![]() |
#1 |
![]() ![]() Hayrettin Karaman - Yeni Şafak hkaraman@yenisafak.com.tr Ne demiştim? 7-8 Haziran 1994 yılında Bursa'da KURAV (Kur'an Araştırmaları Vakfı) tarafından düzenlenen sempozyumda “dinde reform yapmak isteyenlerin konuştuklarını, benim ise sükut ettiğimi, hiç konuşmadığımı” iddia edenlere, değerlendirme oturumunda sekiz on sayfalık uzun bir konuşma yaptığımı ve benden önce konuşanları tenkit ettiğimi kaynak göstererek ispat etmiştim. Bu yazıda o konuşmadan birkaç paragraf örnek vereceğim: “…Ama Süleyman Ateş Bey'in yaklaşımı böyle değil. O müçtehidâne (müctehidce) yaklaşıyor. Kur'ân-ı Kerîm'i, Kur'ân-ı Kerîm ile, sünnetle ve kullanılabildiği kadarıyla gelenekle anlıyor, anlamaya çalışıyor. Vardığı sonuçlar tekrar söylediğim gibi tartışılabilir, bunların bir kısmına katılmayabilirsiniz. Ama yol güzel bir yoldur, benim tasvip ettiğim, terviç ettiğim bir yoldur… Biz içtihad ve cihad şuuruna ve faaliyetine sarılsaydık geri kalmazdık, sarıldığımız müddetçe de geri kalmayız; geri kalmak dediğimiz ne ise. Çünkü “geri kalmayı” da tartışmamız lâzım: yani o ilerleme fıkri hakkındaki benim düşüncem farklıdır. İslâmca makbul olan ilerleme gelişme ne ise işte o İslâmca makul olan ve İslâm'ın anlayışı olan ilerleme ve gelişmenin iki önemli dinamiği vardır, muharriki vardır ki biri içtihad birisi de cihaddır. Bu ikisi meselâ cihad, bizde cihad şuuru ve faaliyeti bitmemiş olsaydı, biz müspet ilimde ve teknolojide de çağımızm en ileri toplumlarından daha ileri olmamız gerekirdi, geri olamazdık, müsavi de olamazdık. “Arz ettiğim gibi şimdi yine de bir sıra ile o 'nesih konusunda ne dedi, Yahudi, Hıristiyan, Sâbiîlerin cennete girip girmemesi konusunda ne söyledi, recim meselesi konusunda ne söyledi…' onları tartışmayacağım, onların bir kısmına katılırım, bir kısmına katılmam. Yalnız şöyle biraz da espri olsun, hava da ağır olmasın diye demin Mevlüt Bey'e de söylediğim bir cümleyi söyleyeyim. Meselâ Süleyman Bey'in bu Yahudi, Nasârâ ve Sâbiînin, “şeksiz, şirksiz Allah'a inanmaları ve amel-i salihde bulunmaları halinde cennete girecekleri” konusunu anlattığı… bir makalesini okumuştum... Sonunda dedim ki “Hay mübarek, senin şu yazdıklarından bütün dünyada istifa edecek Hristiyan, Yahudi, Sâbiî sayısı beş ile elli arasındadır -çünkü ikinci konuşmasında itiraza cevap verirken- çok kısa ve çabuk söyledi geçti, bilmem dikkatinizi çekti mi? Orada bir üçüncü şartı daha var onu da kabul ediyor belki de zaman içinde kabul etti Süleyman Bey, o da şu; tekrar ediyorum “Allah'a şeksiz, şirksiz inanacak, âhirete inanacak, amel-i salihte bulunacak, Kur'ân-ı Kerîm'in de gerçek olduğuna inanacak ve bizim Peygamberimiz'in de peygamber olduğuna inanacak, ama Kur'ân-ı Kerîm ile değil de kendi kitabının sahih olan ahkâmı ile, tahrif edilmemiş olan ahkâmı ile amel edecek.” Bütün bunları alt alta koyup bir toplama ve çıkarma yapın, bakayım dünyada kaç tane böyle Yahudi bulursunuz…” “Efendim ben acizane arkadaşları dinlerken “Kur'ân-ı Kerîm'i doğru anlamak için hangi ilkelerden hareket etmeliyiz” diye düşündüm ve yedi ilke/prensip tespit ettim; bunlara -yine Hüseyin Atay hocaya atıf yapmak istiyorum- yedi peşin fıkir diyebilirim, peşin inanç veyahut ön kabul diyebilirim. Hüseyin hoca bir "e'ûzu" tefsiri yaptı dün, farkma vardınız mı. Bilmiyordum. "e'ûzü billâhi mineşşeytânirracîm" demek dedi, “peşin fıkirlerden