AK Gençliğin Buluşma Noktası
Osmanlı Tarihi (AK Parti) Osmanlı Devleti ve Osmanlı kültürü.



Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 06-18-2013, 14:06   #1
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Standart Ne idik? Ne olduk?
Böyle idik.

 

zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 06-18-2013, 14:07   #2
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Standart
Son olarak Sultan II. Abdülhamid Han devrinde 33 sene böyle idik.


zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-18-2013, 14:08   #3
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Standart
İç ve dış düşmanların mahareti ile cihan harbini kaybettik. Mondros'u imzaladık. Daha sonra Sevr Projesi sunuldu fakat uygulanmadan iptal oldu. Millî Mücadele'yi yaşadık. Ardından Lozan'da Misak-ı Millî sınırlarımıza göre bu olmamız gerekirdi.



Fakat Lozan Antlaşması'nda hilafet ile beraber topraklar da İsmet Paşa tarafından peşkeş çekilince bu olduk.




Ardından Hatay ve Kıbrıs adasının kuzeyi de sınırlarımız içine girdi.
zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-18-2013, 14:09   #4
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Standart
Bir ihtimal.

Yükselen Çin ile Yahudi sermayesinin Çin'e akması sonucu İsrail'den kurtulan ve bizimle müttefikliğine artık engelsiz olarak daha sıkı sarılan Amerika (Obama bile bıktı İsrail'den, açık mikrofonda ağzından bunu kaçırmıştı) bize yol verirse şeriatın, hilafetin gelmesi gibi şu topraklar da geri gelir ve böyle oluruz. Aslında yol verse de vermese de artık Türkiye kendi özüne dönüş sürecinde. Sadece İsrail güdümlü karışıklıkları atlatırsa artık sandık ve ordudan umudunu kesmiş olanların da hiçbir engel teşkil edememesi ile Amerika yol verse de vermese de bu yola girer fakat Amerika yine de en esaslı müttefiktir.



Ortada birkaç kehanet de var.

Sınırlarımız içindeki Kürdistan bölgesinin devletleşip sınırlarımızdan kopma kehaneti ya da aynı kehanetin Ermenistan için olanı, vs.

Eğer İsrail güdümlü karışıklık politikaları atlatılırsa barış sürecinde daha çok yol katederiz ve sınırlarımız içindeki Kürdistan bölgesi ile barıştığımız gibi sınırlarımız dışındaki Kürdistan bölgesi ile de barışırız ve yukarıya koyduğum haritanın gerçekleşmesinin psikolojik alt yapısı da hazırlanmış olur. Elbette ortak birleştirici unsur: İslam.

Şimdi biraz da hayal kuralım.

Amerika'dan çıkan bir harita da bu.


zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-18-2013, 14:12   #5
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Exclamation


İşte ana felsefe.

TC damgalı aşağılık duygusundan kurtulup şahsiyetimize dönmek.

Kemalizm narkozundan kurtulmak. Sünepe küçük Türkiye olmaktan kurtulmak.

İşte Osmanlıcılık felsefesini güden Dış İşleri Bakanı Ahmed Davutoğlu'nun felsefesi.

İşte Üstad Kadir Mısıroğlu'nun elinde büyüyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın felsefesi.

Üstad'ın şu videosunu izleyin: http://www.youtube.com/watch?feature...&v=5UDtwtdVEcs

*

Bismillahirrahmanirrahim

Her Türk ruhunu şu marş ile doyurmalıdır.

Şu videodan dinleyin: http://www.youtube.com/watch?feature...&v=URT3Cf_KFg4

Düştü vakta ki rahm-ı mâderden Osman âşikâr
Saçtı rahmet millet-i Osmaniyâne Girdigâr

İleri, ileri haydi ileri
Alalım düşmandan eski yerleri


Şehzade Sultan Süleyman hem vezir, hem şahımız
Geçtiler Rumeli'ye sal ile, arttı şanımız

İleri, ileri haydi ileri
Alalım düşmandan eski yerleri


Dört yüz arslandan bu vatan kaldı bize yadigar
Terk edersek lanet etmez mi bize perverdigar

İleri, ileri haydi ileri
Alalım düşmandan eski yerleri

*

Üstad Kadir MISIROĞLU'nun sayfası: http://www.tayyip.net/forum/showthread.php?t=35760

*

Bu hale düşmemizin kilit noktalarının açıklanması. Yakın Tarihimize Damardan Giriş: http://www.tayyip.net/forum/showthread.php?t=35758

