AK Gençliğin Buluşma Noktası
Genel Tarih Devlet tarihleri ve kültürleri.



Cevapla
Seçenekler
 
Alt 02-09-2008, 02:22   #1
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart - "Mustafa Armağan" Arşivi -
İNGİLİZ KÂŞİFİN TÜRK ' E DUASI


David Livingstone 19 Mart 1813’de İngiltere’de yoksul bir ailede dünyaya geldi. Daha 10 yaşındayken bir dokuma fabrikasında çalışmaya başlamıştı. O zamanlar yalnız büyükler değil, çocuklar da karınlarını doyurabilmek için gayet ağır şartlarda çalışmak zorundaydılar. Küçük Livingstone yılmıyor, fabrikada tam 12 saatini geçiriyor ve 7 kişilik ailesiyle tek odalı bir evde yaşıyordu. Yine de kendisini yetiştirmek için didinirken görüyoruz onu. Mesela ilk haftalığının bir kısmıyla kitap satın aldığını ve onu fabrikada okuyup bitirdiğini söylüyor kaynaklar. Bilim ve seyahat kitaplarını tercih ediyordu. Geceleri de Latince öğrenmek için bir okula gidiyordu. Oyun nedir bilmemişti Livingstone, çocukluğunu yaşayamamıştı. Ama bütün hayatı bir oyun gibi geçecekti.

26 yaşında Glasgow’da bir Protestan üniversitesine kaydoldu. Tıp, kimya ve ilahiyat okudu. Yazları fabrikada çalışıyor, para biriktiriyor, kışları da okula gidiyordu. 1839’da tıp misyoneri olarak Çin’e gitmeye karar verdi. Ama olmadı. Çin’in kapıları Afyon Savaşı’ndan dolayı İngiltere’ye kapanmıştı çünkü. Livingstone aldırmadı ve mesleğinde yükselmeye baktı. Nihayet 20 Kasım 1840’da o tarihî kararını verdi: Tanrı’nın emrini dinleyecek ve doğru Afrika’ya gidecekti. Bu sırada henüz 27 yaşındaydı.

[size=12pt]Bekle beni Afrika!


Afrika hakkında çok şey okumuş ve işitmişti. En çok da coğrafya kitaplarında ve atlaslarda henüz keşfedilmediği için “beyaz” olarak bırakılan Orta Afrika’yı merak ediyordu. Tanrı’nın kendisini Afrika’da çalışmak ve insanların acılarını dindirmek için seçtiğine ve okuttuğuna inanmıştı.

1840-1841’de, yani bizim Tanzimat’ın ilan edildiği yıllara rastlayan tarihlerde Güney Afrika’ya yaptı ilk yolculuğunu. Lakin bu ilk seferinde ‘Kara Kıta’da fazla kalamadı. Dönüşünde misyonerliğini pekiştirecek bir adım daha attı ve bir Protestan papazının kızıyla evlendi. Artık bundan sonra eşiyle beraberce gideceklerdi uzak diyarlara.

Eşiyle çıktığı bu yıpratıcı Afrika yolculuğunda kâh azgın nehirlerde sularla mücadele ettiler, kâh ıssız çöllerde kumlarla. Balta girmemiş ormanlara da, aç bataklıklara da gömüldüler. Türlü hastalıklarla boğuştular; çeçe sinekleriyle de. Göller ve şelaleler keşfettiler. Nice kabileler tanıdılar. Şehirler de tabii. 1855 yılında keşfettikleri şelaleye, İngiltere Kraliçesi Victoria’nın adını koymayı ihmal etmediler ki, bu şelale hala kraliçenin adıyla anılır haritalarda.

Bu arada David Livingstone’un, vakit buldukça haritalar çizip gökyüzünü gözlemlediğini de yazıyor kitaplar. Bu 16 yıl süren nefes nefese yolculuktan sonra döndüğü Londra’da, millî bir kahraman gibi törenle karşılandığını biliyoruz.

Sonraki yıllarda da devam etti keşifleri Livingstone’un. Nihayet 1873 yılında, 60 yaşındayken şiddetli kanamalar sonucunda Bangweulu gölü yakınlarındaki bir köyde (Ulala) son nefesini verdiğinde eskiden Afrika’nın haritalarda, hakkında yeteri kadar bilgi bulunmadığı için beyaz renkle gösterilen kısımları, coğrafyacıların ve elbette emperyalist güçlerin azgın iştahına altın bir tepsiyle sunulmuş bulunuyordu. Kendisi şahsen köleliğe karşı olabilirdi ama Avrupa sömürgeciliğine iştahını kabartan kıta, bugün dahi süren ağır bir sömürünün karanlık adresi oluyordu.

Misyoner kâşifin başarısı

Velhasıl tek başına bir adam, arkasına Evanjelik misyonu almış ve 1840 yılında uzun yürüyüşüne çıkmıştı. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra Afrika, Avrupa’dakinden daha fazla Hıristiyan barındıran bir kıta haline gelivermişti. Bugün Nijerya’daki Anglikan mezhebine mensup insan sayısının İngiltere’dekinden fazla olmasının hemen hemen tek bir sebebi vardır: O tek kişinin misyonu uğruna giriştiği delice girişim.[1]

“Tanrı beni uzak ülkelere çağırıyor” demişti bir konuşmasında. Orada kendini bekleyenler olduğundan emindi. Nitekim yanlarında kaldığı bir kabileyi Hıristiyan yapamadığına için için kederlenirken beklediği fırsat birden zuhur edivermişti. O sırada kabile reisinin çocuğu hastalanmış, büyücüler de onu bir türlü iyileştirememişlerdi. Doktor Livingstone fırsat bu fırsat deyip ‘Bir de ben bakayım’ teklifinde bulunmuş ve çocuğun basit bir hastalıktan muzdarip olduğunu görünce rahatlamıştı. Verdiği ilaçla çocuk ayağa kalkar kalkmaz, kabile toptan Hıristiyanlığı kabul etmişti bile.

