rizzelli Nickli Üyeden Alıntı
EMNİYET GENEL MÜDÜRLÜĞÜ http://www.egm.gov.tr/temuh/terorizm10_makale3.htm
11 EYLÜL, EL KAİDE VE İSTANBUL Fırat YALDIZ
Geçtiğimiz 20 yıllık süreçte kararlı ve başarılı bir şekilde yapılan terörle mücadele esnasında Türk Ordusu ve Türk Polis Teşkilatı bu konuda önemli çalışmalara imza atmış ve dünya güvenlik teşkilatlarına liderlik edebilecek tecrübe ve donanıma ulaşmıştır. Günümüzün gelişen siyasi olayları neticesinde görülmektedir ki; radikal İslami söylemlere sahip örgütler gittikçe marjinalleşmekte ve terör eylemlerine yönelmektedir. Bu doğrultuda dünya gündeminde yer alan dini söylemli terör örgütleri geçen yıllarda dehşetle takip ettiğimiz Hizbullah örneğinde olduğu gibi Türkiye’nin de gündemindedir. Bu örgütlerle mücadele amacıyla, Türk Polis Teşkilatının sadece ulusal değil, uluslararası terör örgütlerini ve uluslararası arenada meydana gelen gelişmeleri takip ve tahlil etmesi bir zorunluluktur. Bu bağlamda, dünyanın en büyük terör eylemini gerçekleştirdiği iddia edilen ve eylemlerine hala devam etmekte olan El-Kaide terör örgütü Türk Güvenlik Kuvvetleri tarafından iyi incelenmesi gereken bir laboratuardır. Nitekim, İstanbul’da meydana gelen son saldırılar bunu doğrular niteliktedir. Bilişim devrimi ile, sınırların kalktığı ve teknolojik gelişmelerin çok kolay yayıldığı düşünülürse, El-Kaide terör örgütünün iyi tanınmasının ülkemizde ortaya çıkabilecek bundan sonraki terörist eylemlerin önünü kesebileceği gibi, mevcut örgütlerle daha etkin bir mücadele yöntemi geliştirilmesine yardımcı olacağı da değerlendirilmektedir.
Usame bin Ladin önce Amerikan karşıtı söylemleri, sonra eylemleri ile dünya terör listelerinin en üst sıralarında yer almıştır. 11 Eylül terör eylemlerinin bir numaralı faili/zanlısı olan ve 4 Kasım 1998’den beri ABD tarafından dünyanın dört bir tarafında aranmasına rağmen bulunamayan Bin Ladin’in, 11 Eylül’den sonra Afganistan’a karşı düzenlenen askeri operasyonda izine rastlanmış ancak yakalanması mümkün olmamıştır. Bu süreç içerisinde, milyarder terörist TV’lere gönderilen kasetlerde sağ olduğunu, yaptıklarının arkasında olduğunu ve düşmana saldırmaya devam edeceğini açıklayarak, dünya kamuoyuna (ve özellikle Amerikan halkına) korku ve kaygı vermeye devam etmiştir.
Lideri olduğu El-Kaide örgütü yok oldu sanılırken Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powel’ın 13.05.2003 günü, Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’a yapacağı geziden bir gece önce bombalı saldırılar düzenlemiş ve enaz 29 kişinin ölmesine sebep olmuştur. İlerleyen günlerde, 15 Kasım ve 20 Kasım 2003 tarihlerinde İstanbul’da 4 ayrı bombalı saldırı düzenlenmiş ve 59 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. Bir türlü bitmeyen ve gündemden düşmeyen Afganistan merkezli bu olayları tahlil etmek için buzdağının altı iyi incelenmeli ve sağlıklı tahlil/tahmin yapabilmek için Afganistan Tarihi, İç Savaş, Rus İşgali, Taliban Hareketi, Usame bin Ladin, El-Kaide, 11 Eylül ve 11 Eylül sonrası ortam iyi bilinmelidir. Bu doğrultuda güncelliğini koruyan İstanbul saldırıları yukarıdaki başlıklar temelinde incelenecektir.
