|
![]() |
#1 |
![]() İstanbul’un Fethi
Müslümanların Bizans’ı muhâsara etmeleri, Resûlüllah’ın o meşhur hadîs-i şerîfinin sırrına mazhar olabilmekte gizlidir. Defalarca kuşatılan ve kimseye nasip olmayan fetih, 29. muhâsarada Sultan Fatih’e nasip olmuştur. Ne ibretli bir tevafuktur ki, Fetih suresi de 29 âyettir. İstanbul’un fethi bizim için iki yönden önem arz etmektedir. Bunlardan bir tanesi; dedemiz Fatih Sultan Muhammed Han bu şanlı zaferle birlikte, orta çağı kapatıp yeniçağı açmıştır. Böylece Müslüman Türk milletinin kahramanlığını dünya tarihine altın harflerle yazdırmış; hilâlin haça galibiyetini haçlının beynine adeta kazımıştır. Fetih, işte bu yönü ile biz Türk Milletini ilgilendirmektedir. Diğeri ise; Peygamber Efendimizin; “Elbette Kostantiniyye (İstanbul) fetholunacaktır. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, onu fetheden ordu ne güzel ordu.” buyurarak, Bizans’ın fethedileceğini müjdelenmesinden dolayıdır ki, bu yönü ile de bütün dünya Müslümanlarını ilgilendirmektedir. Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Bizans’ın fethiyle birlikte Müslümanlara daha başka fetihler de müjdeledi. Ve aynen Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Selem)in buyurduğu gibi oldu. Haber verdiği fetihler vakti saati gelince, gerek Ömer (Radıyallâhü Anh) gerekse Osman (Radıyallâhü Anh) zamanında birer birer gerçekleşti. Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) yukarıda zikrettiğimiz meşhur hadîs-i şerifde, Bizans’ı fethedecek olan ordunun komutanını da, askerini de övmüştü. İşte Müslümanların Bizans’ı muhâsaraları, Resûlüllah’ın o meşhur hadîs-i şerifinin sırrına mazhar olabilmekte gizlidir. Başta Ebu Eyyüb-el Ensâri (Radıyallâhü Anh) olmak üzere İstanbulumuzda medfun bulunan birçok Sahabe-i Kiram, Resûlüllah’ın bu övgüsüne mahzar olabilmek sevdasıyla buralara kadar gelmiş ve bu uğurda şehid olmuşlardır. Önce Müslüman Araplar, ardından da Müslüman Türkler yüzlerce yıl boyunca İstanbul’a seferler düzenlemişler, Bizans pek çok defalar muhasara edilmiş, fakat kimseye nasip olmayan fetih 29. muhâsarada, Fatih Sultan Muhammed Han’a nasip olmuştur. Ne ibretli bir tevafuktur ki Fetih suresi de 29 ayettir. Fethi iyi anlayabilmek için önce Sultan Fatih’i tanımak ve bilmek gerekir. Onu iyi tanımak lazım ki; çağ açıp-çağ kapatmak, tarihin akışına yön vermek, böylesine büyük zaferlerin altına imza atabilmek nasıl mümkün oluyor, daha iyi anlaşılsın. Onun için İstanbul’un fethinden önce, o Müslüman Türk büyüğünü kısa da olsa anlatmaya çalışalım. Sultan Fatih çocukluğundan beri özel bir ilgi ve eğitimle büyütüldü. Adeta Bizans’ın fethi için yetiştirildi. Daha doğarken evde “Fetih” Suresi okunuyordu, evde veliler ve âlimler bulunuyordu. Fatih’in babası Sultan II. Murat, bu doğum münasebetiyle evlerine misafir olarak teşrif etmiş olan şeyhi Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretlerine sordu: - Efendi Hazretleri, İstanbul’ un fethi bana nasip olacak mı? Demek ki, Fetih süresi okununca aklına hemen İstanbul’un fethi geliyor ve hepsinin gönlünde Resûlüllah’ın övgüsüne mazhar olabilme sevgisi ve muhabbeti yatıyor. Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri cevâben buyurdu ki: - İstanbul’un Fethi, şu beşikteki yavru ile şu bizim köseye nasip olacak… Fatih daha beşikte küçük bir bebek, Akşemseddin ise henüz gençlik çağlarında olan, sakalı, bıyığı yeni terlemiş bir delikanlı. Böylece Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri, Sultan Fatih henüz kundaktayken, Akşemseddin Hazretleriyle İstanbul’u fethedeceğinin müjdesini vererek açık bir kerâmet gösteriyordu. Fatih, bir taraftan Akşemseddin Hazretlerinden diğer taraftan Molla Gürâni Hazretlerinden ders görerek hem mânen, hem maddeten çok iyi bir eğitim ve terbiye ile büyüyor, bu fethe lâyık olacak bir ciddiyetle yetiştiriliyordu. Resûlüllah’ın müjdesine muhatap olabilme arzusu daha küçük yaşlardan itibaren gönlüne öylesine yerleşmişti ki, daha sekiz yaşlarında iken yastığına İstanbul haritasını çizmiş, her akşam bu haritaya bakıp planlar kurarak onu fethetme hayaliyle uyuyordu. Sultan Fatih yaşadığı devrin birçok ilmini öğrenip birçoğunda âlim oldu. Tarih kitaplarının beyanına göre, bütün şehzadelere öğretilen Çağatay lehçesi ile Farsça ve Arapçanın dışında, Sultan Fatih Yunanca, Latince, Sırpça, İtalyanca, İbraniceyi de öğrenmişti. Yani o devrin en geçerli dillerini ve ilimlerini tahsil etti. Osmanlıda, Sultan Fatih gibi çeşitli âlim ve sanatkârlardan ders gören başka bir şehzade daha göstermek mümkün değildir. İlim öğrenmeye karşı öylesine arzu ve istekliydi ki, padişah olup tahta çıktıktan sonra bile tahsiline devam etti. Hocalarına gösterdiği hürmet ve itaat ise bambaşkaydı. Padişah olduktan sonra bile, zahiri ilimlerdeki baş hocası Molla Gürâni’nin elini öperdi. “Bu zamanın İmam-ı Âzâmı” dediği “Mirâtül Usûl” kitabının müellifi olan Molla Hüsrev hazretlerine, ayağa kalkıp hürmet gösterirdi. İlim ve fikir adamlarını çok sever, onlarla oturur yer, içer adeta hayatını paylaşırdı. Hatta giyim konusunda, ulema kisvesini hükümdar kıyafetine tercih ederdi. Sultan Fatih, Osmanlı Sultanları içinde hem en büyük asker, hem en büyük devlet ve siyaset adamı, hem de en çok âlim olanıydı. Denilir ki: “Askerlikte Yavuz Sultan Selim, Siyasette Kanûni Sultan Süleyman, ilimde ise Yıldırım Beyazıt O’na yaklaşmışlar fakat yetişememişlerdir.” Hayatı şan, şeref ve başarılarla dolu dolu geçen Sultan Fatih, sizin de malumunuz olduğu üzere İstanbul’un fethinde yirmi bir yaşında genç bir delikanlıydı. Özellikle genç kardeşlerim bunu iyi düşünsünler. Bu genç yaşında para-pul, makam-mevki sahibiyken, her türlü imkân ve fırsat elindeyken keyfinde âleminde gezmiyor da, barlarda, gazinolarda tepinerek gençliğini çürütmüyor da, ülkeler fethediyor, bir devir açıyor ve bir devir kapıyor. Tarihin gidişatına yön veriyor. Elbette onun da bir takım gençlik arzuları ve istekleri vardı ama o, her türlü şehevânî arzularını gemlemiş, nefsânî isteklerini bir kenara bırakmış, Rasûlüllah’ın övgüsüne mazhar olabilmek sevdasıyla, hayatının ilkbaharında çok zor bir muharebeye ve mücadeleye giriyordu. Resûlüllah’ın “Onu fetheden ordu ne güzel ordu” hitabına muhatap olan iki yüz bin kişilik o şanlı fetih ordusunun başında, köhnemiş Bizans’ı tarihe gömmek istiyordu. Sultan Fatih’e “Senin derdin, gayen nedir?”diye sorulunca da, diyor ki: “Benim derdim, şöhret, şehvet, kuru bir iktidar ve kuru bir saltanat davası değildir. Ya nedir? Resûlüllah’ın övgüsüne mazhar olup, Bizans semalarında çan sesleri yerine “Allâh-ü Ekber” sedalarını yükseltmektir!” Sultan Fatih Edirne’de gerekli harp hazırlıklarını yapmaya başladı. En önemlisi de Bizans’ın düşmesine sebep olacak, o güne kadar emsali görülmemiş havan toplarını döktürdü. Tüm proje ve balistik hesapları Sultan Fatih’e ait olan bu topların icat edilmesiyle, bundan böyle askerlik tarihinde yeni bir çığır açılıyordu. O güne kadar toplar kalelerin sadece duvarlarını dövüyorken, Sultan Fatih’in bu müthiş icadıyla birlikte artık burçların arkası da vurulacaktı. Daha sonra bu toplar dünya askerlik tarihinde bir dönüm noktası olacak ve Avrupa şatoları teker teker yıkılıp, derebeylikler sona erecekti. Ve nihayet Feth-i Mübin’i gerçekleştirecek ordusuyla 23 Mart 1453 Cuma günü Edirne’den hareket etti ve 5 Nisan günü İstanbul önlerine geldi. Fatih’in yanında meşhur mutasavvıf ve hekim olan Akşemseddin ve Akbıyıkdede gibi büyük velilerin yanı sıra, hocası Molla Gürâni ve Molla Hüsrev gibi âlimler de bulunuyordu. Sultan Fatih 6 Nisan günü bu Allah dostları, âlimler ve ordusuyla beraber surlar önünde Cuma Namazını kıldı ve ardından münâdiler, muhasaranın başladığını ilan ettiler. “Şahi” denilen büyük topun ateşlenmesiyle tarihi savaş başladı. Topların gürültüsü ile Bizans şaşkına dönmüştü. Eli silah tutan herkes doğu Roma’nın müdafaasına çağırılmıştı... Bizans 52 gündür muhasara ediliyordu fakat bir netice elde edilememişti. Çünkü Fetih ordusu kaleye ne taraftan taarruz edecek olsa, orada müthiş bir mukâvemet ve direnişle karşılaşıyordu. Sanki Bizans ordusu taarruz edilecek yeri önceden biliyor da bütün kuvvetlerini oraya yığıyordu. Bunun sebebi şuydu: Sultan Fatih’in Yakup Paşa adındaki veziri Bizans nâmına ajanlık yapıyor, taarruzun ne taraftan yapılacağını öğrenip Bizans’a haber uçuruyordu. Onlar da buna göre tedbir alıp, yapılan hücumları savuşturabiliyorlardı. Yakup Paşa denilen bu hain, aslında “Maestro Jacapo” adında Venedikli bir Yahudi’dir. Sözde sonradan Müslüman olup Yakup adını almıştır. Bilâhare paşa ünvanını da alan bu Yahudi dönmesi, Fatih’in özel hekimliğine kadar yükselmiş, neticede maalesef Sultan Fatih’i zehirleyerek şehid etmiştir. Venediklilerin evvelce Sultan Fatih’e tertipledikleri on dört suikast bir netice vermemişti, on beşincide ise bu Yahudi dönmesi ile anlaşarak Sultan Fatih’i bu alçağa zehirletmişlerdi. Bu suikast için kendisine iki yüz elli bin duka altın verilecek ve bütün sülâlesi de bir takım imtiyazlara sahip olacaktı. Ama bu hain beklediği paralara ve imtiyazlara kavuşamadan, Sultan Fatih’in askerleri tarafından parça parça edilerek, leşi layık olduğu adrese, yani cehenneme gönderilmiştir. İşte Yakup Paşa denen bu hain, Bizans’ın Fethinden bir önceki gece yine sordu: “Sultanım yarın nereden taarruz edeceğiz?” Sultan Fatih kükredi: “Bilsem boynumdaki damar bunu biliyor, vallahi onu koparıp atardım” ve hiç kimseye söylemedi. İşte o geceyi, 1453 yılının 28/29 Mayıs gecesini şanlı ordu “Mum Donanması” yaparak geçirdi. O geceyi merhum Mustafa Müftüoğlu “Yalan söyleyen Tarih utansın”isimli kitabında şöyle anlatıyor. “Mum donanması denilen ateş ve ışık şenliği, hava karardıktan sonra başlamış ve Marmara’dan Haliç’e kadar uzanan muhasara hattında, bir anda kandiller, fenerler, mumlar, meşaleler ve öbek öbek ateşler yakılmış, donanmanın gemileri de bu şenliğe iştirak edince, Bizans ateşten çember içine alınmıştı. Bu ışık deryası içinden yükselen Tekbir ve Tehlil sesleri, Bizanslıların bütün maneviyatını yıkmıştı. Gözyaşlarıyla birbirini çiğnercesine Ayasofya’ya koşan halk, imparatorla beraber bütün saray erkanıyla katıldığı son ayine iştirak etmişti. Mum donanması gece yarısına kadar devam etmiş ve bilahare ışıklar söndürülüp ortalık zifiri bir karanlığa gömülmüştü.” Yine o gece Akşemseddin Hazretleri tepeden tırnağa beyazlara bürünmüş asker arasında dolaşıp moral telkini yapıyor, Fatih’de at üzerinde bütün muhasara hattını son kez geziyordu. Maddi ve mânevî bütün hazırlıklar neticesinde, ertesi gün yapılan müthiş bir taarruzla İstanbul’un fethi müyesser oldu. Fatih Sultan Muhammed Han şanlı ordusuyla Topkapı’dan İstanbul’a girdi. O şanlı fetih ordusu Bizans halkının tezahüratı, gazilerimizin Tekbir ve Ezan sesleri arasında ilerlerken, Rum kızları ellerindeki çiçek buketlerini Fatih zannederek Akşemseddin’e götürdüler. O atını dizginleyip hafifçe geri çekti ve gözleriyle “Fatih ben değilim, odur” şeklinde Sultan Fatih’i işaret etti. Rum kızları bu sefer genç komutan Sultan Fatih’e yönelip çiçek buketlerini ona takdim ettiklerinde o da hocasını işaret edip dedi ki: “Her ne kadar sultan ben isem de, İstanbul’un manevi fatihi hocamdır. Siz bu çiçekleri ona götürün!” Şu tevazuyu, edebi ve saygıyı görüyor musunuz? Efsanevî Bizans’ı fethetmiş, arkasında nice kahramanlarla dolu bir ordunun başında muzaffer bir komutan olarak törenle şehre giriyor; böyle bir ortam ve atmosfer, kendisine gösterilen ilgi ve duyulan hayranlık, onu ne şımartıyor, ne de başını döndürüyor. Gurura ve kibre kapılmadan, büyük bir tevazuyla bu başarıdaki aslan payını hocasına ayırıyor ve “İstanbul’un manevi fatihi hocamdır! Çiçekleri ona götürün!” diyebiliyordu. İşte İslâm terbiyesinin verdiği saygı ve sevgi, edep ve ahlak… Netice olarak da dünya böyle bir zafere şahit oluyordu. Ve Fatih, Ayasofya’ya ilerliyor. O sırada Ayasofya kadın-erkek, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, her yaştan Rum ve Ermeniler tarafından doldurulmuş, tabi Fatih’i görünce korku ve gözyaşlarıyla yerlere kapandılar. Fatih’de kendisini Resûlüllah’ın övgüsüne mazhar kıldığı için Allah’a şükür secdesine kapandı. Fatih şükür secdesinden kalktıktan sonra o muazzam kalabalığı sükûnete davet ederek, korkudan gözleri fal taşı gibi açılmış olan insanlara şu sözleri söylüyor: - Kalkınız! Hepinize söylüyorum ki şu andan itibaren artık ne hayatınız ne de hürriyetiniz hususunda gazabı şahânemden korkmayınız! O devir insanın bilmediği duymadığı, hatta hayal bile edemediği bu sözler onları çok etkiledi ve şu tarihi sözü söylediler: - Osmanlının sarığını görmek, Latin serpuşunu görmekten evlâdır. İşte o büyük ecdat... Gittikleri her yere hakkı, hukûku, adâleti götürmüşler, herkese hakiki manada hürriyet vermişlerdir. Fethettiği yerlerdeki Ruma, Ermeniye dokunmamış ve ibadet hakkı tanımışlar, “İsteyen camiye gitsin, isteyen kiliseye veya havraya gitsin” demişlerdir. Bir tane çocuk, kadın katledilmemiş, bir tane tecavüz hadisesi cereyan etmemiştir. Bu gün dünyayı ateşe veren ve girdiği ülkelerdeki insanlara en akıl almaz zulümleri reva gören müstekbirlerin kulakları çınlasın... Fethin bu yıldönümünde başta Sultan Fatih olmak üzere, bütün fetih şehitlerini rahmet ve minnetle anıyorum. Fî Emanillah! NOT BU YAZI KASRI ARİFAN DERGİSİ MAYIS 2008 SAYISINDAN ALINTIDIR.MUSTAFA ÖZŞİMŞEKLER __________________
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|