05-17-2009, 19:31 | #1 |
Kürt Olayı
KÜRT OLAYI ALPEREN GÜRBÜZER Kürt olayını sadece etnik yönden açıklamak da hatalıdır. Hakeza Türklük konusu da öyledir. Zaten resmi ideoloji Türklüğü siyasi, sosyal ve kültürel boyutta değil de etnik manada kullanıldığı için bir türlü bağrımızda taşıdığımız diğer etnik unsurları kucaklayamıyor. Etnik Türk anlayışına devam ettiğimiz sürece ne Kürdü ne Lazı ne de Çerkezi yani hiçbir vatandaşımızla hep beraber o özlediğimiz birlik türküsünü söyleyemezceğiz gibi. Bu vakayı kültür, sosyal, coğrafi, ekonomik, idari, siyasi ve dış boyutlarıyla analiz etmek zorundayız. Çünkü tek tip görüşler meseleyi daha da karmaşık hale getirmektedir. Oysa çağdaş sosyoloji, tek tip değerlendirmeler yerine çok faktörlü bakış açısı ile sağlıklı sonuçlar elde edileceğini bildiriyor bizlere. Türkiye'de tartışmaların çoğu, Güneydoğu insanının etnik kimlik noktasında odaklanmaktadır. Bilerek veya bilmeyerek herkes bu konuyu kaşımaktadır. İlmi platformda görüş beyan eden aydınlarımıza bir sözümüz yoktur elbette ki. Fakat bu hassas meseleyi "etnik Kürtçülük" meselesine dönüştüren birtakım aklıevveller, iç ve dış güçlerin emellerine hizmet ettiklerinin farkında bile değiller. Aslında biz bu konunun gündemde tutulmasında ve tartışılmasında mahzur görmüyoruz, ama uzun süredir iki de bir pişirilip önümüze konulması, ister istemez Türkiye üzerinde hesapları olan birtakım odakların varlığını gösteriyor sanki. Kürtlerin etnik kimliği ve boy tarihi hakkında şimdiye kadar çeşitli teoriler geliştirildi. İleri sürülen teorilerden belli başlı görüşler şunlardır: 1. Gut-i Kürt nazariyesi, 2. Kartuklar ve Karduk-Kürt nazariyesi, 3. Med-Kürt nazariyesi, 4. Kürt-Karrada nazariyesi, 5. Kürt-Gut nazariyesi vs. Hilmi Göktürk'ün "Kürtlerin Soy Kütüğü ve Boy Tarihi" adlı eserinde bu teorilerle ilgili geniş bilgiler var. Biz bu ileri sürülen teorileri kısaca özetledikten sonra Kürtlerin bir millet mi, bir boy mu, bir ırk mı sorularının cevabını araştırmaya çalışalım. Gut-i Kürt tezini savunan E.A.Speiser; "Kürtler Gutilerle aynı ırktandır ve Gutiler Sümer ülkesinde yaşarlar" diyerek, Kürtlerin M.Ö. 1900–1700 tarihleri arasında Süleymaniye yakınlarında yaşayan Lullu Kralı'na ait bir kitabede adı geçen Guttiler’in soyundan geldiğini iddia eder. "Gudi kavim" terimi Türkçedir aslında, yani yerleştikleri sahaya nispetle "aşağı inen" anlamında kullanılmıştır. O halde Gut-i Kürdi toplumun yer değiştirmesiyle ilgili bir sözcük olsa gerektir. Karduk-Kürt teorisyeni Ksenephon ise; "Karduklar, Sakaların, Küçük Asya'da ana kütleden ayrı bir kabilesidir" diyor ve böylece M.Ö. 401 yıllarında yaşadığı söylenen Karduklar'ın Kürtlerin soy kaynağı olduğunu demeye getiriyor. Oysa Th. Nöldeke, M. Hortmanın, Nisbach gibi şarkiyatçılar, Kürt terimi ile Kardu terimi arasında etimolojik bir bağ bulunmadığını ilmi bir şekilde ispatlamışlardır. Öte yandan, Asur Salnameleri’nde, ne Kardu, ne de Kürt kelimesine rastlanılmaktadır. Bazı aydınlar Selahattin Eyyubin’in Gence civarında Şeddadiler sülalesinin kuran büyük dedesinin babasının ismi Kartuk/Kürtuk olup, Türk olduğu tezini ileri sürerler. Kürt-Karrad nazariyesine göre de; "Kürtler Süleyman Peygamberin lanetlediği ve meclisinden kovulan Casad isimli bir Cen veya şeytan soyundan türemiştir" iddiasından hareketle Cen-Cin teriminin Kuran’da geçen cinle ilgili ayetle ilişkilendirilerek Cin’in Süleyman Peygamber tarafından kovulduğu da belirtilmiştir. Yani Hz. Süleyman’ın cariyelerini Şeytan Casadın hamile bırakması sonucu doğan nesli dağlara sürgün ettiği rivayet edilir. Nitekim Arap tarihçileri Kürtlere "El Akrad Taifetün Minel Cin" demişlerdir. Hatta Arapça Karrad (kürt) fiili ile Kürt sözcüğü arasında bir ilişki aranmaya çalışılmıştır. Arap tarihçilerin ilim dışı beyanlarına rağmen, bir zamanlar Doğu ve Güneydoğu'daki yolun ulaşamadığı, hatta okulun girmediği beldelerdeki insanlarımız boşluktan ötürü gafil avlanarak köklerini Araplığa kadar götürmeyi meziyet sanmışlardır. O yörelere eğitim götürülmezse olacağı buydu zaten, bundan başka ne beklenirdi ki? Çelişkiye bakın ki Araplar Kürt kardeşlerimizi "Cin'e" dayandırıyor, yıllardır ihmal edilmiş insanımız ise tüm bunlardan habersiz bir şekilde kendini Arap görmek istemiştir. Dolayısıyla Evliya Çelebinin de dikkatini çekmiş olsa gerek ki köklerini Araplığa bağlamış bu ahaliden uzun uzadıya bahsetmek zorunda kalmıştır. Görüldüğü gibi yukarıda ileri sürülen nazariyeler sadece bir iddiadan ibarettir. Belli bir mesnet içermiyor. Yine buna benzer teorilere ilaveten Med-Kürt savunucuları ise, "Kürtlerin M.Ö. 9. ve 10. asırlarda şarkı işgal ederek büyük bir imparatorluk kuran Med'lerin soyundan, yani Ari ırkı kolundandır" tezini ileri sürerler. Prof. N.J. Marr satır aralarında etnik manada Kürtleri Ermenilerle irtibatlandırıp direk veya endirekt yoldan yakınlaştırmak ister. Bilindiği gibi Ermenice Gurt "hadım" manasına gelir. Sadece Gurt terimi mi, elbette ki hayır. Hakeza Ermenilerin Med adı yerine Mar kullandıkları, böylece Medce’nin bir şekilde Kürtçenin mirasçısı ilan ederek Med-Kürt-Ermeni üç sacayağını ortaya koymaları da bu çabanın ürünü olsa gerektir. Oysaki onlar Kürtlerin Küçük Asya'nın dağlık bölgelerinde yaşadığını ileri sürerlerken Medler'in(İranlıların) Küçük Asya'da değil Azerbaycan'da yaşadığını unutarak kendi kendilerine çelişkiye düşmüşlerdir. Prof. N.J. Marr, aynı zamanda Kürt-Gurt nazariyesinin de öncülerindendir. Bazen insan ister istemez şu soruyu kendi kendine sormaktan edemiyor: Yoksa Diaspora Ermenileri el altından bu çelişkili "Med-Kürt-Ermeni teorilerinden mi cesaret alıyorlar da piyonları vasıtasıyla PKK'yı destekliyorlar? Bu kuşkular doğrusu bizi Abdullah Öcalan’ının Diaspora Ermenilerle bağlantılı olduğu şaibesinin yanlış değilse de doğruya çok yakın