01-04-2010, 00:29 | #11 |
NÜZÛL-İ ÎSÂ (Aleyhisselâm) HADİSLERİ Talha ALPبِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم Mezkûr kesim öncülüğünde televizyon ekranlarına kadar uzanan tartışmalar bu gibi konuları birçok Müslümanın zihninde çözüm bekleyen sorunlar haline dönüştürmüş ve hâliyle şu soruyu gündeme taşımıştır: “Bir Müslüman bu konularda nasıl bir tavır sergilemelidir?” Nüzûl-i Îsâ Ve Benzer Konulardaki Tavır Ne Olmalıdır? Yolunu, usûlünü ve kaynaklarını bilen bir mümin için değişen bir şey yok; dün bu konular ne ifâde ediyor idiyse bugün de onu ifâde ediyor. Değişen siyasî, ictimaî ve kültürel şartların temel inançlarımıza yansıması olamaz; çünkü temel inançlarımız kaynağı vahiy olan tarih-üstü hakîkatlerdir. Dün akîde (akâid) kitaplarına[1] kadar giren bir konu olarak Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlü bugün de ve bundan sonra da akîde konusu olmaya devam edecektir. Akîde kulun belirlemelerine açık bir alan değildir; bu bakımdan târihsel de değildir ve hâliyle farklı tarihselliklere göre içeriğine müdâhale edilmesi de söz konusu değildir. Akîdede aslolan bir inanç esâsının açık ve kesin nassa dayanması ve aslen içeriğinin imkân dâhilinde olmasıdır. Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlü içerik olarak imkân dâhilindedir ve hakkında hem açık hem de kesin nasslar bulunmaktadır. Ancak İslam modernistleri için durum bu kadar net değil. Genelde bu çevrenin İslâmî esaslara karşı evhamlı bir tutum sergilediği bilinmektedir. Sadece Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlü değil, mesela İlhami Güler gibi bazı İslâm modernistleri Kur’ân’da yer alan açık kıssaların bile mitolojik (yaşanmamış efsâne ve hurâfe) birer anlatım olduğunu savunabiliyorlar.[2] Söyleme bakılırsa bu kesim için ilgili meseleler din telakkîmizde birer ur gibi bünyenin sağlığını tehdit etmekte olduğundan artık yeni bir kaynak ve yeni bir metodoloji (usul ve yöntem) anlayışıyla bu meselelerin ayıklanması gerekmektedir. Ne var ki henüz ortaya net ve teşekküllü bir sistem koyabilmiş değiller. Yaptıkları sâdece mevcut içinden belli başlı meseleleri irdeleyip yerli yersiz vâveylâlar kopartarak yapıyı kolay buldukları yerden yıkmaya çalışmaktır. Evet, yapılan işi tam olarak “Yıkmak” kelimesi resmediyor; çünkü yapmak ya da inşâ etmek için ne sahih bir kaynak teklifi ne de kaynakları anlamak ve yorumlamak için tutarlı bir metodoloji teklifi ortaya koyabilmişlerdir. Kay- nak ve metot olmadan da hâliyle inşâ faaliyeti başlatılamamıştır. Son dönemde modernist ilahiyatçı çevrenin yoğun olarak tefsir ve hadis ilimleri alanında yaptığı çalışmaları ve bu meyanda özellikle Mu‘tezile üzerine hazırlanan tezleri aslında mevcut yapı içinden tesis edilmek istenen metodolojiye malzeme ve mesnet arayışı olarak görmek mümkün. Modernist ilâhiyatçı kesim bu nitelikte tez ve makālelerle metodoloji tesis etmeye çalışarak işin atölyecilik kısmını deruhte ederken, bir yandan da bu çalışmaların piyasaya arzını üstlenen “pazarlamacılar” dikkat çekiyor. Bunlar tabana daha yakın durdukları için akademik söylemleri tabanın talebine uyarlama konusunda akademisyenlere göre daha başarılı kimseler. Müslüman tabanının İslâm modernistleriyle münâsebetlerine gelince; şimdilik taban daha çok pazarlamacılarla muhâtaplık kurabiliyor ve İslâmî telakkîlerini de bunların el yordamıyla toparlayabildikleri üzerine binâ ediyor. Pazarlamacıların Îsâ (Aleyhisselâm) ve benzer konularda ileri sürdüğü çözüm de hâliyle biraz kotarma biraz da günü kurtarma kabîlinden palyatif (geçici) öneriler oluyor. Bu önerileri şöyle formüle edebiliriz: “Yolu bulunursa ilgili nasların reddi, bulunamazsa bir şekilde lafzı tevil etmek.” İşte bu makālenin yazılmasına bâis olan Mustafa İslamoğlu da Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlü meselesinde benzer tavrı sergilemiş; kâh tevil yolunu deneyerek, kâh İslâmî literatüre geçmiş bulunan bâzı genellemelere sarılarak Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüne îman meselesinin bir Müslüman için ifade ettiği önemin üstünü örtmüştür. Konu hakkında hem araştırma yapan hem de hassâsiyet gösteren bir mümin sıfatıyla bu yanlışa dikkat çekmem gerektiğini düşünerek İslamoğlu’nun tutumunu eleştirmek istiyorum. Ancak eleştiriye geçmeden önce şu notu düşmekte fayda mülâhaza ediyorum: İslamoğlu’nun İslâmî bilgi ve tasavvur alanlarında yetkin olmadığını, dolayısıyla bu alanlarda verdiği ürünlerin yarardan çok zarar getirdiğini düşünüyorum. Bu vesîleyle gerek yazı gerekse hitâbet aracılığıyla Müslüman kitleye şu veyâ bu ölçüde tesir eden kimselerin hatâ ve savabları karşısındaki tavrımı şu cümlelerle özetleyebilirim: Bu kimselerin hizmetlerine ya da olumlu yanlarına karşı hakkāniyet ve adâlet ölçüleri dâhilinde kalmakla berâber, onların özellikle esasa ilişkin yanlış düşüncelerine karşı tepkisiz kalmamız da aslâ gerekmiyor. Aksine Müslüman toplumda az ya da çok örnek alındıkları için bu kimselerin İslâmî ilke ve hassâsiyetlere aykırı duruşlarında başta ihkāk-ı hak sonra Müslümanların selâmeti adına kendilerini îkaz etmeyi bir sorumluluk olarak görüyor ve bu konuda taklitçiliğe de, riyakârlığa da prim vermemeyi samimiyetin ve dürüstlüğün gereği kabul ediyoruz. Eğer bu yanlışlar kamuoyuna mâl olmuşsa bunların eleştirilerinin de kamuoyuna deklare edilmek sûretiyle alenî biçimde yapılması gerektiğini düşünüyoruz. Mustafa İslamoğlu’nun Nüzûl-i Îsâ Ve İlgili Hadisler Hakkındaki Görüşü Bu açıklamalardan sonraİslamoğlu’nun Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlü konusundaki görüşünün değerlendirmesine geçebilirim. Başlıkta da belirttiğim gibi değerlendirme İslamoğlu’na yöneltilen bir soruya kendisinin verdiği cevap üzerinden olacaktır. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için hem kendisine yöneltilen sorunun hem de bu soruya verdiği cevâbın metni olduğu gibi alıntılanmıştır: SORU:Sorum Hz. İsa ile ilgili olacak. Onun tekrar geleceğine inanan yakın dostlarıma nasıl anlatayım da veya nasıl cevap vereyim de, biraz da olsa bilgi sahibi olsunlar. Bu konuda bana birkaç ayet gösteriyorlar, bunlara biraz da olsa cevap verebiliyorum ama Buhari, Müslim gibi zatların hadislerini gösterdiklerinde bu hadisler uydurma diyemiyorum ve yorum yapamıyorum. Çünkü hadislerin gerçekliğini bilemiyorum. Bana bu konuda yardımcı olabilir misiniz? Ben gelmeyeceğine inananlardan olduğumu ifade ettiğimde bana itikatımdan bahsediyorlar. Sizden değerli cevaplarınızı bekliyorum. Allah sizden ve Müminlerden razı olsun. (02/03/2007)İslamoğlu’nun Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlü (yeryüzüne inişi) ile ilgili görüşü kabaca yukarıdaki soruya verdiği cevaptan anlaşılmaktadır. Soruyu soran kimse görüldüğü gibi Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüne inanmadığını ifâde ediyor. Tartışmalar Kur’ân ekseninde devâm ettiği sürece nüzûl-i Îsâ’ya inananlara biraz cevap verebildiğini de belirtiyor. Burada araya girerek şunu ifâde etmek isterim: Hazret-i Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüyle ilgili âyetler, bir yandan sahâbe ve tâbi‘înden gelen rivâyetlere, diğer yandan siyak-sibaklarına bağlı kalınarak anlaşılmaya çalışıldığında bunların açık biçimde Hazret-i Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüne delâlet ettiği görülecektir. Burada ilgili âyetleri açık ve seçik biçimde ele almak isterdik; ama konumuz İslamoğlu’nun cevâbı üzerine binâ edildiği için buna fırsatımız olmayacak. Soruyu soran kimse daha sonra konuyla ilgili Buhârî ve Müslim’de nakledilen hadisler karşısında çâresiz kaldığını söyleyerek İslamoğlu’ndan yardım istiyor. İslamoğlu’nun meseleye kendince getirdiği çözüm, Hazret-i Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüyle ilgili olarak Buhârî ve Müslim’de geçen hadislerin inkârı değil, tevilidir. İslamoğlu’na göre bu hadislerin binbir tevili vardır. Cevapta ileri sürdüğü tevile göre de hadisler bizzat Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlünü değil, kıyâmetin arefesinde takipçilerine onun gerçek inancının döneceğini bildirmektedir. İslamoğlu’nun cevâbından üç şey çıkıyor: Birincisi, Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlünü bildiren hadisler hakîkî/açık anlamlarına yorulmamalı, bilakis tevil