1. Post-modern Bir Terörist: Usame bin Ladin
21. yüzyılın en tehlikeli teröristlerinden biri olan Usame bin (Muhammed bin Avad bin) Ladin, Ortadoğu’nun en büyük müteahhitlerinden biri olan Muhammed Avad bin Ladin’in 54 çocuğundan 17.si olarak 1957 yılında Suudi Arabistan’da dünyaya geldi. Suudi Arabistan’a 1930 yılında Güney Yemen’den göç eden babası, iş hayatına Cidde Limanı’nda hamal olarak atılmış ve hızla yükselerek büyük bir zenginlik elde etmişti. Muhammed Avad bin Ladin, 1968 yılında bir kaza sonucu hayatını kaybettiğinde arkasında 11 milyar dolarlık bir servet bırakmıştı. Usame bin Ladin, Cidde’deki Kral Abdulaziz Üniversitesi’nde eğitim almış ve İslami bir atmosferin hakim olduğu bu üniversitede tanıştığı hocası Abdullah Azzam’dan ve Müslüman Kardeşler teşkilatının fikirlerinden çok etkilenmişti. Azzam, Filistin Kurtuluş Örgütü Lideri Yaser Arafat’ın yakın arkadaşı olan Filistin kökenli bir din adamıydı. 1979 yılında SSCB’nin Afganistan’ı işgal etmesiyle birlikte Usame bin Ladin’e de mücadele edebileceği, içindeki ateşi dışa vurabileceği bir alan açılmış oldu.[1] Bazı akademisyenlere göre; “Usame’nin yaşaması için bir savaşa ihtiyacı vardı ve bunu O’na veren, 26 Aralık 1979'da Afganistan’a savaş açan Sovyet lideri Leonid Brejnev olmuş”tur.[2] Bin Ladin, 1979’dan itibaren Afgan Savaşı sırasında, SSCB’ye karşı savaşması için silahlandırılmış ve CIA tarafından eğitilmişti. Bin Ladin, o zamanlar CIA tarafından “Afganistan’daki en iyi savaşçılardan biri” olarak nitelendiriliyordu.[3]
Usame Bin Ladin 1979 yılında, Suudi Arabistan İstihbarat Örgütü’nin lideri Prens Türki bin Faysal tarafından Pakistan Peşaver’e yollandı. Burada eski hocası Abdullah Azzam ile birlikte çalıştı ve Afgan cihadı için bölge ülkelerden gelen gönüllülerle ilgilenerek sayılarını arttırmak için uğraştı. Abdullah Azzam, Pakistan Gizli Servisi(ISI) tarafından, başta Arap ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir yanından gelen gençleri SSCB’ye karşı birer terörist olarak yetiştirmek amacıyla planlanan bir projenin yürütücüsü konumundaydı. Bu çabaları olumlu sonuçlandı ve Bin Ladin 1982 yılında önemli bir altyapı ile birlikte Afganistan’a yerleşti.[4] 1986 yılında Afganistan’da bizzat kendi kamplarını kurmaya başlayan Usame bin Ladin, sadece terörist yetiştirmekle kalmadı, aynı zamanda terörist eylemlerde de bulunmaya başladı.[5]
2. El-Kaide
2.1. El-Kaide’nin Ortaya Çıkışı
Usame bin Ladin, Abdullah Azzam tarafından kurulan Mekteb el-Hidamat (Hizmet Bürosu) adlı kuruluş aracılığıyla, dünya çapında bir İslami yardım örgütü gibi çalışıyordu. Bu örgütün sadece İslam ülkelerinde değil, Amerika’da da (Brooklyn, Detroit,…vs.) büroları vardı. Ladin, bu yardım örgütüne kayıt olan gönüllüler için bilgisayar ortamında bir veri tabanı oluşturdu. 1988’e doğru Usame bin Ladin kamplara gelen gönüllülerin listesini “kaide, temel” anlamına gelen, “El-Kaide” adını verdiği bir bilgisayar dosyası etrafında derledi. El-Kaide’nin de temeli işte bu veri tabanıyla atılmış oldu.[6]
Suudi Arabistan İstihbarat örgütünün lideri Prens Türki bin Faysal, Usame bin Ladin ile özel olarak ilgileniyordu. Kurulması düşünülen “Uluslararası Cihad Birliği”nin başına geçecek kişi için arayış içerisinde olan Prens Türki, seçimini Usame bin Ladin’den yana yaptı. Prens Türki, birliğin kurulmasını, eğitimini, Afganistan içindeki operasyonlarını yakından izliyordu. “El-Kaide” örgütünü kuran Bin Ladin, ama kurduran Prens Türki bin Faysal’dır.[7]
Sovyet Savaşı esnasında Abdullah Azzam Ahmet Şah Mesut’un, Bin Ladin ise Hikmetyar’ın desteklenmesi gerektiğini ileri sürdükleri için ikilinin arası açıldı. 1989 yılında Azzam öldürülünce, Azzam’ın adamları da El-Kaide’ye katıldı.[8]
Bin Ladin’in gücünün belkemiğini oluşturan bu örgüt, Afrika’dan Avustralya’ya kadar uzanan kuşakta çok geniş bir ağ kurmuştu. Terör uzmanları tarafından “en iyi yapılanmaya sahip olan örgüt” olarak adlandırılan El-Kaide çok gevşek bir ilişkiler sistemi içinde, birbirini tanımayan insanlardan oluşmaktaydı. Birbirinden bağımsız bu parçalar bir araya geldiğinde ise korkunç bir ağ oluşuyordu. El-Kaide örgütünün 11 Eylül’den önce 55 ülkede yaklaşık 70 bin militanının bulunduğu sanılmaktaydı.[9] Harvard Üniversitesi’nden terör uzmanları El-Kaide örgütünün “hükümet gibi” çalıştığını, üyelerinin de bürokratlar misali yalnız kendi masalarındaki işle meşgul olduğunu belirtmektedir.[10]