iddiaları zannımızca güçlendiriyor gibime. Zira Ermeni Asala örgütünün yapmış olduğu eylemlerle PKK’nın dolaylı bir ilişkili olduğu konusunun istihbarat kaynaklarınca doğrulanması bu iddiaya yakın durmamıza neden oluyor. Büyük bir ihtimal "Met-Kürt-Ermeni" nazariyelerinin menşei Diaspora Ermenilerince uydurulan bir planın parçası olsa gerektir. Birkere Ermeniler Hıristiyan olup bir zamanlar Osmanlı şemsiyesi altında bize bağlı hür millet-i sadıkamızdı. Fakat Fransız ihtilali müteakip milliyetçilik dalgasının tüm dünyayı kasıp kavurması ile birlikte onlarda tebaamız olmaktan çıkıp bizim güya Ermeni soykırımı yaptığımız propagandasını işlemeye başladılar, ama bu böyle olmamalıydı. Çünkü onlar bize sadıktılar. Gerek Gut-i Kürt, gerek Kartuk-Kürt, gerek Med-Kürt ve gerekse Kürt-Karrada nazariyeleri tarihi gerçeklerle bağdaşmaz. Çünkü tarihi vesikalar "Kürt" isminin bir ulus olma iddiasını çürütmektedir. Hatta bugün hala Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki insanlarımız bu iddialar istikametinde sürekli olarak uyduruk bir tarihi zemin içinde kandırılmaya çalışılmaktadır. İsterseniz birde Milliyetçi kesimin gözünden bakalım meseleye. Bakın, Dr. M. Şükrü Sekban "Kürt Meselesi" adlı kitabında; "Kürt" adını verdiği insan topluluklarının "Turanî" olduklarını itiraf etmek zorunda kalmış ve bu konuda Alman araştırmacıların tezlerinin doğruluğunu kabul etmiştir. S. Ahmet Arvasi’de bu anlamda "Doğu Anadolu Gerçeği" adlı eserinde; ‘’Bir uyruk ve bir boy olarak "Kürt" kelimesinin tarihte ilk defa Yenisey'deki Göktürk(Kök Türükler) kitabelerinde (Elegeş yazıtında) rastlıyoruz. Sözü edilen Kürt Uyruğu, Göktürkler içinde yaşıyordu ve beylerinin adı "Alp Urungu" idi. Bir Türk kültür merkezi olan Herat'tan üç fersah yukarıda Herirud nehrinin sol sahilinde Timuriler devrinde pek meşhur olan "Ulenknişın"dır. Görüldüğü üzere Türkçemizde bu kelime bulunmaktadır. Burada Kürt terimi bir ırk veya millet anlamını ifade etmez’’ der. Anlaşılan Kürt kavramına oldukça zengin manalar yüklenilmiş. Belli başlı manalarına ilave olarak kar yığını, çığ, dallarından yay, ayva ağacıda denilmiş. Hakeza "Kürüd" şeklinde yazılanı ise Merih gezegeni demektir. Daha başka araştırmaya ve incelemeye yönelik yazılar da bu kavramı açıklığa kavuşturmaya yetiyor. Nasıl mı? İşte: Kazakça'da Kürt kelimesi: Kalın kar yığını, Şark Türkçesi'nde Kürt kelimesi: Çığ, Tarançilerde Kürt kelimesi: Yeni yağmış kar, Çavuşça'da Kürt; Karların saçak çıkıntısı, Kazan Tararcası'nda Kürt: Kar yığını, Uygurca "Kürtük": Kar denizi, Karakırgızlar'da, Soyonlar'da, Yakutlarda ve Teleütler'de ise "kürdük": Kar yığını tarzında yorumlanır. Görüldüğü gibi yukarda bahsi geçen görüşlerden hareketle "Kürt" terimine ne bir ırk, ne de bir millet anlamı içermiyor. Kürtlerin ancak çeşitli boylarla beraber yaşamış görüntüsü veren, aynı zamanda Kürt kavramının ırkın dışında anlamlandırıldığı gayet açık olup, telaffuz edilen bu kelimenin bir ırk veya bir milleti çağrıştıran bir manası görülmediği şüphe götürmeyecek niteliktedir, hatta esamesi bile orta da yoktur diyebiliriz. Kürt lehçesi Kürtçe diye bir dil de yoktur zaten. Aslında Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da konuşulan bir dil değil "ağız"dır. Yani Kürt dili diye bir dil yoktur. Sadece "Kürt ağzı" ya da lehçesi vardır. Kürt dili ve Kürt alfabesinden bahsedenler, bütün dünyadaki dillerin cümle yapılarına da mı bakmazlar? Maalesef basit bir dil kuralı olan "sentaks" kavramından bihaberler. Malum olduğu üzere Ari Sami Hindu Arap dillerinde cümle yapısında önce fiil (yüklem), fail (özne)ise sonradır. Fakat Türkçe ve Kürt ağzına baktığımızda bunun tam tersi görülür. Yani fail(özne) önce, fiil(yüklem) sonradır. Buradan da anlaşılacağı gibi Türk lisanı ile Kürt ağzı, diğer dillerin aksine sentaks (cümle bilgisi) ayniyetine sahipler. Burada akla şu sual gelebilir. Peki, sentaks yapıları uyumlu olmasına rağmen "Kürt Ağzı" nereden türemiştir? Gayet basit, Kürtçe çeşitli dillere sahip söz yığınlarının birikimiyle ilgilidir. Fars-Arap, Türkçe-Fars, Türkçe-Arap veya hepsinin karışımı bir "kırma ağız" söz konusudur. Bu kırma ağız zaman içerisinde Kırmancki, Zazaki, Gorani, Sorani ve Lorani tarzda türevlerini de beraberinde getirmiştir. Anlaşılan bu lehçe türü şiveler Arap ve Fars kültür daireleriyle kaynaşma neticesinde ortaya çıkmıştır. Hâsılı coğrafi şartlar dil değişiminde rol oynayıp, bu söz yığınları ödünç alınmış, böylece bir tür kaynaşmayı ortaya çıkarmıştır. Yinede Kürt kökenli kardeşlerimizin bu konuştukları dillerine ağız dili desekte bir vatandaşımız ortaya çıkıp ta; ‘’Ben ana dilimde kurs almalıyım ya da seçmeli ders almak istiyorum’’ talebi varsa devlet olarak bu imkânı vermeli, aksi takdirde ana baba ocağında ilkel bir şekilde konuştuğu Kürtçe ağzına mahkûm etmiş oluruz onları. Bazıları bir miktar ödün verirsek arkası gelir diyorlar. Zaten bu kaygılar yüzünden değil mi ki bu konuda bir arpa boyu yol kat etmiş sayılmayız. Aslında adı konulmamış psikolojik bir savaş içerisindeyiz. Bu meseleyi polisiye ve askeri girişimlerle çözeceğimizi sanıyorsak aldanıyoruz. Çünkü bu tür yanlış çözüm önerileri ve uygulamalarının Türkiye ekonomisine büyük darbe vurduğunu emekli olmadan önce göremeyipte emekli olduktan sonra aklıselim değerlendiren paşaların itirafından da anlıyoruz. Ayrıca İngilizce dil kursları gırla gidiyor her yanımızda, fakat iş vatandaşın anadilini öğrenme konusuna geldiğinde her nedense bölünme fobisi oluşuyor kafalarda. Siz vatandaşın öğrenme hakkını verin, bu hakkını kullanır ya da kullanmaz onların bileceği şey. O halde seçmeli ders olarak müfredata koymanın ne zararı var doğrusu anlamış değiliz. Birey bu yönde talebi varsa zaten kanunen de sakıncası yok üstelik. Zira son zamanlarda Kopenhag kriterlerin uyum