06-19-2009, 21:16 | #1 |
Mehmet Metiner "Asıl vahim olan ne?"
Bu sıralar herkes bir vahametten bahsediyor.
Konu malum: ‘AK Parti Hükümetini ve Fethullah Gülen Cemaatini Bitirme Planı’ diye bilinen meşhur belge. Bu belgenin Genelkurmay karargahında hazırlandığı iddia ediliyor. Belgenin tarihi 2009. Belgeyi gün ışığına çıkartan gazete ise Taraf... Gerçekliği-sahteliği bir yana belgenin bizatihi kendisi bir haber... Taraf’ı sadece yaptığı cesur habercilikten ötürü değil, aynı zamanda yol açtığı tartışmalar dolayısıyla da kutlamak gerekir. Bu tartışmalar ilk ve son tahlilde Türkiye’de tanımına uygun bir demokrasinin yerleşmesi sürecinde anlamlı kilometre taşları oluşturacak nitelikte. Askerin sistem içindeki rolü bu vesileyle kurumları yıpratmadan yapılabilirse çok anlamlı sonuçlar doğurabilir. Bu vahamet, demokrasimiz adına pekala yeni bir kazanıma dönüştürülebilir. Yani moda deyimle 2009 yılı bu açıdan da ‘tarihsel bir fırsat’ olarak değerlendirilebilir. Asker-sivil ilişkilerini üyesi olmak istediğimiz AB standartlarına uygun bir biçimde yeniden düzenlemek hem demokrasimizin itibarını arttırır, hem de ordunun adının çok sıkça darbe ve cunta gibi kelimelerle kirletilmesinin önüne set çeker. * * * Şimdi bu belge dolayısıyla akla iki soru geliyor: Gerçek mi, sahte mi? Her iki halde de demokrasimiz adına vahim bir duruma vurgu yapanlar, bence asıl vahim durumu gözden kaçırtmamalılar. O da, askerin sistem içindeki rolüdür. Anayasadan ve yasalardan aldığı güçle kendini rejimi korumak ve kollamakla görevli addeden bir askerci zihniyetin bizatihi kendisini demokrasiyi ve sivil otoriteyi tehdit eden bir zihniyet olarak görüyor muyuz, görmüyor muyuz? Asıl sorun burada. İttihat ve Terakki’den beri bünyemize musallat olan ‘Halaskaran-ı Zabitan-Kurtarıcı Subaylar’ ideolojisinin nasıl askerlerin vesayetine dayalı bir rejim ürettiğini biliyoruz. Şimdi biz, AB sürecinde demokrasi standartlarını en yükseğe taşımak isteyen bu ülkenin siyasetçileri ve yurttaşları olarak ‘askeri vesayet rejimi’nin tüm ideolojik alt yapısıyla sistem içinden sökülüp atılması gerektiğine inanıyorsak şayet, bunun gereğine uygun hareket etmeliyiz. Hiç kimse bu sözlerimi ‘orduyla hesaplaşmak’ veya ‘ordu düşmanlığı’ biçiminde çarpıtarak başka bir yöne çekmesin. Bu satırların yazarının böyle bir niyetinin veya amacının olmadığını/olamayacağını söylemeyi bile zül addederim. Demek istediğim şu: İçinde yer almak istediğimiz dünya demokratik dünya ise şayet, o zaman o dünyadaki demokrasilerin standartlarına uygun bir yapılanmaya gitmemiz gerekiyor. Din-siyaset ilişkilerimizden tutunuz da asker-sivil-bürokrasi ilişkisine varıncaya değin her alanda standartlarımızın AB demokrasileri düzeyinde olması elzemdir. Genelkurmay Başkanlığımız Türkiye’nin AB üyeliğini desteklediğini resmen açıkladığına göre, o zaman bu tür önerilere kuşkuyla bakmanın anlamı da, gereği de yok. Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un, bu belge dolayısıyla bir kez daha, çok güçlü bir vurguyla, ‘Demokrasiye ve hukuka uygun davranmayan hiç kimseyi bünyemizde barındırmayız!’ yaklaşımına elbette büyük bir değer biçiyorum. Sayın Başbuğ’un gereğini yapmak konusunda üstüne düşeni fazlasıyla yapacağından da kuşku duymuyorum. Ama sorun, Başbuğ’u aşan sistemik bir sorun. * * * Askerin ‘İç hizmet yasası’, ‘rejimin ordusu’ rolüne çok açık vurgu yapmıyor mu? Bu ülkenin rejimiyle elbette hiçbir sorunum yok. Ne Cumhuriyetle, ne de laiklikle... Ama Cumhuriyetimin de, laikliğimin de demokratik olması gerektiğine inanıyorum. Yani demokratik bir Cumhuriyetten ve demokratik bir laiklikten yanayım ben. Demokratik Cumhuriyetlerde ordunun görevi; rejimi değil, ülkeyi savunmaktır. Rejim tehlikeye girdiğinde orduyu vazifeye çağıracak olan otorite ise, sivil otoritedir. Ordu, koşulsuz sivil otoritenin emrindedir. Ordunun kendiliğinden ‘rejim tehlikede!’ diyerek durumdan vazife çıkarmaya yetkisi olamaz. Türkiye’de gerçek bunun tersiyse, demokrasi adına asıl vahamet burada demektir. star
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|