27 yaşında genç bir adamın gözünü karartıp tek başına girdiği Afrika kıtasından tam 33 yıl sonra tabutu törenle çıkarken, ardından gelenlerin kıtanın çehresini kısa zamanda değiştireceği fark edilmemişti belki. Lakin gördüğümüz gibi değişti. Hem de pek çok değişti.

Afrika’ya şifa götürecek Türk aranıyor

İşte “Victoria çağı”nın unutulmaz “Süpermen”lerinden David Livingstone, ölümünden bir yıl önce bir mektup yazmış ve mektubunda bizi de çok ilgilendiren şu ilginç sözleri etmişti:

“Yalnızlığıma ekleyebileceğim tek şey, Tanrı’nın engin inayetini, dünyanın bu kanayan yarasına (Afrika’yı kastediyor) şifa olacak Amerikalı, İngiliz veya Türk herkese, ihsan buyurmasıdır.”

Burada dikkatimiz çekmesi gereken nokta, 1872 yılında, yani Hasta Adam ilan edildiğimiz, Avrupalının elinde oyuncak olduğumuzu zannettiğimiz bir tarihte, bir İngiliz kâşifinin Afrika’nın derdine derman olacak üç ülke insanını saymış ve Türkleri de zamanın süper güçleri olan İngilizler ve Amerikalılarla birlikte zikretmiş olmasıdır.

Ne var ki, işin daha da çarpıcı yanını en sona bıraktım. Yandaki resimde de gördüğünüz üzere Livingstone’un İngiltere’nin kahramanlarını gömdüğü mezarlık olan Westminster Abbey’deki mezar taşına yukarıya aldığımız sözünün aynen yazılmış olmasıdır.

Günün birinde bu mezarlığı ziyaret edecek bir vatandaşımız çıkarsa lütfen Livingstone’un mezar taşında yazılı olan “Turk” kelimesinin 1873’deki anlamına ve ağırlığına biraz daha yakından baksın, derim. 135 yıl sonra da olsa o tek kelime üzerinde düşünsün ve bugünkü İngiliz kahramanlarının mezar taşlarına neden “Türk” ismini yazdıramadığımız üzerinde gelecek adına mütevazı da olsa bir ders çıkarsın.
[/size]

Niall Ferguson, Empire: The Rise and Demise of the British World Order and the Lessons of Global Power, London 2002, Basic Books, s. 159.

MUSTAFA ARMAĞAN

 

ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 03-18-2008, 01:28   #2
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart 87 yıl önce de İstiklal Marşı’na karşı çıkanlar vardı (MUSTAFA ARMAĞAN )

Emekli Tümgeneral Doğu Silahçıoğlu, “Cumhuriyet” gazetesinde İstiklal Marşı’nı fazla dinci bulduğunu ve içinde geçen bazı ümmetçi kelimeler yüzünden içine sindiremediğini yazmıştı.

Ne var ki, İstiklal Marşı’mıza yönelik bu incitici ve soğutucu tavır yeni değil. Necip Fazıl’ın deyişiyle “mahut” kesimler 87 yıldır İstiklal Marşı’nın içeriğinden mayına basmış insanların çaresizliği içinde fena halde rahatsızlar.

Akif’in şiirini beğenmeyenler olabilir. Fakat yıllar yılı her çalındığında “hazırol-rahat” emrini veren bir komutanın, ömrünün “rahat” pozisyonuna geçtikten sonra zamirindekini boşaltmasıdır asıl acı olan nokta. Biliyoruz ki, İstiklal Marşı’nın ilk okunduğu oturuma Mustafa Kemal Paşa başkanlık ediyordu ve Hasan Basri Çantay’ın dediğine göre, 12 Mart günü marşı ayakta dinleyip alkışlayanlar arasındaydı. Hatta İsmail Habib Sevük’e, İstiklal Marşı’nın en beğendiği beytinin “Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet/Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl” olduğunu söyledikten sonra “bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır” dediğini de biliyoruz.

Orhan Okay hocanın ağzına sağlık. “Mehmed Akif” demişti, “Türk şiirinin Mimar Sinan’ıdır, İstiklal Marşı da Selimiye’sidir.” Sinan’a ve Selimiye’ye karşı çıkanlar olmuş muydu bilmiyoruz ama Silahçıoğlu çizgisindekiler az da olsa hep mevcuttu. Aşağıda onlardan ikisini tanıyacağız. Açın Nazım Hikmet’in “Kuvâyi Milliye” destanını ve şu mısraları gözünüzü kırpmadan okuyun:

Bizim İstiklâl Marşı’nda aksıyan bir taraf var,
bilmem ki, nasıl anlatsam,
Âkif, inanmış adam,
Fakat onun, ben,
inandıklarının hepsine inanmıyorum.

Belli ki Nazım’ın İstiklal Marşı’nda hazmedemediği taraflar vardır. Olabilir. Ancak dikkatinizi çekmek istediğim nokta başka.