çerçevesinde yasal prosedürde tamamlandı, fakat uygulamalarda hala sıkıntılar mevcut. Dolayısıyla askeri önlemler yerine rehabilitasyon çalışmaları yapılsa barışçı şartların yeşerip normale dönmemiz an be an gerçekleşebilir diyebiliriz. Yeter ki zihinlerde var olan bölünme fobisini atabilelim. Maalesef gelinen noktada izlenen basiretsiz politikalar sonucunda o yöredeki insanlarımız ana kültüründen mahrum kalarak öz kaynaklarına yenik düşmüşlerdir. Buna rağmen o bölgede insanlarımız aileden ne gördüyseler onu koruma içgüdüsüyle hareket edip, adeta bu yönde var olma mücadelesi vermektedirler. Dil konusundaki bu açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, dil nazariyesi tek başına milliyetin kati ölçüsü olamaz. Misalmi istiyorsunuz, bakın Bulgarların ataları Türk olmasına rağmen Türkçe konuşmazlar. Demek ki ecdatlarının kullandığı lisandan ayrı dil konuşan kavimler de vardır. Belli ki dilden hareketle kavme şu milletten veya şu ırktandır demek hatalı sonuçlar doğuracağı muhakkak. Antropoloji sahası için de bu kaide geçerlidir. Örneğin Yakutlar, Türk olmasına rağmen antropoloji sahasında Türk tasnifine girmezler. Zaten saf ırk ve saf dil aramak ilmen hatalıdır. Şu halde dilde olduğu gibi sırf antropolojik verilere bağlı kalarak soy sop faslına girmekte yanlıştır. Bazı art niyetli kimseler Farsça kelimelerin çoğunlukta olduğunu ileri sürerek Kürtleri ayrı bir millet olarak göstermek yarışına girerler adeta. Oysa Kürt ağzı incelendiğinde içerisinde Türkçe ve Arapça kelimelerin oranı küçümsenmeyecek kadar çoktur. Öyle de olsa Kürt ağzının cümle yapısı, yani sentaksı Türkçe’dir. Anlaşılan odur ki "Kürt Ağzı" her türlü yoruma ve istismara açıktır. Bu istismarlardan hareketle bir kısım art niyetli mihraklar insanımızın kafasını çelmeye çalışıyorlar habire. Yenisey kitabeleri Katılırsız ya da katılmazsanız Yenisey kitabeleri üzerinden de ilginç görüşler mevcut. S. Ahmet Arvasi Türk-İslâm Ülküsü (I. cilt) eserinde: "Yenisey'de yapılan kazılarda Kürt İlhanı Alp Urungu'nun mezar taşı, bugün Orta Asya'dadır ve kitabesi Türkçe'dir. Doğu Anadolu toprakları kazıldıkça yerden Akkoyunlu ve Kara koyunlu heykelleri çıkıp durmaktadır. Doğu Anadolu'da yolun gitmediği yerlere Arap ve Fars dili girmiş, mektup ulaştırabildiğimiz yerler, Türklüklerini korumuş bulunmaktadır" ifadelerine yer vererek hem kendi açısından hem de bu konu hakkında ilgisi olan herkesim için yeni bir tartışmayı ortaya koymuştur. Ahmet Arvasi bununla yetinmeyip yorumlarına ilave olarak; ‘’Şu halde Kürt diye anılan bu boy, Turanı olup, Türk soyundan gelmektedir. İçinde "Kürüt" kelimesi geçen bu belge karşısında bölücülerin susması gerekmez mi? Göktürk alfabesi ile yazılmış 12 satırlık kitabede şöyle denmektedir: "Kürt El-Kan Alp Urungu, altunlug keşiğim bandım belde, elim tokuz kırk yaşım" Hakeza Namık Orkun'un Eski Türk Yazıları (C.1) eserinde bu ifadeler şöyle tercüme edilir: "Kürt İlhanı Alp Urungu'yum. Altunlu okluğumu bağladım belde, elimde devletim, otuz dokuz yaşında öldüm" (Kürt elinin hanı Alp Urungu Altunlu olduğunun bağladım belde ülkem. Otuz Dokuz Yaşımda..))beyanıyla meseleyi orijinal belgelere dayandırmaya çalışılır. Şayet bütün bu ilmi araştırmalar ve belgeler doğru ise Kürt isminin bir millet olma teorisini çürütmektedir. Üstelik bu iddia birlik beraberliğimizi kıskanan iç ve dış mihrakların bütün Doğu ve Güneydoğuyu da içerisine alan ve hatta 5000 yıl öncesinden bugüne kadar yaşamış Ari dil grubuna bağlı Kürtçe konuşan her insanı "Kürdistan" milleti olarak tanımlamalarını yerle bir edecek niteliktedir. Hatta Türkler gerek Malazgirt zaferinden önce ve gerekse Malazgirt zaferi sonrasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu da çeşitli milletlere ve medeniyetlere beşiklik etmişlerdir. Alparslan, Anadolu'nun kapılarını Türklere açmadan önce, doğuda Hurri'ler, Hititler, Urartular, Persler, Medler, Makedonyalılar, Sakalar, Hazar Türkleri, Müslüman Araplar ve Bizanslıların uzun ve kısa dönemli birer hâkimiyetleri olmuştur. Hakeza bu milletlerin dilleri kendilerine özgü idi. Hiçbiri Kürtçe konuşmuyordu. O halde hiç kimse kalkıp ta buralarda Kürtçe böyle bir belge, bir kitabe veya herhangi vesika gösteremez. Tek belge şuanda Ahmet Arvasi’nin gündeme taşıdığı Göktürk alfabesiyle kaleme alınmış Yenisey'deki anıt mezar ve kitabesidir. Sözü edilen kitabede geçen Kürt kelimesi ne bir ırk, ne de bir millet anlamını taşır. Sadece Göktürkler(Kök Türükler) içinde yaşayan aynı zamanda beylerinin adı "Alp Urungu" etrafında yaşayan Kürt Uruğu'dur. Bu kitabeyi referans alan yorumcular söz konusu olduğu gibi bu tarihi belge ile fitne ve fesat odaklarının uykusunu kaçırmaya yettiğini görmek mümkün. Demek ki Yenisey'deki Anıtmezar ve kitabesi, Kürt diye anılan bir boyun "Turanî" olduğunu ve Yenisey'deki Türk soyundan geldiğinin açık seçik ifadesi ortada iken hala Kürt sözüne etnik bir menşe bulunmaya çalışılıyorlarsa pes doğrusu, o zaman fazla söze ne hacet, bu durumda onlar için fazla sözümüz olamaz tezini ileri sürerler. Bizler bu tartışmalardan kâh sevinip kâh üzülmekten ziyade "Kürt-Türk" ayrılmaz bir bütündür ilkesini mühim bir hadise olarak görüyor ve bu kardeşliği kimsenin bozamayacağını ümit ediyoruz. Kürt etnosu Kürtlerin etnik kimliklerini tanıyalım noktasındaki lehte ve aleyhte koparılan yaygaralar ilmi olmaktan çok bir moda söylem olarak gündemde yerini alıyor. Değişim rüzgârlarının estiği şu günlerde birtakım kimseler "entel" havalarına bürünüp birkaç içeriksiz yaldızlı laflar üreterek sanki ortada hiçbir mesele yokmuş gibi umursamaz tutumları sayesinde kanayan yarayı daha da derinleştirmekteler. Dolayısıyla bazı yarı aydınlarımıza bu konuda laftan çok biraz da ilmi belgelere kafa yormalarını tavsiye ederiz. Niçin hiç problem yokmuş gibi beyanlar ortada