|
![]() |
#1 |
![]() ![]() [...] Müslümanlar, problemlerini Kur’an’a götürmek zorundadırlar. Aralarında bir anlaşmazlık, bir fikir ayrılığı olunca Allah’a ve Rasûlüne arzedip O’na teslim olmalıdırlar. Bireysel, toplumsal, ülkesel ve ümmet bazındaki problemlerimizin tümünde, Kur’an’dan uzak yaşamak baş sebebi oluşturmaktadır. Çözümü de Kur’an’da arayıp bulmak mecburiyetindeyiz. Kur’an furkandır, hakla bâtılı, doğru ile yanlışı ayıran ve iman edenlere kılavuzluk yapan mü’minlerin hayat kitabıdır. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman yöneticilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve Rasûl’e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” (4/Nisâ, 59) “Onlara: ‘Allah’ın indirdiğine (Kitab’a) ve Rasûl’e gelin (onlara başvuralım)’ denildiği zaman, münâfıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.” (4/Nisâ, 61) “… Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (4/Nisâ, 64-65) (24/Nûr, 51-52) “…O’nun (Peygamber’in) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok elemli bir azap isâbet etmesinden sakınsınlar.” (24/Nur, 63) “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız; o, ne kötü bir yerdir.” (4/Nisâ, 115) “Aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et.” (5/Mâide, 49) “Yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar, zandan/tahminden başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka (söz de) söylemezler.” (6/En’âm, 116) “O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberlerle birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’ an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.” (25/Furkan, 27-29) “Yüzleri ateşte evrilip çevrildiği gün, ‘Eyvah bize! Keşke Allah’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik!’ derler. ‘Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize itaat ettik de onlar bizi yoldan saptırdılar’ derler. ‘Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle rahmetinden kov.” (33/Ahzâb, 66-68) “Sonra seni din konusunda bir şeriat (ve düzen) sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine uyma.” (45/Câsiye, 18) “…Kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır.” (72/Cin, 23) Mü’minler, Allah’tan kendilerine bir emir geldiği zaman şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Dinledik ve itaat ettik (ediyoruz). Senin mağfiretine (bağışlamana) sığınıyoruz. Ey Rabbimiz, dönüş Sanadır.” (2/Bakara, 285). Mü’min, kendi görüş, davranış ve seçme tercihini Rabbinden yana kullanır, Rabbinin doğru hükümlerine teslim olur. Her konuda O’nun ölçüsüyle hareket eder, O’nun emirlerine boyun eğer. Peygamberi aracılığıyla gönderdiklerine itaat eder. “Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü’min erkekle mü’min kadına, o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse (karşı gelirse) apaçık bir sapıklığa düşmüştür.” (33/Ahzâb, 36) Allah ve O’nun peygamberine isyan, O’nu tanımamak, O’nun koyduğu kanunları hiçe saymak demektir. Bu da insanın İslâm’dan uzaklaşmasına sebep olur. Mü’minler, ancak zararlı, yanlış, bâtıl ve sapık fikirlere, inançlara, sistemlere isyan ederler veya en azından, itaat etmezler. Allah’a hiç isyan etmeyen melekleri (66 Tahrim/6) düşünürler. Her anlarını Allah’a ibadet ve itaat içinde değerlendiren ve toplumlarındaki zâlim ve tâğutlara baş kaldıran peygamberleri (16/Nahl, 36) örnek alırlar. Öyleyse Batı ile işbirliği ve onlarla birlik için Kur’an ilkelerini özet olarak vurgulayarak konuya girelim. Müslümanlar Kâfirlerle Dostluk ve Birliktelik Oluşturamazlar “Allah, kâfirlere mü’minlerin