![]() |
#1 |
![]() ![]() Tasavvuf'un Gâyesi Bilmiş ol ki, Tasavvuf mertebelerinde mesafe kat etmekten gaye, nefsin huzur bulmasıyla alakalı olan gerçek imanı yakalamaktır. Nefis, mutmainne (huzura eren) olmadıktan sonra, kurtuluş düşünülemez. Nefsin mutmainn olabilmesi için de, kalbin onu kontrol ve idare etmesi gerek. Kalbin onu kontrol edebilmesi ise, kalbin nefisten gelebilecek bütün her şeyden boş olup Hak Teâlâ'dan gayrı şeylerle alaka kurmaktan kurtulmasıyla mümkündür. Kalbin Hak Teâlâ'dan gayri şeylerle alaka kurmaktan kurtulmasının alameti ise, O'ndan başka her şeyi unutmasıdır. Öyle ki; Allah'dan başka herhangi bir şeyi kıl kadar düşünecek olsa, kurtuluşu elde edememiş demektir. Öyleyse, kalbini Mevlâsına teslim edenlere ne mutlu!.. Kalp, selamete erene dek çalışmak gerekiyor. Tâ ki iş, nefsin mutmainne (huzura eren) oluşuna varabilsin. 'Bu Allah'ın bir ihsanıdır ki, onu dilediğine verir. Allah (c.c.), büyük ihsan sahibidir.' (Cuma, 4) (161. Mektup)
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Bilesin ki zikir demek kalpten gafletin kovulması demektir. Başta ve sonda bulunan salikin zahirinin gafletten kurtulması imkansız olunca ,zahirin zorunlu olarak bütün vakitlerde zikre ihtiyacı olur. Şu kadar var ki bazı vakitlerde en faydalı olan Zat-ı Subhani'nin ismini (Allah Lafzını) zikretmektir. Bir diğer vakitte de uygun olan ,nefyi ve ispatı zikretmektir. Bir de batının özel ilişkisi kaldı ki ,burada da gaflet bütünü ile kalkana kadar ,zikre devam etmek gerekir. Zikrin gerekliliği noktasında başlangıçtaki sâlik ile sondakinin farkı şudur; bu iki zikir başlangıçta mecburidir, ortada ve sonda ise ,gafleti Kuran okumak, namaz kılmakla kovmak mumkun oluyorla bununla yetinmek caizdir. Şu kadar var ki yolun ortasındakilere Kur'an okumak uyar ,sonundakilere ise nafile namaz kılmak uygun düşer. Az da olsa sevgiliden ayrılığı basit görme ! Yarım kıl bile olsa gözde zarar verir! (242.mektub) |
|
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Din ve Dünya Din ile dünyayı bir arada toplamak, birbirine zıt olanları toplamak gibidir. Öyleyse, ahireti isteyenlerin dünyayı terk etmeleri gerekir. Bilhassa dünyanın terk edilmesinin hakikaten zor olduğu böyle bir zamanda, dünyayı terk etmek hükmen zorunludur. Dünyayı hükmen terk etmek demek; dini hususlarda şeriatın gerektirdiği hükümlere mahkum olmak, yeme, içme, mesken edinme gibi işlerde şeriatın hududuna riayet edip onu aşmamaktır. Değer kazanan malların ve yayılan hayvanların farz kılınan zekatlarını vermektir. Eğer şeriatın hükümleriyle süslenmek gerçekleşirse, dünyanın zararlarından kurtulma vaki olduğu için, dünya ile din o zaman birleşmiş olurlar. Dünyayı bu anlatılan şekliyle terk edemeyenlerin kurtuluşu diye bir şeyden bahsetmek imkansızdır. O zaman ona münafık hükmü verilir. Onun görünürde ki imanı, ahirette kendisini kurtarmaz. Ancak canını ve malını korumaya yarar. Söyledim sana işin özünü, İster sıkıl ister dinle sözümü... Dünyanın bunca gösterişli, şaşalı hizmetçileriyle, ihtişamıyla beraber, leziz yemeklerin ve cazibeli elbiselerin karşısında, bu doğru söze kulak verip dinleyen, hangi bahtiyar insandır, hangi babayiğittir? O kimseki sağırdır duymaz kulağı, Hoşnut olmaz ağlamamı sızlanmamı... (72. Mektup) |
