![]() |
#1 |
![]() “İman edip salih ameller işleyenler için Rahman
olan ALLAH (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem 19/96) Türkçe'de sevgi kelimesiyle ifade ettiğimiz muhabbet, dostluğun samimî ve katıksız hâlidir. Hayatın özünü teşkil eden muhabbet, sevgiliye kavuşma ve onun güzelliğini görme heyecanı içinde bulunan kalbin, ihtizaza gelip coşmasına sebep olan bir duygudur. Muhabbetin nefsâni ve rahmanı olmak üzere iki vechesi vardır. ALLAH'a ve onun rızasına yönelik her sevgi rahmâni, diğer tüm sevgiler ise nefsanîdir. Kur'an-ı Kerîm kalbî bir yöneliş ve arzuyu ifade eden muhabbetin, hakikatte yalnız ALLAH Teâlâ'ya teveccühünün lüzûmu üzerinde ısrarla durur. Nitekim Hz. İbrâhim'in dilinden “Ben batanları (yok olanları) sevmem” (el-En'âm 6/76) buyrularak fânî varlıkların gerçek anlamda sevgiye layık olmadıkları vurgulanırken, ALLAH'tan başka varlıkları, ALLAH'ı sever gibi sevmenin yanlışlığı da şöyle beyan edilir: “İnsanlardan bazıları ALLAH'tan başkasını ALLAH'a denk ilahlar edinir de onları ALLAH'ı sever gibi severler. İman edenlerin ALLAH'a karşı sevgileri ise her şeyden daha sağlam ve kuvvetlidir.” (el-Bakara 2/165) Şu âyet -i kerîmede ise kalbin tezyin edildiğini, iman nimetinin temelinde muhabbetin olduğunu görmekteyiz: “...ALLAH size imanı sevdirdi ve onu kalplerinizde süsledi. Küfrü, fıskı ve isyânı ise çirkin gösterdi.” (el-Hucurât 49/7) Kalpte sevgi duygusunun oluşmasında, seven ve sevilen bakımından güzellik ve kemâl önemli bir unsurdur. Zira insan, bozulmamış selîm bir fıtrata sahipse güzelliğe ve kemâle karşı gönlünde tabiî bir akışın varlığını hissedecektir. Dolayısıyla kemal ve güzelliğin olduğu yerde sevgi de olacaktır. Hadîs-i şerîfte “ALLAH güzeldir, güzelliği sever ” (Müslim, Îmân, 147) buyrulmakla sevginin menbaında güzelliğin bulunduğu belirtilmektedir. Buna göre bütün güzelliklerin sahibi olan ALLAH, aynı zamanda gerçek sevginin kaynağıdır. Çünkü O, Vedûd 'dur. (el-Burûc 85/14) “ Vedûd ” ismi, “çok seven” mânasına geldiği gibi “çok sevilen” anlamına da gelir. ( Râzî, XXXI, 112) Hadîs-i şerîfte sevilen bir kulun diğer varlıklara nasıl sevdirildiği şöyle anlatılır: “ALLAH bir kulu sevdiği vakit, Cibrîl'i çağırır ve şöyle buyurur: - Ben falan kulumu seviyorum onu sen de sev. Ve onu Cebrâil de sever. Daha sonra Cibrîl semâ halkına (meleklere) şöyle seslenir: - Gerçekten ALLAH falanı seviyor, onu siz de sevin. Artık onu semâ ehli de sever. Bundan sonra ALLAH onu yeryüzündeki kullarına da sevdirir. ” (Müslim, Birr, 157) Sevgi, kalbî bir duygu olması itibariyle mücerred, tezâhürleri bakımından da müşahhas bir durum arzetmektedir. Dolayısıyla gereği yerine getirilmeyen sevgi iddiası, sadece bir sözden ibarettir. Nitekim ALLAH'ı sevdiklerini söyledikleri hâlde ALLAH Resûlü'ne ittâba etmeyen kimselerin sevgi iddiaları gerçekçi değildir. Bu hususa Kur'an-ı kerîm'de şöyle dikkat çekilmektedir: “ (Resûlüm!) De ki: Eğer ALLAH'ı seviyorsanız bana tâbî olun ki ALLAH da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân 3/31) Fahri Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in “iman nedir?” sorusuna, kelime-i