Maalesef Nazım Hikmet’in bazı şiirleri ‘de’ gizli eller tarafından makaslanmıştır. Mesela yukarıda geçen “Âkif, inanmış adam” mısrası, sözkonusu destanın 1965’te yapılan ilk baskısında “Âkif, inanmış adam, büyük şair…” şeklindeydi. Yani “büyük şair” ifadesi sonradan metinden çıkarıldı. Neden? Nazım Hikmet’in Akif’e “büyük şair” demesini kimler istememiş olabilir?


Akif’in İstiklal Marşı’na karşı çıkanların ilki, bizzat TBMM bünyesindendi. Tunalı Hilmi Bey, Abdülhamid’e öfkeli muhalefetiyle adını duyurmuştu. “Geçici meclis”in Ankara’da toplanması kararlaştırılınca -ki “Meclis-i muvakkate” tabiri bizzat milletvekili mazbatalarında geçer- TBMM’ne katılan Tunalı Hilmi, ilk mecliste halkçı ve Türkçü fikirleriyle tanınırdı.

Takvimler 12 Mart’ı gösteriyor ve meclis başkanlığı kürsüsünde Abdülhak Adnan (Adıvar) oturuyordu. Yarışmaya gönderilen şiirler içinden 7’si seçilip meclise gönderilmiştir. 1 Mart günü bu şiirlerden sadece Akif’inki okunmuş ve okunur okunmaz da, daha ilk mısrasından itibaren şiddetli alkışlarla karşılanmıştır.

Bir usul tartışması yaşanmaktadır. ‘Şiirleri edebiyatçılardan oluşan bir komisyona havale edelim, onlar karar versin’, diyenler ile ‘Hayır, bu meclisin işidir’, diyenler arasında kıyasıya bir mücadele yaşanmaktadır. Besim Atalay, milli marşların halkın ruhundan fışkırması gerektiğini, ödül için yazılmış bir şiirin milletin hissiyatını dile getiremeyeceğini savunur. Akif karşıtı harekâtın düğmesine basılmıştır.

Hamdullah Suphi para meselesini izah eder, Akif’in yarışmaya para ödülü olduğu için katılmadığını ve kendisinin ısrarıyla ve ödül şartını kaldırmasıyla şiirini yazmaya razı olduğunu anlatır. Üstelik milli marş halk arasından doğmadı diye bekleyecek miydik? Şairlerimize başvurulmuş ve onlar da şiirlerini göndermişlerdir.

Ardından Dr. Suat Bey ile Hacı Tevfik Efendi, Akif’in şiirini destekleyen konuşmalar yaparlar. Onlara cevap Tunalı Hilmi’den gelir. Gürültüler ve protestolar arasında yaptığı konuşmada şunları söyler:

“Arkadaşlar, mesele gayet mühimdir. Eğer bu marş milletin ruhunu kavrıyabilecek bir marş ise onda ufacık bir yakışıksızlık diyelim, sonra o marş için pek büyük düşüklük verir. Biraz serbest söyliyemiyorum, kusura bakmayınız… Katiyen Hamdullah Suphi Bey’in isticaline [marşın kabulü için acele etmesine] iştirak edemem.”

Refik Şevket Bey’in, Akif’in de salonda bulunduğunu kastederek, şairlerin şahsiyetlerine tecavüz edilmemesi için müzakerelerin burada kesilmesi ve oylamaya geçilmesi yolundaki itirazına rağmen konuşmasını sürdüren Tunalı Hilmi, şiirleri bir özel komisyona havale etmeyi teklif eder. Ne kadar gizlese de, Akif’in şiirinde hazmedemediği taraflar olduğu besbelli olan Tunalı Hilmi’nin derdi, kabul edileceği kesin gibi olan bu şiirin en azından “belli yerleri”nin değiştirilmesidir. Marşın neresinden rahatsız olduğunu açıkça belirtmeye cesaret edemeden şunları söyler:

“O özel komisyon, seçtiği manzumenin sahibini çağırır, der ki ona: Şu mısrayı çıkarsanız veya şu mealde değiştirseniz ve şu kelimenin bununla değiştirilmesi mutlaka gereklidir. Sahibi bu değişikliklere onay verir ve o zaman manzume daha parlak olur.”

Plan şu: Edebiyatçılardan oluşacak komisyon şairleri huzuruna davet edecek. Bir şiiri seçecek ama o şiirde beğenmediği kelimeleri çıkarttıracak, değiştirtecek veya yeni kelimeler eklettirecek. Velhasıl, koca Akif’i bir talebe gibi imtihana sokturacak. Tabiatıyla Akif de bunu kabul etmeyeceği için şiirini yarışmadan çekecek. Anladınız tabii: İğrenç bir oyunun eşiğindeyiz.

Sonra bir önerge savaşları. Çantay ve arkadaşları Akif’in şiirinin oylanmasını talep eder, Tunalı Hilmi’nin ekibi ise komisyona havalede ısrarlıdır. Meclisteki ağırlık Akif’ten yanadır ya, Hilmi Bey son bir hamle yapar. Bu defa asıl gayesini saklamaz. Akif’in marşının “tebdil edilmesi [değiştirilmesi] ihtimali vardır” diyerek rahatsızlığını belli eder. Ne ki, Meclis başkanı müzakereyi bitirir. Şimdi sıra oylamaya gelmiştir. Bu arada Refik Şevket Bey’in sesi duyulur: “Akif’in şiirinin aleyhinde bulunanlar da ellerini kaldırsınlar ki, muhaliflerin miktarı anlaşılsın.” Sadece kabul edilmesi için el kaldırarak oylama yapıldığı ve “ekseriyet-i azîme”, yani ezici çoğunlukla kabul edildiği yazılıdır kayıtlarda. Keşke reddedenleri de bilebilseydik: Tunalı Hilmi’den Nazım Hikmet’e, oradan Doğu Silahçıoğlu’na uzanan çizginin soyağacını daha net olarak tespit edebilirdik.