|
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Namâz kılmak şerefinin yüksekliğini bildirmekdedir Kıymetli mektûbunuz geldi. İçindekiler anlaşıldı. İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü teâlânın en büyük ni'metlerindendir. Hele nemâzın tadını duymak, nihâyete yetişmiyenlere nasîb olmaz. Hele farz nemâzların tadını almak, ancak onlara mahsûsdur. Çünki, nihâyete yaklaşanlara, nâfile nemâzların tadını tatdırırlar. Nihâyetde ise, yalnız farz nemâzların tadı duyulur. Nâfile nemâzlar, zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanc bilinir. Fârisî mısra' tercemesi: Bu iş, büyük ni'metdir. Acabâ kime verirler? [(Nâfile nemâz), farz ve vâcibden ziyâde, başka nemâzlar demekdir. Beş vakt nemâzın sünnetleri ve diğer vâcib olmayan nemâzlar, hep nâfiledir. Müekked olan ve olmıyan, bütün sünnetler nâfiledir. (Dürr-ül-muhtâr) ve (İbni Âbidîn), (Halebî) ve sâire]. Nemâzların hepsinde hâsıl olan lezzetden, nefse bir pay yokdur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekde, feryâd etmekdedir. Yâ Rabbî! Bu, ne büyük bir rütbedir! Arabî mısra' tercemesi: Ni'mete kavuşanlara âfiyet olsun! Bizim gibi, rûhları hasta olanların, bu sözleri duyması da, büyük bir ni'metdir ve hakîkî se'âdetdir. Fârisî mısra' tercemesi: Bâri kalbimize bir tesellî olsun. İyi biliniz ki, dünyâda nemâzın rütbesi, derecesi, âhıretde, Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir. Dünyâda insanın Allahü teâlâya en yakın bulunduğu zemân, nemâz kıldığı zemândır. Âhıretde en yakın olduğu da (Rü'yet), ya'nî Allahü teâlâyı gördüğü zemândır. Dünyâdaki bütün ibâdetler, insanı nemâz kılabilecek bir hâle getirmek içindir. Asl maksad, nemâz kılmakdır. Se'âdet-i ebediyyeye ve sonsuz ni'metlere kavuşmanızı dilerim. İnsan beşer, durmaz şaşar, Eyler hatâ, üçer beşer. Düz ovada yürür iken, Ayağı sürter, düşer! ( 137.MEKTUP) |
|
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Şânı Yüce Allah; "Kim Peygamber'e itaat ederse, kesinlikle Allah'a itaat etmiş olur" (Nisa,80) buyurmuştur. Şânı Yüce Allah Peygambere itaati, Aziz ve Celil Hakk'a itaatinn aynısı kılmıştır. Peygamber'e itaat olmadan Şanı Yüce Allah'a itaat olmaz. Bu nedenle ayeti kerimede 'kadl/kesinlikle' lafzı,bu manayı teyit ve tahkik olarak kullanılmıştır. Bunun nedeni heves tutkunlarının, bu iki itaati ayrı tutmamaları, birini diğerine tercih etmemeleri içindir. Diğer bir ayette, bu iki itaatin arasını ayıranları azarlamıştır; "Allah ile elçilerinin arasını ayırmak isterler. 'Kimine inanırız, kimini inkar ederiz!' derler; bu ikisinin arasında bir yol tutmak isterler. "(Nisa,150) Evet, bazı şeyhlerden halin ve sekrin ağırlığıyla, bu iki itaatin ayrı tutulduğunu çağrıştıran ve birinin muhabbetinin diğerine tercih edildiği izlenimi veren sözler sadır olmuştur. Nakledildiğine göre, saltanatı zamanında bir gün Sultan Mahmut Gaznevi, Harkan köyü yakınlarında konaklar. Vezirlerinden birini Şeyh Ebu'l Hasan el-Harakani'ye gönderir ve huzuruna gelmesini ister. Elçisine şöyle der: "Eğer şeyh bu daveti kabule tereddüt gösterirse, ona şu ayeti oku: 'Allah'a itaat edin, Rasûle itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de.' (Nisa,59) Elçi şeyhin tereddüt ettiğini görünce bu ayeti okur. Buna cevap olarak şeyh şöyle