aleyhinde asla bir yol vermez.” (4/Nisâ, 141) “Ey iman edenler! Kâfirlere uyarsanız, sizi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz.” (3/Âl-i İmrân, 149) “Kâfirlere itaat etme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir savaş ver (büyük cihad yap).” (25/Furkan, 52) “Fitne tümüyle yok olunca ve din de Allah için tatbik edilinceye kadar onlarla savaşın. Fitne çıkarmaktan vazgeçerlerse zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık yoktur.” (2/Bakara, 193) “Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi çevirip kâfirler haline getirirler.” (3/Âl-i İmrân, 100) “Sen onların milletine/dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana bir dost ve yardımcı yoktur.” (2/Bakara, 120) “Ey iman edenler! Yahûdileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudurlar (birbirinin tarafını tutarlar). İçinizden onları dost kabul edenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez.” (5/Mâide, 51) “Ey iman edenler Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen hakkı/gerçeği inkâr etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Rabbiniz olan Allah’a inandığınızdan dolayı, Peygamber’i ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz Benim yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Oysa Ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur. Şayet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zaten inkâr edip kâfir olmanızı istemektedirler.” (60/Mümtehine, 1-2) “O münâfıklar ki, mü’minleri bırakarak kâfirleri dost ediniyorlar. İzzeti (şeref ve zaferi) onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki bütün izzet kudret Allah’ındır.” (4/Nisâ, 139) “Yoksa onlardan mı korkuyorsunuz? Eğer gerçek mü’minlerden iseniz Allah kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.” (9/Tevbe, 13) “İnsanlardan korkmayın; Benden korkun. Benim âyetlerimi az bir karşılıkla satmayın. Kim Allah’ın indirdiği hükümlerle hüküm vermezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (5/Mâide, 44) “…İyilik ve takvâ (Allah’ın yasaklarından sakınma) üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerine yardımlaşmayın. Allah’ tan korkun; çünkü Allah’ın cezası çetindir.” (5/Mâide, 2) Müşrik Önderlere Uymak “Biz onları, insanları ateşe çağıran önderler yaptık” (28/Kasas, 41) “Günü geldiğinde, her sınıf insanları önderleri ile birlikte çağıracağız.” (17/İsrâ, 71). Allah Rasûlü’nün, “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kime dostluk ettiğine iyi baksın” sözünden de anlıyoruz ki, insanlar, önderlerinin sadece şahsına değil; görüşlerine de dost oluyorlar, itaat edip bağlanıyorlar. Onların yollarını kendilerine izlenilecek yol edinmek suretiyle, bâtıl dinlerini kendilerine din ediniyorlar. Dünyadaki ideolojik veya hevâî temele dayalı işbirlikleri, kesinlikle görüş beraberliğine delâlet ediyor. Bunun için Yüce Hakk’ın fermanı, “toplayın o zâlimleri ve onlarla beraber işbirliği edenleri, aynı yoldaki arkadaşlarını ve Allah’tan başka tapmış oldukları putları” (37/Saffât, 22-23) şeklinde tecelli edecek. Konuyla İlgili Hadis-i Şeriflerden Seçmeler “Kim müşriklerle bir arada toplanır ve onlarla beraber oturursa, o da onun gibidir.” (Tirmizî, Siyer 40) “Kim bir müşrikle ittifak yapar ve onunla birlikte ikamet ederse, o da onun gibidir.” (Ebû Dâvud, III/93, hadis no: 2787) “Müşriklerle birlikte yaşamayın ve onlarla birlikte bir arada bulunmayın. Kim onlarla birlikte yaşar veya bir arada bulunursa o durumda o Bizden değildir.” (Hâkim, Müstedrek 2/141) “Ben, müşriklerin arasında ikamet eden her müslümandan