Az daha unutuyordum: Kırşehir mebusu Yahya Galip, Akif’in bizzat kürsüye çıkıp şiiri kendisinin okuması yolunda bir önerge vermiştir. Etraflarına bakınanlar bir sıranın boş kaldığını gördüler. Akif bir sis gibi aralarından geçip kendisini Ankara’nın çamurlu sokaklarına atmıştır çoktan.

MUSTAFA ARMAĞAN
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-26-2008, 00:38   #3
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart Yargıtay’ın ilk başkanı Cevdet Paşa’ydı



Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun 21 Mayıs bildirisi Türkiye’de yüksek yargı organlarının meşruiyeti ve işlevi konusunda yeni bir tartışma başlattı. Tövbekâr darbecilerimizden Hasan Cemal gibi yargıya ‘kırmızı kart’ gösterenler çıktığına göre bu defa postu kolay deldirmeyeceğimiz söylenebilir.

Öncelikle belirtelim ki, Yargıtay adı, Atatürk zamanında yoktu. 1945’te uydurulmuştu. Kuruluş yılı olan 1868’den bu tarihe kadar bu kurum çeşitli aşamalardan geçmişti ve isim değiştirmeden önce Temyiz Mahkemesi diye anılıyordu.

Yargıtay’ın kurucusu son devrin büyük İslam hukukçusu Ahmed Cevdet Paşa’dır. 1868 yılında ikizi olan Şûra-yı Devlet (Danıştay) ile birlikte kurulan Divan-ı Ahkâm-ı Adliye’nin, yani Yargıtay’ın en önemli icraatından birisi neydi biliyor musunuz? Bugün bazı bölümleri hâlâ kimi Arap ülkeleri ile İsrail’de uygulanmakta olan ve İsviçre Medeni Hukuku’nu alacağız diye kaldırıp attığımız “Mecelle”nin yazımı. Dünya hukuk tarihine geçen bu eserin yazarı da Cevdet Paşa’dır. Kendisi aynı zamanda ilk Yargıtay Başkanımızdır!

Tezâkir adlı kitabında Yargıtay’ı nasıl kurduğunu şöyle anlatıyor Paşamız:

“Başına Midhat Paşa’nın geçirildiği Danıştay, gösterişli bir şekilde kuruldu. Bense gösterişe bakmadan temelinin sağlam olmasına özel bir dikkat gösterdim. Dairelerini zamanla edinilen tecrübeler ışığında gelişmeye açık tutarak oluşturdum. Kalemlerini güzelce düzenledim. Böylece Yargıtay, birdenbire değil, adım adım oluştuğu için Danıştay’ın başına sonradan gelen altüst oluşlardan etkilenmemiştir.”

Sevgili Cevdet Paşa herhalde Yargıtay başkanlarının garip ve çelişkilerle dolu bildiri metnini okusa bunlara yargıç diplomasını verenleri huzuruna çağırıp bir güzel paylardı.

Üç sene kadar kaldığı Yargıtay Başkanlığı’ndan Sadrazam Âli Paşa ile aralarının bozulması üzerine ayrılan Cevdet Paşa, bulunduğu konumun nezaketini hiçbir zaman unutmamış ve makamını siyasetten olabildiğince uzak tutmaya çalışmış, yapılan baskılar karşısında adamlarını toplayıp sokaklara dökülmemişti.

Şunu da söyleyeyim ki, Osmanlı’nın Yargıtayı, bugünküne göre çok daha dokunulmazlık zırhına sahip olduğu halde görevini siyasileştirmekten kaçınmıştır. Zira 1870 yılında çıkarılan içtüzüğüne göre Divan-ı Ahkâm-ı Adliye üyeleri 1) istifa etmedikçe, 2) daha yüksek bir memuriyete tayin edilmedikçe, 3) aleyhlerinde bir kesinleşmiş mahkeme kararı bulunmadıkça görevden azledilemezlerdi.

Kuruma 1887’de bir dilekçe dairesi eklenmiş, böylece başvuru hakkı sağlanmıştır. Burada belirtelim ki, Sultan Abdülhamid adalet bürokrasisine siyasetin karışmaması için özen göstermişti. Hatta idam cezalarını, yetkisini kullanıp affettiği için Adalet Bakanı Abdurrahman Paşa’yla arası açılmış, Paşa bunu Sultan’ın adaletlerine güvenmediği şeklinde yorumlamış ve istifa etmek istemişti. Ancak Abdülhamid kendisinin gönlünü almış ve bir insanı öldürmenin sorumluluğunu vicdanen kaldıramadığını, yoksa hakimlerin adaletinden en ufak bir şüphesi olmadığını belirtmek ihtiyacını duymuştu. Düşünün ki, Abdülhamid, Abdurrahman Paşa’nın mezarını atası Fatih’in türbesinin kapısı önüne yaptırarak hem adalete, hem de paşaya duyduğu saygıyı göstermek istemişti.

Yargıtay’ın Cumhuriyet dönemine rastlayan bölümünde çok önemli iki olayı zikretmemiz lazım.

