Allah’ın rahmetinin ne kadar çok olduğunu bilselerdi, hiç biri O’nun rahmetinden/ cennetinden ümit kesmezdi.”[80] “Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.s.) ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti. Hemen sordu: “Kendini nasıl buluyorsun?” Hasta: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, Allah’tan ümidim var; ancak günahlarımdan korkuyorum.’ diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.s.) da şu açıklamayı yaptı: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde (ümit ve korku) birleştimi Allah, o kulun ümid ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden de onu emin kılar.”[81] “Allah’a yemin ederim ki sizin hakkınızda fakirlikten korkmuyorum. Fakat sizden önceki (ümmet)lere dünyanın açılıp din yönünden ziyana uğramaları ve birbirlerini kıskanmalarından dolayı helâke uğramaları gibi, sizin de aynı duruma düşüp helâki hak etmenizden korkuyorum.”[82] Ebû Said el-Hudrî rivâyet ediyor: “Rasûlullah (s.a.s.) minbere oturdu; biz de etrafına oturduk. Sonra şöyle buyurdu: “Benden sonra sizin hakkınızda korktuklarımın başında, dünya çiçek ve süslerinin size açılıp sizin bu zînetlere gönlünüzü kaptırmanız gelir; Sizin için bundan korkuyorum.”[83] “Bir müslümana, bir başka müslümanı korkutmak helâl olmaz.”[84] “Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.”[85] “Cihadın en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.”[86] “Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.”[87] “Aman dikkat edin! Halk korkusu, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın.”[88] “Sizden kimse nefsini hakîr görmesin.” ‘Ey Allah’ın rasûlü, kişi nefsini nasıl hakîr görür?’ “Allah için üzerine söz terettüp eden fena bir durum görür, fakat hiç ağzını açmaz. Cenâb-ı Hak kıyâmet günü kendisine sorar: ‘Şu falanca şey hakkında gerçeği söylemekten seni ne alıkoydu?’ O kul cevap verir: ‘Halk korkusu!’ Allah o zaman şöyle der: ‘Asıl Benden korkman gerekirdi.”[89] Anneler neden çocuklarını daha çok tehlikelere karşı uyarır ve onları korkuturlar? Çokça merhametlidirler de ondan. Yüce Allah da eğer Kur’an’da korku hissini fazlaca uyarmışsa, bu da O’nun her şeyi kuşatan rahmeti gereğidir. Korkutmak bir azap değil; rahmettir. Çünkü korkutanın korkutmakla maksadı, korkuttuğu kimseleri tehlikelerden yana selâmete dâvet etmek hedefine yöneliktir. Bu yüzden Allah’ın rahmetinin genişliği fikrini esas alarak Kur’an’da korku hissinin az uyarıldığını iddia etmenin tutarsızlığı açıktır. Kur’an’da, dağ gibi deniz dalgalarının insanı kuşattığı an, insanların Allah’a yönelip dini yalnız O’na has kılarak Allah’ı tanıdıkları[90] anlatılmaktadır. Korku, hem kâinatta hem de Kur’an’da başlı başına bir denge unsurudur. Çünkü, duygularımız ne gereksiz ve ne de zararlıdır; her his bir maksat için yaratılmıştır. Önemli olan, bu duygularımıza güzel istikametler vermek ve aşırılıklardan kaçınıp sınır koyabilmektir. Korku olmazsa insandaki taşkınlık arzusu artar. Korkusuz insan da serazat bir şekilde her yasayı fütürsuzca çiğner dolaşır. Buna bağlı olarak da tüm beşerî dengeler alt üst olur. Korku çok aşırı olursa bu sefer pusup susan insan, kendini tehlikelere ve onursuzluklara teslim edip helâk veya zelîl olur. Hiç korkmayan insan gibi, aşırı korku yüzünden de kişi, normal aktivitesini kaybedip asıl fonksiyonunu yerine getiremez. Kur’ân-ı Kerim, insanı bir bakıma İlâhî tekliflerle dengeleyerek, âlemleri fesattan koruyor diye de değerlendirebiliriz. Bu tekliflerden emir ve yasaklar manzûmesini ihlâl edenler, en şiddetli azap ve cezalarla korkutuluyor. Emre itaat edenler ise ümitlendiriliyor. İşte bu korkutma ve ümitlendirme çok hassas bir denge istiyor; bu da insanın Rabbi olan Allah’ın Kitabında en âdil biçimde yapılmıştır. İnsanda azgınlık yeteneği çok; o halde korkutma işlemi de o kadar çok olmalı. İnsanda gurur, yani aldanış, avunma ve temenni gibi ümidi kötüye kullanma diyebileceğimiz huylar da çok. O halde “Şeytan sizi Allah’ın rahmetine güvendirerek aldatmasın.”[91] şeklinde insana mesaj veren âyetler de o nisbette Kur’an’da vardır. Ancak, ne var ki ümitlendiren âyetlerle, korkutan âyetler sayıldığı zaman, korkutan âyetler çok fazla çıkar. Bu durum, dengesizlik ifade etmeyeceği gibi, bilâkis dengenin ta kendisidir. Korku ve ümit dengesi derken, korkuyu terazinin bir kefesine, ümidi de diğer kefesine koyun, eşit olsunlar, işte bu dengedir demek istemiyoruz. Bu fevkalâde yanlış bir denkleştirme olur. Eşitlik ayrı şeydir, adâlet ayrı. İşte böyle bir denkleştirme yüzündendir ki Kur’an’da “korkutan” âyetlerin çokluğu, kişide aritmetiksel bir dengesizlik intibaı uyandırsa bile, bu, adâlet gereğidir. Bu konuda kavramların hizmet ettikleri maksatlarıyla olan mutâbakatına “denge” demek daha doğrudur. “Korku” duygusunun maksadı beşerî taşkınlıkları frenlemektir. O halde korku; bu taşkınlıkları durduracak miktarda olmalıdır. Ümit duygusunun maksadı ise, korku ümitsizliğe ve