uzağım!” “Ey Allah’ın rasûlü! Neden?” diye sordular. O da şöyle buyurdu: “Çünkü ateşleri (müslümanla müşriklerin ateşleri) birbirinden ayırt edilmez.” (Ebû Dâvud, Cihad 95; Nesâî, Kasâme 27; Tirmizî, Siyer hds no: 1654) “Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız.” (Nesâi, Kitab 48, bab 52) “Ben bir müşrikten yardım almam!” (S. Müslim, hadis no: 151) “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.” (Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr) “Kişi dostunun dini üzeredir; onun için her biriniz kimle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” (Tirmizî, Zühd 45, h. no: 2379) “Kişi, (kıyâmet günü) sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96, Ahkâm 10; Müslim, Birr 161, 165) “Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebû Dâvud, hadis no: 4599) Batı ve Bâtıl ile Uzlaşmak Avrupa ile birlik oluşturmak, her şeyden önce bâtıl ile uzlaşmak demektir. Bu da, İlâhî rızâya tümüyle terstir. Bu uzlaşma ve birlik, gadaba uğramış ve dalâlet ehli sapıklara uymak anlamına geldiğinden, istikametten tümüyle sapmaktır. Hak dâvânın mensuplarından Cenab-ı Hakk’ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah’ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bâtıl zihniyetin özelliğidir bu; kendi çıkarlarını sürdürmek için her zaman ve her mekânda hak dâvâyı savunanları tâviz ve uzlaşmayla etkisiz hale getirmeye çalışmak. “Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (68/Kalem, 9) İslâm’la câhiliyyenin kesişmesi, uyuşması mümkün değildir. Hakla bâtılın, imanla küfrün birleşip bir araya gelmesi eşyanın tabiatına aykırıdır. Aralarında tarih boyunca süren ve Kıyâmete kadar da sürecek olan uzlaşmaz bir mücâdele söz konusudur. Hakla bâtılın bu mücâdelesi, elbette hak taraftarları olan müslümanlarla bâtıl taraftarı olan gayri müslimler ve şirkin herhangi bir çeşidi üzerinde bulunanlar arasında olacaktır. Bu iki farklı kutup arasında uzlaşmayı, kesin nasslara rağmen kabul edenler, neticede Allah’ın hor gördüğü kâfirleri hoş görmeye, beşerî düzenleri kutsallaştırmaya, İslâm demokrasisinden veya demokratik İslâm’dan bahsetmeye kadar vardılar. Müslümanın İslâm’dan tâviz vererek, başka beşerî görüşlerle uzlaşıp İslâm’ın bazı cüzlerini, bazı esaslarını pazarlık aracı görmesi mümkün değildir. Uzlaşma neticesinde kâfirlerin ve küfrün egemenliği -şeklen ve kısmen de olsa- kabul edilmiş olur ki, bu da tevhidî akîde ile bağdaşmaz. İslâm, Allah’a teslim olmak ve O’nun dışında bir güç ve hâkimiyet tanımamaktır. Kelime-i tevhidde bu ifade tüm kapsamıyla belirdiğinden dolayı, müslüman için her türlü tâğutun her çeşit egemenliğini reddetmek; Allah’a iman ve O’nun tek ilâh olduğunu kabul etmenin en önemli şartıdır. Hatta, İslâm’ın dışındaki bütün sistem, görüş ve bunların uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut” ları reddetmek; Allah’a imandan da önce gelir ki; kalp, dil ve kafadaki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri öncelikle “lâ = hayır” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hak/gerçek İlâhın kabulü yerleşsin. “Kim tâğuta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve Allah’a iman ederse o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuştur. Allah kemâliyle işiten ve bilendir.” (2/Bakara, 256) İslâm, “lâ (hayır)” kılıcıyla tâğutlarla işbirliğini, onunla yardımlaşmayı, ona tâviz vermeyi, onunla uzlaşmayı kesip atar. Bir tevhid eri için “lâ” ile isyan bayrağını çektiği küfür ve şirkle uzlaşma nasıl mümkün olabilir? Uzlaşma olursa küfre ve tâğutlara kıyam nasıl gerçekleşir? Tevhidin