der: "Ben Allah'a itaatle meşgulüm ve henüz ona itaati bitirmedim. Henüz Resulullah'a itaate başlayamadım. Emir sahiplerine itaate nasıl vakit bulayım?" Bu sözüyle şeyh Allah'a itaati, Rasulüne itaatin dışında görmüştür. Bu söz doğru değildir, istikametten uzaktır. Halleri istikamet üzere olan şeyhler, bu tür sözlerden sakınırlar. Onlar, Şânı Yüce Hakk'a itaati, şeriatın, hakikatin ve tarikatın bütün mertebelerinde bilirler. Rasulüne itaat etmeden, Şanı Yüce Hakka itaatin sapıklık olduğuna inanırlar. (...) Şunun bilinmesi gerekir ki, Şanı Yüce Hakkın muhabbeti, velayet mertebesi olan, kemâlât makamında daha fazla olur. Rasulün muhabbeti ise, nübüvvet makamından nasiplenmenin gerçekleştiği tekmîl/olgunlaşma makamında daha fazla olur. Şanı Yüce Allah'a itaatin aynısı olan Rasûl'e itaatte, Şânı Yüce Allah bizleri sabit kılsın. [152. Mektup] |
|
![]() |
![]() |
#6 |
![]() Ey oğul! Amel yapma çağı gençlik çağıdır. Akıllı olan, bu çağı ziyân etmeyip fırsatı ganimet bilendir. Çünkü durum kapalı. İlerisi gözükmüyor. Yaşlanıncaya kadar dünyada kalınmayabilir de.. Toparlanma imkanı olsa da, o zamanlar zayıflığın ve düşkünlüğün başlangıcı olacağı için amel işlemeye güç yetmeyebilir. Velhâsıl şuan, derlenip toparlanma imkânı mevcuttur. Hele anne-babanın hayatta olması, Allahû Teâlâ'nın en büyük ihsânıdır. Çünkü senin mâişetin, onların zimmetindedir. Yani onlar senin rızkına kefildir. İşte bu mevsim, fırsat mevsimidir, güç ve kuvvetin elde olduğu vakittir. Böyle olduğuna göre, bugünkü yapman gerekenleri yarına bırakmanın ne gibi mazereti olabilir? Peygamber (s.a.v.) bu konuyla ilgili olarak şöyle buyurdu: 'Yarın yapalım diyenler, helâk oldular.' Evet, alçak dünyanın işlerini, ahiret işleriyle meşgul olmaktan dolayı geciktirmek, hakîkaten çok güzeldir. Bunun tersini yapmanın, çok çirkin olacağı gibi.. Bu devirler, nefis ve şeytandan olan din düşmanlarının, gençlerin üzerine üşüştüğü devirdir. Bu zamanlarda yapılan az amel, diğer zamanlarda yapılan birçok amelden kat kat daha üstündür. Şu askerî kuralda olduğu gibi, düşman hücum ettiği zaman, askerin ufak bir hareketi, çok kıymetli olur. Sulh zamanında ise, yapılan büyük ta'limlerin, manevraların bu kadar kıymeti olmaz. 73. Mektup |
|
![]() |
![]() |
#7 |
![]() Bu mektûb, seyyid Ferîd “rahmetullahi teâlâ aleyh” hazretlerine yazılmışdır. Ehl-i sünnet i’tikâdına göre inanmak lâzım olduğu, fıkh bilgilerini öğrenmenin ehemmiyyeti bildirilmekdedir: Allahü teâlâ yardımcınız olsun! İşlerinizi kolaylaşdırsın! Ayb ve çirkin olan şeylerden korusun! Âkıl ve bâliğ olan erkeğin ve kadının birinci vazîfesi, Ehl-i sünnet âlimlerinin yazdıkları akâid bilgilerini öğrenmek ve bunlara uygun olarak inanmakdır. Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol sevâb versin! Âmîn. Kıyâmetde Cehennem azâbından kurtulmak, onların bildirdiklerine inanmağa bağlıdır. Cehennemden kurtulacak olanlar, yalnız bunların yolunda gidenlerdir. Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Eshâbının “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” yolunda gidenler, yalnız bunlardır. Kitâbdan, ya’nî Kur’ân-ı kerîmden ve Sünnetden, ya’nî hadîs-i şerîflerden çıkarılan bilgiler içinde kıymetli, doğru olan yalnız bu büyük âlimlerin, Kitâbdan ve sünnetden anlayıp bildirdikleri bilgilerdir. Çünki her bid’at sâhibi, ya’nî her reformcu ve her sapık kimse, bozuk düşüncelerini, kısa aklı ile, Kitâbdan ve sünnetden çıkardığını söylüyor. Ehl-i sünnet âlimlerini “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” gölgelemeğe, küçültmeğe kalkışıyor. Demek ki, Kitâbdan ve sünnetden çıkarıldığı bildirilen her sözü, her yazıyı doğru sanmamalı, yaldızlı propagandalarına aldanmamalıdır. Ehl-i sünnet vel-cemâ’at âlimlerinin bildirdiği doğru i’tikâdı açıklamak için, büyük âlim Tür Püştî “rahmetullahi aleyh” hazretleri bir kitâb yazmışdır. (El-mu’temed) adındaki bu kitâbı çok kıymetlidir ve açık yazılmışdır. Kolayca anlaşılabilir. Toplandığınız zemânlarda bu kitâbı okuyunuz. Fekat, bu kitâbda, her bilgi, mantık yolu ile isbât edilmiş olduğundan uzamış ve genişlemişdir. Öğrenilmesi ve inanılması herkese çok lâzım olan bilgileri kısaca anlatan bir kitâb olsaydı dahâ uygun ve dahâ fâideli olurdu. Bu arada fakîrin de, Ehl-i sünnet vel-cemâ’at i’tikâdını kısa ve açık olarak yazmak hâtırıma geldi. Eğer yazmak nasîb olursa, size de gönderirim. İ’tikâdı düzeltdikden sonra halâl, harâm, farz, vâcib, sünnet, mendûb, mekrûh olan şeyleri de fıkh kitâblarından öğrenmek ve her işi bunlara göre yapmak da lâzımdır. Talebeden birkaçına emr buyurunuz da, fârisî dilinde yazılmış fıkh kitâblarından birisini, toplandığınız zemân okusunlar. (Mecmû’a-i Hânî) ve (Umdet-ül-islâm) adındaki kitâbları okumak çok uygun olur. Allah korusun, i’tikâd edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyâmetde, Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İ’tikâd doğru olup da, işlerde gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de afv olunabilir. Eğer afv olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. Görülüyor ki, işin aslı, temeli, i’tikâdı düzeltmekdir. Hâce Ubeydüllah-i Ahrâr “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz” buyurdu ki, (Bütün iyi hâlleri ve buluşları bize verseler, fekat Ehl-i sünnet vel cemâ’at i’tikâdını kalbimize yerleşdirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harâblıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet i’tikâdı ile süsleseler hiç üzülmem). Allahü teâlâ, bizi ve sizi, Ehl-i sünnet i’tikâdından ayırmasın! İnsanların efendisi hurmetine “aleyhissalâtü vesselâm” düâmızı kabûl buyursun! Âmîn! Lâhordan gelen bir talebe, şeyh Ciyûnun [ya’nî şeyh Ferîd hazretlerinin] eski Nahhâs câmi’inde Cum’a nemâzı kıldığını söyledi. Meyân Refi’uddîn, şeyhin iltifâtına kavuşdukdan sonra, kâdî şeyh Ciyûnun, kendi bağçesinde bir câmi’ yapdırdığını söyledi. Böyle haberleri işitdiğimiz için, Allahü teâlâya hamd olsun! Allahü teâlâ böyle iyi işleri artdırsın! Saygı taşıyanlarınız, böyle haberleri işitince çok, hem de pekçok sevinmekdeyiz. Muhterem Seyyid hazretleri “kaddesallahü teâlâ sirrehül’azîz”! Bugün, müslimânlar kimsesiz kaldı. İslâmiyyete yardım için, bugün bir çiteyl [ya’nî ufak bir gümüş] vermek, binlerce altın vermiş gibi kıymetli olur. Hangi tâli’li kimseye bu büyük ni’meti ihsân ederlerse, ona müjdeler olsun! Dînin yayılmasına, islâmiyyetin kuvvetlenmesine çalışmak, her zemân iyidir ve kim olursa olsun, böyle çalışan, cihâd sevâbına kavuşur. Fekat, islâm düşmanlarının her yandan saldırdığı