edilmelidir. İkincisi, ilgili hadisler haber-i vâhiddir. Üçüncüsü, haber-i vâhidler zan ifâde ederler. Bu bakımdan akîdeye konu olamazlar. Mesele anlaşıldığına göre sözü daha fazla uzatmayıp bu üç nokta üzerinden İslamoğlu’nun görüşünü değerlendirebiliriz. Nüzûl-İ Îsâ Hadisleri Tevil Edilebilir Mi? Birincisi, Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüne dâir vârid olan hadislerin yukarıda arz edildiği gibi tevil edilmesi, başka türlü anlaşılması mümkün müdür? Bu soruya cevap vermek için önce Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlü hakkında vârid olan hadislerden birkaç tânesinin mealini buraya taşı- yalım. Böylece üzerinde konuştuğumuz konu hakkında daha temelli ve net fikirler ortaya koymamız mümkün olabilir. Kaynaklarda Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüne dâir nakledilen hadisler içinde en meşhur olanı Buhârî ve Müslim’de geçen şu rivâyettir: عَنِ ابْنِ الْمُسَيَّبِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَّهُ سَمِعَ أَبَا هُرَيْرَةَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ يَقُولُ قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ «وَالَّذِي نَفْسِي بِيَدِهِ لَيُوشِكَنَّ أَنْ يَنْزِلَ فِيكُمُ ابْنُ مَرْيَمَ حَكَمًا عَدْلًا فَيَكْسِرَ الصَّلِيبَ وَيَقْتُلَ الْخِنْزِيرَ وَيَضَعَ الْجِزْيَةَ وَيَفِيضَ الْمَالُ حَتَّى لَا يَقْبَلَهُ أَحَدٌ. حَتّٰى تَكُونَ السَّجْدَةُ الْوَاحِدَةُ خَيْرًا مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا.» ثُمَّ يَقُولُ أَبُو هُرَيْرَةَ: وَاقْرَءُوا إِنْ شِئْتُمْ ﴿وَإِنْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا﴾ Onun zamânında mal çoğalacaktır, o kadar ki kimse onu kabul etmeyecektir. O zaman tek bir secde dünyâ ve dünyâda bulunan şeylerden daha hayırlı olacaktır.” Daha sonra Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh) isterseniz şu âyeti okuyun dedi: “Ehl-i kitaptan hiç kimse olmaz ki, ölümünden önce ona (Îsâ’ya) îmân etmemiş olsun. O kıyâmet günü de onlara şâhit olacaktır.” (Nisâ:159)” Buhârî, Enbiyâ:5, no:3264, 3/1272, Müslim, Îmân:71, no:155, 1/135) Bu konuda vârid olan hadislere bir diğer misal deCâbir (Radyallâhu Anh)ın Allâh Rasûlü’nden naklettiği şu hadistir: عَنْ جَابِرِ بْنِ عَبْدِ اللّٰهِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ أَنَّهُ قَالَ: “Ümmetimden kıyâmete kadar hak üzere savaşan bir tâife bulunacaktır. Sonra Meryem oğlu Îsâ inecektir. Müslümanların emîri (olan Hazret-i Mehdî) ona: “Gel, bize namaz kıldır!” diyecek. O da: “Hayır, Allâh’ın bu ümmete bir ikrâmı olarak sizler birbirinizin emirlerisiniz!” diyecektir.” Müslim, îman:71, no:156, 1/137سَمِعْتُ النَّبِيَّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَقُولُ: «لَا تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ أُمَّتِي يُقَاتِلُونَ عَلَى الْحَقِّ ظَاهِرِينَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ قَالَ فَيَنْزِلُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَيَقُولُ أَمِيرُهُمْ تَعَالَ صَلِّ لَنَا فَيَقُولُ لَا إِنَّ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ أُمَرَاءُ تَكْرِمَةَ اللّٰهِ هٰذِهِ الْأُمَّةَ.» Bu konuda farklı sahâbîler tarafından nakledilen hadislerin sayısı hayli kabarıktır. İlgili hadislerin sâdece muhtevâsına birer misal olması için zikrettiğimiz bu rivâyetler, Îsâ (Aleyhisselâm)ın nüzûlüne dâir Hazret-i Peygamber Efendimiz’in anlatmak istediği şeyin mâhiyet ve keyfiyeti hakkında yeterince fikir veriyor. Şu halde ikinci adımı atarak mezkur hadislerde yer alan ifâdeleri, Îsâ (Aleyhisselâm)ın bizzat kendisinin nüzûlünün dışında başka türlü anlama imkânı olup olmadığına bakabiliriz. Meallerine yer verdiğimiz hadislerde ilk dikkat çeken husus olarak, Allâh Rasûlü’ nün sâdece Hazret-i Îsâ’nın nüzûlünü haber verip sözü orada bitirmediğini, bunun dışın- da detaylı sayılabilecek bilgiler verdiğini de görüyoruz. Yukarıda zikrettiğimiz hadisler ve diğerlerinde Allâh Rasûlü, Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne nereden ineceği, ne keyfiyette ine- ceği, nerelere uğrayacağı, neler yapacağı ve nihâyet nerede vefât edip nereye defnedi- leceği gibi konularda çok somut bilgiler vermektedir. Bunların yanında yukarıda mealini verdiğimiz Câbir hadisinde de olduğu gibi Ümmet-i Muhammed’le arasında geçecek olan konuşmaların içeriğine kadar teferruata da girmektedir. Bu kadar somut anlatım ve detaylı bilgiyi göz önünde bulundurursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Hazret-i Îsâ’nın nüzûlünü başka türlü anlamak, hadislerde yer alan ifâdeleri mecrâsından saptırıp zorlama yorumlara başvurmadan mümkün değildir. Çünkü bu hâliyle hadisler açık ve net olarak Hazret-i Îsâ’nın bizzat kendisinin nüzûl edeceğini gösteriyor. Biraz daha detaya inerek konuyu dil ve usül yönüyle ele alalım. Dil ve usül kuralları gereği açık ifâdelerde “Mecaz” ve “Kinâye” gibi sözün yan anlam ihtimallerini gündeme getirebilmek için ortada bunu gerektiren sebep bulunmalı, yâni açık anlamın imkânsız olduğunu gösteren delil olmalıdır. Nitekim usülde mukarrar olan: “Kelamda aslolan hakîkattır”, “Hakîkat müteazzir (imkânsız) olduğu zaman mecaza başvurulur” gibi kāideler de bunu anlatır. Sözgelimi mezkûr hadislerde geçen “Nüzûl” kelimesinin açık anlamı bizzat bedenen inmektir. Farzı muhal “Nüzûl” kelimesini bu anlamın dışına çıkararak ona mecâzî anlam yüklemek, meselâ bunun Hazret-i Îsâ’nın gerçek inancının onu tâkip edenlere geri döneceği anlamına geldiğini savunmak için ortada Hazret-i Îsâ’nın bedenen inmeyeceğini gösteren âyet, hadis veyâ kesin aklî bir delil bulunması gerekir. Ancak böyle deliller bulunması hâlinde “Nüzûl” kelimesi başka anlamlara hamledilebilir. Peki, sormak lâzım, Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne bedeniyle inmeyeceğini söyleyenlerin elinde böyle bir delil var mıdır? Bu konuda ileri sürülen gerekçelere bakılırsa nüzûl-i Îsâ’yı inkâr edenlerin de tevil edenlerin de ellerinde ancak kurgusal öncüler var. Söz gelimi Kur’ân’da Hazret-i Îsâ ile ilgili “Teveffî” kelimesine yapılan atıf sorunludur. Zîrâ bu kelimenin anlamı aslen “Almak”tır. )Taberî, Câmi‘u’l-beyân fî âyi’l-Kur’ân:3/395; Kevserî, Nazratün âbira, sh:99( Dolayısıyla kelimenin kaçınılmaz olarak Hazret-i Îsâ’nın ölümüne delâlet ettiği söylenemez. Bunun gibi, nüzûl-i Îsâ’yı fizik şartları açısından imkânsız bulanların iddiaları da, Allâh’ın kudretini fizik kanunlarıyla sınırlandırmak sûretiyle fiziği mutlaklaştıran vahim bir yanlışı sergilemektedir. Ortada sahih bir delil bulunmadığına göre nüzûl kelimesini açık anlamından çıkartıp başka anlamlara çekmek îzah edilebilir bir yol olmasa gerektir. Dikkat edilirse yukarıda nüzûl kelimesini bedenle inmek anlamının dışına çekmekten bahsederken “Farz-ı muhal” tâbirini kullanarak nüzûlün başka anlama çekilmesinin usül açısından imkânsızlığına işâret ettik. Zîrâ Hazret-i Îsâ’nın nüzûlüyle ilgili hadislerde geçen nüzûl kelimesinin bizzat bedenle inmek anlamına gelen delâletini anlatmaya zâhir (açık) kelimesi de yetmez. Bu tür kelimeler usulcülerin de ifâde ettiği gibi “Müfesser” niteliğinde kelimelerdir. Kelimenin kendisi doğrudan bedenle inmek anlamına delâlet ettiği gibi, hadislerin siyak ve sibâkı da bu anlamı pekiştirmekte, mecaz ya da bir başka ihtimâli kökten kazımaktadır. Şu halde hadislerde yer alan detaylar nüzûlün zorunlu olarak bedenle inmek anlamına geldiğini, diğer ihtimallerin hiçbir türlü söz konusu olamayacağını göstermektedir. Birinci meseleyi toparlayacak olursak İslamoğlu’nun, ilgili hadisleri Hazret-i Îsâ’nın yeryüzüne bedenle inmesi dışında bir anlama çekmesi için elinde makul bir sebep bulunmamaktadır. Bu bakımdan İslamoğlu’nun mezkûr hadisleri açık anlamlarının dışına çekmesini, bu konudaki peşin hükümlülüğünden başka bir şeyle îzah edemiyorum. Nüzûl-i Îsâ Hadisleri Mütevâtir Değil Midir? İkincisi, Hazret-i Îsâ’nın nüzûlünü konu edinen hadisler haber-i vâhid midir? Haber-i vâhid, yaygın kullanımına göre, mütevâtir olmayan hadisler demek olduğundan konuya mütevâtir hadislerin târifiyle giriş yapmamız gerekiyor. Bir terim olarak mütevâtir hadis: “Örfen, yalan üzerinde söz birliği etmiş olmalarına ihtimal verilemeyecek sayı ve keyfiyeti hâiz kimselerin/topluluğun rivâyet ettiği hadis.” demektir. Biraz daha müşahhas ifâdeyle mütevâtir hadis, ilk kaynağından îtibâren her tabakasında kalabalık gruplar