şehâdeti zikrettikten sonra , “ALLAH ve Resûlü'nün kişiye her şeyden daha sevimli olmasıdır” (İbn-i Hanbel, IV, 11) sözleriyle karşılık vermesi de öncelikli sevginin çerçevesini göstermesi bakımından önem arzeder. Bir başka hadiste ise, “imânın tadını almanın” ancak böyle bir sevgiyle mümkün olabileceği belirtilmiştir. (Buhârî, İman, 9; Müslim, İman, 67) Enes bin Mâlik'in naklettiği bir rivayete göre bedevînin biri Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem-'e: - Kıyamet ne zaman kopacak? diye sordu. Efendimiz: “ – Kıyamet için ne hazırladın?” buyurdu. Bedevî: - ALLAH ve Resûlü'nün sevgisini, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-: “- O hâlde sen, sevdiğin ile berabersin” buyurdu. Bu hadîs-i şerîfi duydukları zaman ashâb-ı kirâm da çok sevinmişlerdi. Hatta Enes -radıyallâhu anh-'ın söylediğine göre, İslâmiyet'le şereflendikten sonra hiçbir şeye böylesine sevinmemişlerdi. Enes sevincini şöyle dile getirmişti: “Ben ALLAH'ı, Resûlü'nü, Ebû Bekir'i ve Ömer'i seviyorum. Onların yaptığı ibadetleri ve hayırlı işleri yapamasam bile onlarla beraber olmayı umuyorum.” (Müslim, Birr, 163) Doğrusu beraberlik için aynı seviyeyi paylaşmak ya da aynı şeyleri yapmak şart olmasa da kişi beğendiği ve takdir ettiği kimselere tâbi olmaya çalışır. Bu sayede herkesin kalbindeki muhabbetin tezahürü, takati nisbetince yaptığı işlerde kendini gösterir. Aksi halde iddiadan öteye geçmeyen kuru bir sevgi, kişinin kurtuluşuna vesile olamaz. Bir âyet-i kerîmede hakiki sevginin imân ve onun tezahürü olan salih ameller sayesinde gerçekleştiği şöyle beyan buyrulmaktadır: “İman edip salih ameller işleyenler için Rahman olan ALLAH (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem 19/96) İbn-i Abbas -radıyallâhu anhuma- bu ayetteki “sevgi yaratma” ifadesini “ALLAH'ın onları sevmesi ve başkalarına sevdirmesi” şeklinde tefsir etmiştir. (İbn- Kesîr, Tefsîr, III, 141) Kalbin hakiki sevgiyi elde edememesi ise, ALLAH'ı tanımamak ve O'nun nimetlerine karşı nankörlük etmekten kaynaklanır. Kur'ân-ı Kerîm böyle sevgisiz güruhların helâk edileceklerini ve onların yerine gönülleri sevgiyle dolu toplumların getirileceğini şöyle ifade etmektedir: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) ALLAH, yakında öyle bir toplum getirecek ki O, onları sever, onlar da O'nu severler...” (el-Mâide 5/54) Bu âyet, ALLAH ile kul arasında karşılıklı bir muhabbet bağının gerekliliğini açık bir şekilde vurgulamaktadır. Din, bir teslimiyet ise teslimiyetin esası da muhabbettir. Bu itibarla bizzat ALLAH'tan muhabbet talebinde bulunmak, kulluğun zarurî bir gereği olmaktadır. Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in: “Allâhım! Sen'den sevgini, Sen'i sevenlerin sevgisini ve Sen'in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allâhım! Sen'in sevgini bana nefsimden, âilemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!” (Tirmizî, Deavât, 72) mealindeki duâları da böyle bir talebin gerekliliğine işaret etmektedir. İnsanın şiddetle muhtaç olduğu ALLAH sevgisini, kalbimizde duyabilmek için, O'nun yarattıklarını, bilhassa eşref-i mahlukât olan insanı