*

Şeriat istemek bir insanlık hakkıdır: http://www.tayyip.net/forum/showthread.php?t=35757

*

Hadis der ki. Bir şehir vardır, iki kere feth olunur. Biri kılıç ile diğeri tekbir ile. Fatih kılıç ile Konstantiniyye'yi feth etti. İkincisinde ise Müslümanlar Topkapı Sarayı'na gidecek, Hz. Peygamber'in s.a.v. mukaddes emanetlerini alıp, sancağı çekecek ve ŞERİAT-I GARRA-YI MUHAMMEDİYE'Yİ ilan edecek inşallah. Bu vakit yakındır. Tarihi süreci derinlemesine müşahede etmek kâfidir bunu görmek için.

Allâh'a emanet.
zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-21-2013, 00:46   #6
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Standart
zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-03-2013, 04:23   #7
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Standart
Son olarak Sultan II. Abdülhamid Han devrinde 33 sene böyle idik.



Mısır'da cuntacılardan tehdit


Atatürk'ten bir farkı olmayan Mübarek Mısır'da devrildiğinden beri seçimler ile halkın üçte ikisinin oyunu almış olan Müslümanların iktidarı cuntacılar tarafından tehdit edildi.

Eski imparatorluk topraklarında Büyük Oyun'un yarattığı yangın devam ediyor. Arap Baharı, sözde Türk Baharı, vs. derken şimdi de onlarca senelik diktatörlüğün ardından demokrasi deneyimi ile Müslümanların iktidarını yaşayan Mısır'da eski rejimin yandaşları tutuştu.

Tahakkümlerini kaybetme korkusundan ötürü tıpkı Türkiye'de kemalistlerin yaptığı gibi ayaklanma harekâtları başlattılar.

Ordu içindeki cuntacılar tehdit etti. 24 saat içinde cevap beklediklerini söyledi. Mursi iktidarı bırakmayacağını, halkın üçte ikisinin oyu ile meşru iktidar olduğunu söyledi.

Aynı oyun, aynı dert, aynı tehditler. Fark yok.

Bu konu bu başlığın altında bulunmalıdır. Ne idik? Ne olduk? demiştik. Biz kimiz? Anadolu mu? Hayır. Biz tek bir milletiz, halkız.

*

Bir köşe yazısı paylaşalım...



Mısır’ın bugünü, bizim 40’lı yıllarımız





Önce benzerlikleri yazalım, ardından soruyu sorarız...

1. Ülke tek parti tarafından yönetiliyor (Formül şu: Parti+Devlet=İktidar)...



2. Devletin başında, kendine “şef” dedirten bir “cumhurbaşkanı” var...



3. Üst düzey devlet memurları aynı zamanda iktidardaki tek partinin yöneticileri...



4. Baskı ve şiddet kol geziyor...



5. Din bile devletin izin verdiği kadar yaşanabiliyor...



6. Dindarlar sürekli baskı altında tutuluyor; etkili isimler, iktidarın kontrolündeki uyduruk mahkemelerde yargılandıktan sonra ya idam ediliyor ya da zindanlara atılıyor...



7. Gazeteler, kitaplar ve tüm neşriyat kontrol altında...



8. Muhalefete nefes aldırılmıyor...



9. Devlet tamamıyla polis ve asker devleti...



10. Baştaki “Şef”in dediği dedik, çaldığı düdük...



11. “Şef”in çevresi sürekli zenginleşirken, halk fukaralık içinde yaşıyor...



12. Ülkede doğru düzgün üretim yok...



13. Özgürlük yok, demokrasi yok, insan hakları yok...



14. İş yok, aş yok, hastane yok, sağlık hizmeti yok...



15. Kimse geleceğinden emin değil, herkes derin bir korku içinde yaşıyor...



16. Ülkenin Müslüman geçmişi karalanıp İslâm öncesi öne çıkarılıyor...



Şimdi, “Bu ülke hangisi?” diye sorsam...



Eminim tereddütsüz (güncel de olduğu için) “Mısır” diyeceksiniz...



Tabii, ama aynı zamanda bu ülke 940’lı yılların Türkiye’sidir...







1940’ların Türkiye’sinde istenen “vatandaş” tipi ile Hüsnü Mübarek rejiminin istediği vatandaş tipi öylesine bire bir örtüşüyor ki, şaşırmamak elde değil.