dolaşıyor? Hala anlamış değiliz. Şu bir gerçek; Türkiye'de Kürtlerin kendileri açısından kimlik problemi yoktur, sadece kimliklerinin tanıma noktasında kendilerini dışlayan devletlû elitist seçkinlerle problemleri var, halkımızla asla bir alıp verecekleri meseleleri yoktur, bilakis Onlar bizim özbe öz kardeşlerimiz diyenler ağırlıkta. Kimlik meselesini doğudaki Kürt kardeşlerimizde kabul etmiyor, ama bu olayı "etnik Kürtçülük" meselesine dönüştüren bir kısım şovmenler sürekli bu konuyu işleyerek kafaları bulandırmaya çalışıyorlar. Tabiat boşluğu sevmez. Yılların ihmalini galiba pahalı ödüyoruz. Tek parti döneminde halkımızla "jandarma" vasıtasıyla diyalog kurulmaya çalışılmış ve bu durum, maalesef vatandaşla devlet arasında soğukluk meydana getirmiştir. İdarecilerin doğrudan doğruya halkla temasa geçmesi gereği yeni anlaşılmaya başlanılmış olsa da geçmişin yaraları daha henüz sarılmış değil. O devirlerdeki ilgisizlikten kaynaklanan boşluğu "siyasi Kürtçü" hareketi (özellikle PKK) doldurmuş ve o yörenin halkı içinde bir nebzede olsa tefrika oluşturmayı başarmışlardır. Bugün devleti yönetenlerin yapacağı tek şey bölücü ve ayrılık meydana getirenlerin propaganda malzemelerini etkisiz hale getirmektir. Diyelim ki PKK sürekli "Kürt kimliği tanınmalı" propagandasını yapıyor, o zaman bizim yapmamız gereken şey, "hayır Kürt kimliğini tanımıyorum" demek değildir. Akıllı ve basiretli politika gereği: "Evet Kürt kimliğini tanıyorum" tarzında ortaya çıkıp PKK’nın istismar kaynaklarını elinden alıp yok etmek en akıllıca hareket olacaktır. Kürt realitesini tanıyorum demekle Türkiye bölünmez. Aslında bölünme fobisi biraz da kafamızda oluşturduğumuz gereksiz kaygıların eseri. Açık toplumlar meselelere, "karşı tavır" koyarak ya da "yasak" getirerek meseleye yaklaşmazlar. Birlik ve beraberliği korumanın yolu, düşmanın istismar alanlarını daraltmaktan geçer. Hasmımız PKK, Kürt kimliği tanınmalı derken tıpkı İsrail'in "Arz-ı Mevudu" şeklinde düşünür. Bizde ise kimilerince Türklerin bir boyu olduğunu, kimilerince de ayrı-gayrı olmadığımızı algılarız. İlk baştan meseleyi dayatmacı metotla ele alırsak, kaş yapayım derken biranda göz çıkarabiliriz de, onun için dikkatli olmakta fayda var. Kürt, Çerkez, Abaza vs. gibi etnik kavramlar maksatlı olarak ortaya atılsa bile, bunlar sonuçta bizim zenginliğimizdir. Kimi değerlendirmelerde yer alan Türklerin bu kadar çeşitli boylara sahip oluşu, belki de hiç bir ülkeye nasip olmayan bir o kadarda farklı şive ve lehçelere sahiplik yanımız söz konusudur. O halde karmaşık gibi görünen bu yapımız bizi küçültmez, bilakis zenginliğimizin bir göstergesi sayılmalıdır diye düşünüyorum. Bu durumumuz aynı zamanda Türkiye’nin acizliğini ve fakirliğini göstermediği gibi bağrında çoklu kültürleri kaldırabilecek müthiş bir bünyemizin varlığına işarettir. Hâsılı çok yönlü derya olduğumuza işarettir. Yukarda "Kürt" sözcüğünün çok zengin ve çeşitli manalar içerdiğini ve bu manaların hiç birinde milliyet ve ırkın bahis konusu olmadığını belirtmiştik. Bu yüzden değişik manalara gelen sözcükleri de çok renklilik ya da çoğulculuk adına sevindirici buluyoruz. Yani, Türkiye insanı olarak kültür yönümüzün zenginliğine renk katmaktadır. Bugün bir kısım medyanın Kürtleri potansiyel tehdit görmesi de bu rotayı adeta tetikliyor. Bu yüzden zihniyet değişikliğine ihtiyaç var. Bırakınız isteyen istediği şekilde yani hakarete zemin açmayacak şekilde görsel ve yazılı medyasını kursun. Zaten günümüzde uydu yayını sayesinde Kürt kardeşlerimizin sanırım kültürel, folklorik tarzda değişik adlar altında on iki adet TV. Kanalları mevcut, dolayısıyla Kürtlerin bu anlamda televizyona da ihtiyaçları yok sonucu çıkıyor. Türklerin Anadolu’yu vatan edinmesi Türkler Anadolu'yu vatan edindiği zaman, Anadolu adeta bomboştu. O günlerde ne Rusya, ne Amerika bahis konusuydu. İstanbul'un fethinde bile Amerika denilen kıtanın varlığı bilinmiyordu. Buna rağmen 10 asırlık yurdumuzu bize çok görüp hala "Kürdistan" devleti kurma hesapları yapan güçler mevcut. Ellerinde koz olarak bulundurdukları "etnik Kürtçülük" meşalesiyle Anadolu'daki insanımızı kandırıp onları radikal hale sokmak istemektedirler. Bizden ne alıp verecekleri var bilemiyoruz, ama şunu bilsinler ki; "Anadolu Malazgirt'le başlayıp İstiklal Savaşıyla fethi tamamlanmıştır bile. Cemil Meriç; "Kürtçülüğü tasvip etmiyorum. Ortada bir dil yok, devlet geleneği yok, neye göre devlet kuracaklar ki? Biz bu adamları devlet memuru, bakan, profesör, asker yapıyoruz, hiç bir zaman ayrı dahi görmüyoruz. Niye böyle yapıyorlar? Anlamak mümkün değil" diyor. Cemil Meriç'in niye böyle yapıyorlar dediği kesim "Siyasi ve etnik Kürtçü Şovmenleri"dir. Kürtleri Ari ırk içersinde değerlendirmekte hatadır. Türkler Anadolu'ya geldikleri zaman ne bir Ermeni, ne de bir Kürt devleti vardı, 11. asırdan itibaren gelip buralara yerleşen Artukoğullarının, Dulkadiroğullarının, Akkoyunluların, Karakoyunluların, Karakeçililerin, Danişmendoğullarının, Mengüçoğullarının, Saltukoğullarının ve daha nice Türkmen veya Oğuz boylarının tarihi izleri mevcut hala. Tüm bunlara rağmen bin yıllık yurdumuz üzerinde hala tartışma yapılmaktadır, bu ne cüret bu ne cesaret, hak getire. Her nedense Türklerle Kürtlerin Millet-i Hakimenin gereği olarak yıllarca barış içerisinde beraberce kardeşçe yaşadıkları gözlerden uzak tutuluyor. Oysaki bu coğrafyada Türklerle Kürtler arasında yaşama duygusu baskın unsurdur. Dile kolay bin yıllık beraberliğimiz söz konusu. Etle tırnak misali ayrılmaz şekilde birbirimize kız vermişiz kız almışız, beraber halay çekmişiz, aynı sofranın etrafında bağdaş kurmuş hasbıhal etmişiz. Belli ki bu birlikteliğimizi kıskanıp çatışma ortamının devam etmesinde rant sağlayanlar var. Özellikle uyuşturucu ticareti yapanlardan tutunda silah tüccarlarına