tarafından rivâyet edilen ve rivâyet edenlerin normal şartlarda yalan söylediklerine imkân verilemeyen hadislerdir. Mütevâtir hadis konusunun detayları burada bizi ilgilendirmediği için fazla teferruata girme gereği duymuyoruz. Ancak şu kadarını ifâde etmeliyiz ki, târiften de anlaşıldığı üzere bir hadisin mütevâtir olması onu rivâyet edenlerin sayılarının belli bir rakama ulaşmış olmasıyla alâkalı değildir. Bâzı muhaddislerin bu konuda zikrettiği rakamlar ekseriyâ usulcüler tarafından îtibar görmemiştir. Usulcülerin bu konuda esas kabul ettiği ölçü, hadisi rivâyet eden râvîlerin âdeten (normal şartlarda) yalan üzerinde söz birliği etmiş olabileceklerine ihtimal verilememesidir. Bu olduktan sonra râvîlerin sayısının pek bir ehemmiyeti yoktur. Mütevâtir hadislerin târifinden hareketle haber-i vâhidin târifini yapabiliriz. Mütevâtir haberin karşıtı olduğuna göre haber-i vâhid: “Normal şartlarda yalan üzerinde söz birliği yapmış olmalarına ihtimal verilebilecek olan kimseler tarafından nakledilen hadislerdir.” Târiflerini gördüğümüze göre buradan Hazret-i Îsâ’nın nüzûlüyle ilgili rivâyetlerin haber-i vâhid mi yoksa mütevâtir mi olduğu konusuna geçebiliriz. İslamoğlu nüzûl-i Îsâ hakkındaki rivâyetlerin haber-i vâhid olduğunu söylüyorsa da dayanağının ne olduğunu ifâde etmediğinden bu konuda net bir şey söyleyemiyoruz. Ancak İslamoğlu’nun hadis ilimleri konusunda Hayri Kırbaşoğlu’nun fikirlerine güvendiğini ve tâkipçilerine tavsiye ettiğini yine kendisinin ifâdelerindenanlıyoruz(http://www.mustafaislamoglu.com/haber_detay.php?haber_id=338) Bu durumda muhtemelen İslamoğlu’nun atölyecisi Hayri Kırbaşoğlu olmakta, onun mütevâtir hadisle ilgili fikirlerini “taklit” etmektedir. Kırbaşoğlu mütevatir hadislerin ancak sayılamayacak kadar kalabalık kitleler tarafından nakledilen hadisler olduğunu savunmaktadır. Ona göre; râvîleri sayılabildiği için, elli altmış sahâbî tarafından nakledilmiş olsa bile senetli rivâyet yoluyla günümüze ulaşan hadisler mütevâtir olamazlar. (Kırbaşoğlu, Alternatif Hadis Metodolojisi, s. 95.) Kırbaşoğlu’nun bu konuda dayanağı olmadığı gibi, mütevâtir hadisin târifi de kendisini desteklememektedir. Zîrâ mütevâtir hadisin târifinde bir sayı tahdidi olmadığını gördük. Sayı tahdidinin olmaması, “Mütevâtir hadis söz gelimi on kişinin ya da yirmi kişinin rivâyet ettiği hadistir”, diyenlerin hatâlı olduğunu gösterdiği gibi, “Mütevâtir hadis elli kişinin ya da altmış kişinin rivâyet ettiği hadis olamaz” diyenleri de hatâya nispet etmektedir. Çünkü sonuçta her ikisi de mütevâtir hadise bir rakam tahdidi yapmaktadır. Biri doğrudan yaparken, Kırbaşoğlu gibileri dolaylı biçimde, tersinden sayı tahdidi yapmaktadır. Kırbaşoğlu söz gelimi elli ya da altmış sahâbî tarafından nakledilen hadisleri mütevâtir görmemekle, mütevâtir hadisin râvî sayısının asgari olarak ellinin ya da altmışın üstünde olması gerektiğini zımnen ifâde etmiş olmaktadır. Oysa mütevâtir hadislerin târifinde de şartlarında da böyle bir kayıt bulunmamaktadır. Şu halde Kırbaşoğlu, mütevâtir hadislerin sayısını en aza indirmeye şartlanmış biri olarak târiflere rağmen kendince bir mütevâtir hadis modeli kurgulamaktadır. (Kırbaşoğlu’nun mütevatir hadisle ilgili görüşlerinin tenkidi için bkz., Talha Hakan Alp, Günümüz hadis tartışmaları bağlamında Mütevatir hadis, Rıhle, Yıl 1, Sayı 2.) Bu bakımdan onun savunduğu mütevâtir hadis modeli bizi bağlamamaktadır. Dolayısıyla nüzûl-i Îsâ ile ilgili rivâyetleri onun değil, yaygın mütevâtir hadis tasavvuru üzerinden değerlendirmek gerektiğini düşünmekteyiz. Nüzûl-i Îsâ ile ilgili rivâyetlerin hangi kategoriye girdiğini tespit etmek zor değil. Konuyla ilgili rivâyetlerin senedlerini ve buna bağlı olarak râvî sahâbîlerin sayısını en azından elde mevcut olanları îtibârıyla çıkarmak mümkün. Aslında okuyucunun, bu konuda ilgili kaynakları tek tek taramak zorunda kaldığını düşünerek yılgınlık göstermesine gerek yok. Modern zamanlarda nüzûl-i Îsâ konusu tartışılmaya başladığından yakın dönemde yaşayan birçok muhakkık âlim, ilgili rivâyetleri kaynaklardan tarayarak ilgilenenleri bu zahmetli işten kurtarmıştır. Meselâ Hindistanlı büyük muhaddis ve fakih Enver Şâh el-Keşmîrî yaptığı uzun ve yorucu çalışmalar netîcesinde bu konuda et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh adlı kitabını kaleme almıştır. Keşmîrî bu kitapta Allâh Rasûlü’ne âit (merfû‘) yetmiş beş, sahâbe ve tâbi‘îne âit (mevkuf) yirmi altı rivâyet toplamıştır. Bu rivâyetler başta İbn-i Mes‘ûd, Âişe, Enes, Huzeyfe bin el-Yemân, İbn-i Ömer, İbn-i Abbâs, Câbir, Ebû Hureyre, Abdullah bin Amr, Ebû Sa‘îd el-Hudrî (Radıyallâhu Anhüm) gibi meşhur sahâbîler olmak üzere yaklaşık otuz sahâbîden nakledilmektedir. İlgili rivâyetler bu kadar kalabalık bir sahâbe gurubu tarafından nakledildiği için, öteden beri İslam âlimleri nüzûl-i Îsâ konusundaki rivâyetlerin mütevâtir olduğunu ifâde etmişlerdir. Bunlara misal olarak Taberî, Ebu’l-Hüseyn el-Âburî, İbn-i Atıyye, İbn-i Rüşd, İbn-i Kesîr, es-Seffârînî, Şevkânî, Kettânî, Keşmîrî, Kevserî ve Ğumârî’yi zikredebiliriz. (Abdulfettah Ebû Ğudde, et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh, ta‘lîk bölümü; ed-Dânî, es-Sünenü’l-vâride fi’l-fiteni ve ğavâilihâ ve’s-sâati ve eşrâtihâ, ta‘lîk kısmı:6/1246) Şu halde mütevâtir hadisin târifi esas alındığında, bu kadar sahâbînin rivâyet ettiği hadislerin mütevâtir olduğunu söylemek için başka ne gerekiyor? Sahâbe tabakasında bu sayıya ulaşan rivâyetlerin tâbi‘în ve sonraki tabakalarda ulaşacağı miktarı siz düşünün. Bu kadar sahâbînin yalan üzerinde söz birliği etmiş olabileceğine kim neye dayanarak ihtimal vermektedir ki, bu hadislerin mütevâtir olamayacağını savunabilmektedir? Hayri Kırbaşoğlu’nun Nüzûl-i Îsâ Tenkidinin Eleştirisi Burada hazır yeri gelmişken Hayri Kırbaşoğlu’nun ilgili rivâyetler ve kaynağı bulunan sahâbîlere dâir tenkitlerine değinmeliyim. Bu vesîleyle Hayri Kırbaşoğlu’nun, Hazret-i Îsâ’nın nüzûlüyle ilgili hadislere dâir kaleme aldığı “Hazret-i Îsâ’yı gökten indiren hadislerin tenkidi” isimli bir makālesi olduğunu belirtmem gerekiyor. İlgili makāleyi okudum, maalesef makalede ilmî sayılabilecek analitik tespitler göremedim. Asıl konumuz Kırbaşoğlu’nun tenkidinin eleştirisi olmadığı için burada sâdece ilgili makālede göze batan eksiklik ve çarpıtmaları gündeme getirerek tekrar İslamoğlu’na dönmek durumundayım. Kırbaşoğlu’nun anılan makālede “Kaynak metodolojisi” alt başlığıyla yaptığı tespit ve tenkitler gâyet sathî ve temelsiz görünüyor. Sözgelimi bu bölümde Kırbaşoğlu, Hazret-i Îsâ’nın nüzûlüne dâir Allâh Rasûlü’nden yapılan rivâyetlerin birkaçı hariç, neden Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali (Radıyallâhu Anhüm) gibi kendisine yakın arkadaşları ve Hazret-i Peygamber’in eşleri tarafından gelmediğini bir sorun olarak gündeme taşıyıp rivâyetlerin güvenilirliğini sorguluyor. Doğrusu onlarca sahâbî tarafından rivâyet edildiği halde: “Bu sahâbîler arasında neden yukarıda zikredilen sahâbîler bulunmuyor?” denilerek bir hadisin tenkit edildiğine ilk defâ şâhit oluyoruz. Kırbaşoğlu’nun böyle bir ayrıntıyı kaynak tenkidi gibi ilmî bir faaliyette hem de ilk sırada kullanması doğrusu ilginç! Hadis ilimlerinde sözü edilen sahâbîlerin neden fazlaca rivâyetleri olmadığı konusunda kendi konumlarına has sebeplere dâir yer alan îzahlar Kırbaşoğlu’nun söz konusu tenkidine yeterince cevap teşkil ediyor. Bu da bir yana, bu tenkid ilginç olduğu kadar ciddi bir mütâlaaya dayandığı da söylenemez. Zîrâ kendisi de bu konudaki hadisleri rivâyet eden sahâbîlerin listesini veriyor ve bunlar arasından Enes ve Abdullah b. Mes‘ûd (Radıyallâhu Anhümâ) gibi birkaç sahâbî dışındakilerin Allâh Rasûlü’nün yakın arkadaşları ve fakîh sahâbîler olmadıklarını söylüyor. (Kırbaşoğlu, Hz. İsa’yı gökten indiren hadislerin tenkidi, İslamiyat, c:3, s:4. Ekim-Aralık 2000) Kırbaşoğlu her ne kadar “Birkaç sahâbî” diyerek bunların kimler ve ne kadar olduklarını belirsiz bırakmak sûretiyle meseleyi geçiştirmeye çalışsa da biz şöyle biraz daha ayrıntıya girerek iddiasının hiç de sağlam bir temele oturmadığını yakından görebiliriz. Kırbaşoğlu’nun da verdiği listede yer alan sahâbîler arasında Cabir b. Abdillâh, Ebû Hureyre, Abdullâh b. Amr, Abdullâh b. Ömer, Huzeyfe