Gerek Millet Mektepleri’nde, gerekse Halk Evleri ve Halk Odaları’nda halka okutulmak üzere “Âfet İnan” imzasıyla yayınlanan “Vatandaş İçin Medenî Bilgiler” isimli kitapta, istenen “vatandaş portresi” şöyle çiziliyor:



“Gerçekte dinleri konusunda halkın hiçbir fikri yoktur; din dediği şey, bilinmeyen inanç temellerine ve meçhullerle karışık emellere kör bağlılıktan başka bir şey değildir...”



“Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur...” (Afet İnan, Medeni Bilgiler S. 30)



“Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din... Türk milletinin millî rabıtalarını (bağlarını) gevşetti; milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu.”



“Türk milleti birçok asırlar... bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndü...”



“Artık Türk, cenneti değil... Son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı (kötü) hatıra...”



“Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular...”



“Din birliğinin de bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini görmekteyiz.”



Öte yandan tek partinin eli kalem tutan kesimi, “yeni din” arayışına çıkıyor...



Meselâ, CHP Edirne Mebusu (milletvekili) Mehmed Şeref (Aykut) Bey, kaleme aldığı “Kemalizm” isimli kitabının üçüncü sayfasında şöyle diyor:



“Kemalizm... Yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensipleri ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir.”



Halk engin ferasetiyle bu kıskacı kırdı. Ama aydın hâlâ debeleniyor. Zaman zaman da kendini tutamayarak, kıble yürüyüşünü engellemediği için orduya saldırıyor:



“Kâğıttan kaplan” benzetmesi, debelenmenin son aşamasına geldiğini gösteriyor.





Yavuz BAHADIROĞLU
zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 07-03-2013, 04:44   #8
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Standart






Bugünkü Libya






Osmanlı Devleti ile İtalya arasında Trablusgarp Savaşı (1911-1912) sürerken, İngiltere’nin kışkırtması sonucu Balkanlar alevlendi...
Karadağ isyan etti...
Böylece Birinci Balkan Savaşı başladı.
Osmanlı Devleti çaresiz İtalya ile barışa razı oldu.
15 Ekim 1912’de İsviçre’nin Ouchy (Uşi) kentinde imzalanan anlaşma ile Trablusgarp elimizden gitti.
Anlaşmaya göre, Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Bingazi’deki kuvvetlerini çekecek ve buraları İtalya’ya bırakacaktı...
Karşılık olarak Trablusgarp’taki Müslümanların her türlü hakkı korunacak, İtalya Krallığı, On İki Ada’yı Osmanlı Devleti’ne geri verecekti.
Ne var ki, İtalya, taahhüdünde durmadı. Bir süre sonra da Adaları ilhak ettiğini açıkladı.
Osmanlı itiraz ediyor, dünyayı bu haksızlık karşısında harekete geçirmek için çabalıyor, fakat hiçbir sonuç alamıyordu.