sevmek gerekir. Nitekim Resûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-'in “ Îmân etmedikçe cennete giremezsininiz, birbirinizi sevmedikçe de îmân etmiş olamazsınız ” (Müslim, Îmân, 93) buyruğu gerçek îmânın, dolayısıyla gerçek sevginin boyutlarını belirtmesi bakımından önemlidir. Kaynağı ALLAH'a dayanan bu sevgi, kalbin azığı, ruhun gıdası, gözün nûrudur. Sevgi sermayesinden mahrum olan kimseler yaşayan ölüler sınıfından sayılır. Sevgi nûrunu yitirenler, karanlıklar denizinde kaybolurlar. Sevgi şifâsından mahrum olanların kalpleri, bütün hastalıklara açık durumdadır. Sevmeyi başaramayanlar, hayatlarını elem ve keder içinde geçirirler. Sevgi, îmân ve amellerin rûhudur. Bu duygudan mahrum olanlar, ruhsuz ceset gibidirler. (İbn-i Kayyim, Medâric, III, 6, 7) Öte yandan şiddetli sevgi, kalbe has bir duygu, hatta bir sezgi olduğu için pervasızdır. Sanki aklın ve mantığın bütün hükümlerini altüst eder. Kendi istiklalinin fermanını kendisinden alır. O “ye” derse yenir, “gör” derse görülür. İşte kalbin sevgiyle birleşen sezgi yanı, bu şekilde bağımsız bir haldir. Hz. Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- “Sevgin, seni kör ve sağır eder ” (Ebû Dâvûd, Edeb, 116) buyurmakla bu hususa vurgu yapmakta; bir başka hadis-i şerifte de biz mü'minleri her meselede olduğu gibi sevgide de itidale şöyle çağırmaktadır: “Dostunu severken ölçülü sev, zîrâ günün birinde düşmanın olabilir. Düşmanına da ölçülü bir şekilde buğzet, çünkü günün birinde dostun olabilir.” (Tirmizî, Birr, 60) Diğer taraftan kişinin, ALLAH ve Resûlü'nün sevgisini ön planda tutarak, meşru daire içerisinde yaşamaya vesile olan şeyleri sevmesi tabii bir duygudur. Bir âyet-i kerimede bu hususa şöyle dikkat çekilmektedir: “ Nefsanî arzulara, (hususiyle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, ALLAH'ın katındadır.” (Âl-i İmrân 3/14) Kalpte cereyan eden muhabbetin en saf ve katıksız olanı ebeveynin, özellikle annenin çocuğuna gösterdiği sevgidir. Yavrusunun yüzüne bakınca, kalbinde sevgi sıcaklığını, onu özleyince de hasret acısını hisseder. Bir hadîs-i şerifte çocuğu ölen kimse için, ALLAH Teâlâ'nın, meleklerine: “Kulumun çocuğunu elinden aldınız, onun gönlünün meyvesini kopardınız ” (Tirmizî, Cenâiz, 36) buyrulmak suretiyle bu gerçeğe işaret edilmektedir. Netice olarak, insan hissiyâtını son derecede etkileyici bir mahiyete sahip olan sevgi duygusu , bilhassa kalp-ALLAH ilişkisi bakımından oldukça önem arzeder. Öyle ki ALLAH ile kul arasında muhabbet kalmamışsa, hayatın da anlamı kaybolmuş demektir. Zira insanın yaratılış gayesi ALLAH'a kulluk , kulluğun özü de teslîmiyet ise, teslimiyeti gerçekleştiren yegane unsur muhabbettir. Kur'an ve Sünnet'te sevginin kime, neye ve ne ölçüde olması gerektiği gibi meseleler detaylı bir şekilde açıklanmış, bu hususta öncelikle teslimiyetin elde edilmesine vurgu yapılmıştır. Dolayısıyla hesap günü insanı kurtaracak olan kalb-i selîm, bir diğer ismiyle ALLAH'a teslim olan kalbi elde etmenin temelinde, gönlün ALLAH sevgisiyle doldurulması yatmaktadır.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
Seçenekler | |
Stil | |
|
|