gereği olan câhiliyyeye ve tâğutlara kıyam olmadan da İslâm’ın hâkimiyeti hayal olur. Tevhidin bu esasını en iyi anlayan ve en güzel uygulayan peygamberler de kendi çağlarındaki tâğutlarla hiç bir uzlaşmaya yanaşmamışlar ve Allah’ın dininden zerre kadar tâviz vermemişlerdir. Firavun, Nemrut ve Ebû Cehillerle pazarlığa oturmamışlar, onlarla Avrupa Birliği tarzında birlik oluşturmaya yanaşmamışlar ve onların hevâlarının ürünü olan kural ve kanunlarla, aynen onların yönetimi gibi bir yönetim oluşturmaya kalkmamışlardır. İlke ve kurallarını onların isteklerine göre değiştirip belirlememişler, tam tersine onları kendi doğru ilke ve kanunlarına uymaya çağırmışlar, bir mutlak otorite olarak sadece Allah’ı kabul etmeyen tâğutlarla savaşmışlardır. Her çeşit İslâmî mücadele ve hizmetlerin esasları, ancak Müslümanların istediği şekillerde ve İslâmî esaslara göre tanzim edilir. Bugün Firavunların tesbit ve müsaade ettiği, yönlendirdiği, sınırlarını çizdiği alanda mücadele ve çalışmayı tercih eden müslümanlar, Firavun’lara açıkça cephe almadan onları nasıl altedeceklerdir? Hıristiyanlığın tevhid dini olma vasfından saparak, her türlü kapitalistçe sömürünün, zâlim güçlerin, şirkin emrine ve hizmetine girmesiyle sonuçlanan tahrifatına sebep, Konstantinius’un 325 yıllarında hıristiyanlıkla Roma despotizmini uzlaştırması olmuş, bugün de kolaylıkla her şeyle, her sistemle uzlaşabilecek mirası hıristiyanlık, o zamanlardan muharref bünyesine almıştır. Küfrün ve şirkin çeşitlerinden herhangi biriyle uzlaşma ve tâvizi red; bâtılla “uyuşma”yı red anlamına geldiği gibi, “uyuşukluğu” da reddetmek demektir. Tâviz, hoşgörü, diyalog ninnileriyle uyutulan, uzlaşma afyonuyla uyuşturulan devin, hipnotizörü ve doktor kıyafetindeki katili farkedip şahlanışıdır bu red. Uyanış ve diriliştir. Kötülüğe/Bâtıla elle, dille ve hiç olmazsa kalple karşı çıkıp değiştirme bilinci ve görevi ile bâtılla/münkerle uzlaşmayı, “bundan sonrasında hardal tanesi kadar iman yoktur.” hükmüyle değerlendirmektir. Tâvizi ve uzlaşmayı red: “Kim Allah’a sahip, o neden mahrum; kim Allah’tan mahrum o neye sahip?” diyebilmektir. Câhiliyyenin zorladığı uzlaşmaya direnmek, İslâmî hareket ve ümmet güçlerinin yardımlaşması ve dayanışmasıyla gerçekleşebilir. Uzlaşmayı reddetmek deyince, insanca münasebetleri, sosyal ilişkileri kesip uzlet içinde yaşamayı, toplumsal bağları koparmayı kast etmiyoruz; İbrahimî ve Muhammedî tavrı hayata geçirmeyi kast ediyoruz. Onlar küfürle/bâtılla uzlaşsalardı ateşe atılır, memleketlerini terk etmeye mecbur kalır, ölümle burun buruna olurlar mıydı? Mü’min nasıl olur da Kur’an’ın “neces (pislik)” (9/Tevbe, 28) dediği müşriklere inanç, fikir, dil veya eylemlerinde tâviz vererek, tevhidle uzlaşması ve tevhide bulaşması mümkün olmayan pisliğe kapısını açar? Küfrün azına veya pisliğin küçüğüne bile olsa, nasıl tahammül edip rıza gösterir? Hele o pislikle iç içe yaşayıp, o pisliği hoş görebilir? Mü’min nasıl olur da hayvanlardan daha aşağıda olanlarla (7/A’râf, 179) işbirliğine, uzlaşmaya, birleşmeye, birlik oluşturmaya girer? Nasıl olur da o hayvanların ahırlarında, onlarla beraber oturup kalkar (4/Nisâ, 140), beraber aynı yemlikten yemlenir? Mü’min nasıl olur da kâfirlerin önüne attıkları dünyevî geçici çıkarları gözünde büyüterek, onların çürük iplerine yapışmayı, Allah’ın kopmaz ipine (2/Bakara, 256) tercih eder? Tâğutu reddederek sağlam ipe yapışması gerektiği halde, onların uzattığı çürük ipin kendisini Allah’a ve cennete ulaştıracağını, kendisini yükseltebileceğini nasıl ümit edebilir? Tevhid, Şirkten ve Müşriklerden Berî/Uzak Olmayı Zorunlu Kılar “Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk yaparım. Çünkü O, beni doğru yola iletecektir.’ Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar (onun dinine) dönsünler.” (43/Zuhruf,26-28) “İbrâhim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık, nefret ve öfke belirmiştir…” (60/Mümtehıne, 4). Allah’a ve âhiret gününe gönülden iman edenlerin, İbrâhim (Aleyküm Selam.) ve arkadaşları gibi, müşriklerden, onlarla birlikteliklerden, onların câhilî değerlerinden kesin bir kopuşla ayrılıp beraat ilân etmeleri gerekir. Hicret, Müşriklerden Yüz Çevirmek; Küfrü, Şirki, Haramları ve Bunlara Yaklaştıran Ortamları Terk Etmektir Şirkten, küfürden ve kendisini olumsuz şekilde etkileyecek her türlü fesat ortamından hicret farzdır. Bu anlamda her mü’min, muhâcir olmak zorundadır. Bu hicret, en azından onlarla kaynaşıp uzlaşmamak, onlara benzeyip onlara itaat etmeme yönüyle ortaya konmalıdır. Allah’a iman etmek, şeytanî olan her şeyden hicret etmek demektir. Toplumun kirliliklerine bulaşmamak, şirk ortamından, fesat ve günahlardan kaçınmak, mânevî pisliklerden uzaklaşmaktır, en büyük amaç. Ahlâkî hicret; mânevî kirliliklerin sembolü olan putlara uzak durma konusunda sebat edip, onlarla cihadı sürekli kılmaktır. Bu cihadın amacı, öz benliklerimizde ve toplumsal yaşamın içinde var olan bütün mânevî pisliklerden berî olmaya devam etmektir. “Muhakkak ki iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler, işte onlar Allah’ın rahmetini umabilirler.” (2/Bakara, 219; 9/Tevbe, 20) Öteki dünyaya kesin iman eden mü’minler, maddî kazançlar umarak Allah’ın gazabına uğramış zâlim toplumlarla dostluk kurmamalıdırlar. Çünkü ilâhî hoşnutluktan nasibi olmayan kimselerle dost olmak, “sürekli hicret” bilincine sahip olan mü’minlere yakışmaz. Mü’ minler onları terk ederek Rabbânî hoşnutluğun elde edilebileceği güzel ameller yurduna hicret etmelidir. Sadece müşrikleri, hıristiyan ve yahûdileri değil; aynı zamanda, dünya ile âhiret arasında tam tercih yapamayan, kâfirlerle yardakçılık mânâsında ilişkiler kuran, münâfıklarla dost olan kişiliksiz insanları velî edinmek de biz mü’minler için haramdır. Onlarla bizim aramızda güzel bir ayrılışla öte yanına geçtiğimiz hicret duvarları vardır. Allah’ın gazabına uğrayan bir toplum ile dostluk kurmak “kötülükten hicret etmemek” anlamına geldiği için, mü’minlere yasaklanmıştır. “Sürekli hicret şuuru” ilâhî rızâdan nasibi kalmamış kimseleri terk etmeyi gerektirir. Kur’an’a kulak verelim: “Ey mü’minler! Allah’ın gazabına uğrayan toplum ile dost olmayın! Onları dost edinenlerin öteki dünya ile ilgili hiçbir ümitleri kalmamıştır. Tıpkı kâfirlerin (şimdi) mezarlarında yatanları tekrar görme ümitlerini kaybetmiş bulunmaları gibi.” (60/Mümtehine, 13). Dostluk ve Düşmanlık Kur’an, başkalarıyla değil; ancak mü’minlerin birbiriyle kardeş olduğunu vurgular (49/Hucurât, 10). Dostluk da ancak, mü’minlerin birbirleri arasında olur: “Mü’min erkekler ve mü’min hanımlar birbirinin velîleri/dostlarıdır.” (9/Tevbe, 71) Kur’an’da İslâm’a ve müslümanlara karşı düşmanca ve zâlimâne tavır takınanlar, insanların İslâm’dan haberdar olmasını önlemeye çalışanlar iki yerde “Allah’ın ve sizin düşmanlarınız” şeklinde nitelendirilmiştir (8/Enfâl, 55-61). Yeryüzünde düşmanlık kaçınılmazdır; insanların bir kısmı, diğerlerine düşman olacaktır: “Birbirinize düşman olarak oradan (cennetten) inin! Artık, Benden size hidâyet geldiğinde, kim Benim hidâyetime uyarsa, o sapmaz ve şakî/bedbaht olmaz.” (20/Tâhâ, 123) İnsanın, düşmansız