bu zemânda, Ehl-i beyt-i nebevîden olan siz kahramânların “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” yardım etmesi, elbette dahâ iyi, dahâ güzel olur. Çünki Allahü teâlâ, islâmiyyet gibi en büyük ni’metini, kullarına, sizin yüksek ceddiniz ile gönderdi. Sizin yardımınız, kendi yapdığı şeye yardım etmek olur. Başkalarının yardımı ise böyle olmaz. Resûlullaha “aleyhi ve alâ âlihi minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti vetteslîmâti ekmelühâ” tâm vâris olabilmek, bu büyük işi yapmakla olur. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına karşı buyurdu ki, (Siz, öyle bir zemânda geldiniz ki, Allahü teâlânın emrlerinin ve yasaklarının onda birini yapmaz iseniz, helâk olur, Cehenneme gidersiniz. Sizden sonra öyle müslimânlar gelecek ki, Allahü teâlânın emrlerinin ve yasaklarının onda birini yapabilseler, Cehennemden kurtulurlar). İşte bizim zemânımız, o zemândır ve müjdelenenler de şimdiki müslimânlardır. Fârisî beyt tercemesi: Se’âdet topu ortaya kondu. Topu kapan yok, erlere n’oldu? Bu yakınlarda, mel’ûn Guvendval kâfirinin öldürülmesi çok güzel oldu. Onun ölümü, Hindûların burunlarının kırılmasına sebeb oldu. Ne niyetle olursa olsun, niçin öldürüldü ise öldürülsün, islâma saldıranların alçalması, müslimânlar için bir kazançdır. O kâfir öldürülmeden önce rü’yâda devlet reîsimizin, kâfirlerin liderlerinin başını kesdiğini görmüşdüm. Doğrusu o kâfir, düşmanların önderi ve kâfirlerin şefleri idi. Allahü teâlâ, o alçakları yardımsız bıraksın! İslâmiyyetin ve müslimânların yükselmesi, kâfirlerin ve kâfirliğin kıymetden düşmesine, aşağı olmasına bağlıdır. Allahü teâlâ, zimmîlerden cizye almağı emr eyledi. Onlardan bu vergiyi almak, onları aşağı kılmak içindir. Kâfirler ne kadar yükselirse, müslimânlar da o kadar alçalır. Bu inceliği iyi anlamalıdır. Çok kimse, bu bağlılığı anlıyamıyor. Bu yüzden dinlerini yıkıyorlar. Tevbe sûresinin yetmişüçüncü âyetinde meâlen, (Ey sevgili Peygamberim “sallallahü aleyhi ve sellem”! Kâfirlerle ve münâfıklarla cihâd et, döğüş! Onlara sert davran!) buyuruldu. Kâfirlerle döğüşmek, onlara sert davranmak, dinde zarûrî lâzımdır. Ya’nî îmânın şartıdır. Geçen senelerde, yayılmış olan kâfirlik alâmetlerinden şimdi, ötede beride kalmış bulunması, müslimânlara çok ağır gelmekdedir. Bugün, her müslimânın birinci vazîfesi, o alçakların kötülüklerini ahbâblarına anlatmakdır ve küfr alâmetlerinin millet arasından kalkmasına çalışmakdır. Bu kötü alâmetlerden ötede beride görülmesi, belki de bunların kötülüğünü anlamamakdan ileri gelmekdedir. Elinizden gelirse güvendiğiniz din adamlarına haber yollayınız. Bu kâfirlik alâmetlerini, millete duyursunlar. İslâmiyyetin emrlerini bildirmek için, hârika işler yapmak, kerâmet sâhibi olmak şart değildir. Bilenlerin, bilmiyenlere öğretmeleri lâzımdır. Elimde gücüm, kuvvetim yokdu da, islâmiyyetin yasak etdiği şeylerin kötülüklerini söyliyemedim diyerek, özr ve behâne ileri sürmek, kıyâmetde insanı azâbdan kurtaramıyacakdır. İnsanların en iyileri olan Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” islâmiyyetin emrlerini, yasaklarını bildirirlerdi. Ümmetleri mu’cize isteyince, (Mu’cizeleri, Allahü teâlâ yaratır. Bizim vazîfemiz Onun emrlerini bildirmekdir) buyururlardı. Allahü teâlâ dilerse, ümmetlere merhamet ederek, inanmaları, se’âdete kavuşmaları için, o ânda mu’cize yaratırdı. Her ne olursa olsun, islâmiyyeti bildirmek, gençlere öğretmek, fâidelerini açıklamak, düşmanların yalanlarını, iftirâlarını cevâblandırmak elbette lâzımdır. Bilenler, bildirmezlerse, cezâdan, azâbdan kurtulamıyacaklardır. Bu vazîfeyi yaparken, fitne çıkarmamağa, dikkat etmelidir. Dikkat ile çalışırken, kendine bir sıkıntı gelirse, bunu ni’met bilmelidir. Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlânın emrlerini bildirirlerken, görmedikleri sıkıntılar, çekmedikleri işkenceler kalmadı. Onların en üstünü “aleyhim minessalevâti efdalühâ ve minettehıyyâti ekmelühâ” buyurdu ki, (Hiçbir Peygambere, benim çekdiğim eziyyet çekdirilmedi). Fârisî beyt tercemesi: Ömür geçdi, derdimi anlatmak bitmedi, bitireyim artık, gece devâm etmedi. 193. Mektup |
|
![]() |
![]() |
#8 |
![]() Bu mektûb, müezzin hâcı Yûsüfe yazılmışdır. Ezân kelimelerinin ma'nâlarını bildirmekdedir: Evvelâ Allahü teâlâya hamd ederim! Sevgili Peygamberine salevât eder, iyilikler dilerim! Biliniz ki, ezânın kelimeleri yedidir: ALLAHÜ EKBER: Allahü teâlâ, büyükdür. Ona birşey lâzım değildir. Kullarının ibâdetlerine de muhtâc olmakdan büyükdür. İbâdetlerin, Ona hiç bir fâidesi yokdur. Bu mühim ma'nâyı, zihnlerde iyi yerleşdirmek için, bu kelime, dört kerre söylenir. EŞHEDÜ EN LÂ İLÂHE İLLALLAH: Kibriyâsı, büyüklüğü ile ve kimsenin ibâdetine muhtâc olmadığı hâlde, ibâdet olunmağa Ondan başka kimsenin hakkı olmadığına şehâdet eder, elbette inanırım. Hiçbirşey Ona benzemez. EŞHEDÜ ENNE MUHAMMEDEN RESÛLULLAH: Muhammedin 'aleyhi ve alâ âlihissalâtü vesselâm', Onun gönderdiği Peygamberi olduğuna, Onun istediği ibâdetlerin yolunu bildirici olduğuna ve Allahü teâlâya, ancak Onun bildirdiği, gösterdiği ibâdetlerin, yaraşır olduğuna şehâdet eder, inanırım. HAYYE ALESSALÂH, HAYYE ALELFELÂH: Mü'minleri, felâha, se'âdete, kurtuluşa sebeb olan, nemâza çağıran iki kelimedir. ALLAHÜ EKBER: Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamaz. Herhangi bir kimsenin ibâdetinin Ona lâyık, yakışır olmasından, çok büyükdür, çok uzakdır. LÂ İLÂHE İLLALLAH: İbâdete, karşısında alçalmağa müstehak olan, hakkı olan ancak Odur. Ona lâyık bir ibâdeti kimse yapamamakla berâber, Ondan başka kimsenin ibâdet olunmağa hakkı yokdur. Nemâzın şerefinin büyüklüğünü, onu herkese haber vermek için seçilmiş olan, bu kelimelerin büyüklüğünden anlamalıdır. Fârisî mısra' tercemesi: Senenin bereketi, bahârından belli olur. Yâ Rabbî! Peygamberlerin efendisi, en üstünü hurmetine ve şerefine 'aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât' bizleri, istediğin gibi namâz kılanlardan ve azâbından kurtulanlardan eyle! Âmîn. 300.MEKTÛB |
|
![]() |
![]() |
#9 |
![]() .ÖLMEDEN EVVEL ÖLÜNÜZ!... Zahirede cme elem veren her musibet batında ruha lezzet vericidir.zira cism ve ruh karşlıklı larak birbirini aksi vaziyetindedir .birinin acısı öbürünü tatlısıdır .ruhu sukut edip csim mertebesinde karar kılmış bir insana anlatabilecek hiç bir sır yoktur ,ruhu asli makamına çıkmadıkca ,o bedbaht insan 'belhüm adal'emri ile hayvandan daha aşağı metebede kalacaktır! ruhu asli makamına yükselmesi ,'ölmeden evvel elde edilen ölümle mümkündürki,tasavvuf ehli bu hali''fena'' tabiriyle ifade ederler .hayattayken ruhunu bu mertebeye yükseltenlere ne devlet! ABDULKADİR GEYLANİHZ.