b. el-Yemân, Ammar b. Yâsir, Imrân b. Husayn, Ebu’d-Derdâ, Osman b. Ebi’l-Âs, Vâsile b. el-Eska‘ (Radıyallâhu Anhüm) gibi isimler bulunuyor. Şimdi bu sahâbîlerin Ebûbekir (Radıyallâhu Anh) gibi Allâh Rasûlü’nün yakın arkadaşları olduklarını söyleyemesek de, bunların her birinin Allâh Rasûlü’yle yakınlığı bulunduğu bir vâkı‘adır ve hiçbiri Allâh Rasûlü’nü bir veyâ birkaç defâ görüp memleketine dönmüş biri değildir. Hadis ilimlerinde râvi sahâbîlerin temâyüz sebebi Ebûbekir (Radıyallâhu Anh) gibi Allâh Rasûlü’nün çok yakın arkadaşı olmak değildir elbette. Eğer öyle olsaydı elimizde hadis diye sâdece mezkûr sahâbîlerin rivâyet ettiği çok az bir mecmua kalırdı. Oysa hadis ilimlerinde (ve özellikle usulcülerin nazarında) bir sahâbîyi diğerinden mütemâyiz kılan husus, fakîh olmalarının yanında, esasta Allâh Rasûlü’ne olan mülâzemeti (onunla sürekli berâberliği)dir, Allâh Rasûlü ile birlikteliği ne kadardır, onunla savaşa katılmış mıdır, onunla sefere çıkmış mıdır, özel olarak Allâh Rasûlü’yle münâsebeti olmuş mudur, bunlara bakılır. (Suyûtî, Tedrîbü’-râvî:2/122; es-Sem‘ânî, Kavâtı‘u’l-edille:1/392) Sözünü ettiğimiz sahâbîlerin her birisi bu özelliktedirler. Allâh Rasûlü’yle savaşlara katılmanın yanısıra onun nezdinde önemli mevkii işgal etmişlerdir. Abdullâh b. Ömer, Abdullâh b. Amr ve Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anhüm) gibi isimlere girmek istemiyorum. Bunların Allâh Rasûlü’yle özel münâsebetleri, menkıbeleri ve sahâbe arasındaki mevkileri târife gerek bırakmayacak kadar açıktır. Ben asıl diğer sahâbîlerden bahsetmek istiyorum. Bu sahâbîlerin birçoğu gerek Allâh Rasûlü, gerekse Hulefâ-i Râşidîn tarafından stratejik görevlere getirilmiştir. Meselâ Osman b. Ebi’l-Âs (Radıyallâhu Anh) bizzat Allâh Rasûlü tarafından Tâif’e vâli tâyin edilmiştir. Hazret-i Ömer zamânına kadar bu görevde kalmış, daha sonra Hazret-i Ömer kendisini Bahreyn’e vâli atamıştır. İmran b. Husayn (Radıyallâhu Anh) da fakîh olduğu bildirilen sahâbîlerdendir ve Hazret-i Ömer tarafından Basra’ya gönderilmiş, oradaki halka din eğitimi vermek için vazîfelendirilmiştir. Huzeyfe b. el-Yeman (Radıyallâhu Anh) da meşhur sahâbîlerdendir ki Allâh Rasûlü’nün kendisine son derece güveni bulunmaktaydı. Birçok gizli bilgileri kendisine verdiği için “Sâhibü’s-sirr (sırdaş)” olarak anılırdı. Hazret-i Îsâ’nın nüzûlü dâhil kıyâmet alâmetleri hakkında birçok rivâyetin kaynağıdır. Hazret-i Ömer onun bilgisine güvenir, fitne konusunda kendisine danışırdı. Kaynakların verdiği bilgiye göre Hazret-i Ömer tarafından Medâin’e vâli atanmıştır. Ebu’d-Derdâ (Radıyallâhu Anh) Bedir günü Müslüman olmuş, Uhud’a katılmıştır. “Ümmetimin hakîmidir” gibi bir medh-i nebevîye mazhar olmuştur. Dımeşk kadılığı yapacak kadar fakih bir sahâbîdir. Ebû Hureyre gibi Vâsile b. el-Eska‘ (Radıyallâhu Anhümâ) da Ashâb-ı Suffe’dendir, gece gündüz Allâh Rasûlü’nün yakınında bulunmuş, aç-açık kalmasına rağmen ilim tahsiline devam etmiştir. Ammâr b. Yâsir (Radıyallâhu Anhümâ) erken dönem Müslüman olmuş sahâbîlerden biri olarak uzun süre Allâh Rasûlü’yle birlikteliği vardır. Bunun yanında Allâh Rasûlü’nün, şahsına dâir beyânâtı bulunacak kadar da kendisine yakınlığı bulunmaktadır. Nüzûl-i Îsâ rivâyetlerinin kaynağı olan sahâbîler içinde bunların yanında Sefîne ve Sevbân (Radıyallâhu Anhümâ) gibi gece gündüz Allâh Rasûlü’nün berâberinde bulunan ve onun hizmetçisi olan sahâbîler de vardır. (Burada mezkûr sahâbîlere dâir verilen bilgiler “el-İsâbe fî temyîzi’s-sahâbe” adlı meşhur sahâbe ansiklopedisinden alınmıştır. Merak edenler sahâbîlerin isimleri üzerinden kitapta arama yapabilir ve hayatları hakkında daha geniş bilgi edinebilirler.) Şimdi bu sahâbîlerin rivâyetlerini Allâh Rasûlü’nün çok yakın arkadaşları ve fakîh olmadıkları gerekçesiyle tenkit etmenin ma‘kul bir îzâhı olabilir mi? Mütâle‘anın ciddiyetine (!) bakın ki, mezkûr sahâbîler arasında Allâh Rasûlü’nün eşleri bulunmadığını sorun eden Kırbaşoğlu bizzat kendi listesinde de yer aldığı halde Hazret-i Âişe’yi görmüyor. Makālede “Dış Tenkid” (isnad tenkidi) alt başlığıyla yer alan bölümdeki tenkitler bizzat senet incelemelerine dayandırılmak yerine hadislerin birkaçıyla ilgili bilinen tenkitler ileri sürülerek diğerleri de zan altına sokuluyor. Hâlbuki başlığa bakarak bu bölümde ilgili rivâyetlerin senetlerini tek tek inceleyip ayrı ayrı her biri hakkında mülâhazalarını ortaya koymasını, sonra da bu mülâhazalar üzerine, genellemeye prim vermeden tutarlı bir sonuç çıkarmasını beklerdik Kırbaşoğlu’ndan! “İç Tenkit” (metin tenkidi) alt başlığıyla makāleye yansıttığı tespitlere gelince; bunlar tamâmen Kırbaşoğlu’nun hakîkat ve doğruluk anlayışını ortaya koyan son derece sübjektif açıklamalar ve pekâlâ tartışılabilecek, pekâlâ aksi söylenebilecek türden tespitlere dayanıyorlar. Söz gelimi bu bölümde sık sık ilgili rivâyetlerin bâzılarında yer alan ifâdelerin Eski Ahid (Tevrât) külliyatındaki bilgilerle benzerlikler arz ettiğine yaptığı atıfları burada zikredebiliriz. Kırbaşoğlu bunları yadırgayıp ilgili hadislerin belli kültür havzalarında üretilip Allâh Rasûlü’ne isnad edildiğini düşünmektedir. Bu, Kırbaşoğlu’nun zannettiği kadar kolay mıdır? Pekâlâ, biri kalkıp şunları diyebilir: Eski ve yeni ahid külliyatı toptan batıl ve hurâfelerle dolu değildir. Bunlarda hâlâ mişkât-ı nübüvvetten parıltılar vardır. İş bu bilgiler de, korunabilmiş mezkûr parıltılardandır. Allâh Rasûlü ile diğer peygamberlerin bilgi kaynağı aynıdır, vahiydir. Şimdi siz Ehl-i kitaptaki bilgilerin toptan bâtıl olduğunu söyleyebilir misiniz? Eğer söylüyorsanız, neden bu külliyatı hâlâ muharref(değiştirilmiş, saptırılmış, üzerinde oynanmış) kitaplar olarak tanımlıyorsunuz? Ehl-i kitab’ın dînî bilgisinin tahrif edilmiş olması zorunlu olarak sâhip oldukları bâzı bilgilerin hakîkat değeri taşıyabileceğini göstermez mi? Bizim de bu bilgileri tespit etmemiz için güvenebileceğimiz kaynak Kur’ân âyetleri ve Allâh Rasûlü’nün hadisleri değil midir? Şu halde Allâh Rasûlü’nden gelen hadisler ilgili bilgilere paralellik arz ediyorsa bunu hadislerin uydurma olduğuna mı yoksa Ehl-i kitabın mezkûr bilgilerinin sahih olduğuna mı delil saymalıdır? Görüldüğü gibi Kırbaşoğlu burada bir ön kabulden hareket ediyor, hadislerin metin kritiğini de ihtiyat payı bırakmadan tamâmen bunun üzerine binâ ediyor. Şimdi bu metin tenkidine ne kadar güvenebiliriz? Haber-i Mütevâtirlerin Dışındaki Haberler Sâdece Haber-i Vâhid Midir? Üçüncüsü, haber-i vâhidlerin akîdeye ko- nu olamaması meselesine gelince; bu mesele de detayları araştırılmadığında kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Detaylara girmeden önce iki noktanın altını çizelim: Birincisi, Hazret-i Îsâ’nın nüzûlüne dâir rivâyetler haber-i vâhid değildir, yukarıda da îzah ettiğimiz gibi mütevâtirdir. İkincisi, nüzûl-i Îsâ rivâyetlerinin mütevâtir olmadığı farz edilse bile, bu zorunlu olarak haber-i vâhid olmalarını gerektirmez. Zîrâ Usûl-i fıkıh âlimleri genelde hadisleri “Mütevâtir”, “Meşhur” ve “Âhâd” olmak üzere üç kısma ayırıp hükümleri îtibârıyla her bir kısmı ayrı ayrı değerlendirirler. Bu değerlendirmeye göre meşhur hadisler İbni Fûrek, el-İsferâînî, Ebû Mansur el-Bağdâdî ve Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî gibi ekser usulcülere göre kat‘î bilgi ifâde ederken(el-Bağdâdî, Usûlü’d-dîn, sh:13), Debûsî ve Serahsî gibi bâzı âlimlerce tume’nînet (tatmin edici bilgi) ifâde etmektedir. (Debûsî, Takvîmü’l-edille, s. 212; Serahsî, el-Usûl, 1/292) Ama şurası kesin ki, meşhur hadislerin inkârı -Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî ve hocası Şem- sü’l-Eimme el-Halvânî gibi bâzı âlimlere göre küfür olsa da (Ebu’l-Yüsr el-Bezdevî, Kitabün fîhi marifetü’l-huceci’ş-şer’iyye, s:33)-en azından bidat kabul e- dilmekte, bu yönüyle ilgili rivâyetlerin akîdeye tealluku bulunmaktadır. Bu bakımdan birçok akîde ve kelam kitabında da örneklerine rastlandığı üzere ilgili rivâyetler akıdede delil olarak kullanılabilmektedir. Özellikle akîde ve kelam kitaplarının sem‘iyyât bölümü diye bilinen son bahislerinde bu rivâyetlerin sıkça delil olarak kullanıldığını görmekteyiz. Şu da var ki, kelamcılar bu gibi bahislerde zaman zaman istidlalde bulundukları bâzı rivâyetlerin meşhur olduğunu ifâde etmişlerse de bu