|
03-30-2010, 22:39 | #1 |
Kürsü; Menkıbeler Bize Neyi Anlatır?
Günümüz hastalıklarından biri de Allah dostlarına karşı tavır almaktır. Büyükleri küçük gösterme veya onları kendi seviyemizde insanlar olarak değerlendirme korkunç bir düşünce çarpıklığıdır. Böylelerinin hezeyanlarına kulak verirseniz şunları duyarsınız: "İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel, İmam Mâlik, Gazalî, İmam Rabbanî, Şazilî, Abdülkadir Geylanî gibi kişiler de bizim gibi insanlardır. Dolayısıyla da onlara âit menkıbelerin aslı-astarı yoktur." Böyle müfrit veli düşmanları, şunu kat'iyen bilmelidirler ki, onları küçültmeye çalışmakla onlar küçülmedikleri gibi, böyle bir gayretle kendileri de asla büyüyemezler. Böylelerinin kazandıkları başka değil sadece mahrumiyettir.. büyüklerin feyiz ve bereketlerinden mahrumiyet.. büyüklüğe inanmadıkları için kendileri adına mahrumiyet.
Birinci mahrumiyetten kasdettiğimiz ma'nâ açıktır ve izah istemez zannediyorum, ikinci mahrumiyetle ise, şunu kasdediyoruz: İnsan bir neticeye inanmadıkça, onun yolunda olsa dahi, o neticeye ulaşamaz. Diyelim ki, bir insan evliyaya âit kerameti inkâr ediyor. Bu insan, velayet yoluna girmiş olsa bile, keramet ufkunu yakalayamaz. Çünkü o böyle bir şeye inanmamaktadır. Bu basit misali daha başka sahalara da teşmil etmek mümkündür. Meselâ; rûh ve kalbin kendilerine göre birer derece-i hayatları bulunduğuna inanmayan insanın, kat'iyen o mertebelere çıkması söz konusu değildir. Bu bölüme dâhil mahrumiyetler çoktur. Biz birkaçına işâret edip geçelim:
İşte evliya menkıbelerinin nakledilmesini tenkîd edenlerden bir kısmı böyle insanlardır. Onların tenkitlerinin temelinde, evliyayı inkâr ve kerameti tezyif vardır. Çıkış noktaları hata olduğu için de iddia edip ortaya koydukları mes'elelerde hatadan kurtulamamaktadırlar.. Ancak ikinci bir grup insan daha vardır ki, zâhiren onların söyledikleri de tenkîd gibi görülebilir. Fakat diğerleriyle bunların arasında ciddi farklar söz konusudur. İkinciler, kat'iyen evliya menkıbelerinin nakline karşı değillerdir. Onların şikâyetleri bu menkıbelerin hayata geçirilemeyişidir. Yani onlar da, bir İmam Rabbanî'nin, İmam Şazilî'nin, Şah-ı Nakşibendî'nin ve diğer büyüklerin menkıbelerinin anlatılması hususunda hemfikirdirler; ama sadece bu menkıbeleri dinlemek onların mazhariyetlerini elde etme adına yeterli değildir. Eğer bu menkıbeler, bizlerde teşvik adına bazı latifeleri uyandırıyorsa, en azından menkıbelerini okuduğumuz zatlara benzemeye özenmeli ve onları yükselten amelleri hayatımıza tatbik etmeliyiz, derler. Bu ikinci görüş gayet masumdur, yerindedir ve kat'iyen birinci görüş sahipleriyle iltibas edilip aynı kefede değerlendirilmemelidir. Biz de, kanaat olarak son görüşü destekliyor ve diyoruz ki: Menkıbelerle teselli olma, bir ölçüde menkıbe kahramanı olamamanın ifadesidir. Öyleyse bizler, sadece büyüklere âit menkıbeleri dinlemek ve okumakla yetinmemeli; himmetlerimizi âli tutarak onlar gibi olmaya çalışmalıyız. Zira İslâm, mebde ile müntehayı birleştiren bir dindir. İşin başındaki bir insan, kendine göre ondan istifade edebileceği gibi, Cibril de kendine göre istifade edebilmektedir. Öyleyse her insan, kendi istifadesi açısından işin zirvesine ve en münteha noktasına talip olmalıdır.. ve Allah'a kurbiyette "daha yok mu?" ufkunu yaşamalıdır. Bu da ancak, büyüklük yolunda yürünürse imkân dâhiline girecektir. Bu yol ise a'zami takvâ, ihlâs, zühd ve vera gibi esaslar üzerine kurulmuştur. Onlarsız Allah'a yaklaşmak ve onlarsız büyüklere benzemek mümkün değildir... Özetle