(GAVSİİYYE)Rabbim (CC) yine buyurdu: -Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Ruhları, kendilerine “BEN SİZİN RABBİNİZ DEĞİL MİYİM?” (âyet meali) hitabımdan sonra verdim. Ruhların kendi kalıplarında kıyamete kadar beklemekte olduklarını görüyorum Rabbim (CC) devamla buyurdu ki: - Ey Gavs-i A’zam (KSA)! Benim katımda uyu, ama halkın uyuduğu gibi değil, ancak o takdirde Beni görebilirsin. Bunun üzerine Rabbime (CC) dedim ki: -“Ya Rabbî (CC)! Senin katında nasıl uyuyayım?” Rabbim (CC) buyurdu ki: - Bedeni lezzetlerden kesip dondurmakla; nefsi şehvetlerden uzaklaştırmakla; kalbi hâtıralardan paklamakla; ruhu zaman mefhumundan ilgisini kesmekle ve zâtını, Zât-i İlâhiyemde fena (yok) etmekle uyuyabilirsin. ahmet yesevi hz.................... Başım toprak, özüm toprak, cismim toprak, Hak vaslına ulaşırım diyen ruhum toprak MEKTUP 152 |
|
![]() |
![]() |
#10 |
![]() Bu mektûb, Lâhor müftîsi şeyh Muhammedin oğlu şeyh Abdülmecîde yazılmıştır. Ruhun nefse niçin bağlanmış olduğu ve bunların yükselmelerini ve inmelerini ve cesedin ve ruhun Fena ve Bekâlarını ve Dâvet makamını bildirmektedir: Nûr ile zulmeti birlikte bulunduran Allahü teâlâ her türlü aybdan, kusurdan uzaktır. Mekânsız, cihetsiz olan ruhu, cihetli olan, maddeden yapılmış olan bedene yaklaştıran, Rabbimizi tesbîh ederiz. Zulmetli olan bedeni, nûrlu olan ruha sevdirdi. Nûr zulmete âşık oldu. Çok severek, onun ile birleşti. Bu bağlantı ile, nûrun cilâsı arttı. Ona yakınlaşmakla, parlaklığı çoğaldı. Nûrun bu hâli, ayna yapılacak cama benzemektedir. Cama parlaklık vermek için ve cismleri gösterebilmek kuvvetini kazanması için, önce toprak maddeleri ile sıvanır. Karanlık, katı toprak maddeleri ile sıvanan camın parlaklığı artar. Kıymetsiz, çamur gibi madde ile sıvanan camın kıymeti çoğalır. Parlak olan nûr, karanlık cesede bağlanınca, önceden Allahü teâlâya olan yakınlığını unuttu. Hattâ, kendi varlığını ve özelliklerini unuttu. Karanlık bedene olan sevgisine dalarak ve yalnız bir görünüş olan o heykele bağlanarak kendini unuttu. Onunla bir arada kalınca, kıymetini gayb etti. Kötüleşti. Bu dalgınlık çukurundan kendini kurtaramazsa, ona yazıklar olsun! Onun bedenle birleşmesi, yükselmesi için idi. Buna kavuşamazsa, yükselmeye uygun olan yaratılışını bozarsa, yolundan saparsa, ona yazıklar olsun! Allahü teâlâ ona ezelde merhamet ettiyse, onu lutfüne, inayetine kavuşturdu ise, başını kaldırır, elinden kaçmış olan nîmetleri hâtırlar, eski hâline döner. Arabî beyt tercümesi: Hep seni düşünürüm, haccım ve ömrem sanadır. Herkes taş toprak düşünür, kalbim senden yanadır. Nûr bedenden yüz çevirip, mukaddes olan sevgilinin şühûduna dalarsa, ona bağlanırsa, karanlık bedeni de, o mukaddes makama sürükler. Buraya olan sevgisi, karanlık bedene olan bağlılığını unutturacak kadar çoğalırsa, beden de onun nûrları ile aydınlanır. Nûrların müşâhedesinde kendini unutur. Matlûbun huzuruna perdesiz olarak kavuşur. İnsan, şimdi hem cesedin, hem ruhun fenasına kavuşmakla şereflenir. Bu fenadan sonra, bu şühûd ile bekâ hâsıl olursa, fena ve bekâ tamamlanmış olur. Velî ismini almak hakkı olur. Vilâyet derecesine kavuşunca, iki