kadar birçok sektör gerilimin tırmanmasında yana tavır gösteriyorlar. Avrupa Birliği karşıtlığının sebeplerinden biri de bu tür kaygıların eseridir. Biliyorlar ki Avrupa normlarına uygun hayat tarzı devreye girdiğinde Kürtler Türkiye’yi kendi devletleri gibi görüp tamam burası benim devletimdir diyecek noktaya geleceklerdir. Zaten dileğimizde bu yönde. Kürtler Türkiye Cumhuriyetinin asli vatandaşıyım diyebilmelidir ki devlet olma talepleri olmasın. Malum olduğu üzere dünyadaki Kürtlerin %50’si bizim coğrafyada, üstelik Kürt kökenli vatandaşlarımızın çoğu da çoğunluğu İstanbul olmak üzere büyük şehirlerde yaşamaktalar, lokal halde bir arada yaşamıyorlar yani iç içeyiz. Dolayısıyla bu konuda özerklik fikrini ileri sürmek bile abesle iştigal, zaten fizikende mümkün gözükmüyor, dedik ya iç içeyiz, hepsi bir arada değiller. Dolayısıyla sözü edilen devletin kurulması nasıl oluyormuş bir bilen varsa anlatsın, sadece bu ütopik bir senaryodan ibaret sendrom olup laf ebeliğinden öteye geçemez bir saik. Maalesef kamuoyunda Kürt sorunu PKK eşittir Kürt şeklinde algılanıyor. Oysa PKK’yı Kürt realitesinden ayrı tutmalı. Sosyo-ekonomik çözümler şart Birtakım aydın kesimde Kürt olayının beş yüz senelik bir sorun olduğunu ve bu sorunun Emeviler ve Osmanlılar döneminde de var olduğunu söylüyorlar. Hatta Kürtlerin devlet olamamaktan kaynaklanan sorunu olabilir görüşünü de ileri sürerler. Yani bu sorunun PKK ile başlamış bir sorun değil diyorlar. Çözüm noktasında da Kürtlerin kimlik taleplerinin karşılanmasıyla birlikte diğer problemlerinde kendiliğinden kalkacağını düşünüyorlar. Bu meselenin beş yüz senelik sorun olduğunu varsaysak bile yinede Kürt sorununun daha çok 19. yüzyılda hız kazandığını söylemek daha doğru tespit olur kanaatini taşıyoruz. Zira ulus devlet fikri olgunlaşınca resmi Türk milliyetçiliği fikri ağırlıklı bir şekilde Kürtleri inkâr etme noktasına gelmiştir. Bu tabi halkın tercihi değildi, bilakis resmi anlayışın ön şartı olarak önümüze konuldu. Zira Ortadoğu’da Osmanlının terk ettiği alanlarda bu tür etnik ve mezhebi problemlerin çıkması tesadüfü değildir. Nitekim ulus devleti formülü bir arada yaşama anlayışlarını yerle bir etti de. Şöyle ki Kürtler Osmanlının tebaası olarak yaşarken birden bire sabah uyandıklarında ırak, İran ve Türkiye üçgeninde sınır yokken bir anda birinin elinde Türkiye diğerinin elinde ırak ya da İran kimliklerini gördüler. Ellerine tutuşturulmuş nüfus cüzdanları ile tercih dayatmasına maruz kaldılar. Uluslaşma süreciyle her biri parçalanıverdiler. İşte ulus devlet mantığı çerçevesinde ya da uluslaşma süreci içerisinde oluşan Irak veya Suriye ulus devleti, İran’dakine de Fars ulus devleti diyebileceğimiz bir yapı ile karşılaşıverdik. Bu durumda bizim dışımızda kalan Kürtler ya devlet talebinde bulunacaklar, ya da tabiiyetinde yaşadıkları devletlere güven duyarak madem burada bende temsil edilebiliyorum o halde bağlı olduğum ülkeye derinden tabiyim diyecek noktasına gelmişlerdir. Demek ki demokratik şartların sağlanmasıyla sorun gibi gözüken meseleler çözülecek noktaya gelinebiliyormuş. Dolayısıyla demokratik talepler göz ardı edildiğinde ister istemez beraber yaşadığımız insanlar; madem bu coğrafyalarda herkesin devleti var bize niye yok talepleri ister istemez gündeme gelebilirde. O halde yapılacak en etkin çözüm kardeşçe bir arada şu cennet vatanımızda ayırım gözetmeksizin Türkiye vatandaşlığı çatısını oluşturmaktır. Zira bütün dünyanın gözü Türkiye’de. Hele hele doğu ve Güneydoğu Ortadoğu petrollerine ulaşabilmek için sıçrama tahtası olarak görülüyor ülkemiz. Şiddetin temelinde de bu yatmakta zaten. İngiltere, Fransa, Almanya ve İran’ın buralarda başka emelleri var. Kısaca ince hesaplar yapılıyor bu bölge için. Bütün yabancı televizyon kanallarında kuzey Irak hareketinin birinci gündem maddesi olarak oturması bu topraklar üzerinde stratejik hesapların varlığını ortaya koymaya yetiyor. Öyle ki ‘Bir damla kan bir damla petrol’ sözü boşuna söylenilmemiş. Nitekim bu söz o topraklarda gözü olanların baş sloganıdır. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muz arazi yapısıyla iklim şartlarının sert olması, aynı zamanda ekonomik geçimi tarım ve hayvancılığa dayalı olduğundan, "konar-göçer" yaşamışlardır hep. Tarihte her milletin bir göçebe hayatı olmuştur. Bizim de ister adına bozkır diyelim, isterse göçmen diyelim, böyle bir devremiz yaşanmıştır. Hatta göçmen hayat tarzımızı bir kısım ilim adamları "yaylak-kışlak" şeklinde tanımlamışlardır. Şu anda bu bölgemizde göçmen hayat tarzımızın ilkelliğinin yansımaları söz konusu, buda ayrı değerlendirilmeye muhtaç başka bir yumuşak karnımız. Maalesef hizmetin ulaşamadığı bu yörelerimiz, kendi işlerini halletmek için kendi aralarında teşkilatlanmışlardır. Teşkilatlarının ismi çoğu kere "aşiret" şeklinde telakki edilir. Aşiretin önde gelen kişileri "Bey", ‘’Ağa" veya "Şeyh" olarak nitelenir. Fakat bu liderler Avrupa'nın orta çağında yaşanan "serf ya da senyör" ilişkileriyle karıştırılmamalı. Bizdeki aşiret reisleri sadece bir toplum lideri özelliği gösterir. Avrupa'daki gibi toprakla alınan ve toprakla satılan feodalite yapısı bizde görülmez. Feodal yapıda toprağa bağlı köle sistemi söz konusudur. Günümüzde üzülerek söylemek gerekirse bir kısım liderlerin Güneydoğu'daki aşiret yapısını feodalite olarak nitelemesi bilgisizliklerine delalettir. Zaman zaman nükseden aşiret kavgaları sonucunda ‘devlet içinde devlet mi var acaba’ sorusu akıllara takılmış, doğal olarak da bu durum birçok vatandaşı yerinden yurdundan etmeye yol açmıştır. Oysa bu tür kavgaların önüne geçmenin sırrı katılığın yerini incelik, ilkel yaşamın yerini refah seviyesine erişmiş ekonomik zenginlik aldığında gerçek anlamda uzlaşmanın gerçekleşeceği görülecektir. Bilindiği gibi geçmişte