hüküm her zaman isâbetli olmamaktadır. Zâhid el-Kevserî’nin de pek yerinde tespit ettiği üzere, sözü edilen kelamcıların hadis ilimlerinde ihtisasları olmadığı için ilgili hadislerin tarikleri hakkında etraflı bilgiye sâhip olmamaktadırlar. (Kevserî, Nazratün âbira, sh:122) Bu bakımdan onlar tevâtüre ulaştığının farkına varamayıp sâdece meşhur olduklarını ifâdeyle yetinmektedirler. Her konuda ihtisas erbâbının bilgisine mürâcaat etmek gerektiğinden mütevâtir hadislerin tespiti husûsunda kelamcılardan çok hadislerin tariklerine aşinalığı olan âlimlerin tespitleri esas alınmalıdır. Yukarıda bu nitelikteki âlimlerin ilgili hadislere dâir kanaatlerini belirtmiştik. Sözün özü; usûl-i fıkıh âlimlerine âit bu taksime göre konuşacak olursak; nüzûl-i Îsâ rivâyetleri en azından meşhur ve müstefîz hadisler kısmına dâhil olmaktadır. Bizim yukarıda esas aldığımız üzere hadisleri mütevâtir ve haber-i vâhid olarak ikili tasnife tâbi tutanlar genelde muhaddislerdir. Şu halde nüzûl-i Îsâ rivâyetlerinin mütevâtir olmadığını varsaysak bile haber-i vâhid olmaları gerektiği sonucu sâdece muhaddislerin tasnifine göredir, usul-i fıkıh âlimlerine göre değildir. Haber-i Vâhidler Akîdeye Konu Olamazlar Mı? Bu girişten sonra bir an için İslamoğlu’nun dediği gibi düşünerek ilgili rivâyetleri haber-i vâhid kabul edecek olsak bile bu, mezkûr rivâyetlerin mutlak anlamda akîdeye konu olamayacağını göstermez. Zîrâ haber-i vâhidler içinde akîdeye konu olan rivâyetler bulunmaktadır. Nitekim birçok usul-i fıkıh kitabında mütevâtir haber konusu işlendikten sonra “Kat‘î bilgi ifâde eden haberler” başlığı altında özel bir bahis açılması bunu göstermektedir. Buna bir misal olması için Fahru’r-Râzî (Rahimehullâh)ın “Bir haberin doğru olduğunda te- vâtürden başka delâlet eden hususlar” diye baş- lık attığı bahsi zikredebiliriz. (Fahru’r-Râzî, el-Mah- sûl:4/ 271) Gerek Fahru’r-Râzî, gerekse diğer birçok usulcü (Rahimehumüllâh) bu ve benzer başlıklar altında kat‘î bilgi ifâde eden haber-i vâhid çeşitlerine birçok örnek vermektedirler. Bunlar içinden âlimlerin kabul ettiği haber-i vâhidleri burada özellikle belirtmeliyiz. (Cessâs, el-Fusûl:3/49) Zîrâ Hazret-i Îsâ’nın nüzûlüne dâir rivâyetler hemen hemen bütün İslam âlimleri tarafından kabul görmüş, hadis mecmualarından akāid-kelam kitaplarına kadar ilgili hadisler kıyâmet alâmetleri sadedinde birer bilgi kaynağı olarak kullanılmıştır. Şu halde ilgili hadislerin haber-i vâhid olduğu söylense bile, âlimlerin kabûlüne mazhar olmaları bakımından katî bilgi ifâde ettiklerini ve doğal olarak akîdeye konu olmaları gerektiğini söylemek durumundayız. Haber-i Vâhidlerin Zan İfâde Etmesi Nasıl Anlaşılmalıdır? Burada Mustafa İslamoğlu’nun cevâbında da dikkat çektiği gibi; İslam modernistlerinin haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği husûsuna dönük bir çarpıtmasına temas etmeliyiz. İslam modernistleri bir itikad ilkesini kabul etmediklerinde tavırları bellidir; genelde konu hakkındaki hadislerin haber-i vâhid olduğunu ileri sürerler. Daha sonra haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki prensibi gündeme taşıyarak haberin içeriğine îman etmeyişlerini kendilerince bir sebebe bağlamış olurlar. Evet, ifâde edildiği gibi haber-i vâhidlerin zan ifâde etmesi usûlî bir konudur ve kat‘î bilgi ifâde etmelerini sağlayan -ve yukarıda bir örneğine yer verilende olduğu gibi- herhangi bir karîne bulunmadığında söz konusudur. Ancak burada kapalı kalan ve kapalılığı fırsat bilinerek manipüle edilmeye çalışılan bir konu var. Haber-i vâhidlerin ifâde ettiği belirtilen zan, zann-ı gâliptir. Yâni hadisin durumuna göre yüzde elli bir ile yüzde doksan dokuz arasında değişebilen güçlü kanaattir. Şöyle söyleyebiliriz; normal şartlarda haber-i vâhidle sâbit bir meseleye inanmak için elimizde geçerli bir sebep olduğu halde onu inkâr etmek için geçerli bir sebep bulunmamaktadır. Bu da aksine delil olmadığı zaman haber-i vâhidlerin gereğince inanmak icap ettiği anlamına gelir. Durum böyle olunca haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki bu usûl prensibini ilgili haberlerin içeriğine karşı güvensizlik telkin eden bir bağlam ve üslûp içinde dile getirmek esâsen ilgili prensibi uygulama hassâsiyetinin değil, onu çarpıtmanın işâretidir. Zîrâ söz konusu prensip haber-i vâhidlerin içeriğinin doğru olması ihtimâlinin yanlış olması ihtimâline karşı daha güçlü olduğunu ve dolayısıyla îtibâra alınması gerektiğini ifâde ettiği halde burada tam aksi bir amaçla kullanılmakta, ilgili haberin içeriğine îmânın lüzumsuzluğuna araç kılınmaktadır. Nitekim nüzûl-i Îsâ’ya inanmayan kimse konu hakkındaki hadislerin haber-i vâhid olduklarını duyduğunda acaba yanlış mı yapıyorum diye bir tereddüt duyması gerekeceğine, inkârını bir temele dayandırmışçasına rahatlamaktadır. Bu durumda haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki prensibi doğru anlamamız gerekmektedir. Bu prensibi doğru anlayabilmek için önce onun usûl ve kelam kitaplarında ne münâsebetle kullanıldığını bilmek icap eder. Usûl ve kelam kitaplarını inceleyenler görecektir ki haber-i vâhidin zan ifâde ettiği ve kat‘î bilgi sağlamadığı yönündeki prensip özellikle iki konuda gündeme taşınmaktadır. Bunlardan biri nassların te‘âruzu konusu, diğeri tekfir konusudur. Nassların te‘âruzu konusunda bilhassa Hanefî usulcüler Kur’ân’da bulunan tahsis edilmemiş umûmî lafızlar bahsinde bu lafızların haber-i vâhidlerle tahsis edilemeyeceğini ifâde ederlerken ilgili prensibe atıf yaparlar. Bir de usulcüler haberlerin kendi aralarındaki te‘âruzu bahsinde de bu kaideye dikkat çekmektedirler ki onların bu atıfları, haber-i vâhidleri delil kabul etmemeye dönük değil, sâdece nassları hiyerarşik bir düzene göre anlamaya dönük bir çabanın ürünüdür. Tekfir konusundaki atfa gelince; bu prensibe daha çok kelam kitaplarında atıfta bulunulur ve bu konu haber-i vâhidle sâbit meseleleri inkâr ettiği için her hangi birini tekfir etmemek gerektiği anlatılırken gündeme getirilir. Burada da haber-i vâhidlerin delil olarak görülemeyeceğine dâir en ufak bir îmâ söz konusu değildir. Prensibin gündeme getirilmesi sâdece tekfir konusunda ihtiyatın gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Demek oluyor ki, prensibi doğru yerde uygulamak istiyorsak onu ya nassların te‘âruzu (delillerin çelişmesi) ya da tekfir konusunda kullanmalıyız. Âyet ya da mütevâtir veyâ meşhur hadislerin açık ifâdelerine aykırı bir rivâyetle karşılaştığımızda ilgili rivâyetin sıhhat değerini araştırır, bu meyanda haber-i vâhid olduğunu ve zan ifâde ettiğini belirtiriz. Ardından aksini gösteren delillerin açık âyet veyâ mütevâtir ya da meşhur hadisler olduğunu, kat‘î bilgi ifâde ettiklerini söyleriz. Böylece nasları birbirleriyle çatıştırmadan bir ahenk içinde anlamanın yolunu aramaya çalışırız. Ya da prensibi bir hadisi inkâr eden kimse karşısında uygulamaya sokarız. Eğer inkâr ettiği rivâyet haber-i vâhid ise zan ifâde ettiğini, dolayısıyla söz konusu şahsı tekfir etmemizin doğru olmayacağını anlarız. Yoksa Allâh Rasûlü’nden sahih bir yolla aktarılmış ve müçtehidlerin nassların tespit ve tefsirine dâir incelemelerinden geçmiş bir hadis rivâyetinin gereğine îman konusunda uygulanamaz. Dolayısıyla “Bu hadis haber-i vâhiddir, içeriğine inanmam gerekmez” şeklinde bir savunma geliştirilemez. Maalesef günümüzde prensip hep bu savunma psikolojisiyle kullanılmakta, nedense hep inkârın kılıfı olarak takdim edilmekte ve sürekli haber-i vâhidler karşısında Müslümanları hem yersiz hem de yanlış bir tavra sürüklemektedir. Eğer bu prensibi uygulayanlar usûlü işletme duyarlılığından hareketle bunu yapıyorlarsa aynı duyarlılığın gereği olarak prensibi yerli yerince de kullanmak mesuliyetindedirler. Sonuç olarak; sözün başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi gerek konuyla ilgili hadislerin mâhiyet ve husûsiyetleri, gerekse muhtelif İslâmî ilimlere konu olan prensipler göz önünde bulundurulduğunda nüzûl-i Îsâ’ya dâir rivâyetlerin tevili mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte ilgili rivâyetlerin mütevâtir olmadığı yönündeki iddia başta mütevâtir hadisin târifi açısından temelsizdir. Haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği ve akîdeye konu olamayacağı prensibi de aslen açılımı ve kapsam alanını sınırlayıcı diğer prensipler dikkate alınmadan peşin fikirlere kılıf üretmek üzere manipüle edilmeye çalışılmıştır. Son olarak gördük ki, haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki prensip günümüzde ne doğru yerde ne de doğru amaçla kullanılmaktadır. Önceleri nasları bir hiyerarşi içinde doğru anlamanın ölçüsü olarak kullanılan bir prensibin bugün nasıl da nasları hayâtın dışına itme aracı olarak istismar edildiğini göstermesi bakımından bu hayli mânidardır. Bütün bunlardan sonra Mustafa İslamoğlu’nun nüzûl-i Îsâ konusundaki görüşlerinin herhangi ilmî mesnede dayanmadığını, şartlanmış bir zihinle meseleyi basitleştirdiğini söylemek durumundayız. Vesselam… talha alp hocama teşekkür ederiyorum yazılarını takip için www.darulhikme.org a bakın sertkaya... |