karamsarlığa dönüştüğü zaman, bu hali kendisine çekerek korkunun miktarını ayarlamaktır. Buna göre de ümit, korkuyu kendi miktarına çekecek derecede olmalıdır. Bu da ümit miktarının dengede olması demektir ki işte bu durum, Kur’an’da dengeli olarak vardır. “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”[92] Hiç insanın rabbı/terbiyecisi, terbiye edeceği varlığa ne kadar korku, ne kadar ümit gerekir, bilmez mi?! Selim kalp, korku ve ümit hislerinin en hassas dengeleri üzerindedir. Çünkü o, daima korku ve ümit arasındadır. Ne Allah’a sûi zan besleyecek kadar ümitsiz ve korkak olur; ne de şımaracak kadar ümitvar. Bazı kıssalarda Allah korkusundan ölen, çıldıran, dağlara düşen kimselerin hikâyelerini şüphesiz duymuş veya okumuşuzdur. İşte bu halin de dengelenmesi gerekir. Kişinin işlediği günahları, Allah’ın rahmetinden ümit kestirecek derecede büyütmesi ne kadar yanlış ve ne kadar tehlikeli ise; işlediği sevapları da şımaracak kadar çok görmesi ve kendini beğenmesi de o derece yanlış ve tehlikelidir. Öyle ki kul ümitsizlikten kurtulması için bile korkutulur. Yani, eğer Allah’tan ümit keserseniz, ebedî hüsrâna uğrarsınız denir. Bu noktada bile korku yine rahmetin bir tecellisi olarak zuhur eder. İşte Gazâli, “günahın gizli ve açığını, zâhir ve bâtınını terk eden müttakîye gelince, ona da yaraşan korku ve ümit tarafını eşit tutmaya çalışmasıdır”[93] demektedir. Aşırı günahlara dalan biri için “Nefislerine günah işlemekle zulmeden kullarım, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin”[94] gibi rahmet âyetlerinin, Allah’ın azâbından emin olanlar için de azap âyetlerinin okunması gibi bir tebliğ ve telkin üslûbu kişide korku ve ümit dengesini gerçekleştirecektir. Özetle korku ve ümit, hem insanın yeis ve ümit gibi hislerindeki aşırılıkları dengeleyen birer âmil ve unsur, hem de asılları itibariyle insanda kâfi miktarda olmaları gereken huylar olarak karşımıza çıkmaktadır.[95] Stresin İlâcı, Allah Korkusudur Çağımızın en önemli ve en yaygın problemlerinden biri olan stres, bilindiği gibi, aşırı gerginlik demektir; dış etkenlerin organizmada, iç organlarda ve metabolizmada oluşturduğu bozukluklara denir. Küçük problemler, çözümlenmeden biriktirilip insanın taşıyamayacağı hale gelince, bu sorunların çeşitli ruhî hastalıklara dönüşmesi stresin en önemli göstergesidir. Daha büyük bir korkudan dolayı, diğer küçük korku ve kaygılarını unutan kimseler strese düşmezler. Kur’ân-ı Kerim, bu sonucun elde edilmesini, bu dünya hayatını “bir oyun ve eğlence” görmeye, dünyevî kaygılardan sıyrılarak Allah’tan korkmaya bağlar. “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Müttakî olanlar (Allah’tan gereği gibi korkup haramlardan sakınanlar) için âhiret yurdu muhakkak ki daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz?”[96] “Doğrusu dünya hayatı, ancak bir oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder ve korkup sakınırsanız Allah size mükâfatınızı verir. Ve sizden mallarınızı (tamamen sarfetmenizi) istemez.”[97] Küçükler plastik araba, yapboz ev veya oyuncak bebekle oynarken; büyükler bunların sahicileriyle oyalanmaktadır. Çeşitli oyunlar, nasıl çocukların karakterlerini ortaya çıkarıyorsa, büyüklerin kişiliklerini, emaneti sahiplenerek taşıyıp taşımama meyillerini, emniyetli olma veya güvensizliklerini de dünya hayatı ortaya çıkaracaktır. Oyun ve eğlence, tamamen çıkarsız bir yarış ve oyalanmadır. Oyunun ayrılmaz niteliği de “geçici” olmasıdır. Çıkarsız ve geçici bir yarış, insanı, özellikle mü’mini pek kaygılandırmamalıdır. Öyleyse, dünya tutkusunu, dünyevîleşmeyi kırarak, her bireye Allah korkusunu kuvvetle telkin eden dinin, ruhlara ve dolayısıyla fizikî bünyelere şifâ verici rolü her türlü ilâçtan daha mühimdir. Din, mensuplarına şunları tavsiye eder: Yaratıcıyı unutmamak, O’nun karşısında böbürlenmemek, O’nun için secdeye kapanmak, O’na korku ve umutla duâ etmek, ulaşılan refahı diğer insanlarla paylaşmak.[98] Modern insan, kendisini özgür ve güvenli sanmaktadır. Bu özgürlük ve güven duygusu aldatıcıdır. O, teknolojik ve endüstriyel nimetlere (bu şekliyle nimet denilirse tabii), kendi bilgi ve becerisiyle değil; Allah’ın fırsat ve imkân verip bağışıyla kavuştuğuna inanmalıdır. Üstünlük/müstekbirlik taslamamalı, yalancı ve geçici güvene aldanmamalıdır. Gerçek güvene kavuşmak istiyorsa, dünyevî emniyetten çok İlâhî güvene sığınmalıdır. [99] Korku-İman İlişkisi; İmanları Tartan Terazi: Korku Haşyet, takvâ gibi korkular, kişiyi daima Allah’ın rızâsını aramaya, nehyettiği hususları terk etmeye ve emrettiği hususları yapmaya sevk eder. Bundan dolayı Allah’tan korkmak, Allah’a iman hususunda bir rükün sayılmaktadır. “…Eğer mü’min iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!”[100]; “İman edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar halkın en hayırlısıdır. Onların Rableri katındaki mükâfatları, zemininden ırmaklar akan, içinde devamlı olarak kalacakları Adn cennetleridir. Allah kendilerinden râzı olmuş, onlar da Allah’tan râzı olmuştur. Bunlar hep Rabbinden korkan, O’na haşyet duyup saygı gösterenler içindir.”