şekilde yaşaması, ulaşılamayacak bir hedeftir, ütopyadır. İnsan, yaratılışından itibaren çevresini Allah’ın izniyle koruyucu güçler (melekler) yanında; zararlı varlıklar (şeytanlar, mikroplar) da sarar. Düşmanlığa yol açan pek çok sebep vardır. Eğer düşmanı olmayan insanlar olsaydı, peygamberler olurdu; halbuki tüm peygamberlerin hayli düşmanları, hem da azılı düşmanları vardır (6/En’âm, 112-113; 25/Furkan, 31). Önemli olan Allah’ın ve bizim gerçek düşmanlarımız dışındakileri, kendi hatalarımızdan dolayı kendimize düşman yapmamak ve düşmanlarla olan imtihanımızı kazanmaktır. Müslümanların kimlerle nasıl dostluk yapabilecekleri ve düşmanlarına da barış zamanında ve savaşta nasıl davranmaları gerektiği Kur’an’da net şekilde açıklanmıştır. Müslümanların tarihi de farklı inançtan insanlara nasıl davranıldığının güzel örnekleriyle doludur. Bütün bunları bal gibi bilen Papa, İslâm ve Peygamber düşmanlığını kustuğu zehirle müslümanlara kimleri dost ve düşman kabul etmeleri gerektiğini göstermiştir. Allah’ın bizim için râzı olduğu dinin adı olan (5/Mâide, 3) ve bütün peygamberlerin dini olan (2/Bakara, 130-133) İslâm, kelime olarak, “barış” anlamına gelen “silm”, “selâm” ve “selâmet”le aynı kökü paylaşır. Dolayısıyla “İslâm”ın kelime olarak anlamlarından biri de “barış”tır. Tüm insanlar, fitneyi terk edip Allah’ın dini olan İslâm’a teslim olsalar, her taraf selâmete kavuşup tümüyle barış ve kardeşlik hüküm sürer. Müslümanların Düşmanları Kimlerdir? Allah’ın “Dost Olmayın!” Dediklerini Düşman Kabul Etmek Zorundayız. Allah, Düşmanlarımızı Bizden Daha İyi Bilir: “Allah, düşmanlarınızı sizden daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, bir yardımcı olarak da Allah kâfidir.” (2/Bakara, 45). Bu âyetin bir öncesinde, Allah’ın bizim zararımızı isteyenleri haber vermekte, bize önemli düşmanlarımız olan ehl-i kitabı tanıtmaktadır: “Kendilerine Kitab’dan nasib verilenlere baksana! Sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar.” (2/Bakara, 44) Kâfirler, apaçık düşmanımızdır (4/Nisâ, 101). Putlar ve putperestler mü’minlerin düşmanıdır (26/Şuarâ, 75-77). Mü’minlere en fazla düşmanlık yapanlar yahûdiler ve müşriklerdir (5/Mâide, 82). Allah’ın düşmanlarını ve mü’minlerin düşmanlarını dost edinmek yasaklanmıştır (60/Mümtehine, 1-2). Müslümanların müşriklerden ve taptıklarından uzaklaşmaları ve onları tanımayıp onlara düşman olduklarını açıklamaları gerekir (60/Mümtehine, 4). Peygamber ve onun yolunu izleyenler dışındakileri dost kabul edenler, âhirette büyük pişmanlık duyacaktır: “O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp şöyle der: ‘Keşke o peygamberle birlikte bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur’an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmaktadır.” (25/Furkan, 26-29) Zâlimlerle Dostluk: Kur’an, hiç bir şekilde zâlimlerle dostluğa izin vermez. “…Zâlimler için hiç bir velî/dost ve yardımcı yoktur.” (42/Şûrâ, 8) “…Onlar, Allah’a karşı sana hiçbir fayda veremezler. Doğrusu zâlimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da takvâ sahiplerinin dostudur.” (45/Câsiye, 19). Zâlim ise, sadece insanların bedenlerine zarar verip acı çektirenler değil; insanların kafalarını ve gönüllerini işgal edenlerdir. Şirk en büyük zulümdür (31/Lokman, 13); dolayısıyla Allah’a herhangi bir şekilde şirk koşan müşrikler en büyük zâlimlerdir. Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler de zâlimlerin ta kendileridir (5/Mâide, 45). Düşmanlık da öncelikle bu zâlimlere karşı sözkonusu olmalıdır: “…Zâlimler hâriç (hiç kimseye) düşmanlık ve saldırı yoktur.” (2/Bakara, 193) Umulur ki Allah, Gerçek Müslümanları, Düşmanlarına Gâlip Kılacaktır: “…Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk edecek ve onların yerine sizi yeryüzüne hâkim kılacak da nasıl hareket edeceğinize bakacaktır.” (7/A’râf, 129) “…Nihayet Biz iman edenleri, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.” (61/Saff, 14) “Gevşeklik göstermeyin; üzüntüye kapılmayın. Eğer gerçekten iman etmiş sağlam mü’minler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (3/Âl-i İmrân, 139) “Andolsun ki, Peygamber kullarımıza söz verdik: ‘Şüphesiz onlar, mutlak mansûr ve muzafferdirler. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir.” (37/Sâffât, 171-173) “Kim Allah’ı, Rasûlünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki:) üstün/gâlip gelecek olanlar şüphesiz Allah’ın tarafını tutanlardır.” (5/Mâide, 56) “…İyi bilin ki, kurtuluşa erecek olanlar sadece hizbullahtır, Allah’ın tarafında olanlardır.” (58/Mücâdele, 22) Düşmanlık ve Dostluk; Tevhidin Gereğidir, İmanın Dışa Yansımasıdır Düşmanlık ve dostluk, “Lâ ilâhe illâllah”ın ayrılmaz bir özelliğidir. Dinin temeli ve özü olan bu kelime, aynı zamanda dost ve düşmanlığı da belirler. Dostluğun temeli sevgi, düşmanlığın temeli buğz ve kindir. Din de sevgi ve buğzdur; kabul ve reddir. Bundan dolayı, kâfirlerle dostluk; Allah’ın dostluğunu kaybettiren, O’nunla ilişiğinin kesilmesini gerektiren (3/Âl-i İmrân, 28) büyük bir suç olduğu gibi, dalâlettir/doğru yoldan sapmaktır (60/Mümtehine, 1), zâlimlerden olmaktır (9/Tevbe, 23; 60/Mümtehine, 9) ve kâfirler safına geçmek, “onlardan olmak”tır (5/Mâide, 51). Allah’a düşmanlık yapanları, Allah’ın düşmanlarını dost kabul etmek; Allah’ın düşmanlığını kazanmak ve imanı küfre değişmektir. Kâfirleri düşman kabul edip onlardan uzak durmak, İslâm akîdesinin bir parçasıdır. “Tâğutu reddetmek, onu inkâr etmek” olmadan Allah’a iman, yeterli değildir, ek******, insanı kurtarmaz. “Kim tâğutu reddedip Allah’a iman ederse, o kesinlikle kopması mümkün olmayan sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.” (2/Bakara, 256) Tâğuta küfretmeyen, yani onu inkâr edip reddetmeyen kimse, asla mü’min olamaz. Tâğut ise, Allah’tan başka, O’na alternatif olarak ortaya konan düşünce, hayat görüşü, sistem, kişi veya şeytanlardır. Allah’ın dışında ve O’na rağmen uyulan, kendisine tâbi olunan, arzulanan, ya da kendisinden çekinilip korkulan her şeydir. Kişi, tevhid kelimesini gönülden benimseyip diliyle ikrar etmekle, câhiliyye ve şirk inançlarının tümünü reddettiğini, şuurlu bir şekilde onlardan uzaklaştığını göstermektedir. Aynı şekilde, tevhidi benimsediği için, artık câhiliyye insanından, her çeşit müşrikten de sevgi, bağlılık, itaat ilişkilerini koparması, yani onlara dostluk sayılabilecek davranışlardan kaçınma sözü vermiş olmaktadır. O, kendi safını ve cephesini belirlemiş olmaktadır. Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin tarafını tuttuğu için; kâfirlerden yüz çevirmek ve onlarla ilişkiyi kesmek zorunluluğu hissedecektir. “Onun için sen zikrimize (Kur’ an’a) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir.” (53/Necm, 29) Sonra, örnek gösterilen İbrâhim (Aleyküm Selam.)’i rehber edinip onun mirasına sarılacaktır. “Bir zaman İbrâhim, babasına ve kavmine demişti ki: ‘Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O beni doğru yola iletecektir. Bu sözü, ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler.” (43/Zuhruf, 26-28) Ve, müşriklerle muvahhidler arasındaki kesin ayrılık, uzaklaşma ve safları belirleyen yol işaretleri: “De