Birincisi, 1925’te Eskişehir’de bulunan kurumun başında Ömer Lütfi (Salman) Bey bulunmaktadır. Henüz açıklanmayan bir sebeple Ömer Lütfi Bey, Adalet Bakanlığı tarafından azledilmiş, yani görevinden alınmıştır. Bu da Cumhuriyet döneminde siyasetin yargıya müdahalesinin açık bir örneğidir. Yargıtay Başkanlığı’ndan alınan ama Yargıtay Hukuk Dairesi Başkanlığı uhdesinde kalan Ömer Lütfi Bey, kurumun onuruna müdahale saydığı bu girişimi içine sindiremediği için mesleğinden istifa edecek ve köşesine çekilecektir. Ne de olsa, Abdurrahman Paşa’nın yargının bağımsızlığı ilkesinin ışığında yetişmiş bir Osmanlı’dır.

Son olarak, 1966’da Yargıtay Başkanlığı’na seçilen ve 1968 adli yılı açılış konuşmasında “Tanrı’yı da insan yaratmıştır.” sözünün sahibi İmran Öktem’i hatırlatmak istiyorum. Bu söz ve aynı konuşmada Nurculuk aleyhinde sarf ettiği ağır ifadeler sebebiyle halktan büyük tepki toplayan Öktem, bir yıl bile geçmeden, 1 Mayıs 1969’da ölür. Ancak bir sorun vardır: İmamlar, “Tanrı’yı insanlar yarattı.” sözünden dolayı cenaze namazını kıldırmak istememektedirler. Ankara’daki Maltepe Camii’nin avlusu, 3 Mayıs’ta belki de Cumhuriyet tarihinin en çarpıcı tabut başı atışmalarına sahne olmuştur. Bir taraftan “Allahsızların namazı kılınmaz”, öbür taraftan “Atatürk geliyor” haykırışları arasında çıkan itiş kakışta İsmet İnönü ezilme tehlikesi geçiriyor ve bir tuğgeneralin tabancasını çekip insanları korkutmasıyla tehlikeyi atlatıyor. Hatta cenazenin taşınması sırasında süren arbede yüzünden tabut neredeyse yere düşecek gibi oluyor. İnönü, “Olay, her manasıyla bir 31 Mart vak’asıdır.” diyerek kamuoyunu tahrik etmeyi başarıyor.

Eh buna bir de geçtiğimiz şubat ayında Prof. Erdal Yavuz’un akıl almaz ifşalarını eklediğimizde tablo tamamlanır. İmran Öktem’in cenazesindeki ‘irtica kalkışması’na tepki olarak bütün Yargıtay üye ve mensuplarının toplanıp 7 Mayıs’ta Anıtkabir’e yürümeleri sırasında bazı subayların kendisine, “Bu yürüyüşte ateş açılacak, ölenler olacak ve bunun üzerine biz duruma el koyacağız.” dediğini aktaran Yavuz, Yargıtay ve provokasyon bağlantısının tarihine ışık tutmuştu.

Nereden nereye değil mi? Cevdet Paşa’nın temellerini sağlam bir şekilde attığını söylediği kurumun geldiği noktaya bakınca hüzünleniyor insan. İlerliyor muyuz yoksa?

MUSTAFA ARMAĞAN
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 05-26-2008, 00:49   #4
Kullanıcı Adı
tayyipleyiz
Standart Yargıtay’ın ilk başkanı Cevdet Paşa’ydı
" zamanla edinilen tecrübeler ışığında gelişmeye açık tutarak oluşturdum. " temeli böyle atılan Yargıtayın vahim hali ortada ...
O dönem halkı galeyana getiren aktör İnönü imiş, bugün ise bağımsız (!) yargı ...

Nereden, nereye ... Benzetme de çok yerinde sanki ... ;)

Bilgillendirme için, teşekkürler.
tayyipleyiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-03-2008, 01:42   #5
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart - Fatih'in Peşinde Olduğu Gerçek Fetih -


Fatih'in iki resmî tarihçisi vardı. Birisi Kritovulos adlı bir Rum'dur, öbürü de Tursun Beğ'dir. Çok farklı birikimlerden gelen bu iki tarihçinin aynı fetih olayına farklı pencerelerden bakmış olmaları ilginç bir manzara ortaya çıkartmıştır.

Kritovulos, Bizans'a daha yakın düşen bir Fatih portresi yontmakla meşgulken, Tursun Beğ'in onun İslam geleneğiyle irtibatını vurgulamış olması değerli ipuçları uzatmaktadır önümüze. Tursun Beğ'in tarihinde dikkatimi çeken pasajlardan birisi, fethin gerçekleştiği gün, yani bu yazıyı yazdığım dakikalardan 555 güneş yılı önce Fatih Sultan Mehmed'in Ayasofya ile bir miktar hasret giderdikten sonra kubbeye çıkışını anlatır. Bıyıkları henüz terlemiş, belki de sakalları bile daha gürleşmemiş olan bu genç adamın, fethin sembolü olacak Ayasofya'nın kubbesinde ne işi vardır dersiniz? Henüz fethin buğusu üzerinde tüterken, İstanbul'u ruhuna içirircesine derin derin seyretmiş ve...

En iyisi burada keseyim ve sözü Tursun Beğ'in cilveli lisanına bırakayım: "Çün nazar-ı ibret ile İstanbul'un üzerine baktı, ayn-ı firâset ile gördü ki âb u hevâsı ve etrâf-ı dil-küşâsı ve tağ u rağ u sahrâsı bir sûret-i hüsnâdur ki, dest-i meşâtta-i emn arâyiş virmediğünden ve âyin-i din-i Seyyidü'l-mürselîn tezyin itmedüğünden, zülf-i pür-çin-i dilber-i nâzenîn gibi müşevveşü'l-hâl ü perîşân kalmış idi."