iş başında olan hükümetin aşiret reisleriyle Ankara’da buluşmasını ve görüşmesini birtakım çevreler hoş karşılamamıştı. Eğer idarecilerimiz bu konuda samimi iseler bizce görüşmelerinde sakınca görmüyoruz. Bilakis bir kısım vatandaşlarımız nezdinde ağa, bey, eşraf, şeyh vs diye nitelendirilen bu toplum liderlerinin devletle vatandaş arasında kaynaşmayı sağlayacak köprü vazifesi yapmaları sağlanabilir pekâlâ. Her neyse, o yörelerimiz daha henüz aşiret yapısından çıkmışta sayılmazlar. Anlaşılan odur ki aşiretler fonksiyonel faal yapılarıdır. Fakat bu tür oluşumların otoriteleri günden güne zayıflamakla birlikte tamamen de yok olmamışlardır, hala ayaktalar. Tamamen ortadan kalkması için tarımdan sanayiye "geçiş sürecini" aşarak sanayileşmiş bilgi toplumu olmamız gerekiyor. O halde çözümü hızla yatırım ve ekonomik hamleleri başlatmakta aramalı. Çünkü kalkınmaya yönelik her bir yatırım, aşiret yapılarını çözeceği gibi aynı zamanda PKK'nın istismar ettiği birtakım propaganda malzemelerine darbede vurulmuş olacaktır. Olayları hissi yaklaşımlarla değil objektif ve kritikçi zihni çerçevede değerlendirip ona göre strateji belirlenmelidir. Etnik ve siyasi Kürtçüler Güneydoğu'nun kalkınmasını istemiyorlar. Biliyorlar ki, o yörenin iktisaden ayağa kalkması sosyal tabanlı militanlaşma eğilimlerini bertaraf edecektir. Bu gerçeği dost, düşman herkes biliyor. Onun için süratle GAP'ın bütün üniteleriyle devreye girmesini gerçekleştirmeli. GAP bütün üniteleriyle hazır hale geldiğinde, bu proje bizim petrolümüz olacaktır. Ekonomik açıdan iktisadi bütünlük şart. Çünkü batı ile doğu arasında iktisadi eşitsizlikler had safhada. Yılların ihmalkârlığı giderilmelidir. Devlet yatırımlarıyla, projeleriyle kendisini hissettiremezse, orada ister istemez başka otoriteler teşekkül edecektir. Ancak ve ancak ekonomik zenginlik sağlandıktan sonra, belki vatandaşın aşiret liderlerinin etrafında toplanılmasına paydos diyebiliriz ve bu konuda gerekli atılımlar yapılmalıda. Doğu ve Güneydoğunun çetin coğrafi şartları yüzünden çok pahalı yatırımlar gerektiriyor. Alt yapı hizmetleri bile kolay olmamaktadır. Bundan dolayı o bölge cazip bir yatırım sahası değildir. İlkel hayat tarzı vatandaşı devletine küstürüyor da. O halde devlet ve özel sektör el ele verip biran evvel yatırım seferberliğine girişmelidir. Ekonomik tedbirlerle nüfus göçü önlenmelidir. Ekonomik sıkıntı çeken vatandaşlarımız ister istemez soluğu büyük şehirlerde alıyorlar. Büyük şehirlere göç eden bu insanlarımız çarpık kentleşmeyi de beraberinde getiriyorlar. Dolayısıyla geleneksel alışkanlıklarıyla şehrin normları farklı olduğu için bir takım sosyal sancıların meydana gelmesini kaçınılmaz kılıyor. Kararlı ve cesur ekonomik politikalarla nüfus göçüne engel olunmalıdır. Köyünden ve kasabasından kopan insanımız, şehir hayatı içinde intibaksızlık sancısı yaşamaktadır. Üstelik yanlış propagandalardan kaynaklanan bir durum olsa gerek sürekli kent merkezlerinde karşılaştıkları "Kürt sayılma" psikolojisi ve ezikliği var üzerlerinde. Oysa onlara bu ezikliği veren duygu, çevrenin bakışlarıdır. Onlara Kıro-mıro denilerek ikinci sınıf vatandaş görülmek ağır gelmektedir. Üzerlerine adeta sinmiş bir şekilde bu bakışlardan kurtulmak istiyorlar sanki. Aslında ayrılığımız gayriliğimiz yok. Fakat her iki tarafta da kafalarda ayrılık doğurmak isteyenler var sadece. Doğuluya güzel gözle bakmalıyız, velev ki kıro mıro dedikleri insanlar bize iyi gözle bakmasalar dahi. Çünkü bize güzel bakmak yaraşır. Nitekim Güneydoğuda irşat yapan rahmetli Seyda Hz.leri; Biz bize iftira edenleri severiz sözü hareket kaynağımız. Türk'ü Türk'e veya Kürdü Kürde, bundan da öte Türk'ü Kürt’e sevdirecek bir eğitim sistemi şart. İslâmiyet’te insan Müslüman olunca derhal hukuki hüviyet kazanıyor. Halifeyi köleye karşı eşitleyen bir kimlik Müslümanlığın ta kendisidir. İnsan Allah'a kul olunca bütün milli ve etnik kimlikler üstünlük sayılmaz, üstünlüğün ancak ve ancak takvada olduğu anlaşılır o an ve her an. Şahsiyetli bir dış politika Doğu ve batı insanını kaynaştıracak bir formüle ihtiyaç vardır. Doğulunun batılıya, batılının doğuluya iyi niyetle bakan bir anlayış kabulümüzdür. Tıpkı Kıbrıs çıkarmasında Kürt, Laz, Çerkez ve Türk demeden "Türkiyelilik şuuru" etrafında kenetlenip beraber hareket ettiğimiz gibi davranış sergilemeli. Haçlı zihniyeti bizim bu birlikteliğimizi çekemez elbette. Onların görevidir ortalığı karıştırmak. Nitekim o malum zihniyet bizim Anadolu'da ve Avrupa'da varlığımıza bile tahammül edemezler. Bir taraftan Rusya, İngiltere, Fransa, öte yandan ABD boş durmamaktadırlar. Geçmişte yaşadığımız Çekiç güç hakkındaki şaibeler bugün bile hala açıklanmış değil. İsrail ABD lobisinde etkili kalarak Güneydoğu ile dolaylı yoldan da olsa sürekli ilgilenmektedir hala. Güneydoğu'da ve Doğu'da ikinci bir "Sevr" krizi yaşatma çabalarının ardında hep bu tertipler vardır. Bu yüzden bu kurtlar sofrasını lehimize çevirecek Sultan Abdülhamit Han gibi ikinci bir dış politika dehasına ihtiyaç var. Ulu Hakan Abdülhamit Han, 33 yıl boyunca Osmanlı'yı ayakta tutmuşsa hep onun ustaca dış manevraları sayesindedir. Sultan Abdülhamit Han kurduğu aşiret mektepleriyle aşiret çocuklarını İstanbul’da muhtaç oldukları kültür değerleriyle donatıp topluma kazandırıyordu. Hatta kurduğu Hamidiye alayları nizamı ordu ve aşiret milislerinden oluşuyordu. Böylece Ermenilere, Ruslara vs. karşı muhteşem örgüt ortaya çıkarmıştır. Tarihimizde çok alınacak dersler var ama bizler onları inceleyip pratiğe dökemiyoruz. İmparatorluğumuz aşiret, cemaat, vakıf örgütlenmesi demeden bütün teşekkülleri memleketin yararı için hizmet etmelerini sağlayabilmişti. Hatta Devleti Aliye bu tür yapıları bugünkü anlamda sivil toplum örgütlenmesi şeklinde değerlendirerek aktivitelerini hizmete dönüştürmeyi de becerebilmiştir. Hakeza Yavuzda öyledir. Yavuz Sultan Selimde 16 aşiret reisini Doğu ve Güneydoğunun kontrol edilmesinde ustaca teşkilatlandırmıştır. Nitekim S.