Avrupa’nın güçlü önderleri lâf-u güzafla vaziyeti idare ediyorlar, hatta bu haksızlığın bedelini Osmanlı Devleti’ne ödetmeye çalışıyorlardı.
Neden sonra, II. Dünya Savaşı sırasında On İki Ada, Almanya tarafından işgal edildi. Yenileceğini anladığı sırada ise On İki Ada’yı, belki bir taktik, belki de “armağan” olarak Türkiye’ye teklif etti, ancak İsmet Paşa Türkiye’si “Ne kimseden bir karış toprak isterim, ne de kimseye bir karış toprak veririm” diyerek teklifi geri çevirdi.
Özetle Osmanlı Devleti, Trablusgarp Savaşı sonunda, Kuzey Afrika’daki son kalesini kaptırmakla kalmadı, On İki Ada’yı da kaybetti.
İtalya ülkenin (Trablusgarp=Libya) tamamını sömürgeye dönüştürüp acımasızca sömürmeye başladı...
Halkı sözün tam anlamıyla köleleştirdi.
Halkı baskı ve zulüm ile sindirmişti. Nefes aldırmıyor, iki kişi bir araya gelemiyordu.
Sonuçta halkın sabrı taştı. İtalyan sömürgeciliğine karşı Ömer Muhtar’ın önderliğinde bayrak açıldı.
Bu hareket önemli başarılar kazandı, ancak direnişin lideri Ömer Muhtar yakalanıp idam edilince sekteye uğradı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bölge Fransa ve İngiltere’ye bırakıldı.
İtalya’dan ne arttıysa İngiltere ile Fransa bölüştüler...
Nihayet konu Birleşmiş Milletler’e aksetti.
Uzun görüşme ve tartışmalardan sonra, BM, 1949’da Libya’nın bağımsızlaştırılması kararını verdi (Libya, Birleşmiş Milletler aracılığıyla bağımsızlığa kavuşan ilk ülkedir).
Bu görüşmelerde Libya’yı, 1920’lerden beri İtalyanlarla mücadele eden, bu yüzden Mısır’da sürgünde yaşamak zorunda kalan Şeyh İdris temsil etti.
1951’de Libya’nın bağımsızlığı onaylandı ve Şeyh İdris Kral ilân edildi.
Libya 1969 yılına böyle geldi...
1969’da ordunun genç subaylarından Albay Kaddafi bir grup subayla birlikte gerçekleştirdiği askeri darbe ile Kral İdris’i devirip iktidarı ele geçirdi.
Böylece monarşi sona erdi ve Libya Halk Sosyalist Cemahiriyesi kuruldu.
Kaddafi, “Üçüncü Evrensel Teori” dediği, Sosyalizm ve İslâm karışımı akla ziyan bir diktatörlük kurdu.
O kadar acımasızdır ki, kendi halkını bombalamaktan perva etmemektedir.
Tam bir dengesizlik numunesi...
Adı “Seyf-ül İslâm” (İslâmın kılıcı) olan oğlu da kendisine çekmiş olmalı ki, “Libya’yı Türkiye ve İtalya’ya terk etmeyeceğiz” şeklinde yâveliyor.
Fethettiği bölgeleri “inşa” ve “ihya” eden Osmanlı ile sömürüp “imha” eden İtalya’yı aynı kefeye koymak bile hastalıklı zihni hakkında bir fikir verebilir.
Daha önce de yazdığım gibi, İslâm âlemi yeni bir bahar bekliyor.
Ve tarih Osmanlı’nın mirasçısı olan Türkiye’ye İslâm âlemini derleyip toparlamak gibi tarihi bir misyon yüklüyor.

*


Şu bizim Trablusgarp






Barbaros Hayreddin Paşa’nın; “Benden yeğdir!” dediği Turgut Reis, Trablusgarp Fatihi olarak anılır…
Osmanlı Devleti’nin Menteşe (Muğla) Sancağı’na bağlı Saravuloz köyünde, Çoban Veli’nin oğlu olarak dünyaya geldi (tahminen 1485).
17 Haziran 1565’te, St. Elmo kuşatması esnasında, burçlara yapılan bir hücumda, başından yaralanarak beş gün baygın yattıktan sonra, 23 Haziran 1565’de St. Elmo’nun fethedildiği gün şehit oldu.
Türbesi bugünkü Libya’nın Trablusgarp kentinde kendisinin yaptırdığı caminin yanındadır.
Trablusgarp, Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle 15 Ağustos 1551’de Turgut Reis tarafından fethedildi. 1912’de ise elimizden çıktı. “Libya ile neden ilgileniyoruz?” diyenlere en iyi cevap işte bu tarihlerdir: İlgileniyoruz, ilgilenmeliyiz, çünkü bölge 361 sene hâkimiyetimiz altında yaşadı. Bu süre içinde kan ve gözyaşı dökülmedi. Herkes huzur içindeydi. Meşhur deyişle, âdeta “kurtla kuzu” yürüyordu.
Sonra bölgeye İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle İtalya geldi (1912)…
İngiltere, Fransa ve Portekiz gibi zengin sömürgelere sahip olmadığından sürekli sızlanıyor, zaman zaman sömürgeci Fransa ve İngiltere’den pay istiyordu…
Hele de Fransa Tunus’u (1881), İngiltere Mısır’ı (1882) ardı ardına işgal edip sömürgeleştirince huzursuzluğu arttı. Kuzey Afrika’da kalan son Osmanlı toprağı olan Trablusgarp’ı (Libya) işgal için destek istedi.
Bunun üzerine İngiltere ve Fransa, Osmanlı Devleti’nin Trablusgarp Eyaleti’ni “sus payı” olarak İtalya’ya verdiler.
Aslında İtalya, dillendirmemekle birlikte, Doğu Roma İmparatorluğu'nu hortlatmak istiyordu.
Avrupalı sömürgecilerin desteğini kazandıktan sonra, İtalya, Osmanlı Devleti’ne sert bir nota vererek, 48 saat içinde Trablusgarp’ın İtalyan yönetimine bırakılmasını ve İtalya’ya yıllık vergi verilmesini talep etti.
İşin bahanesi Osmanlı Devleti’nin kendi toprağı olan Trablusgarp’a bir gemi ile cephane sevk etmesiydi.
Tabiatıyla Osmanlı Devleti notayı reddetti. Bunun üzerine İtalya, İngiltere ve Fransa’nın da desteğini arkasına alarak Trablusgarp’a saldırdı.
Savaş, Adriyatik Denizi, Ege Adaları, Çanakkale Boğazı ve Kızıldeniz’de iki yıl kadar sürdü (1911-1912).
30 Eylül'de Trablus Kenti İtalyan uçakları (bombardıman uçağı ilk kez bu savaşta kullanıldı) tarafından bombalandı.
Kenti eski silahlarla savunmaya çalışan 8 bin kişilik Osmanlı kuvveti dayanamadı ve 5 Ekim’de İtalyanlar şehri ele geçirdi.
18 Ekim’de Derne, 20 Ekim’de de Bingazi düştü.
Osmanlı Hükümeti, Kurmay Binbaşı Enver (meşhur Enver Paşa o sırada Kurmay Binbaşı’dır), Kurmay Binbaşı Mustafa Kemal, Kurmay Albay Neşet, Fuat (Bulca), Nuri (Conker) ve Fethi (Okyar) gibi yetenekli subaylarını Trablusgarp’a gönderdi (Mustafa Kemal, “gazete muhabiri Şerif Bey” adıyla Mısır üzerinden bölgeye ulaşmıştır). Bunun bir sonucu olarak mevzii bazı zaferler kazanılmakla birlikte kesin sonuç alamadılar. İtalya ordusu püskürtülemedi.
Hilafetin de gayretiyle yerli halkın çoğu kazanılmış, özellikle Sunusi Tarikatı şeyhi ve müritleri Osmanlı savunmasına büyük destek vermişti.
Bölgeyi savunmak kolay değildi: Eski silahlarla donatılmış 20 bin civarında Osmanlı askeri, modern silahlara sahip 100 bin kişilik İtalya ordusuyla savaşıyordu.
İtalyanlar Mart’ta Bingazi’yi tamamen ele geçirdiler.
5 Mayıs’ta İtalya kuvvetleri, Rodos Adası’na çıktı. On gün içerisinde Rodos’u, iki hafta kadar sonra da Oniki Ada olarak bilinen adalar grubunu ele geçirdiler.
389 sene Osmanlı yönetiminde kalmış, yönetim merkezi Rodos Adası olan Cezair-i Bahr-i Sefid Eyaleti (Oniki Ada) tamamen İtalya’nın eline geçti.





Oniki Ada’yı hatırlayanınız var mı?






15 Şubat (1947) Rodos ve diğer adaların Yunanistan’a “hibe” edildiği tarihtir. Güncel olaylardan kendimizi biraz kurtarıp tarihin labirentlerine girebilirsek, göreceğiz ki, günümüz dünümüzün etkisindedir.
Hatalı her politika sadece kendi dönemini değil, daha ziyade geleceği etkiliyor. Bu çerçevede Oniki Ada olayını irdelemekte fayda var: Belki “tâbsıra-i ibret” olur.
Hemen belirteyim ki, Lozan görüşmeleri başladığında, Oniki Ada, hukuken İtalyan işgali altında bir Türk toprağıydı.
Gerçi İtalya, adaları Türkiye’ye iade etmeyi yazılı olarak taahhüt etmişti; ancak, bu taahhüdünü yerine getirmiyordu. Lozan görüşmelerine gidilmesinden önce, Mustafa Kemal (Atatürk), İsmet Paşa (İnönü) Başkanlığında Lozan’a gidecek heyete verilecek talimatı TBMM’de tartışmış ve önemli gördüğü hususları 12 madde halinde heyete bildirmişti. Bu maddelerden birinde, Türkiye sahillerine yakın olan adaların, güvenlik açısından, Türkiye’ye bırakılmasının sağlanması vurgulanıyordu. Maddede tek tek ada ismi belirtilmiyor, ama Türkiye’de kalması gereken adaların başında Oniki Ada’nın geldiğini herkes biliyordu.
Türk görüşmeciler de Lozan’da bunu savundular: Anadolu kıyılarına yakın küçük adalarla, İmzor, Bozcaada ve Semadirek Adası’nın Türkiye’ye bağlanmasını, ayrıca da, işgal altındaki diğer adaların asker ve silahtan arındırılmasını istediler. Böylece, Türk tezi, Anadolu’nun güvenliği açısından adaların “silah ve askerden arındırılması” esasına oturtulmuş oluyordu. Yani Türkiye, hukuken kendisine ait olan Oniki Ada ile diğer bazı adaların kesin surette kendisine verilmesi konusunda çok fazla ısrarcı olmuyordu.
Ayrıca, Lozan’a giden delege ve danışmanlar, özellikle Oniki Ada konusunda çok hazırlıklı değillerdi. O kadar ki, Ege Adaları sorunu komisyonlarda görüşülürken, Ege Adaları’nın en önemlilerinden biri olan Limni Adası unutulmuş, danışmanların hazırladığı rapora konmamıştı...
Bu durum, milli çıkarlarımız açısından anlaşılabilir bir durum değildir. Bu olay üzerine Lord Curzon, komisyonda Türk heyetine alaycı imalarda bulunmuştur.
Türk Heyeti’nde yer alan bazı delegeler ise konunun önemini kavrayamamıştı. Bunlardan biri de Lozan’da “ikinci adam” konumunda olan Dr. Rıza Nur’du. Almanya’da basılan hatıralarında, Oniki Ada ile ilgili düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Bunların bir kısmı Yunanlıların, bir kısmı da İtalyanların elinde... Ahali ekseriyetle Rum... Vakıa Anadolu sahilleri için kaçakçılık ve eşkıyalık, iktisadi vaziyet cihetiyle adalar mühimdirler. Hatta Anadolu’ya tecavüz için mükemmel hareket üssü olabilirler. Fakat Türkiye’de onları ne almak ne de sonra muhafaza etmek kuvveti var. Deniz aşırı muhafazalar büyük masraflar ister. Yalnız Çanakkale Boğazı’nın ağzını tıkayan bir iki adayı almalıyız ve alabilirsek kâr. Öbür tarafı uğraşmaya değmez. Yunan veya İtalya, kimin elinde olursa olsun... Bizde olmayınca kimde olursa olsun. İkisi de bize tecavüz edecek mahiyette... Sade buraları gayri askeri yapabilirsek (askerden arındırabilirsek) yeter...
“Bize ‘Meis Adası sahilimize pek yakın olduğundan verilmemesini’ Rauf (Orbay), hükümet namına ısrarla yazdı. Fakat bu ufak kayalık yer neye yarayacak? İtalyanlara harekât üssü ise Rodos ve Kuşadası’dır. Burası o işe yaramaz. Bu adaların hepsi de Oniki Adalardandır. Bunları 1912’de Türkiye Uşi Muahedesi ile İtalya’ya zaten vermiş. (Bu çok yanlış bir yorumdur) Bize şimdi burada tasdikinden başka çare yok. Binaenaleyh kara sularımızdaki adaları aldık.”
Lozan Heyeti’nde yer alanların çoğu, Oniki Ada’nın önemini kavrayamazken, ondan yıllar önce, Trablusgarp Savaşı çıkıp, İtalyanlar Oniki Ada’yı işgal ettiğinde, devrin sadrazamı Said Paşa adaların önemini şu cümlelerle vurgulamıştı:
“Adaların ehemmiyeti çok fazladır. Binaenaleyh adaların kurtarılmasına çalışmalı. Hatıra gelecek şeyler vücuda gelecek olursa yalnız İstanbul değil, Anadolu sahilleri de tehlikeye girer. Önceden de söylediğim gibi bu adalar İstanbul ve Anadolu’nun karakollarıdır.”
Sonuçta, Lozan’da Oniki Ada İtalya’ya bırakıldı. Antlaşmanın 15. maddesine göre Türkiye bu adalar üzerindeki her türlü hak ve hukukundan İtalya lehine tamamen feragat etti. Adaların İtalya’ya aidiyetini kabullendi...

Yavuz Bahadıroğlu
zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-24-2014, 02:23   #9
Kullanıcı Adı
zülcenaheyn
Question
Musul ve Kerkük'ün artık bu başlıkta bahsettiğim gibi Türkiye'ye ilhak olma vakti gelmiş midir dersiniz?
zülcenaheyn isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Alt 06-26-2014, 20:07   #10
Kullanıcı Adı
BeldeiTAYYIBe
Standart
Topraklarin sinirlarimiza dahil olunmasindan ziyade mukaddes davanin sinirlari asmasi daha elzemdir.
BeldeiTAYYIBe isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.



Bulut Sunucu Hosting ve Alan adı
çarşamba pasta çarşamba bilgisayar tamircisi