|
01-04-2010, 00:30 | #12 |
çıplak ayaga mesh
Konuya girmeden önce İslamoğlu’nun bu meselede de örneğiyle karşılaştığımız üslûp problemine değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Kendisiyle birçok konuda aynı fikirleri savunan diğer ilâhiyatçı İslam modernistleriyle İslamoğlu arasında önemli bir üslûp farkı var. Belki akademinin dışına hitap etmediği için olacak! Modernist ilâhiyatçı kesim savunduğu muhâlif görüşü doğrudan ve kendine mal ederek ifâde etmekte tereddüt göstermez. Ya da akademik özgürlüğün sağladığı rahatlıkla olacak ki, en uçuk görüşlerini dahî pervasız bir dille açıklamaktan çekinmez. Ancak İslamoğlu için aynı rahatlıktan söz etmek zor. Onun konumu akademisyenlere göre çok farklı. Bir defâ o doğrudan Müslüman tabana hitap ediyor ve o bir teorisyenden daha çok bir pratisyen. Bunun yanında sâhip olduğu medya organları ve öncülüğünü yaptığı sivil toplum kuruluşlarına bakılırsa onun bir çeşit İslâmî dâvet faaliyeti yürüttüğü de söylenebilir. Bütün bunlar onun daha özenli olmasını, doğrudan ifâde edildiğinde ciddî tepkilere yol açacak fikirleri daha politik bir dille ifâde etmesini gerektiriyor. Kendisi de bunun farkında olmalı ki, uçuk fikirleri doğrudan gündeme getirmiyor ve: “Bu konuda doğru olan benim savunduğum ya da meselâ Şî‘a’nın savunduğu şu görüştür!” deme cesâretini gösteremiyor. Peki, ne yapıyor? Genelde meseleyi şu şekilde sunmayı tercih ediyor: “Bu konuda ihtilaf var; böyle düşünenler olduğu gibi şöyle düşünenler de var. Sünnî ekol böyle demiş; ama aynı ekol içinden filan filan âlimler de aksini düşünebilmiş, söz gelimi Şî‘a’nın yanında yer alabilmiş!” gibi laflar kullanmayı uygun buluyor. Ne ilginçtir ki genellikle bu konularda verdiği bilgiler referanslarla karşılaştırıldığında ciddi sorunlar arz ediyor. Ortada ya yanlış anlama ya da çarpıtma olduğu dikkatten kaçmıyor. Anlıyoruz ki, İslamoğlu görüşleri kaynaklardan olduğu gibi nakletmiyor ve görüşleri, sâhiplerinin aynı konunun detaylarına dâir diğer görüşleriyle ve amacıyla mütenâsip biçimde aktarmıyor; kendince hedef fikre uyarlayarak görüşler üzerinde bir çeşit işçilik uyguluyor. İslamoğlu bu yaptığının ne tür sonuçlar doğuracağı üzerinde hiç düşünmüş müdür, bu bilinmez. Ama bilinen bir şey var; bunun ortalama Türk okuyucusunun zihninde telâfisi güç tahribata yol açtığı kesin. Doğal olarak okuyucu, İslamoğlu’nun kaynaklar karşısındaki yer yer yönlendirmeci, yer yer çarpıtmacı tutumunu fark edemiyor. Hâliyle muhâlif modern fikrin de İslâmî zeminde bir meşrûiyet kökeni olduğunu düşünmeye hazır hâle geliyor ve çözülme burada başlıyor. Tabiatıyla bunları inceleyen biri olarak “İslamoğlu ne yapmak istiyor?” sorusunu kendinize sormadan edemiyorsunuz. Niyetini bilemeyiz; ancak İslamoğlu’nun, teorik malzemesini modernist ilâhiyatçı akademisyenlerden aldığı uç fikirleri tabana kanıksatmak ya da en azından tabanın bu konudaki İslâmî hassâsiyetini yıpratmak gibi bir etkisi olduğunu görmemek de mümkün değil. Bu yönüyle onun işi bir yapı inşâ etmekten çok sabit yapıyı yıkmak; yâni ciddî bir araştırma ve özen istemeyen ucuz işçilikli bildiğimiz yıkıcılık. İslamoğlu’nun kaynak taramaları ve metin incelemeleri konusundaki îtinâsızlığı da zâten bunu işâretliyor. İşte burada ele alacağımız çıplak ayağa mesh konusu, İslamoğlu’nun bir yandan meseleyi nasıl çarpıttığını, diğer yandan metni nasıl yanlış anladığını gösterecek bir konu olması bakımından onun ne yaptığını gözler önüne seren tipik bir misal olabilir. İslamoğlu’nun, abdesti konu edinen Mâide Sûresi:6. âyette yer alan ayakları yıkamakla ilgili ifâdeye düştüğü dipnot şöyle: “Kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Hafs, Kisâî ve Yakub’un okuyuşuna göre ayet ayakların yıkanmasını, geri kalanının okuyuşlarına göre ayaklara mesh edilmesini emreder. (…) Ehl-i Sünnet okuluna mensup âlimlerin çoğunluğu birincisini, Ehl-i Beyt okulu mensupları ve Taberî gibi bazı sünnî imamlar ikincisini tercih ederler.” (Hayat Kitabı Kur’an, s:192) Çok açık ki İslamoğlu’nun bu ifâdelerine bakarsak; çıplak ayağa mesh konusunda biri Ehl-i Sünnet’e, diğeri Ehl-i Beyt’e âit olmak üzere iki ayrı görüş var. Üstelik büyük Ehl-i Sünnet imamlarından Taberî de burada Ehl-i Beyt’in yanında yer alıyor; yâni çıplak ayağa meshedilebileceğini savunmuş oluyor. İslamoğlu’nun meâldeki bu ifâdelerine biraz daha netlik getiren diğer ifâdesini bir soruya verdiği cevapta buluyoruz. Cevapta İslamoğlu Taberî’nin görüşüyle ilgili düşüncesini: “Taberi sünne sahibi bir imam olduğu halde mesh etmek farz, yıkamak sünnettir der. ”[1] şeklinde somutlaştırıyor. Bunları okuyan bir kimsenin abdestte çıplak ayağa mesh etmenin câiz olmayacağı konusundaki bilgisi de, hassâsiyeti de derin yara alacaktır ve önceleri sâdece Şî‘a’ya âit olduğunu düşündüğü bu uygulamanın hem Ehl-i Beyt, hem de İmam Taberî tarafından savunulmuş meşrû bir görüş olduğu “gerçeğiyle!” âdeta şok yaşayacaktır. Peki gerçekten mesele İslamoğlu’nun anlattığı gibi midir? Dolayısıyla okuyucunun yaşadığı şok hâli yerinde ve gerekli bir hal midir? Bu soruların aşağıdaki incelemenin sonunda kendiliğinden cevaplanacağını düşünerek vakit kaybetmeden söze girelim. Söze girerken önce şunu ifâde etmeliyiz; abdestte ayakları yıkamayı Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunun görüşü gibi göstererek Ehl-i Sünnet’in bu konudaki tutumu hakkında şüphe uyandırıcı ifâdeler kullanmak doğru değildir. Zîrâ sahâbeden yüz yirmi kişiye kavuşan Tâbi‘î İmam Abdurrahman bin Ebî Leylâ (Radıyallâhu Anh) ashâbın ayakları yıkama konusunda icmâ‘ ettiklerini ifâde eder. Sâdece bu değil, sahâbeden on kişiye kavuşan Tâbi‘î İmam Atâ bin Ebî Rabah (Radıyallâhu Anh) da sahâbeden ayaklarına mesh eden birini görmediğini söylemektedir. (Hâfız Alâüddîn Moğultay, Şerh-u Sünen-i İbn-i Mâce:1/355) Evet, bâzı sahâbeden ayakların meshi yönünde rivâyetler vardır. Ancak bu rivâyetlerin delâleti açık değildir. Zîrâ bu rivâyetlerin ekseriyeti başlı başına abdestte ayaklarla ilgili vazîfeyi konu edinmemektedir. Bilakis konunun Kur’ân-ı Kerîm’de ele alınış biçimini serimlemektedir. Buna dayanarak ihtilaftan bahsedilecekse, meselenin sâdece Kur’ân’daki sunumuyla sınırlı bir ihtilaftan söz etmek daha doğru olacaktır. Buna bir misal olarak önceleri abdestte ayakların meshini savunduğu düşünülen Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın “Kur’ân meshi, Sünnet gasli (yıkamayı) getirmiştir” yönündeki sözünü ele alabiliriz. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/175) Bu söz aslında Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)dan yapılan diğer rivâyetlere de ışık tutmakta, onun meseleyi sâdece hükmün sübut keyfiyeti açısından ele aldığını göstermektedir. Meselenin Kur’ân’da sâdece mesh ile ele alındığını, Sünnette ise bunun yanında yıkama yükümlülüğünün de getirildiğini ifâde etmektedir. Ayrıca Enes (Radıyallâhu Anh) gaslin Sünnetle sâbit olduğunu belirterek ayakları yıkamanın gerekliliğini zımnen ifâde etmektedir. Bütün bunların yanında, ayakların yıkanması gerektiği yönünde sahâbeden de açık rivâyetler bulunmaktadır. Bu sebeple birçok muhakkık âlim, rivâyetleri cem için, mezkûr kimselerin mesh yönündeki görüşlerinden rucû ettiklerini savunmuştur. (İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî:1/348) Dolayısıyla böyle yoruma açık rivâyetlere dayanarak Ehl-i Sünnet’in bir kısmının ayakların meshini savunduğunu söylemek ilmî ölçüler açısından güvenilir değildir. Sonra şu da unutulmamalı ki, seleften bir veyâ birkaç kişiden ümmetin kāhir ekseriyetine muhâlif olarak nakledilen görüşler, mâlum şaz kategorisine girmektedir. Bunlar Ehl-i Sünnet’in görüşünü belirleyici olmadığı gibi Ehl-i Sünnet içinde ihtilaf sebebi de olamaz. Şurası açık ki seleften nakledilen her rivâyete eşit gözle bakmak, şaşı bakmaktır. Zîrâ birçok selef imamından birbirine zıt fetvâlar nakledilebildiği gibi, bâzen Kur’ân, Sünnet ve Kıyas temeline oturtulması güç görüşler de nakledilebilmektedir. Bu nakilleri yapan râviler meselenin özünü ne kadar kavramış, ne kadar tam ve doğru rivâyet etmiş, meselenin bu kısmı tartışılır; ama velev ki rivâyetler güvenilir olsa bile yine de bir usul inşâ edilirken her rivâyetin aynı kategoriye yerleştirilmesi mümkün değildir. Tutarlı bir usul inşâsı için sahih kıstaslar ışığında bunların bir kısmının diğer bir kısmına tercih edilmesi ve esasların tercihe şâyân olanlar üzerine binâ edilmesi kaçınılmazdır. Nitekim imamlar aynı yöntemi âyet ve hadisleri ele alırken de uygulamış, nasslar arasındaki muârazayı nesh, cem, tercih ve tesâkut gibi metodlarla çözümlemiştir. Muteârız nasslardan nasıl dinde çarpık bir yapılanmaya gidilmiyorsa, seleften nakledilen görüşleri de birbirleriyle çatıştırarak değil, sağlam bir anlam zemini üzerinde uzlaştırarak anlamaya çalışmalı ve bir usul zaviyesinde işlemesini bilmelidir. Şu halde Ehl-i Sünnet’in görüşü ortaya konurken, kritize edilip işlenmiş bilgiler üzerine konuşmak ve Ehl-i Sünnet’in sistem ve usul olarak teşekkülünü tamamlamış yapısını gözden kaçıran açıklamalardan uzak durmak zorundayız. Bir ihtimal olarak şu da gündeme getirilebilir: Belki İslamoğlu Taberî’nin görüşünü yanlış yorumladığı için burada onu istisnâ etme ihtiyâcı hissederek Ehl-i Sünnet’in çoğunluğu demiş olabilir. Ancak az ileride de temas edeceğimiz üzere Taberî’nin görüşünün Ehl-i Sünnet’in görüşünden temelde bir farkı yoktur. Şu halde Taberî (Rahimehullâh) üzerinden Ehl-i Sünnet’in tutumunu çoğunluk ve diğerleri şeklinde yansıtmak da mümkün değildir. Ayrıca Ehl-i Beyt’e göre ayakların mesh edilmesi konusu İslamoğlu’nun arz ettiği gibi de değildir. Durum Şî‘a’ya göre böyle olabilir; ama Şî‘a ile Ehl-i Beyt farklı şeylerdir. Bunları birbirlerine karıştırmak eğer câhillik değilse, hoş görülemez bir muğâlatadır. Ehl-i Beyt’in ilk kuşağına göre abdestte ayakları yıkamak gerekir. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) sened eşliğinde, Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyin (Radıyallâhu Anhümâ)nın, ilgili âyette geçen “Ercüleküm” kelimesini mansub okuduklarını ve Hazret-i Ali (Radıyallâhu Anh)ın, ayaklarla ilgili vazîfenin yıkamak olduğu yönünde insanlara hükmettiğini (fetvâ verdiğini) nakleder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/173) Bunun yanında Ali (Radıyallâhu Anh)ın: “Ayakları topuklara kadar yıkayın” diye emrettiği de bilinmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/172) Demek oluyor ki, konu hakkında Ehl-i Sünnet içinde fikir ayrılığı varmış gibi bir ifâde kullanmak, okuyucuyu gereksiz ve temelsiz bir kafa karışıklığına sürüklemekten başka bir şey ifâde etmez. Ehl-i Sünnet’le Ehl-i Beyt arasında ayrılık olduğu yönünde bir vehme kapı aralayan ifâdeler kullanmaya gelince, eğer bu kasıtlı değilse, en azından ciddiyetsizlikten başka neyle îzah edilebilir? Ehl-i Beyt imamları dediğimiz kimseler eğer Ali, Hasen ve Hüseyin (Radıyallâhu Anhüm) değilse kimlerdir? İslamoğlu bize mübhem ifâdeler kullanmak yerine iddiasını destekleyen muşahhas ifâdeler kullanmalı. Eğer Ehl-i Beyt imamlarından bu görüşü savunan varsa, isim vermeli ve sahih kaynak göstermelidir. Bu ön bilgilerden sonra İslamoğlu’nun Taberî (Rahimehullâh)ın görüşünü nasıl yanlış anladığına gelelim. İslamoğlu’na göre Taberî (Rahimehullâh) Ehl-i Sünnet’in diğer imamlarına muhâlif olarak abdestte ayakların mesh edilebileceği yönündeki ikinci görüşü savunmaktadır. Oysa Taberî (Rahimehullâh)ın abdest âyetindeki bu kelimeyle ilgili açıklamaları İslamoğlu’nun dediğiyle aslâ örtüşmemektedir. Taberî (Rahimehullâh) İslamoğlu’nun naklettiğinin aksine ayakların değil yıkanmayıp mesh edilmesini, sâdece yıkanmasının bile yeterli olmayacağını, bunun yanında bir de mesh edilmesi (ovalanması) gerektiğini düşünmektedir. Taberî (Rahimehullâh)ın kendi görüşüne geçmeden önce onun genel olarak bu konuyu nasıl ele aldığına bakalım. Taberî (Rahimehullâh) âyetin ilgili kısmının tefsirinde, önce âyette geçen “Ercüleküm” kelimesinin iki şekilde kıraat edildiğini; Hicaz ve Irak kurrâsının kelimeyi mansup, yâni bizdeki meşhur kıraate göre “Ercüleküm” şeklinde okuduğunu belirtiyor ve: “Bunlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe mesh değil gasildir (yıkamaktır)” diyor. Taberî (Rahimehullâh) bu yönde vârid olan rivâyetleri serdettikten sonra yine Irak ve Hicaz kurrâsının diğer bir kısmına göre mezkûr kelimenin, “Ercüliküm” şeklinde mecrur olduğunu zikrediyor ve: “Onlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe yıkamak değil, meshtir” diyor. Burada araya girelim. Hazret-i Enes’in görüşüyle ilgili olarak da ifâde ettiğimiz gibi abdest âyetinde ayaklarla ilgili vazîfenin mesh olduğunu savunmak, genel olarak abdestte ayakların mesh edilebileceğini savunmak anlamına gelmez. Bu sâdece Kur’ân’da konunun ele alınış biçimini îzaha dönük bir açıklamadır, yoksa genel olarak abdestte ayaklarla ilgili vazîfenin ne olduğuna dönük bir açıklama değildir. Zîrâ abdestte ayakların yıkanması gerektiğini anlatan çok açık hadisler vardır. Daha sonra bu yöndeki rivâyetleri de sıralayan Taberî (Rahimehullâh) en son kendi görüşünü açıklıyor ve aynen şunları kaydediyor: “Bu konuda bize göre doğru olan şu ki; Allâh-u Te‘âlâ abdestte ayakların tamâmının su ile mesh edilmesini emretmektedir. Tıpkı teyemmümde yüzün tamâmını toprakla mesh etmek gibi. Abdest alan kimse ayaklarıyla ilgili olarak bunu yaparsa hem mesh edici hem de yıkayıcı ismini hak etmiş olur. Zîra ayakların “gasli (yıkanması)” ayaklar üzerinde su gezdirerek ya da suyu ayaklara değdirerek olur. Ayakların “mesh edilmesi“ ise elin ya da el yerine kāim olan başka bir şeyin ayaklar üzerine gezdirilmesidir. Bir kimse ayaklarının tamâmını su ile mesh ederse o hem yıkayıcı hem de mesh edicidir. Mesh kelimesinin, tavsif ettiğim gibi biri umûmî -âzânın tamâmının meshi-, diğeri husûsî -âzânın bir kısmının meshi- olmak üzere iki mânâsı bulunduğundan, kıraat imamları “Ercülekum” kelimesinin okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. (…) Abdest âyetinde ayaklarla ilgili emrin te’vilinde dediğimiz gibi, onların tamâmının su ile mesh edilmesi gerektiği içindir ki, ilgili âyeti, ayakların su ile yıkanmasıyla birlikte onların elle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh edilmesi şeklinde yorumlayarak abdestte ayakları suya sokup da (bununla yetinerek) eliyle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh etmemeyi mekruh görenler olmuştur. Nitekim rivâyet edildiğine göre Tâvus (Rahimehullâh)a abdest alırken ayaklarını suya sokan kimsenin durumu sorulduğunda: “Bunu yeterli bulmam!” demiştir. “Âyetten ayakların yıkanması kastedilmiştir” diyenler ise meshi yeterli görmemiş, buna mukābil ayakları suya sokmayı yıkamak olarak telakki etmiştir. Nitekim Hasen-i Basrî (Rahimehullâh)a gemide abdest alan kimse sorulduğunda: “Ayaklarını suya daldırmasında bir beis yoktur.” diye cevap vermiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/177-178) Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli hususlardan biri de şudur: Taberî (Rahimehullâh) bu meseleyi tartışırken Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların “Husûsî anlamda” meshiyle yetinilebileceğini gösteren herhangi bir rivâyet nakletmezken, “Yıkama” bildiren birkaç rivâyete yer vermiş ve sonra da şu ifâdeyi kullanmıştır: “… Bâzı kıraat imamları, kelimeyi “Ercüleküm” olarak okumuş ve farz olanın, ayakların yıkanması olduğunu söylemişlerdir. Hâlbuki Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların umûmunun suyla mesh edileceğini (ovalanarak yıkanacağını) bildiren birbirini destekler mâhiyette rivâyetler gelmiştir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/177) Bu meseleyi işlediği bahsin devâmında Taberî (Rahimehullâh), ayakların normal mesh ile yetinilebileceği iddiasını muhtelif yönlerden “Eğer şöyle denirse, şöyle deriz” tarzında münâkaşa ederek ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların tamâmının “Yıkanması” gerektiği rivâyetlerini delil getirerek çürüttükten sonra aynen şu ifâdeyi kullanır: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, abdestte ayakların tamâmının suyla yıkanacağını emreder mâhiyette gelen rivâyetler, haberdâr olanın elinde hiçbir özür bırakmayacak müstefiz (yaygın) nakillerle sâbit olmuştur. Ayakların bu şekilde yıkanacağı O’ndan sahih olarak sâbit olduğuna göre, yıkanmasını farz kıldığı bir uzvun, aynı durumda ve aynı vakitte bir kısmının yıkanmamasını mubah görmüş olması kabul edilemez. Çünkü bu, bir şeyi aynı anda hem farz kılmak, hem de iptal etmek demektir. Bu (çelişki) ise Allâh’ın ve Rasûlü’nün ahkâmında söz konusu değildir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/185) Görüldüğü gibi Taberî (Rahimehullâh) ne ayakların sâdece yıkanması görüşünü, ne de sâdece mesh edilmesi görüşünü savunuyor. O, bu ikisinin dışında ayakların tamâmının suyla mesh edilmesini, yâni ayakların ovalanarak yıkanması gerektiğini savunuyor. Peygamber Efendimiz’den gelen rivâyetlerin hem “Ayakların tamâmının suyla meshi” hem de “Ayakların tamâmının yıkanması” şeklinde olduğunu söyleyen Taberî (Rahimehullâh)ın görüşündeki inceliği iyi kavramak gerekir. Ona göre “Ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi” başka şeydir, başın mesh edilmesi gibi normal mesh daha başka bir şeydir. Normal meshte, âzânın tamâmını doğrudan suyla temas ettirerek mesh etmek yoktur, sâdece el ıslatılır ve ıslak elle mesh yapılır. Islak elle yapılan meshte mesh edilen uzvun tamâmını mesh etmek gerekmez, bir kısmını mesh etmek kâfîdir. Oysa Taberî (Rahimehullâh) tıpkı teyemmümde olduğu gibi ayakların tamâmının mesh edilmesi gerektiğini savunmaktadır. Zâten Taberî (Rahimehullâh) âyetten sâdece mesh hükmünü çıkaranların görüşlerini aktarırken orada mutlak olarak mesh ifâdesini kullandığı halde, kendi görüşünü anlatırken: “Ayakların tamâmını suyla mesh” ifâdesini kullanmakta ve böylece kendi görüşünün farklı olduğuna işâret etmektedir. Ayrıca Taberî (Rahimehullâh)ı bu görüşe iten şey âyetin her iki kıraatini de uygulamaya sokma isteğidir. Eğer Taberî (Rahimehullâh) mutlak anlamda husûsî meshi savunsaydı, sâdece kelimenin mecrur okunduğu kıraati tercih ederdi. Oysa o her iki kıraati de sahih bulmakta ve mümkün mertebe her ikisiyle de amel edebilmenin yollarını aramaktadır. Bulduğu yol, ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Böyle olunca ayaklar suyla doğrudan temas ettirildiği için meşhur kıraati, mesh edildiği için de diğer kıraati uygulama imkânı bulunmuş oluyor. Taberî (Rahimehullâh)ın iki kıraati cem yönündeki niyeti şu ifâdelerinde açıkça gözlenmektedir: “…Çünkü ayakların tamâmının suyla mesh edilmesinde yıkanmaları vardır. Elin ya da el yerine kāim olan şeyin ayaklar üzerinde gezdirilmesinde ise ayakların meshi vardır. Âyeti nasb kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk ciheti ayakların tamâmı üzerinde suyun gezdirilmesidir. Cer kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk payı da ayakları mesh etmek için el ya da el yerine kāim olan şeyin ayakların tamâmı üzerinde gezdirilmesidir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/178) Böylece Taberî (Rahimehullâh) kıraatlerin doğruluk yönlerini esas alarak ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi yönündeki görüşünü ileri sürmüş ve her iki kıraati de cem etmiştir. Bütün bunlar bir yana İslamoğlu Taberî (Rahimehullâh)ın görüşü hakkında aceleci davranmayıp, eksik anlama ihtimâlini göz önüne alarak bu konuda Taberî (Rahimehullâh)a atfen tefsir literatüründe neler dendiğini araştırmış olsaydı, sanırım bu hatâya düşmeyecekti. Zîrâ İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın tefsirinde onu bu hatâdan kurtaracak açık ifâdeler yer alıyor. İbn-i Kesîr (Rahimehullâh): “Taberî (Rahimehullâh)a göre yakları yıkamak sünnetle, meshetmek de Kur’ân’la farzdır” diyenleri, Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlamamakla eleştiriyor. İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) bu eleştirisinde haklıdır. Zîrâ yukarıda da paylaştığımız gibi Taberî (Rahimehullâh)ın ifâdelerinden bu sonuç çıkarılamaz. Buradan çıkarılacak tek sonuç iki kıraati cem adına ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Nitekim İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) da burada Taberî (Rahimehullâh)ın, iki kıraati cem adına ayakların suyla mesh edilmesi gerektiği yönündeki görüşü savunduğunu belirtiyor ve onun ifâdesindeki “Mesh”in, “Ayakları delk (ovalamak)” anlamına geldiğini ifâde ediyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm:2/26) Daha da ilginç olanı şudur: İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlayamamakla tenkit ettiği kimselerin Taberî’den anladıklarıyla, İslamoğlu’nun anladığı bambaşka şeylerdir. Onlara göre Taberî, ayakların yıkanmasıyla mesh edilmesi arasında hüküm açısından bir fark görmüyor ve her ikisinin de farz olduğunu kabul ediyor. Bir farkla ki yıkamanın farziyetini Sünnet’le, meshin farziyetini ise Kitab’la sâbit görüyor. Oysa İslamoğlu meseleyi çok farklı kurguluyor; Taberî’nin mesh etmeyi farz, yıkamayı sünnet gördüğünü ileri sürüyor. Bir hükmün Kitab’la sâbit olması illâ farz olmasını gerektirmediği gibi, Sünnet’le sâbit olması da illâ Sünnet olmasını gerektirmez. Şu halde nereden bakılırsa bakılsın ortada Taberî’nin görüşünü anlamamaktan kaynaklanan vahim bir hatâ bulunmakta. Şu halde İslamoğlu’nu tâkip eden ortalama Türk okuyucusu Taberî’nin konuyla ilgili gerçek görüşünden haberdâr olamayacak, aksine onu İslamoğlu’nun yansıttığı gibi Ehl-i Sünnet’in cumhuruna rağmen çıplak ayağa meshi savunan biri olarak tanıyacaktır. Bu sâdece onu yanlış tanımakla sınırlı kalmayacak, belki buradan yola çıkarak çıplak ayağa meshedilemeyeceği konusundaki hassâsiyetinin anlamsızlığını düşünmeye başlayacak. Belki de bir adım sonra Ehl-i Sünnet ve Şî‘a arasındaki karşıtlığın bugüne kadar abartıldığını, aslında kaynaklar “İyi incelense!” aralarındaki fikir ayrılıklarının uzlaştırılabilir olduğunu düşünecek! Bu da genellikle sâdece siyâsî açılımları düşünülerek yürütülen, îtikādî ve fıkhî boyutları nedense görülmek istenmeyen ve ilginçtir ki çoğunlukla sünnî ülkelerde uygulanan ve hâliyle Şî‘a lehine sonuç veren Ehl-i Sünnet’le Şî‘a’yı yakınlaştırma faaliyetlerine de yine Şî‘a lehine katkı sağlayacaktır. Peki, okuyucuyu bütün bu yanlış anlamalara sürükleyen şey temelde nedir? El-cevap, basbayağı yanlış anlama ve maalesef ucuz bir çarpıtmadır. İslamoğlu, ne hikmetse hep Ehl-i Sünnet ve Şî‘a karşıtlığında tecellî eden bu gibi çarpıtma örnekleri üzerine düşünüp kendisine yöneltilen Şî‘a sempatizanlığı ithâmını bir de buradan değerlendirse sanırım kendisi için de hayırlı olur. Vesselam… |
|
01-04-2010, 18:23 | #13 |
Çok yararlı bir konu. Emeğinize sağlık...
|
|
01-16-2010, 12:33 | #14 |
körü körüne baglanmayın alınması gerekeni alın en önemlisi araştırın.... tüm fikirler dogru olmaya bilir..
|
|
01-16-2010, 14:05 | #15 |
forumgüncel arkadaşa katılıyorum...
|
|
01-17-2010, 20:57 | #16 |
Tüm fikirlerinin doğru olduğunu kabul eden yalan söylemiştir. Her alimin doğruları olduğu gibi yanlışlarının da olması muhtemeldir. Maalesef bazı kendiniz bilmez holiganlar yüzünden bu konu kavgalara dönüşüyor. Onun için Mustafa İslamoğlu'ndan hazzetmeyen arkadaşlara tavsiyem hangi hocayı beğeniyorsanız, kimi faydalı görüyorsanız gidin onunla ilgili paylaşımlar yapın. Bu tür konuların kavgaya dönüşmemesinin tek çaresi budur.
|
|
01-17-2010, 21:00 | #17 |
HAYATIN YENİDEN İNŞASI İÇİN BAŞLARKEN İnsanı varlık hiyerarşisinde en güzide yere yerleştiren Allah’a hamd, Varlığını Allah’a kurban eden elçilere, hususan Efendimiz’e, âline ve ashâbına salât, Allah’a yakın olmak için biteviye mücadele eden müminlere selam olsun. Kur'ani Hayat Dergisi |
|
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
dersleri, kitapları, mustafa islamoğlu, tefsir dersleri, videoları, yazıları, şiirleri |
Konuyu Toplam 2 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 2 Misafir) | |
|
|