[101] Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ancak Allah’tan ve kıyâmetten korkanları korkutup uyararak onların uyanmasını sağlayabileceği;[102] Kitab’ın Allah’tan korkanlara öğüt olarak indirildiği ve Allah’tan korkanların öğüt alacakları haber verilerek, haşyet ile iman arasındaki bağ belirtilerek açıklanır.[103] Mü’minlerin, Rablerinden korku duydukları;[104] bu haşyetle iman gereği titremekte oldukları bildirilir.[105] Bu, görülmeyen bir Rab’den olan korkudur ve korkuyu, ancak, ilim sahiplerinin duyabilecekleri haber verilmiştir.[106] Haşyet duymamak ise, ancak, kalbi hasta olanlar için söz konusudur.[107] O yüzden Allah’tan korkmayanın imanı yoktur. Bütün peygamberler, insanları Allah’a imana ve tevhide çağırırken, daha ilk mesajlarında Allah’tan korkmaya çağırmışlardır. Örnek olarak Hz. Nûh, kavmine şu dâvetle seslenmiştir: “(Allah’a karşı gelmekten korkmaz ve) sakınmaz mısınız (ittika)? Bilin ki ben size gönderilmiş güvenilir bir rasûlüm/elçiyim. Artık Allah’tan korkun, Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”[108]; “Andolsun ki Nûh’u kavmine gönderdik. ‘Ey kavmim! dedi, Allah’a ibâdet/kulluk edin; O’ndan başka tanrınız yoktur. Hâlâ (Allah’tan) korkup sakınmaz mısınız?”[109] Korku-tevhid ilişkisini anlatması açısından şu âyet çok mânidardır: “Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin! O, ancak bir İlâhtır; yalnız Benden korkun! Göklerde ve yerde ne varsa, O’nundur. Din de sürekli olarak yalnız O’nundur. Hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?”[110] Haşyet ve Allah’a, âhirete iman; namaz ve zekât ile birlikte,[111] yine ittika ile birlikte haşyet, Allah’a ve Peygamber’e itaatin yanı başında anılabilecek ölçüde önemli bir tutumdur.[112] Kitap, Allah’tan gereği gibi korkanları ürpertir;[113] onlar insanlardan değil, Allah’tan korkmanın uygunluğunun[114] ve gerekliliğinin[115] idrâki içinde bulunmakla, tebliğ sırasında insanlardan çekinmezler.[116] Şirk, Bütün Yanlış Korkuların Kaynağıdır Tevhid inancı, emniyet ve huzurun kaynaklandığı bir güç ve kuvvet olduğu gibi; şirk de korku ve kuruntuların, vehim ve stresin, çeşitli fobilerin kaynağıdır. Hurâfelerden, çeşitli evhâm ve kuruntulardan, uğursuzluk anlayışından ve bâtıl tanrılardan korkar durur müşrik. Ölüm; müşrik ve kâfir için, sevdiği her şeyin bittiği ve yok olmak demek olduğu için çok korkunç ve ürkütücü bir olaydır. Şirk ortamlarında, ortada bir sebep yokken korku, uğursuzluk görüşü ve evhâma kapılma gibi rûhî ve mânevî hastalıklar, insanda çokça ortaya çıkar. “Hakkında hiçbir delil indirmediği şeyi, Allah’a şirk/ortak koşmalarından ötürü, kâfirlerin/inkâr edenlerin kalbine korku salacağız.”[117] Bu âyet, Allah’a inanmanın verdiği moral gücünden yoksun olanların kalplerini korku saracağını ifade etmektedir. Kalbin huzur ve mutluluğu ise, Allah’a iman ve O’na ibâdet/zikir ile mümkün olur.[118] Hidâyete tâbi olanlara, yani iman edip sâlih amel işleyenlere korku ve üzüntü yoktur.[119] Vehim, stres, bunalım, fobi gibi her çeşidinin bolca örneklerini gördüğümüz çağdaş hastalık ve anormallikler, çoğunlukla kaynağını korku damarından almaktadır. Kontrolden çıkmış ve sürati ayarlanamamış korku aracının, içindeki insanı götüreceği dünya durakları bunlar olduğu gibi, ondan sonrası daha da korkunç olacaktır. İnsandaki fıtrî olan korku hissi, aslında hayatın koruyucu bir zırhı ve takvâ boyutu ile cennete götüren füze iken; imanla, akıl, şuur ve irâde ile kontrol edilememişse, hayatı tahrip eden bir musîbete dönüşecek ve içindekini cehenneme götürecektir. Yanlış ve yersiz korku, insanı her iki dünyada da rezil edecek; Takvâ, huşû ve haşyet kelimeleri ile ifade edilen Allah korkusu ise dünyada izzet, kahramanlık, gazilik ve şehidlik gibi rütbeler; âhirette de bir değil, iki cennet[120] sahibi kılacaktır. Kur’an, bütün duygularımıza istikamet gösterir, meşrû ve faydalı hedeflere yönlendirir. Aynı zamanda ifrat ve tefrit gibi aşırılıklardan koruyarak onların itidâlde kullanılmasını öğütler. Korku duygusu için de bunlar geçerlidir. Kur’an, insan fıtratındaki korku hissini yönlendirerek, bu duyguyu her çeşit sahte, sapık, yanlış ve boş hedeflerden alıkoymaya çağırır. Sonra da doğru hedef göstererek, bu duygumuzu esas korkulması ve sığınılması gereken Yüce Allah’a bağlar. İnsandaki korku hissi iyi yönlendirilmezse veya asıl korkulması gereken makam olan Allah’tan hakkıyla korkulmazsa; insanın hayatındaki denge bozulduğu gibi, kişi, bir sürü sahte otoriteye boyun eğmek zorunda kalır. İnsan, tarih boyunca böylesine lüzumsuz ve yanlış korkular yüzünden sayısız tanrı icat etmiştir. Doğa güçlerinden korkmuş, ateşi, gökleri, karanlıkları; firavunlardan ve diktatörlerden korkmuş, onları; açlıktan korkmuş, ekmek ve maaş verenleri; yalnızlık ve sahipsizlikten korkmuş, putları veya başka şeyleri ilâh edinmiştir. Bu lüzumsuz korkular yüzünden insanoğlu, sığınılacak kucaklar aramış, ancak çoğu zaman sığındığı kucaklar kendisi için tehlikeli ve zararlı olmuştur. İnsan, Allah’ın dışında başka şeylerden gerçek anlamıyla korkarsa, korktuğu çoğunlukla başına gelir; Allah, korktuğu şeyi veya kimseyi ona musallat eder. Bu, yanlış korkunun dünyadaki zararlarındandır. |