İdris Bitlis, Şeref Bey ve Mirdes aşiret reisi Cemşit Bey bunun tipik bariz delilidirler. Dünya dengelerini iyi ayarlayabilecek, sürekli çözüm üretecek strateji geliştirebilecek bir dış politika kadrosu oluşturmak fırsatı her zaman için mümkün, henüz bu konuda Türkiye Cumhuriyeti olarak gecikmişte sayılmayız. Eğer ülke olarak savunmadaysak demek ki dış politikamız geri, şayet ileri ve atak isek dış politikamızın iyi olduğunu gösterir. Ne savunma, ne de atak politika, yani hiçbiri yoksa bu demektir ki statik bir politikaya sahibiz. Kimlikler üzerinde yürütülecek savaşların bir gün Avrupa’yı da kasıp kavuracağını söylersek kimse bizi sakın ola ki kâhin ilan etmesin. Çünkü etnik kimlik meselesi öyle bir veba ki, önlem alınmazsa bütün dünyayı sarabilecek nitelikte hızla yayılan bir virüstür adeta. Hatta etnik siyaset devletlerarası savaşın ötesinde ulus devletlerin içerisinde iç savaşa dönüşebilecek bir projenin adıdır. Bu sefer tarafların savaşan aktörleri üniformalılar ile sivil halk ve politikacılar arasında olacak gibi görünüyor. İhtilaflar etnik, mezhep ayrılıkları vs. eksende seyredecek gibi, bu durumda Ortadoğu daha da kaynayan kazan hale gelecektir. Bu kaynayan kazan ta Avrupa’nın ortasına sıçradığında beyninden vurulmuşa dönecekler, ama bu seferde iş işten geçmiş olacaktır. Sadece Avrupa mı Afrika da buna dâhil, Endonezya, Hindistan, İran, Pakistan bu tırmanışdan nasibini alacaklarda. Hatta Balkanlarda Bosnamız, Kafkaslarda Çeçenya’mız da etnik çatışmalardan etkileneceklerdir elbet. Şayet ortalığı denge politikasıyla toparlayacak Abdülhamit han varı bir usta el ortaya çıkmazsa bekleyen tehlike kapımızda bile. Yeni bir Anayasa ihtiyacı Öyle anlaşılıyor ki 1924 Anayasasının 88. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” anlayışından uzak kalalı epey zaman geçmiş. Bu anlayıştan uzaklaşan 12 Eylül Anayasası artık bu bedene sığmıyor, yani mızrak çuvala girmiyor artık. Türkiye yeni anayasa yapmak mecburiyetindedir. Yeni yapılacak Anayasa ile Türkiye şemsiyesi altında yaşayan her vatandaş bu ülkenin asli unsuru olmaya hak kazanacağı gibi bu aynı zamanda insanımızla yeniden toplumsal sözleşmenin imzalanması demek olacaktır. Yaşadığımız sıkıntıların temelinde yeni bir anayasanın olmaması da en büyük etkenlerden sayılır. Maalesef hem DTP hem de AK Partinin kapatılma telaşı bu konudaki girişimleri bertaraf etmektedir. Milyonlarca insanın bu iki partiye verdikleri temsiliyet sıfatları yok sayılarak vekâletleri ellerinden alınmak istenmektedir. Oysaki vatandaşların tercihlerinin önemsenmemesi bireyin dünyasında onarılmaz yaralar açmaktadır. Zira her geçen gün bireyle devlet arasında güven bunalımı daha da büyümekte. İşte bu noktada Mümtaz’er Türkönen’in; “Ankara’nın tek tip insan üretme anlayışının Diyarbakır’ı doğurduğunu, etnik sorunlarla uğraşan her ülkenin aslında bir Ankara’sı ve Diyarbakır’ı olduğunu, bunun karşısında, dünyaya geniş ufuktan bakan İstanbul’un bir alternatif olabileceğini” sözleri kayda değer bulup, aynı zamanda sanki İstanbul gibi çok kültürlü bir o kadarda bütün medeniyetlere beşiklik etmiş bir kentin çokluk içinde birlikteliği gerçekleştirecek bir potansiyelini de hatırlatıyor bizlere. Bu arada Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kültürel anlamda bütünleşmesinde rol oynamış şairleri ve liderleri anmakta boynumuzun borcu; halk şairi Ercişli Emrah, din ve dil âlimi Van kulu Mehmet Efendi, müfessir Vani Mehmet Efendi, araştırmacı Ali Emiri Efendi, İbrahim Hakkı Bitlisi, Akbıyık Mehmet Bey ve Kıbrıs harekâtında bulunan kahramanlarımız ve daha niceleri. Din faktörü Bir başka önemli olan konu da; bölge halkının kültüründe dinin büyük ölçüde önemli yer tutmasıdır. Özellikle Güneydoğuda geleneksel medrese anlayışını devam etmesi bunun göstergesi. Şöyle ki geleneksel medrese anlayışından en çok darbe alanda Hizbullah gibi terör örgütleridir. Hizbullah terör örgütü bu durumdan son derece rahatsızdır. Ki o bölgede halkın medrese âlimi diye addettikleri birçok âlimin rahleyi tedrisatından geçen birçok insanı acımasızca katlettiler. Öyle ki bu durum halkın PKK’nın kucağına düşmesine bile neden oldu diyebiliriz. Bir başka nedende 28 Şubat sürecidir. Nitekim 28 Şubat post modern darbenin irticayı birinci tehdit algılaması, Kuran kurslarını kapatıp 16 yaş sınırlaması getirerek çocukların dini eğitim almasını engelleyen uygulamaları yüzünden 11–16 yaşlarında gencecik teröristleri biranda karşımızda görmemize vesile oldu. Bir kere mevcut doku ile uğraşmaya dur, ardından bütün sancıların nüksetmesi kaçınılmaz kılacaktır. Neyse ki 1993 yılında aramızdan ayrılan sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, işaret olunanların işaretçisi Sultan Seyyid Muhammed Raşid (K.S.)'in doğu ve batı insanını kaynaştıran iklimi sayesinde o bölgede kangrenleşmiş problemler bir nebze de olsa dindirilebilmiştir. Onun icraatı tek kelimeyle gönülleri aynı halkada kaynaştıran irşat faaliyetidir. Hekimoğlu İsmail bir yazısında; "Raşid Efendi Arapça, Kürtçe ve Türkçe bilirdi. Menzil'de Kürt'ü, Türk'ü ve Arap’ı kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi. Bir kısım bürokratlar kıymetini bilemedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar Raşid Efendiler gibi kimselerdi. Türkiye bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve O'nun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısaca rahat bırakılmadı ve olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi kısaca Müslümanları kardeş eder. Bugünkü kavmiyetçilik kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı" diyor. Vehbi Vakkasoğlu ise; "...