Soran gözlerle 'İyi de bu ağdalı Osmanlıcasıyla ne diyor bu Tursun Beğ?' der gibisiniz. Özetle şunu: 'Fatih ibret gözüyle baktı baktı da İstanbul'a, bu şehrin suyunun, havasının ve gönül açan çevresinin, tepeleri ve ovalarının adeta bir güzelin şeklini andırdığını ferasetiyle gördü. Fakat bu şehre Hz. Muhammed'in (sas) dini dokunup güzelleştirmediğinden bu nazenin güzelin kırış kırış olmuş zülfü karmakarışık ve perişan bir hale gelmişti.' Tespit bu: Müslüman eli değmemiş bir şehirdi İstanbul ve perişanlığı bu yüzdendi. Öyleyse ne yapılması gerekiyordu? Bu nazenin güzelin bakımsızlıktan kırışmış olan yüzünü estetik bir müdahaleyle yeniden eski güzelliğine kavuşturmak için kollar sıvanmalıydı. Fatih'in de o ilk Ayasofya seferinden dönüşte bunu yaptığına şahit oluyoruz.

Yaygın kanaatin aksine, fethin İstanbul açısından keskin bir kırılma noktası, bir kopuş anı olduğunu herhalde söyleyemeyiz. Daha ziyade 'kültürel protezlerin eklemlenmesi' hadisesiyle karşılaşırız. Zaten 1204-1261 yıllarında vuku bulan ve Bizans'ı soyup soğana çeviren Haçlı Latin istilasından sonra İstanbul eski görkemli günlerinden epeyce uzaklaşmış durumdaydı. Üstelik hızla Latinleşmekteydi, Katolikleşmekteydi hatta. Mora Yarımadası'ndan gelen Paleologos hanedanının restorasyon çabaları da gün geçtikçe daralan sınırları ve ufukları genişletmeye yetmeyecekti.

"Keşke biz yönetsek" diyeceğimiz şehir var mı?

29 Mayıs 1453'te gerçekleşen fetihten sonra ise küllerinden bir kere daha doğdu Konstantinopolis. Uyandığında adı artık İstanbul'du. Müslümanların şehri güzelleştirmeyi amaçlayan itinalı yönetiminde ciddi bir canlanma, canlı bir yenilenme, adeta bir diriltme çabası yaşandı ve bu canlılığın asırlar içerisinde şehrin kültürüne olduğu kadar mimari dokusuna, siluetine ve çok renkli beşerî ve dinî kompozisyonuna köşesine bucağına varıncaya kadar yansıdığına şahit olundu.

Fetihle birlikte İstanbul'a gelen muazzam yatırımları ve bunun sonucunda oluşacak büyük dönüşümü ben daha çok bir yılanın uzun sürmüş bir kışın ardından gömlek değiştirmesi ya da hırpalanmış olan bir vücudun tıkanmış damarlarının açılması gibi değerlendirmek gerektiğini düşünüyorum. İşte 1453'ten sonra sönmek üzere olan Bizans'ın eski görkemli başkentinin soluk ışığı, şehrin yeni ve enerjik sakinlerinin maharetli ellerinde birkaç asır daha parlamaya devam etmiş, ölümsüz bir şehir olduğu iddiasını modern çağlara kadar sürdürmüştür. Mesele de şehrin gözüyle budur zaten. Aslına bakılırsa fetih, bir yerde "daha iyi yönetme iddiası"dır. Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz? İçimizden samimi olarak bu teklife "Evet" diyebilenimiz çıkar mı? Pek emin değilim. Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular.

2005 yılında uluslararası bir organizasyona, Dünya Mimarlar Kongresi'ne ev sahipliği yapmıştı İstanbul. Orada çok ünlü bir Batılı mimar (Peter Eisenman), İstanbul'a gelmeden önce bu şehrin sınıf birincisinin Ayasofya olduğuna inandığını ama gelip görünce kararını değiştirdiğini ve İstanbul'un en güzel eserinin Sultanahmet Camii olduğunu söylemişti. Düşünün, aradan kaç asır geçmiş, üstelik Bizans safında olduğunu düşündüğünüz çağdaş bir sanatkâra, İstanbul'u ne kadar iyi okuduğumuzu bu şekilde anlatmıştır Sedefkâr Mehmed Ağa. Belki de Fatih'in de peşinde olduğu gerçek fetih buydu. İstanbul'un derisi altında saklanan fakat Bizans'ın çıkarmaya gücü yetmediği ikinci İstanbul'u fethetmek. Zamanı fethetmek buydu. 555 yıl sonra biz hâlâ İstanbul'un fethini göğsümüz kabararak kutlayabiliyorsak, 29 Mayıs 1453 Salı sabahı şehrin kapılarından içeriye ellerimizde meşalelerle daldığımız için değil, burayı bir vatan parçası yapmaktaki 'uzun soluklu fethi' ya da belki 'sessiz fethi' gerçekleştirmeyi başardığımız içindir.

MUSTAFA ARMAĞAN
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-03-2008, 01:47   #6
Kullanıcı Adı
kayısıkentli44
Standart - Fatih'in Peşinde Olduğu Gerçek Fetih -
güzel bi yazı..emegine saglık...

+ ;)
kayısıkentli44 isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-03-2008, 01:59   #7
Kullanıcı Adı
tayyipleyiz
Standart - Fatih'in Peşinde Olduğu Gerçek Fetih -
[i]"Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz?

Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular. "


Harika bir paylaşım, Fatihlerin Fetih ruhunun yeniden inkişafı duası ile ...(+)
tayyipleyiz isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-03-2008, 02:05   #8
Kullanıcı Adı
ENGİNEER
Standart - Fatih'in Peşinde Olduğu Gerçek Fetih -
Harika bi yazı buda

Ben tarih okumayı özlemişim derslerden..
  Alıntı ile Cevapla
Alt 06-03-2008, 02:13   #9
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart - Fatih'in Peşinde Olduğu Gerçek Fetih -
Alıntı:
tayyipleyiz Nickli Üyeden Alıntı
[i]"Osmanlı Devleti yalnız İstanbul'da değil, Asya'da da, Afrika'da da, Avrupa'da da fethettiği şehirler üzerinde bu "Ben senden daha iyi yönetirim" iddiasını pratikte ispatlamış bulunuyordu. Mesela bugün bize, "Madem o kadar fethetmek istiyordunuz, alın şehrin anahtarlarını, Viyana'yı 5 yıllığına siz yönetin!" teklifinde bulunsalar buna cesaret edebilir miyiz?

Oysa 15. asır ortasında gencecik bir Osmanlı yöneticisi, dünyanın en uygar şehirlerinden birini daha iyi yöneteceği iddiasıyla ortaya atılabiliyordu. Üstelik iddiasını sadece şehri fethetmekteki becerisinde değil, ona yeni bir ruh üflemek, onu olumlu yönde dönüştürmek ('kentsel dönüşüm') ve başarıyla yönetmekteki becerisinde sergiliyordu.

Şunu söylemek istiyorum: Osmanlılar Bizans'ın bu ölümsüz başkentinin ihtişamı karşısında ezilebilirler, onun manevi ve kültürel ağırlığı altında kalabilirlerdi. Lakin Avrupalı gözünden bakılınca, beklenmeyen iki şey oldu. Birincisi, 'barbar' dedikleri Fatih ve torunları, Bizans'tan kalan eserleri yok etmek yerine, yaşatmayı tercih ettiler. Onları korumaya aldılar. Ayasofya'nın minareleri bile yapıyı güçlendirmek amacıyla inşa edilmiş, kubbenin açma tehlikesini bertaraf etmek amaçlı payandalardı. Hatta minaresiz bir Ayasofya'nın ne kadar hantal bir gövde olarak kalacağını bir düşünme egzersiziyle kendiniz de bulabilirsiniz. İkincisi ise bu şehrin ruhunu ona o kadar iyi nüfuz ederek okudular ki, şehre yapacakları katkıları adeta o ruhun rahminden sezaryenle değil, kendiliğinden yeniden doğurttular. "


Harika bir paylaşım, Fatihlerin Fetih ruhunun yeniden inkişafı duası ile ...(+)
AMİN. Teşekkürler.
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-08-2008, 14:51   #10
Kullanıcı Adı
ümitli_bekleyis
Standart Brüksel’deki yargıçlar sarıklı olsaydı…



Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’daki türban değişikliği maddesini yok hükmünde kabul eden kararıyla ciddi bir bunalıma itilmiş oldu. Atatürk zamanında mevcut olmayan ve 1960 ihtilalinin ardından kurulan Anayasa Mahkemesi, artık fiilen yönetime el koymuş bulunuyor.

Türkiye’nin, sinir sistemine saplanan bu hukuk kramplarının etkilerini kolay kolay üzerinden atamayacağını görmek için kâhin olmaya gerek yok.

Öyleyse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin tam bir gün önce açıklanan türbanı reddeden kararı ile Anayasa Mahkemesi’nin değişiklik maddesini iptal eden kararına nasıl bakmamız gerekiyor? O meşhur deyişle, Avrupa hapşırsa biz nezle mi oluyoruz? Yani Brüksel’deki hukukçular kararlarıyla bizimkilere tüyo mu vermiş oldu? Öyleyse hani o övündüğümüz Türk hukuk devrimi?

Bir hukuk devrimimiz vardır gerçi ama bunun ‘Türk’ olduğunu iddia etmek için dünyadan bihaber olmak gerekir. Zira bizim ‘hukuk devrimi yapıyoruz’ diyerek âlâ-yı vâlâ ile İtalya’dan ceza hukuku ithal etmemizden (adoption) sadece birkaç yıl sonra İtalyanların kendi ceza hukuklarını çöpe atmalarındaki parodiden anlayabilirsiniz vaziyetin çarpıklığını.

Bir an için dünyanın şartlarını göz ardı edin ve şu soruya cevap arayın: Eğer günümüzde Roma hukukundan esinlenen laik Batı hukuku yerine İslam hukuku (fıkıh), modern dünyanın benimsediği temel hukuk normu olmuş olsaydı, bugün Brüksel’dekiler de, Ankara’dakiler de hâlâ türbanın mücadelesini mi veriyor olacaklardı?

Durun, ‘böyle bir günde sorulacak en soruyu sordunuz ya, ne diyelim’, der gibi bakmayın bana lütfen. Kısırlaşan ortama bir düşünce kapısı aralamaya çalışıyorum. Hem bunu ben değil, bir Batılı söylüyor. Yani iş ciddi!

‘İslam tarihini bir Batılıdan mı öğreneceğiz?’ yollu yorumlara sapmadan bakacağız söylenenlerin hakikat katına mı, yoksa bâtıl kategorisine mi ait olduğuna. İşte bu yüzden projektörlerimizi Batılı bir hakikat araştırmacısına, Marshall Hodgson’ın satırlarına yöneltiyoruz.