|
06-11-2010, 00:58 | #3 |
Allah korkusu amaç değil; araçtır. Bu doğru korku, istenen amaçları gerçekleştirmiyorsa, doğru olmaktan çıkar. Allah’tan korkmak, O’nun emir ve yasaklarına titiz bir şekilde yapışmayı neticelendirmelidir. Allah korkusu, kişiyi sorumluluk bilincine, teslimiyete götürür/götürmelidir. Mü’min, Allah’ın sevgisini kaybetmekten korkar. Allah sevgisinin ve rızâsının bedeli de O’na her konuda itaattir. Amelde tesiri olmayan korku, hayvanı yürütmeyen kamçı gibidir, bir değer taşımaz.
Zâlim müstekbirler, tarih boyunca tedhiş, zulüm, baskı ve psikolojik dayatma gibi şiddetli korkutma araçlarını etkili bir silâh olarak kullanıp halklarını istedikleri gibi yönlendirebilmişlerdir. Bu günkü dünyada da temelde pek farklılık yoktur; sadece yöntem ve araçlar daha modern şekillerde insandaki korku hissine emperyalist amaçlar çerçevesinde yön vermektedir. İslâm, insanı korku sebebiyle zâlimlere esir olmaktan kurtarabilmek için, sadece Allah’tan korkmayı esas almış, ruhlarda bu anlayışı yerleştirmeye çalışmıştır. Allah korkusunun gereği gibi yerleştiği kalplerde başka kimselerden ve herhangi bir şeyden korku olmaz. Mü’minde dünyevî korkular, gerçek korku değil; mecâzîdir, bir çeşit tedbirden ibarettir. Mü’min bilir ve inanır ki, Allah kendisini korku ile imtihan etmektedir.[121] Kimlerin ve nelerin korkusunu ne oranda kalbine yerleştireceği sınanmaktadır. O yüzden, bazı insanların korkusuyla; inancından, imanını dışa yansıtmaktan, kamuya açık alanlarda da mü’min gibi görünüp mü’min gibi davranmaktan tâviz ver(e)mez mü’min. Yalnız, korku ile tedbiri karıştırmamak gerekir. Korku, kalp ve duyularla ilgilidir; tedbir ise davranışlarla ilgili. Gerçek mü’minlerin Allah’tan başka hiç kimseden korkmayışları, onların tedbirsiz olmalarını gerektirmez. Kendisine, mü’min kardeşlerine ve onlardan daha önemli olan dâvâsına gelebilecek zarardan dolayı, tâğutlara, müşrik ve kâfir egemen güçlere karşı tedbirli olmaya, gerekli konularda gizliliğe son derece gayret etmek, dâvâ adamının şiârıdır. Çünkü teşkilâtlanma ve cihadla ilgili gerekli durumlarda gizlilik ve tedbir, Rasûlullah’ın sünneti ve ashâbının prensibidir. İslâm dışı düzenler korku rejimidir, baskıcıdır, zorbadır. Bu rejimlerin başındaki egemen güçler, etrafa korku ve dehşet salmaya, hakkını arayanları sindirmeye ve insanları robot gibi tek tipleştirmeye, daha doğrusu kendilerine kul/köle yapmaya çalışırlar. Bırakın eylemi, düşünmek bile yasaktır, düşüncesini söylemek ve yazmak sadece rejimden yana olanların yapmasına izin verilen bir lütuftur. İnsanlar öyle korkutulmuştur ki, her yerde devletin gözü kulağı var zannedilir. Devlet, bilinçaltında dev’letilmiş, devleştirilmiştir. Devlet denince öncelikle karakol, polis, askerlik, mecbûrî eğitim, vergi, mahkeme, suç-ceza, hapishane… akla gelmektedir. Bu tür korku rejimlerinin kutsal kitapları şu cümleyle başlar: “Yurtta sus, cihanda sus!” Nice insan, omuzlarındaki kameraman ve yazıcıları düşünmez de konuştuklarının rejim tarafından dinlendiğinden kuşkulanır. “Haram” pek önemli değildir sokaktaki vatandaş için, ama “yasak!”, o başka. Hapis korkusu, nice insanda cehennem korkusunun önüne geçmiştir. Ama gerçek mü’min, sadece Allah’ın kulu olduğunun bilincindedir. Müşriklerin korktuğu korkunç insanlar, bostan korkuluğu gibi gözükür müttakî mü’minin gözüne. İnsan, dünyevî ve fâni şeylerden korkmayı ifrat derecesine vardırırsa, küçük ve gizli de olsa şirke düşmenin sınırına girmiş olur. Mü’min inanır ki, insanları ve bütün varlıklarıyla tüm dünya bir araya gelse, Allah istemediği müddetçe en küçük bir zarar veremezler. Güç ve kuvvet, yalnız Allah’ındır. O yüzden korkulmaya lâyık tek zât O’dur. Bazı insanlardan korkmanın getireceği esâret ve istibdat zehirinin panzehiri olarak İslâm, Allah korkusunu yerleştirmiştir. Allah korkusu olmayan kimsenin başına on tane polis diksen, işini bilen insan suç işlemenin bir yolunu mutlaka bulacaktır. Bir de o polislere de ayrıca polis gerekecek; rüşvet yemesinler, görevlerini kötüye kullanmasınlar diye, tabi o polislere de başka polisler… Mehmed Âkif’i gel de hatırlama: “Ne irfandır ahlâka yükseklik veren, ne vicdandır; Fazilet hissi, insanda Allah korkusundandır.” Bir-iki âyet-i kerîmeyi meal olarak görelim: “Bir kısım insanlar, mü’minlere: ‘Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar; aman korkun, sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter; O ne güzel vekildir!’ dediler.”[122]; “İşte o şeytan, yalnız kendi dostlarını korkutabilir (Veya şeytan, sizi kendi dostlarından korkutmaktadır). Eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.”[123] Unutmayalım ki, Allah, bizim içimizden, gerçekten iman edip sâlih ameller işleyenlere, halifelik/egemenlik vererek yeryüzünde hâkim kılacak, korkularımızı güvene tebdil edecektir. Ama bunun için iki şart vardır: Sadece Allah’a ibâdet/kulluk ve hiçbir şeyi O’na şirk/eş koşmamak.[124] Birkaç da hadis-i şerif: “Allah’ım! Korkaklıktan Sana sığınırım.”[125]; “Cihadın en efdali, değerce en kıymetlisi zâlim sultana karşı hakkı söylemektir.”[126]; “Eğer ümmetimin, zâlime: ‘Sen zâlimsin!’ demekten korktuğunu görürsen, bil ki onun varlığı ile yokluğu birdir.”[127]; “Aman dikkat edin! Halk korkusu, kişiyi hakkı söylemekten alıkoymasın.”[128] İmanlar, korku terazisiyle tartılmaktadır. Korkunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. Ya sadece Allah’tan korkup takvâ zirvesine tırmanarak Allah katında en ekrem, yani ikram edilmeye en lâyık yiğit bir Allah eri olmak; ya da ayaklar altında ezilinceye kadar sümüklü böcek gibi yaşamak. İnsan özgürdür; bu iki yoldan birini seçebilir. Ama takvâ yolunu seçerse, bilmelidir ki, bunun bedeli ucuz değil! Korku hissinin tevhidî bilinçle, mü’mine has irâdeyle kontrol altında tutulması, şeytanın korku oklarının fedâkârca savuşturulup karşı hücuma geçilmesi gerekecektir, hem de ömür boyu. Kur’an’ın Örnek Gösterdiği İkinci Şahsiyet: Put Kıran Korkusuz İbrâhim (a.s.) Korkunun kol gezdiği, güvenin yıkıldığı, insanın metâ olarak algılandığı, eşyalaştırıldığı; paranın, maddenin, gücün putlaştırıldığı bir dünyada ve ülkede kurtuluşun tek reçetesi, “İbrâhimî duruş”tur. Hz. İbrâhim’in, sapık bir toplum düzenine karşı gösterdiği onurlu direniş ve karşı koyuştur. Bir tarafta babasının da içinde yer aldığı bâtıl bir düzen ve halk, diğer tarafta yalnızca Allah’a iman edip O’na güvenen ve yalnızca O’ndan korkan Hz. İbrâhim… Muvahhid kimliği gereği putperest sisteme karşı çıkan tek kişilik bir ümmet. Tarihî süreci incelediğimizde, ihdas edilen ve koruma zırhına büründürülen putlarla ilgili hiçbir tartışma yapılamadığını görmekteyiz. Bu ülkelerde putların dışında, Allah’ın varlığı da dâhil olmak üzere, her şeyi tartışabilirsiniz; fakat putları tartışamazsınız. Onlar hakkında, refahtan azan önde gelenler, bu konuda ileri sürülebilecek her türlü fikri engellemek için korkuyu, bir yönetim aracı olarak kullanmaktadırlar. Bu yüzden Hz. İbrâhim: “Ben hanîf (Allah’ı bir bilen ve O’na yönelmiş) olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: ‘Beni doğru yola hidâyet etmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O’na şirk/ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbimin dilediği dışında hiçbir şey olmaz. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? Siz, Allah’ın size, haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na şirk/ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin şirk koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım?! Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan (Allah’ı tek ilâh kabul edenlerle O’na ortak koşanlardan) hangisi (Allah’ın azâbından) emniyette/güvende olmaya daha lâyıktır?“[129] diyerek putperest düşünceye karşı tavır almaktadır. Yukarıdaki âyetlerde konumuz açısından şu noktalar önemlidir: Putperestler, Allah’tan korkmamakta; fakat iman edenlerin putlardan korkmasını istemektedirler. Putları önemli bir korku kaynağı olarak insanların hâfızalarında diri tutarak toplumu yönetme ilkesi egemendir, bu tür toplumlarda. Bundan dolayı, putların gölgesinde sürdürdükleri otoritelerini sarsacak her düşünce ve hareketi tehlikeli sayarlar. Farklı düşünenler; yıpratma, tehdit ve korkutma gibi yöntemlerle sindirilmeye çalışılır. Hz. İbrâhim, babasını putlardan vazgeçirme konusunda ısrarcı olunca, oğluna verecek cevabı kalmayan baba, putlara olan bağlılığını oğlunu tehdit ederek ortaya koymuştur: “(Babası) Demişti ki: ‘Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, andolsun seni kovar, taşa tutarım! Uzun bir zaman benden uzak dur! İbrâhim: ‘Sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıyor ve Rabbime yalvarıyorum. Umulur ki (senin için) Rabbime duâ etmemle bedbaht (emeği boşa gitmiş) olmam.“[130] Putperest/câhilî düzenin yöneticileri, otoritelerini zedeleyecek hiçbir inanç, düşünce ve davranışa asla tahammül göstermezler. Sisteme ve düzenin ana felsefesine yönelik köklü eleştiri bir tek kişi tarafından da başlatılmış olsa, bundan şiddetli bir paniğe kapılırlar; zira “haksız” olduklarının bilincindedirler ve eleştirileri cevaplayacak tutarlı bir fikir bütünlüğüne sahip değildirler. Nitekim, Nemrut ve adamları, Hz. İbrâhim’in putlara ve putperest düzene yönelik eleştirilerini sürdürmedeki kararlılığı karşısında, onu yakma girişiminde bulunmaktan çekinmemişlerdir: “Dediler ki: ‘Eğer iş yapacaksanız, yakın onu da tanrılarınıza yardım edin!’ Biz de dedik ki: ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ Böylece ona bir tuzak kurmak istediler; fakat Biz onları, daha çok hüsrana uğrayanlar durumuna soktuk.”[131] İbrâhim (a.s.), sırf inançlarından dolayı, babasının da dâhil olduğu bir topluluk tarafından yakılmak istenir. Yerleşik değerlerin (putperestlik) temellerine yönelen bir eleştiri, çok şiddetli bir cezalandırma yöntemiyle susturulmak istenir. Refahtan şımarıp azan önde gelenler, sömürü ve zulüm çarkının işlemesini engelleyecek her türlü inanç, düşünce ve harekete karşı tahammülsüzdür. Tarihte Hz. İbrâhim’in yakılma teşebbüsü bunun en canlı örneklerinden biri olmuştur. Günümüzde yapılanlar ise, refahtan şımarıp azan önde gelenlerin toplumu korku, tedhiş ve terör kıskacında yönetebilmek için tarihte benzer zihniyettekilerin yaptıklarının bir tekrarından ibarettir. Tarihsel süreç incelendiğinde benzer senaryolar hep tekrarlanıp durmuştur. Halkı sindirerek daha rahat yönetebilmek için korku, silâh olarak kullanılmakta ve tüm ülke acımasız bir psikolojik savaşın içine sokulabilmektedir. Halkın muhâlif olduğu politikalar karşısında sessiz kalmasını sağlayabilmek için klasik bir yöntem vardır: Yüreklere korku salmak. Halk, malının ve canının bir büyük düşmanın tehdidi altında bulunduğuna inandırılırsa, muhâlif olduğu programların uygulanması karşısında sessiz kalmayı tercih eder; yapılanları hoş karşılamasa bile, zarûri bulabilir. Yüreklere korku salabilmek için propaganda sistemi çalıştırılır. İstenen sonuca ulaşabilmek için, o zamana kadar halka söylenilen ve fakat gerçekte inanılmayan birçok kavram, ilke unutulur. Her şey te’vil edilerek birçok kavramın içi boşaltılır, anlam alanları daraltılır veya saptırılır. Her türlü hile, entrika, yol ve yöntem mubahlaşır: “Nuh dedi ki: ‘Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine kayıptan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular. Ve büyük hileli düzenler kurdular.”[132] Ama İbrâhim (a.s.), putperest düzene karşı mücâdelesinde bütün olumsuz koşullara rağmen, inancının gerektirdiği duruşu, tavrı sergiler: “Gerçek şu ki, ben bir muvahhid olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ve ben müşriklerden değilim.”[133] Hz. İbrâhim, yalnızca Allah’a ibâdet ve itaat etmenin, yalnızca O’nu ilâh ve Rab kabul edinmenin, yalnızca O’ndan korkmanın doğal sonucu olarak böyle bir tavır, bir duruş ortaya koyar. Bu nedenle Allah, tüm mü’minlere Hz. İbrâhim’i örnek gösterir: “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır.”[134] Putperest bir toplum içerisinde tek başına kalmış olmasına karşın inancından ve bu uğurdaki kararlı mücâdelesinden vazgeçmemiş olması ise, İbrâhim (a.s.)’in en belirgin vasfıdır. Tek başına olmasına rağmen hiçbir korku ve kaygıya kapılmadan, en olumsuz şartlarda direnmenin, ayakta kalmanın sembolüdür Hz. İbrâhim. O nedenle Kur’ân-ı Kerim onu hem tekil (muvahhid), hem de çoğul (ümmet) olarak tanıtmakta ve örnek olarak gelecek nesillere göstermektedir: “Gerçek şu ki, İbrâhim tek başına bir ümmetti; Allah’a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”[135] Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken söylediği “Allah bana kâfidir” ve kavmi ile tartışmasında söylediği “ben sizin ilâhlarınızdan korkmuyorum”,[136] “sizden de, Allah’ın dışında taptığınız şeylerden de uzaklaşıp ayrılıyorum.”[137] İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?”[138] sözleri, onun teslimiyetinin bir ölçüsü olmanın yanı sıra; tüm korkuları, Allah korkusu içinde eritip yok ettiğinin de bir göstergesidir. Bir önder ve örnek olarak o, özgür olmanın yolunun yalnızca Allah’tan korkarak ve böylelikle tüm korkulardan arınmaktan geçtiğini, tüm iman edenlere göstermektedir. Yalnızca Allah’tan korkan bir mü’min, Allah’ın çizdiği sınırları koruma konusunda gerekli hassâsiyeti gösterir. Yalnızca Allah’tan Korkmak Malın, canın, neslin ve inancın tehlike altında olması durumunda genelde insanlar, özelde mü’minler, inancını yaşatmak için tüm imkânlarını seferber ederek ölüm de dâhil olmak üzere her şeyi göze alırlar. Bu insanlık tarihinde genel bir kanun olarak hep var olmuştur. Mü’minler ise bu noktada özel bir yer işgal ederler. Onlar, öldükten sonra dirilmeye, Allah’ın huzurunda hesap vermeye olan inançlarından dolayı dünyayı âhiret için bir hazırlık, bir tarla gibi görürler. Öldükten sonra dirilme ve yaptıklarından dolayı hesap verme, mü’mini teyakkuz halinde tutan bir duygu oluşturur. Hesap gününde Allah’ın huzurunda mahcup olma, Allah’ın rızâsını kaybetme mü’minin asıl korkusudur. Birçok korku kaynağı aynı anda vuku bulduğunda, mü’minin bunların etkisi altında kalmaması mümkün olmayabilir. Korkular anaforunda yaşanan geçici durum bu bakımdan önemli değildir. Önemli olan kalıcı haldir; kalıcı hal üzerinde hangi korku kaynağının etkili olduğudur. İşte yalnızca Allah’tan korkmaktan kasdettiğimiz, kalıcı halin Allah korkusu ile tâyin edilmesidir. Bu nedenle mü’min, inancına zarar verecek, dolayısıyla ölüm ötesi hayatta kendini sıkıntıya sokacak herhangi bir davranış içinde bulunamaz. İşte bu yüzdendir ki Allah, mü’minleri yalnızca Kendinden korkmaya çağırarak korkularından arındırmak ister: “Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur, itaat-kulluk da O’nundur. Böyleyken Allah’tan başkasından mı korkup sakınıyorsunuz?”[139]; “Öyleyse insanlardan korkmayın; Benden korkun ve âyetlerimi az bir değere karşılık satmayın.”[140] Allah, Kur’an’ın değişik yerlerinde, kâfirlerden, zâlimlerden, müşriklerden ve onların ilâh kabul ettiklerinden, kınayıcıların kınamasından ve şeytandan korkmamaları gerektiğini mü’minlere hatırlatmaktadır.[141] Yalnızca Allah’tan korkmanın, mü’min olma şartı ile birlikte ifade edilmesi, mü’min olmaktan ne anlamamız gerektiğini de berraklaştırmaktadır: “İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını (kendi dostlarından) korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer mü’minseniz Benden korkun.”[142] Allah’tan korkmak, O’nun azâbından ve O’nun sıfatlarının derin anlamlarını bilmekten doğan uyanıklık ve dikkat halinde bulunmaktır. Kendisinden dolayı ceza çekeceğini bildiği şeyleri yapmaktan kaçınan kimse, gerçekte Allah’tan korkmaktadır. Mü’minlerin, temiz akla sahip olarak Allah’tan korkup sakınmaları Kur’an’da ısrarla istenmektedir.[143] “Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, müslüman olmaktan başka bir din ve tutum üzerinde ölmeyin.”[144] Allah’a yaraşır şekilde Allah’tan korkmak demek, Allah’ın adını yükseltmek, O’nun emir ve yasaklarına riâyet ederek gösterdiği yolda yürümek demektir. Onun dışında edinilen tüm ilâh ve rablerın hükümranlığına son vermektir: “Benden başka ilâh yoktur; şu halde Benden korkup sakının diye uyarıp korkutun.”[145] Bir mü’min için; şeytanın taraftarları ile işgal edilmiş bir dünyada, Allah’tan başka ilâh ve rab olmadığını deklare etmek demek, zulme karşı Hz. İbrâhim gibi meydan okumak, kıyâma kalkmak demektir. İşte böyle bir durumda dimdik ayakta durabilmek için, Hz. İbrâhim’in ateşe atılırken “Allah bana kâfidir” şeklindeki sözünü diyebilme güç, irâde ve bilincinde olmak gerekir. Bunun yolu da, Allah’a güvenip dayanmak, O’na teslim olmak, O’ndan gereği gibi korkup O’na yönelmektir. Zâlimleri etkisiz hale getirmenin yolu mücâdeledir. İnatla, sabırla ve meşrûiyet içinde yürütülecek bir mücâdele ile bütün engeller aşılabilir, kurulan tuzaklar işe yaramaz hale getirilebilir. Bütün korkulardan arınıp yalnızca Allah’tan korkarak, O’na güvenip dayanarak, O’na sığınarak Allah’ın gösterdiği dosdoğru yolda İbrâhimî duruşu göstererek ve bu yolda tüm mazlumlara kimlikleri sorulmadan birlik içinde sahip çıkarak zulme son verilebilir.[146] “İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’ ‘Rabbimiz! Ancak Sana tevekkül edip dayandık, Sana yöneldik. Dönüş de ancak Sanadır. Andolsun, onlar sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü arzu edenler için güzel bir örnektir. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah ğanîdir (zengindir), hamîddir, hamde lâyık olandır.”[147] Kur’an, “üsvetün hasenetün (güzel örnek)” ifadesiyle tüm müslümanlara örnek gösterdiği Muhammed Mustafâ (s.a.s.)’dan[148] başka sadece Hz. İbrâhim’i aynı vasıfla (“üsvetün hasenetün”) zikreder.[149] Bu, Hz. İbrâhim’in Allah katındaki faziletini gösterdiği gibi, bizim de pratik hayatımızda Hz. İbrâhim’i model almamız, onun davranışlarını hayatımıza geçirmemiz için de her dönem referansımız olması açısından önemlidir. “İbrâhim’de, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır.”[150] O, öyle bir örnektir ki, baba sevgi ve saygısı, onu dâvâsından tâvize mecbur edemediği gibi, evlât sevgisi de ilâhî emrin önüne geçirememiştir. En inatçı müşrik bile olsa, babaya dâvâ anlatılırken nasıl bir üslûp kullanılması gerektiğini öğreten bir evlâttır o. Ne saygı ve sevgiden dolayı tâviz; ne de hakkı anlatırken haksız duruma düşüren kabalık, küstahlık, saygısızlık ve ukalâlık… Babasının, putperestlerin önde geleni olmasına rağmen, onun eylemlerine Allah için buğzederken, “yâ ebetî, yâ ebetî” hitabıyla babasını fıtratının sesine çağırmıştır. “Babacığım, ey babacığım” gibi hem hürmet, hem şefkat yüklü bir hitapla babasını şeytanın icat ettiği putlara tapmaktan alıkoymaya çalışan bir peygamberdir o. Her yanı küfür ateşinin sardığı bir ortamda yakıcı ateşler içinde kalmış, ama yanmamıştır. Hiçbir ânını ve hiçbir duygusunu küfür ateşine atmamış; o yüzden, yıllar sonra Nemrut’un dağ gibi ateşleri bile, Allah’ın izniyle onu yakmamıştır. İbrâhim (a.s.)’i örnek almak demek; İbrâhim olup Allah’tan başka en çok sevdiğimiz İsmâil’lerimizi Allah yoluna fedâ edebilmek demektir. Putlara, putlaştırmaya ve putçulara karşı tek başımıza da olsa mücâdele edebilmektir. Allah’tan başka hiç kimseden korkmamak demektir. Âhiret ateşine atılmamak için dünya ateşlerinden korkmamak, ateşle imtihanı göze alabilmektir. Babamız ya da zâlim devlet reisi de olsa muhâtaplarımıza hakkı