şeyden biri olur: Yâ, tam şühûda dalar, kendini hep unutur. Yâhut, insanları Hak teâlâya çağırmak için geri döner. Geri döndükten sonra, bâtını Allahü teâlâ ile, zâhiri insanlar ile olur. Bu zaman nûr, kendisine karışmış olan zulmetten kurtulur. Matlûbuna, yâni Hak teâlâya döner. (Eshâb-ı yemin)den olur. Kendisinin sağı solu yok ise de, hâli sağ olmaya uygundur. Çünkü hayrları kendinde toplamıştır, kemâle kavuşmuştur. Bu ikisi de sağda bulunur. Sağ mübârektir. (Allahü teâlâ hakkında da, iki eli, mübârek olan sağ taraftadır) buyurulmuş olması da bunun gibidir. (İki eli demek, Onun râzı olduğu, beğendiği şey demektir). Mekânsız nûr ve bâtın dediğimiz ruhdur. Ciheti olan karanlık ve zâhir ise, nefis demektir. Suâl: Birinci kısmdan olan, yâni geriye dönmeyen Evliyâ da, âlemi biliyor, insanlarla birlikte yaşıyor. Bunların hep Allahü teâlâya bağlı olmaları ve kendilerini unutmaları ne demektir? İnsanları Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturmak için geri dönen Evliyâ ile bunların arasında ne fark vardır? Cevap: Kendilerini unutmak ve hep Allahü teâlâya bağlı kalmak demek, nefis ruhun nûrları arasına girdikten sonra, ruh ile nefsin birlikte, Allahü teâlâya teveccüh etmesi demektir. Böyle olduğu yukarıda bildirilmiştir. Mahlûkları bilmek ise, his organları ve kuvvetleri ile ve hareket organları ile olur. Bu organlar, nefsin tafsîlidir. Nefsin arzuları ile işlemektedir. Hulâsa olan, kuvvet merkezi olan nefis, ruhun nûrları altında Allahü teâlâyı müşâhede etmektedir. Bunun tafsîli, açıkta olan kısmları, eski şü'ûru ile hareket etmektedir. Hulâsanın yok hâle gelmesi ile, onların hareketinde gevşeklik hâsıl olmuyor. Bu âleme rücû' etmiş olan Evliyâ böyle değildir. Bunların nefsi, mutmeinne olduktan sonra, ruhun nûrları altından çıkıyor. Mahlûklar âlemine bağlanıyor. Bu bağlılıkla, insanları Allahü teâlânın rızasına çağırıyor. Nefis hulâsadır, topluluktur dedik. His organları ve hareket organları ve kuvvetleri, nefsin tafsîlidir, açıkta bulunan parçalarıdır dedik. Çünkü nefsin etten olan kalbe yâni yüreğe bağlılığı vardır. Yüreğin de, (Hakîkat-i câmia-i kalbiyye), yâni kısaca kalb veya gönül denilen latîfeye bağlılığı vardır. Yürek, gönüle olan bu bağlılığı sebebi ile, ruha da bağlanmış olur. Ruhdan gelen feyzler, bu bağlılıklar vâsıtası ile nefse gelir. Sonra nefsten organlara ve kuvvetlere yayılır. Bunlar nefste hulâsa olarak mevcûddur. Bu anlaşılınca, Evliyânın iki kısmının başka oldukları anlaşılmış olur. Birincileri, sekr sahipleridir, yâni şü'ûrsuzdurlar. İkincileri sahv sahipleridir. Yâni şü'ûrludurlar. Birincileri daha şerefli, ikincileri ise, daha üstündür. Birincilerin hâli Evliyâlığa uygundur. İkincilerin hâli Peygamberliğe uygundur. Allahü teâlâ, bizleri Evliyânın kerâmetlerine kavuşmakla şereflendirsin ve Enbiyâya “salevâtüllahi teâlâ ve selâmühü alâ nebiyyinâ ve aleyhim ve alâ cemî'i melâiketil mukarrebin vel'ibâdissâlihîn ilâ yevmiddîn” tam uymakla yükseltsin! Bu satırları yazan duâcınızın, arabîsi, fârisîsinden daha güzel değil ise de, şerefli mektûbunuz arabî kelimelerle yazılmış olduğundan, mektûbumuzu da, sizin gibi yazdık. Sözümüz burada tamam oldu. Hepinize selâm olsun! MEKTUP 22. |
|
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|