Allah'a sığınırım” manasına geliyor; yani orada şeytan, peşin fıkir manasına geliyor…Bence de bu "şeytânirracîm"in manası “şeytanî akıldan Allah'a sığmırım” demektir. "Eûzu billâhi mineşşeytânirracîm" demek, “Kur'ân-ı Kerîm'i okurken şeytanî akılla Kur'ân-ı Kerîm'i okumaktan Allah'a sığınırım” demektir. Biz Kur'ân-ı Kerîm'i okurken şeytanî akılla değil, rasyonalist akılla değil, -Kırbaşoğlu'nun tabirini beğendiğim için söylüyorum, başka isimler de bulabilirsiniz- Kur'ânî akılla okumalıyız. Benim bir başka makalemde İslâmî akıl ve İslâm aklı diye bir ayırımım vadır… “Bir kere hiçbir insan, arkadaşlar, Kur'ân-ı Kerîm'i okurken dezenfekte olamaz, steril olamaz, buna imkân ve ihtimal yoktur. Ama hoca diyor ki peşin fikirlerden arınmış olacak. Nerede peşin fıkirlerden arınmış oluyorsun hocam?... Efendim imkânı var mı yani otuz, kırk elli yaşınıza geliyorsunuz, bunca okuyorsunuz, tartışıyorsunuz, sizde temayüller hasıl oluyor, bilgiler, fikirler hasıl oluyor, hep (buna rağmen) peşin fikirden arınmış olarak Kur'ân-ı Kerîm okuyorsunuz. Bu olmaz. Onun manası, “benimkinden başka bütün fıkirlerden” demektir, İşte bu tehlikeli zaten, en kötüsü de budur. Demin ben ona işaret etmeye çalıştım, tehlikeli olan odur.” (Bir yazılık daha devamı var). 19 Şubat 2009 Perşembe
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() ![]() Hayrettin Karaman - Yeni Şafak hkaraman@yenisafak.com.tr Ne demiştim? (2) (Aşağıda açıklayacağım yedi prensiple) Kur'ân-ı Kerîm'i okursak doğru okuruz, doğru anlarız diye düşünüyorum. 1.Kur'ân-ı Kerîm'i anlamak için mümin (iman etmiş bir insan) olarak okuyacağız; imansız değil. 2. -Bu imanın içerisine girer ama ehemmiyetine binaen ayrı bir madde olarak söylüyorum- Allah kelâmı olduğuna inanarak okuyacağız. Allah kelâmını, lafzı da manası da hiçbir beşeri unsur olmayan (taşımayan) bir kelâm olduğuna inanarak okuyacağız. 3. Allah kelâmı, doğru, "ama belli bir kültüre gelmiş Allah kelâmı" olarak okuyacağız. Bir arkadaşımız bunu söyledi, Allah kendi kendine konuşmuyor, Allah Teâlâ bununla muhatap aldığı, öncelikle peşinen muhatap aldığı bir topluma hitap ediyor, o toplumun bunu anlaması şart, yaşaması şart, o toplum aracığı ile de hem kitabı(n anlaşılmasını) hem de -işte çok tartışılan gelenekten hareketle- onun ebedî boyutunun da oluşmasını istiyor. Burada işte bu belli bir kültüre gelmiş olması hem tarihsellik problemini hem de sevgili Yaşar (Ocak) hocanın burada ehemmiyyetle anlattığı tarihî perspektifın ehemmiyetini gündeme getiriyor. 4. Kur'ân-ı Kerîm hem takrir hem tebdil için gelmiştir. Kur'ân-ı Ke-rîm'in geldiği toplumun bütün tasavvurlarını, imajlarını, âdetlerini, alışkanlıklarını, kültür unsurlarını ortadan kaldırmak için değil, onlardan bir kısmını takrir, bir kısmını tebdil için gelmiştir. Evet doğru, muhatabı Kur'ân-ı Kerîm'i anlayacaktır, ama Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği şeyler, muhatabının zaten bildiği şeyler değildir; onun çok önemli bir kısmı, onun (ilk muhatap Arapların) bilmediği, yapmadığı, yapamadığı, düşünemediği şeylerdir. 5. Kur'ân-ı Kerîm'in kıyamete kadar bir hidâyet rehberi olarak geldiğini düşünmektir. Belli bir kültüre gelmiş, ona hitap ediyor, ama onun bir başka boyutu da kıyamete kadar bütün insanlığa hidâyet rehberi olarak gelmiş olmasıdır. Şimdi orada artık o kültüre mahsus olan yeri ile ebedî ve evrensel olan yeri gündeme geliyor. Bunu da kabul ettiğimiz takdirde ona dikkat ederek okuyacağız. 