Şeyh Muhammed Raşit Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşat sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin(Seyda Hz.lerinin babası) sohbet halkasında yep yeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek temiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği o mütevazı Menzil'de halen yaşamaktadır" beyan buyuruyor. Prof. Dr. Haydar Baş ta; "Bugün millet olarak içimizde kanayan bir yara hükmündeki terör belasından kurtuluşun yolu, bu zatın (Seyda Hz.) ve onun gibi ehli maneviyatın hizmetlerine ağırlık vermektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da böyle maneviyat ehli insanların faydalı hizmet yaptıkları yerlerde insanların huzur içinde oldukları ve devlet-milliyet kaynaşmasının gerçekleştiğini görüyoruz. Zira kalbinde Allah korkusu olanların milletine zarar veremeyecekleri açık bir gerçektir" diyor. Bu anlatılardan hareketle demek ki şimdiye kadar, kültürel, iktisadi, sosyal ve sivil politikalar uygulayabilseydik, belki de Kuzey-Irak harekâtına gerek kalmayacaktı. Meselenin çözümünde askeri tedbirler kısa vadelidir. Uzun vadeli çözüm ise kültürel, sosyal ve ekonomik faaliyetlerdir, bunu yapmaya mecburuz da. Bugünkü Kürt toplumu, bizden ayrı insanlar değildir. Zira Başbakan Tayyib Erdoğan’ın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığının bir üst kimlik olarak takdim etmesini rejimi tehdit kapsamında değerlendirmemeli, aksine rejimi ayak tutacak birliktelik çağrıştıran bir söylemdir. Yukarda da bahse konu olan ister adına o yörenin insanlarına muhtelif Türk Uruğlarına mensup zümrelerin karışmasından doğan bir Türk zenginliği denilsin, isterse adına bu ülkenin asli unsuru denilsin sonuçta bağrımızda taşıdığımız her bir unsur zenginliklerimizin bir parçası. Mete Hocanın ‘Kürt sorunu var ama Kürt çözümü yok’ sözleri manidardır, bu sese kulakta verilmeli. Hâsılı; Türkiye şemsiyesinin her deseni ayrılığımız değil birlikteliğimiz olarak telakki edilmelidir. Çünkü hepimiz aynı kilimin desenleriyiz. KÜRTÇÜLÜK Bir diğer kanayan yaramız da Kürtçülük meselesi. Hakeza Türkçülük de öyle. Kürtçülüğün asla kabul görmesi mümkün değil, muhatap bile alınmaya değmez, bir bardak suda fırtına koparılmanın ötesinde bir anlam taşımıyor çünkü. Kürtçülük sanıldığının aksine korkulacak boyutta bir mesele gibi görünmüyor, tamamen psikolojik korkuların sonucu yerleşmiş bir kanaat olsa gerektir. Çünkü Kürtçülük akımının yerleşecek zemini yok ki, hatta bu davayı güdenlerin ne doğru dürüst ortak bir dili var, ne de devlet geleneği var, edebiyat desen evlere şenlik, aslında hiç bir şeyleri yok ortada. Bütün bunlardan mahrum olan etnik bir siyasi akımdan gereksiz telaşa kapılarak olmayan bir şeyi varmış gibi kendi ellerimizle büyütüyoruz, ama farkında değiliz, adeta yangına körükle gidiyoruz habire. Oysa şimdiye kadar Türküyle, Kürdüyle vs. biz birbirimizi ayrı gayrı görmedik bu coğrafyada, şimdide görmemeli, ne zaman ki kendi dışımızdakilerine öteki muamelesi yapmaya başladık işte o zaman Kürtçülük kronik bir mesele olarak karşımıza çıkıverdi biranda. Bilindiği gibi Kürt dediğimiz insanları bu coğrafyada profesör, asker, şarkıcı türkücü, Roman yazarı, her ne arasak her meslekten her etki alanda değerlendirmekten imtina etmedik. Nitekim böyle yapmakla gök kubbe başımıza geçmedi ki şimdi de geçsin. Bırakın kendi doğal mecrasına problem kendiliğinden çözülsün. Tarafların her iki kesimi de sevgiden söz etmeye niyetleri yok galiba, herkes kin kışkırtıcılığına soyunmuş sanki. Üstelik menfi milliyetçilik kavramı da batıdan kopya edilmiş bir kavram. Tarihi süreçte yaşadığımız coğrafyalarda bizi ırklar ayırmazdı, sadece Müslim ve gayr-i Müslim tasnifi vardı içimizde. Bu tasnifte ayırım anlamında değildi, dini mensubiyete yönelik adlandırmadır. Zira Osmanlı birlik ve beraberlik denen olayı ‘İnananlar kardeştir’ buyruğuyla çözmüş, gayri Müslimlerle ilişkilerimizi de; ‘Dinde zorlama yok’ ilahi prensibi sayesinde yürütmüş, böylece farklılıkları bir arada tutmayı başarmış, bunun sonucu olarak da gayri Müslimler uzun yıllar Osmanlı şemsiyesi altında özgürce yaşama şansını elde etmişlerdir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra menfi milliyetçilik akımları yükselmeye başladı, Prof. Dr. İlber Oltaylı’nın dediği gibi yeni bir Truva atı olarak Türklük, ne yazık ki sorunlu kavram olarak gündemimize giriverdi. Menfi Milliyetçilik rüzgârları topraklarımıza sıçradı sıçramasına ama, bu arada olanlarda oldu, birlik beraberlik duyguları törpülendi, ardından bağımsızlıklarını ilan eden milletlerin doğuşuna sahne oldu coğrafyamız. Bu işin çilesini çekenlerden, Yusufiye diye adlandırdıkları mahpuslarda MHP davasında yargılananlardan Ahmet Selçuk Özdağ’da Kürtçülük konusunda Gönül Sultanının dilinden bakın neler diyor: “Medrese-i Yusufiyede iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabalıktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...'' Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idrakı ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (k.s.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden M. Raşid (k.s.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere duçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslamı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allahım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürcülüktür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... Dualar... Dualar... ediyorlardı. O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, sadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahirete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi. Allah rahmet eylesin...” Velhasıl, ‘çülük’, ‘cülük’, ‘çilik’ ve ‘cilik’ ibaresi alan her kavram ırkçılık çağrıştırıyor. Vesselam.
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|