haykırabilmektir. “Zincirlerin altınsa da hattâ koparıp kır; Susmak ne demekmiş? Yere haykır, göğe haykır!” “Korkup susma! Susarsan sıra (hem burada, hem orada) sana da gelecek.” Ey Allahım! Korktuklarımızdan bizi koru. Korkulardan emin kıl. Korkaklıktan, Senden başkasından korkmaktan, Senin sevgini kaybetme korkusundan başka korkulacak şeylerden Sana sığınıyoruz. Bizi umduğumuz güzel şeylere kavuştur. Ahmed Kalkan Vuslat dergisi [1] 17/İsrâ, 44 [2] 33/Ahzâb, 72 [3] 2/Bakara, 74 [4] 12/Yûsuf, 13 ve 17 [5] Tirmizî; Tuhfetu’l Ahvezî Şerhu Câmiu’t Tirmizî, 8/423; Deylemî; İbn Aslâkir, Tarih [6] 8/Enfâl, 25 [7] 9/Tevbe, 13 [8] 33/Ahzâb, 39 [9] 5/Mâide, 54 [10] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/293 [11] 10/Yûnus, 107 [12] 2/Bakara, 212; 3/Âl-i İmrân, 175; 5/Mâide, 57 [13] 33/Ahzâb, 37 [14] 20/Tâhâ, 77 [15] 20/Tâhâ, 65-68 [16] 16/Nahl, 51-52 [17] 39/Zümer, 53 [18] 32/Secde, 6 [19] 8/Enfâl, 2 [20] 32/Secde, 16 [21] 22/Hac, 1-2 [22] 33/Ahzâb, 10-11 [23] 21/Enbiyâ, 40 [24] 98/Beyyine, 7-8 [25] 62/Cum’a, 8 [26] 4/Nisâ, 77 [27] 28/Kasas, 57 [28] 64/Teğâbün, 14 [29] 64/Teğâbün, 15; 8/Enfâl, 28 [30] 17/İsrâ, 31 [31] 2/Bakara, 268 [32] 51/Zâriyât, 58 [33] 51/Zâriyât, 22 [34] 7/A’râf, 88; 36/Yâsin, 18; 19/Meryem, 46 [35] 10/Yûnus, 83 [36] Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 51 [37] 17/İsrâ, 76-77 [38] 119/Nasr, 1-2 [39] 22/Hac, 1-2: 54/Kamer, 7-8; 101/Karia, 1-11 [40] S. Buhâri, Tecrîd- Sarih Terc. II/751 [41] Seyyid Kutub, Kur’anda Edebî Tasvir, s. 11 [42] Hayati Aydın, Kur’an’da İnsan Psikolojisi, Timaş Y., s. 94-96 [43] 41/Fussılet, 30 [44] Buhâri, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128 [45] 35/Fâtır, 28 [46] 2/Bakara, 119; 34/Sebe’, 28; 35/Fâtır, 24; 41/Fussılet, 4 [47] 49/Hucurât, 13 [48] 51/Zâriyât, 50 [49] 3/Âl-i İmrân, 175 [50] 55/Rahmân, 46 [51] 8/Enfâl, 2 [52] 64/Teğâbün, 16; Şâmil İslâm Ansiklopedisi, c. 1, s. 119 [53] Osman Necati, Kur’an ve Psikoloji, Fecr Y., s. 57 [54] Ahmed bin Hanbel, Müsned, I/293 [55] S. Müslim Terc. 7/188 [56] Y. Kandehlevî, Hadislerle Müslümanlık, 3/1213 [57] 11/Hûd, 103; 14/İbrahim, 14; 55/Rahmân, 46 [58] 2/Bakara, 38 [59] 2/Bakara, 112 [60] 6/En’âm, 48 [61] 46/Ahkaf, 13 [62] 10/Yûnus, 62 [63] 7/A’râf, 56, 205; 13/Ra’d, 13; 32/Secde, 16 [64] 5/Mâide, 54 [65] 2/Bakara, 155 [66] 2/Bakara, 38 [67] 2/Bakara, 62 [68] 2/Bakara, 74 [69] 3/Âl-i İmrân, 173 [70] 3/Âl-i İmrân, 175 [71] 9/Tevbe, 13 [72] 9/Tevbe, 56 [73] 24/Nûr, 37 [74] 39/Zümer, 13 [75] 49/Hucurât, 13 [76] 59/Haşr, 21 [77] Müsned, IV/124, 126; Buhâri, Cenâiz 73, Rikak 7; Müslim, Fiten 110; Ebû Dâvud, Nikâh 12 [78] Ebû Dâvud, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 51 [79] Buhâri, Edeb 72; Müslim, Fezâil 127-128 [80] Müslim, Tevbe 23 hadis no: 2755; Tirmizî, Deavât 108, hadis no: 3536; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 355 [81] Tirmizî, Cenâiz 11, hadis no: 983; İbn Mâce, Zühd 31, hadis no: 4261; Kütüb-i Sitte Terc. c. 6, s. 351 [82] Buhârî; Müslim [83] Buhârî; Müslim [84] Ebû Dâvud, Edeb 93, hadis no: 5004; Kütüb-i Sitte Terc. c. 15, s. 213 [85] Müslim, S. Müslim Terc. 7/188 [86] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349 [87] a.g.e., aynı sayfa [88] a.g.e. [89] a.g.e. [90] 31/Lokman, 32 [91] 31/Lokman, 33; 35/Fâtır, 5 [92] 67/Mülk, 14 [93] Gazâli, a.g.e. c. 4, s. 306 [94] 39/Zümer, 55 [95] Faruk Gürbüz, Kur’an’da Denge, Denge Y., s. 182 vd. [96] 6/En’âm, 32 [97] 47/Muhammed, 36 ve bkz. 29/Ankebût, 64; 57/Hadîd, 20 [98] 32/Secde, 15-16 [99] Ahmet Baydar, Kur’an Açısından Korku ve Büyü, Beyan Y., s. 58-59 [100] 3/Âl-i İmrân, 175 [101] 98/Beyyine, 7-8 [102] 36/Yâsin, 11; 79/Nâziât, 45 [103] 20/Tâhâ, 3; 87/A’lâ, 10 [104] 13/Ra’d, 21 [105] 21/Enbiyâ, 25; 23/Mü’minûn, 57 [106] 21/Enbiyâ, 49; 35/Fâtır, 18; 50/Kaf, 33 [107] 5/Mâide, 52 [108] 26/Şuarâ, 106-108 [109] 23/Mü’minûn, 23 [110] 16/Nahl, 51-52 [111] 9/Tevbe, 18 [112] 24/Nûr, 52 [113] 39/Zümer, 23 [114] 33/Ahzâb, 37 [115] 5/Mâide, 3 [116] 33/Ahzâb, 39 [117] 3/Âl-i İmrân, 151 [118] 13/Ra’d, 28 [119] 2/Bakara, 38, 62 [120] 55/Rahmân, 46 [121] 2/Bakara, 155 [122] 3/Âl-i İmrân, 173 [123] 3/Âl-i İmrân, 175 [124] 24/Nûr, 55 [125] S. Müslim Terc. 7/188 [126] Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, c. 6, s. 349 [127] a.g.e. aynı sayfa [128] a.g.e. [129] 6/En’âm, 79-81 [130] 19/Meryem, 46, 48 [131] 21/Enbiyâ, 68-70 [132] 71/Nûh, 21-22 [133] 6/En’âm, 79 [134] 60/Mümtehıne, 4 [135] 16/Nahl, 120 [136] 6/En’âm, 80 [137] 19/Meryem, 48 [138] 21/Enbiyâ, 67 [139] 16/Nahl, 51-52 [140] 5/Mâide, 44 [141] 5/Mâide, 3, 54; 6/En’âm, 81, 82 [142] 3/Âl-i İmrân, 175 [143] 33/Ahzâb, 39; 35/Fâtır, 28; 5/Mâide, 100; 65/Talak, 10 [144] 3/Âl-i İmrân, 102 [145] 16/Nahl, 2 [146] 8/Enfâl, 45-47; Yıldırım Canoğlu, İbrâhimî Duruş, Umran, sayı: 77, Ocak 2001 [147] 60/Mümtehıne, 4, 6 [148] 33/Ahzâb, 21 [149] 60/Mümtehıne, 4, 6 [150] 60/Mümtehıne, 4 |
|
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|