6. Onun asıl amacının tevhid inancı ve kâmil insan ahlâkını tesis olduğunu göz önüne alarak okuyacağız. Kur'ân-ı Kerîm'in asıl amacı tevhid inancı ve kâmil insan ahlâkını tesistir; fert ve toplum olarak. Ondan sonrakiler birer araçtır. Ama bu amaç-araç meselesinde işte o (burada tartışılan) değerler skalası geliyor gündeme. Benim tabiî orada bir farklı düşüncem var, o da şu: Ben buradan Ankara'ya dört araçla gidebilirim. Ankara'ya gitmek amaç, şu araçlardan birine binmek araç. Öyle ise ben muhtarım hangisine istersem binerim… (Böyle değil) İslâm'ın, kitabın getirdiği araçlara göre bakmalıyız. Oradaki benim farklı düşüncem bu. Öyle bakamayız, şöyle bakacağız -işte Ali Bey de buna başka kelimelerle, (farklı) bir söylem tarzı ile işaret etti- İslâm'ın meselâ ahlâk ve metafizik değerlere ulaşabilmek için getirdiği ibadet vazgeçilebilir bir araç değildir. Öyle ise Hz. Mevlânâ'nın etrafından tutup da dolaşarak hacca gidemezsiniz (hac yapmış olmazsınız) veya kendisini kâmil biri zanneden bir insanın etrafında dolaşarak hacc edemezsiniz. Namaz yerine oturup Budistlerin yaptığı gibi transa geçerek, tefekkür yapmak sûretiyle namaz kılmış olamazsınız ve namazın sizi götüreceği ahlâka ve ahlâkî kemale gidemezsiniz. Şimdi demek ki ibadet araçları bir kere vazgeçilmezdir. Ondan sonra gelelim ibadetin altında gördüğümüz hukukî ve siyasî araçlara. O hukukî ve siyasî araçlar da gerçekten tarihî olanlar vardır, evrensel olan vardır. Evrensel olanların da fert ve toplumdaki bazı arızalar sebebiyle geçici olarak tatbik kabiliyeti kalmamış olanları vardır. Ama bu o araçların, bize onları getiren âyetlerin sakatlığından değil -haşa yani- onun tatbik edileceği bünyedeki belki geçici olan -bu geçicilik bazen asır sürebilir- arızadan dolayıdır. Öyle ise orada bakın, bir değişime açıklık var. Ama bu değişime açıklıkta (açıklığa da) bu değerler skalasını göz önünde tutmak sûretiyle, Ankara'ya dört tane araç gidiyorsa, "biri olmazsa biri olur bunun diğerinden farkı yok" gibi bakamayız. Allah Teâlâ tarafından getirilmiş olan bu araçların en ideal araç olduğunu bir kere düşünmek zorundayız. Aksini (bizdeki arızadan dolayı uygulama sınırını) isbat ve delil için işte ictihad ederiz… 7. Son olarak efendim; Hz. Peygamber'in, tebliğden başka açıklama vazifesinin de olduğunu bilmek durumundayız. Hz. Peygamber, sadece Kur'ân-ı Kerîm'i tebliğ etmek için vazifelendirilmiş bir varlık değildir. Onun iki vasfı (vazifesi) vardır… Biri tebliğ, biri tebyindir, açıklamadır. O hâlde Resûlullah'ın açıklama vasfını da göz önüne almak durumundayız…" Sevgili okuyucular. Bu iki yazıda bazı örneklerini verdiğim konuşmamın üzerinden 15 yıl geçmiş bulunuyor. Benim temel çizgimde değişiklik yoktur. Gerektiğinde klasik usul ile ictihad yaparak, gerektiğinde bütün muteber İslam fıkıh mezheplerinden de istifade ederek İslam'ı anlamaya, anlatmaya ve mümkün olan azami ölçüde yaşamaya devam edeceğiz. Hakkımızda bir şey duyduğunuz veya okuduğunuz zaman gerçeği öğrenmeden, bizim gerçekte ne dediğimizi kaynağına bakarak bilmeden hüküm vermek, dedikodulara girmek sorumluluk getirir. 20 Şubat 2009 Cuma |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
dinde reform tartışması, hayrettim karaman, ne demiştim |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|