İbn İshak veya İbn Hişam gibi magâzî yazarları vahyin kesintiye uğradığı dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem)'in dağlara çıkıp hayat bezginliği izhar ettiğini yazarlar. Biz böyle bir yorumu Efendimiz'e isnaddan Allah'a sığınırız. Onun gibi peygamberlik hamulesini taşımaya hazırlanmış bir iradeden, irade zaafıyla arız olabilecek böyle bir niyet ve teşebbüsün söz konusu olabileceğini aklımızın köşesinden bile geçiremeyiz. Şimdi bunu böylece tesbîtten sonra vak'anın kısa bir analizini yapalım. Allah Resûlü (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kırk yaşına kadar hep zirvelerde yaşadı. Uzun uzun uzletlere girdi ve insanlığın kurtuluşu adına çareler aradı-durdu. Evet, âdetâ tâ baştan Cenâb-ı Hakk, O'nun pak ve nezih rûhunu, nübüvvetin ağır yükünü taşımaya hazırlıyordu. Öyleki O, İlâhî bir sevkle, sanki bu uzletlerinde sürekli temrinler yapıyordu.. ve gün geldi vahiyle taltif edildi. Böyle bir paye ile şereflendirilme Efendimiz için, müjdelerin, muştuların en sevindiricisi, tabii aynı zamanda en düşündürücüsü olmuştu. Artık O'nun için insanlığın kurtuluşu adına bir kapı aralanmıştı. Ama bu arada hiç beklemediği bir hâdise olmuştu; vahiy birden bire kesilivermişti. Daha önceki sevincin yerini şimdi bir hüzün kaplamıştı. Efendimiz kendi hassasiyet ve derin tefekkürü ölçüsünde düşünüyor, düşünüyor ve vahyin kesilişine bir yorum arıyordu. İhtimal O'nu en çok tedirgin eden de, "acaba ben liyakatımı kaybetmiş olmayayım?" şeklindeki düşünceleri olabilirdi.. bu, eğer böyle idiyse, elbette ki kendisine âit bir yorumdu; O'ndan başkasının böyle bir yorumda bulunması edepsizlik sayılırdı. Diğer taraftan Ebu Leheb'in karısının şirretçe hâdisenin üzerine gitmesi ve her gördüğü yerde Efendimiz'le istihza ederek "Artık şeytanın gelmiyor mu?" demesi de O'nu ciddi şekilde rencide ediyordu. İşte bu ma'nâda dağlara çıktı. İnsanlardan ayrıldı. Ve kendini bütünüyle tefekküre verdi. İşin dış yüzü itibariyle onun davranışlarına bakan ve bu davranışları Efendimiz'deki (aleyhi's-salâtü ve's-selam) irade gücünü nazara almadan değerlendiren bir insan, "Acaba bu insan intihar mı edecek?" diyebilir ve O'nun yağmur yüklü bulutlara benzer hüznünü böyle te'vil edebilirdi. Ama bu te'vil, kat'iyen Efendimiz 'in içinde bulunduğu rûh hâlini doğru olarak yansıtmamaktadır. Ve O'nu kendi büyüklüğüyle aksettirmekten uzaktır. Burada, Efendimiz'in insanların hidayeti mevzuundaki "hırs"ını da -ki Kur'ân O'nun durumunu bu kelime ile ifade ediyor- düşünecek olursak O'nun davranışlarında kendi rûh yapısına göre daima böyle bir heyecanın mevcut olduğunu görürüz. Bu, insanlık adına kendini tüketme çizgisine gelmiş asil bir rûhun davranışlarındaki derinliktir. Bu hâli yakalayamamış insanların O'nu anlaması da mümkün değildir. M.Fethullah GÜLEN
Konu Ahmet Yasin tarafından (03-30-2010 Saat 22:43 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|