ki: ‘Ey kâfirler! Tapmam, sizin tapmakta olduklarınıza… Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (109/Kâfirûn, 1-2, 6) “Onlar seni yalanlarlarsa de ki: ‘Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız; ben de sizin yaptığınızdan uzağım!” (10/Yûnus, 41) Bu uzaklaşma, ayrılık ve safları belirleme olmasa, kâfirlere karşı nasıl cihad edilecektir? “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et, onlara karşı sert davran. Onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir varış yeridir!” (9/Tevbe, 73) Zihninde ve davranışlarında onlardan ayrılamamış, ilişkilerini ve bağlarını koparamamış bir kimse, eliyle onların zulümlerini nasıl engelleyecek, onların fitnelerini durdurmak için onlarla nasıl savaşacaktır? “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (8/Enfâl, 39) Bu açıklamalardan, müslüman olmayanlarla ilişki kurulmamalıdır, sonucu çıkarılamaz. Hiç şüphesiz müslümanlar kâfir ve müşrik olanlarla da müslümanca münasebetler oluşturacaklardır. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Allah’ın koyduğu sınırlara, ölçülere riâyet etme mecbûriyetimiz vardır. İşte bu ölçüler aşılmış, tutarsız, ilkesiz, çelişkili tutum ve davranışlarla, kâfirleri velî/dost edinme, onlardan itibar, izzet ve şeref bekleme ve onları üstün görme zaafları, kompleksleri yaygınlaşmıştır. Müslüman olmayanlarla ilişki; onların kötü, aşağı, çirkin bir şirk halinden; izzetli, şerefli, itibarlı, üstün bir tevhidî bilince yükselmelerine vesile olmaya yönelik bir tebliğ ilişkisi olmak durumundadır. Halbuki tam tersi olmakta, kendilerini aşağı ve kötü durumda gören kompleksli müslümanların, onları dünyevî mevkî ve makamları sebebiyle üstün görüp onlara yaklaşarak izzet, itibar kazanma, güçlü olduğu imajı verme gayreti ön plana çıkmaktadır. Bunun yanında ele geçirmiş oldukları imkânları, yani saltanatlarını muhâfaza etme telâşı da güçlü ve üstün gördükleri düzenden ve kadrolarından yana oldukları mesajını vermeye yönelik bu çabaları tahrik etmektedir. Mümtehine sûresi 8. âyeti şartları içinde, bizimle dinimiz konusunda savaşmayan, bizi yurtlarımızdan çıkarmaya çalışmayan gayri müslimlerle, ancak iyilik yapma çerçevesinde ilişki kurulabilir. Ahmed Kalkan Vuslat dergisi
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 | |
![]() Alıntı:
Sizin bahsettiğiniz ayetlere bakarsak; Maide 82.ayette belirtilen"Yahudileri size en büyük düşman olarak bulursunuz"hususu,Yahudilerin ahirete olmayan inancından ve dünya'ya olan bağımlılığından kaynaklanır.. Ayet'in devamında"Size yakınlık bakımından da en yakın olanlarda"Biz Hristiyanız"diyenlerdir hususu ise;Hristiyanların biz Müslümanlara daha yakın bulunması şu sebepledir ki, bunlardan kıssisler, yani ilim ve ibadetle meşgul olan keşişler, ve rahipler, yani ahiret korkusuyla manastırlarda nefislerini ezen, ibadetle meşgul olan dünyayı terketmişler vardır..Bir de bunlar kibirli değildirler. Mütevazi (alçak gönüllü) ve cana yakındırlar..Bu iki sebeple müminleri sevebilmeleri daha çok düşünülebilir. Ve buna göre kulaklarına söz girme ve anladıkları zaman hakkı kabul etme ihtimalleri fazladır.. |
||
![]() |
![]() |
![]() |
#3 | |
![]() Alıntı:
|
||
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Bana bak İmansız herif..Dinleyeceksen adam gibi dinle,yoksa çek git..Sana açıklamasını yaptım,inanmak sana kalmış..İnanmıyorsan saçma sapan şeyler söyleyip forumu karıştırma..
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.
(Bakara sûresi, 13. âyet) |
|
![]() |
![]() |
#6 |
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|