Hodgson’a göre, İslam, küresel bir süreç olan dünya tarihinde bir dönüm noktasıdır. İslamiyet, getirdiği evrenselci ve eşitlikçi esaslarla ve bilgi ile ahlaka yaptığı dengeli vurguyla dünya tarihinin gidişatını etkilemiş, özellikle de modern Batı medeniyetinin teşekkülüne olmazsa olmaz katkılarda bulunmuştur.

Tarihçimiz ilginç bir varsayımda bulunuyor ve diyor ki: Eğer 16. yüzyılda dünyamıza Mars’tan bir gözlemci inmiş olsaydı, insanlığın tamamının Müslüman olmanın eşiğinde bulunduğuna hükmederdi. Gözlemci bu yargıya, kısmen Müslümanların stratejik ve siyasî avantajları sebebiyle ama asıl, genel kültürlerindeki canlılık kendisini etkilediği için varırdı. Zira İslam kültürü 16. yüzyılda dünyada en canlı, en avantajlı ve yayılmaya en müsait kültürdü. Neden?

İslam medeniyetinin ileri olması, bu medeniyetin kendisi dışındaki medeniyetleri sömürüp söndürmediği ve kanatları altında yaşamalarına izin verdiği için dünya medeniyetleri arasında çok büyük bir eşitsizlik doğurmuyordu. Bir medeniyet, en fazla 4-5 yüzyılda diğerlerini yakalayabilirdi. Fakat 17. ve 18. yüzyıllarda kültürel bloklar arasında bir dengesizlik doğmaya başladı. Zaten sürmekte olan değişimin hızı özellikle bir bloğun içinde olağanüstü derecede arttı. Bu blok, Avrupa veya daha genel anlamda Batı olacaktır.

Yazarımıza göre, ne oldu da Batı böylesine hızlı ve verimli bir çıkışı yakaladı? Temel mesele, Batı’nın her anlamda ‘yatırımlar’ını, zaman ve para kaynaklarını, birbirini besleyen büyük ölçekli teknik uzmanlaşmaları bilim ve teknik alanına yönlendirmesiydi. Böylece kurumların teknikleşmesi, daha önce başka uygarlıklarda görülmeyen muazzam bir patlama ile sonuçlandı ve yazarın toplumsal kudretin artışı dediği hadise yakalandı. İşte bu süreçte yakalanan katlamalı üretim artışı, Batı’yı diğer medeniyetlerin önüne geçirdi ve bugüne kadar getirdi.

Fakat tarihçimize göre ‘modern’ olan ile ‘Batı’yı özdeşleştirmek, büyük bir yanılgıya yol açacaktır. Çünkü modernlik, münhasıran Batı’nın eseri olmayıp onun da içinde aktığı bir nehir yatağının ismidir. Bu yüzden Batı, ‘modernliğin babası ve sahibi olmayıp Sümerlerden İslam medeniyetine kadar pek çok kadim medeniyetin geliştirimine katıldıkları ve nihayet, Batı medeniyetine sosyo-kültürel ve ekonomik bir zemin teşkil eden modernlik üzerinde kuruldu. Batı, modern medeniyete ev sahipliği yaptı sadece. Bu ev sahibi pekala İslam da olabilirdi.

Burada 16. yüzyılda dünyamıza inen Marslı gözlemciye geri dönecek olursak, modernliğin hangi topraklarda doğacağı sorumuza kesinlikle ‘Tabii ki İslam dünyasında’ diye cevap vereceğini varsaymak için pek çok sebep vardır.

Peki eğer modernlik Avrupa’da değil de, İslam âleminde zuhur etseydi, acaba dünya nasıl bir şekil alacaktı? Bu soruya Hodgson’ın cevabı nettir: Eğer modernlik ilk olarak İslam âleminde doğsaydı modern toplumun eşitlikçi ve çok-kültürlü eğilimi şimdi olduğundan çok daha yüksek seviyelerde bulunacaktı. Aynı şekilde modernlik Batı’da olduğu gibi bir ulus-devlet çatısı altında değil de İslam âleminde ortaya çıksaydı, modern dünya bir ‘süper-ulema’ ve bir ‘süper-şeriat’ın engin kanatları altında eşitlikçi bir evrensel devletle karakterize edilecekti.

Bir bakıma şunu demeye getiriyor tarihçi: Bugün dünyada ulaşılan insan hakları, uluslararası hukuk şu bu, öyle bir durumda İslam hukukunun ve onu uygulayan Brüksel’deki değil de İstanbul veya Kahire’deki ulema tarafından belirlenecek ve onların yargıları evrensel norm olarak kabul edilecekti. Dolayısıyla Brüksel’deki mahkemenin koltuklarında sarıklı İslam hukuku uzmanları oturuyor olacaktı.

Tarih, belgeler ve bilgiler üzerinde yapan ameliyatın ötesinde bir tefekkür hazinesidir. 1968’de henüz 46 yaşında dünyamızdan ayrılan Hodgson’ın kısacık ömründe sabırla ve özenle yazıp çizdikleri, sadece geçmişin anlaşılmasına değil, bugünün aydınlatılmasına da hizmet etmektedir. Zira bugünün çağdaşlığını sorgulamak için tarihe ihtiyacımız var.

Belki de asıl problemimiz bugünledir. Tarih bahane…

MUSTAFA ARMAĞAN
ümitli_bekleyis isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 
Seçenekler
Stil

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi