![]() |
#1 |
![]() Muhaddis Ahmed bin Hacer Haysemi, Fetava-i Hadisiye isimli eserinde şöyle buyurmuştur: ‘Hulasa olarak Allah-u Zülcelâl'e süluk eden şahıs için en güzel yol, bu söylenenlere vasıl olmak için, bir tabib-i azam olan Mürşid-i Kâmile tabi olup, tedavisinin altına girmektir.’
İmam Fahreddin-i Râzî (ks) Tefsir-i Kebir'inde fatiha suresindeki; ‘(Ya Rabbi) bizi, o kendilerine nimet verdiğin mesutların yolu olan doğru yoluna hidayet eyle’ (Fatiha, 5,6 ) ayet-i kerimesinde: ‘Bir kimsenin ancak bir Mürşid-i Kâmile teslim olup manevi dairesine girmek suretiyle, kendilerine nimet verilen kişilerin doğru yoluna hidayet olabilir’ diye işaret ettiğini söylemiştir. Hüccet-ül İslam İmam-ı Gazali (k.s), Sufiyyeye dahil olmanın ve onlarla beraber bulunmanın, farz-ı ayn olduğunu söylemiştir. (Şerh'ul Hikem li İbni Uceybe c. 1/ s. 7) Çünkü hiçbir kimse kusurlardan ve manevi hastalıklardan beri değildir. Yalnız bu durumdan peygamberler hariçtir, manevi hastalıklardan ve kusurlardan kurtulabilmek için mutlaka bir Mürşid-i Kâmile teslim olup intisab etmek gereklidir, demektedir. Tarikat ehline, Musa (as)'nın Hızır (as)'a yapmış olduğu şu teklif şeref olarak kafidir. Nitekim Allah-u Zülcelâl, Kur'an-ı Kerim'de bu kıssayı hikâye ederek; ‘Musa (a.s)'nın Hızır (a.s)'a ‘Sana öğretilen ilimden bana da öğretmen şartıyla sana tabi olabilir miyim?’ buyurmuştur. Musa (a.s) Ulu'l Azam peygamberlerden olduğu halde, Hızır (as)'a manevi ilminden dolayı mutabaat yapmayı ve kendisini bu konuda irşad etmesini teklif etmiştir. Musa (a.s): ‘Ya Rabbi (bilmek istiyorum) yeryüzünde benden daha alim bir kimse var mı?’ (Kehf,66) Diye Allah-u Zülcelâl'e münacaatta bulundu. Allah-u Zülcelâl; ‘Evet kulum Hızır vardır,’ buyurdu Musa (a.s) onunla konuşmayı ve beraber olmayı murad etti. Allah-u Zülcelâl'de onların buluşmasını sağladı. Musa (a.s) Hızır (a.s) ile bir araya geldiği zaman bu ayet-i kerimeyi ona söyleyerek kendisine tabi olmayı teklif etti. İşte bu ayet-i kerime, tasavvuf ehlinin, bu manevi ilmi elde etmek için bir Mürşid-i Kâmile intisab etmesinin gerekli olduğuna en büyük delildir. Ahmet bin Hanbel (r.a.) daha önceleri tasavvuf ve tarikatı tasvip etmediği halde, Ebu Hamza Bağdadi (k.s)'yi gördükten sonra tasavvuf ve tarikatın Hak ve de gerekli olduğunu itiraf etmiştir. Hatta oğlu Abdullah'a; ‘Oğlum bu insanlardan ayrılma, onlarla beraber ol; bütün emirlerin başı bunlardadır.’ (Allah-u Zülcelâl'in tanınması, zühd, vera güzel âhlak) diye nasihatta bulunmuştur. İmam-ı Gazâlî (rh.a.) kendine bir mürşid arayıp bulduktan sonra, mürşidiyle beraber olmak sureti ile kendini yetiştirmeye çalışmıştır. Ve uzun zaman ondan istifade etmiştir. İzzettin bin Abdusselam mürşidi Hasan-ı Şâzelî'nin uzun zaman yanında bulunmuş ve sohbetlerine devam etmiştir. Hatta şöyle buyurmuştur: ‘Ben şeyh Hasan-ı Şazeli ile beraber olmadan önce kemalâtı ve İslam âhlakını bulamamıştım. Ancak onunla beraber olduktan sonra buldum.’ İmam-ı Gazali'ye ‘Hüccet-ül İslâm’, Şeyh İzzettin bin Abdüsselam'a da ‘Sultan-ül Ulema’ dedikleri halde ve ikisi de şeriatı ve zâhirî ilmi en üst düzeyde bilmelerine rağmen yine de bir Mürşid-i Kâmile intisab etmişler ve tarikata girmişlerdir. Bütün bu deliller gün gibi aşikâr olduğu halde, bu ahir zamanda bizler niçin buna ihtiyaç duymuyoruz? Halbuki Allah-u Zülcelâl; ’Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun’ (Tevbe,119) diye emretmiştir, diğer bir âyet-i kerimede de; ‘Bana yüz tutanın yolunu tut’ (Lokman,15) buyurmuştur. Bu âyet-i kerimelerden de anlaşıldığı gibi bir kimsenin bir Mürşid-i Kâmile intisab etmesi vaciptir. Hatta İmam-ı Gazali'nin buyurduğu gibi farz-ı ayn'dır. Çünkü sadıklarla beraber olmak, emir olarak bildirilmiştir. Şeyh-ül Ekber İbn-i Arabi (k.s) şöyle buyurmuştur: ‘Her zamanda Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer (r.a.) gibi içi dışı, sözü özü birleşen zevatlar bulunmaktadır. Onlara sadıklar denir. Çünkü onlar özleriyle imanlarında, fiilleriyle amellerinde, sözleriyle hallerinde sabit, doğru, müstakim, haktan ayrılmaz zevatlardır. Bunlarla beraber olmayı Allah-u Zülcelâl emretmiştir.’ Peygamber Efendimiz (s.a.v) Haris bin Malik (r.a.)’e; ‘Ya Haris! Nasıl sabahladın?’ diye sormuş, O da; ‘Hak bir mümin olarak’ cevabını verince, Peygamber Efendimiz (s.a.v.); ‘Ne dediğine bak. Şüphesiz her hakikat için bir hakikat vardır. İmanın hakikati nedir’? (Bunu ispat et.) buyurmuştur. Haris bin Malik (r.a.) ‘Ben Nefsimi dünyadan çevirdim cennetteki mü'minlerin sanki birbirlerini ziyaret ettiklerini görüyorum. Cehennemdeki insanların da sanki ateşin içinde yuvarlandıklarını görüyorum. Allah-u Zülcelâl'i Arş-ı Âlâ'da bariz (tecelli ettiğini) görüyorum deyince’ Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Sen Hak bir mü'minsin haline devam et’ diye üç kere tekrar etti ve ‘kim kalbini nurlandırmak istiyorsa Haris'e baksın.’ (Şuab'ul İman; c.7/ s. 363.) buyurdu. Tabi bu bakış manalı bir bakıştır. Zâhirî ve surî bakış murad edildiği gibi, rabıtadan murad olan manevi bakış da kastedilmiştir. Bu tür bir bakıştan dolayı insanın üzerine Allah-u Zülcelâl'in rahmeti, feyzi ve bereketi geldiği için kalbi münevver (nurlandırmak) eder. İşte Mürşid-i Kâmillerin yüzüne bakmak da böyledir. Bu bakış İster zâhirî olsun, ister manevi olsun farketmez. Elde edilen menfaat aynıdır. Alıntı Kaynak: Seyda Muhammed Konyevi (ks), Kur'an ve Sünnet Işığında Adab Allah c.c Seyda Muhammed Konyeviden kat kat razı olsun eserleri tasavvuf karşıtlarına yazıları çok güzeldir.
![]() Konu Alem_i Ervah tarafından (04-16-2009 Saat 17:55 ) değiştirilmiştir.. |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|