Suudi Arabistan, o dönemde Usame Bin Ladin’e parasal ve lojistik olarak, isteklerini gerçekleştirebileceği bütün imkanları sağlamıştı. Suudiler ne derlerse desinler bu ilişki Bin Ladin’in Suudi vatandaşlığından çıkarılmasından, Sudan’dan ayrılmak zorunda kalmasından ve ona atfedilen saldırılardan sonra dahi sürdü.[11]
Bin Ladin’in kullanımında böylesine büyük bir servet olması, El-Kaide’nin böylesine güçlü bir ağ kurmasını kolaylaştırıyordu. Özellikle ABD düşmanlığının yaygın olduğu bölgelerdeki işsiz gençler, El-Kaide’ye katılarak örgütün gücünü günden güne arttırıyordu. Bu sayede ölen ya da yakalanan elemanların yerini yenileri alıyor ve yakalanan militanlar kendilerine verilen görevler dışında hiçbirşey bilmedikleri için örgüt bir türlü çökertilemiyordu.[12]
Usame bin Ladin, SSCB’nin Afganistan işgaline son vermesi üzerine 1989’da Suudi Arabistan’a geri döndü. Ancak Saddam Hüseyin’in 1990 yılında Kuveyt’i işgali ve akabinde patlak veren Körfez Savaşı neticesinde ve Suudi Kraliyet ailesi ile arasının açılması üzerine 1991’de tekrar Afganistan’a gitti. Afganistan’da çatışan tarafları biraraya getiremeyince 1991 yılının sonlarında Afganistan’ı terketti ve Sudan-Hartum’a gitti. Bin Ladin’in tercihini Sudan’dan yana kullanmasının birçok sebebi vardı. Öncelikle, ülkedeki yeni rejimin aşırı İslamcı ideolojisini destekliyordu ve otoyollar, limanlar ve havaalanları gibi projelerini de hayata geçirmek için fırsat yakalamıştı. Bin Ladin, Sudan’da bu projeleri gerçekleştirebileceği ve El-Kaide’nin çalışmalarını maddi olarak destekleyebileceği ve insan ve silah taşımacılığında kullanılabileceği pek çok şirket kurdu. Bin Ladin Sudan’da olduğu süre içerisinde, terör eylemlerinde Şiiler ile aralarındaki farklılıkları bir yana koymaya ve onları ortak düşmanlarına karşı El-Kaide çatısı altında toplamaya çalıştı ve bunda başarılı oldu.[13]
Suudiler 1994’te Usame bin Ladin’i vatandaşlıktan çıkardılar. Bunun üzerine Bin Ladin siyasi faaliyetlerini yoğunlaştırdı ve özellikle Suudi rejimini sert bir biçimde eleştirmeye başladı. Bin Ladin ve yandaşlarının Sudan’dan çıkarılması için uluslararası baskı yoğunlaşınca 1996’da Sudan’ı terk etti ve tekrar Afganistan’a yerleşti.[14]
2.2. El-Kaide’nin Eylemleri
Bu noktaya kadar Bin Ladin, ABD’ye açıkça meydan okumamıştı. Bütün çabasını İslam dünyasında reforma odaklamıştı. Ancak 23 Ağustos 1996’da yayınladığı bir deklarasyon ile İslami gençliği, Arap topraklarını işgal eden Amerikalıları öldürmeye çağırıyordu. 23 Şubat 1998’de daha da ileri gitti ve dünya çapında ABD’nin çıkarları olan her yerde saldırılar düzenlenmesi çağrısı yaptı.
Usame bin Ladin’in Soğuk Savaş’ın bitmesinin hemen ardından dünya üzerinde hızla ivme kazanmaya başlayan “Küreselleşme” olgusunun bir sonucu/kurbanı olduğu da düşünülebilir. Çünkü; Bin Ladin, soğuk savaş döneminde, ABD tarafından, Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği’ne karşı kullanılmıştı. Soğuk savaşın bitiminden sonra önemsizleşmesiyle birlikte, bir süre sonra kendi yorumladığı bir din anlayışına bağlı olarak, bu kez kendisine destek veren güce karşı bir İslam mücahidi olarak saldırıya geçti. Bir nevi Dr. Frankenştayn öyküsünü andıran bu durum dünyanın dikkatini çekti, çünkü; “Dr. Frankenştayn’ın yarattığı canavar, bir süre sonra yaratıcısına karşı harekete geçmişti.”[15]
Bin Ladin ve El-Kaide örgütünün gerçekleştirdiği tahmin edilen eylemlerin kronolojisi şöyle sıralanabilir[16]:
·1992
- Yemen’deki ABD’li askerleri hedef alan otelin bombalanması,
·1993
- Somali- Mogadişu’da 18 Amerikalının öldürülmesi,
- New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması,
·1995
- Filipinler’de Papa’ya suikast girişimi,
- Cezayirli Silahlı İslami Grub’un (GIA) Fransa’ya karşı yürüttüğü savaşın desteklenmesi,
- Etiyopya’nın başkenti Adis Ababa’da Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’e yönelik suikast girişimi,
- Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da 5 ABD’li askerin ölümüne yol açan kamyonla bombalama olayı,
- 17 kişinin öldüğü Pakistan’daki Mısır Büyükelçiliği’nin bombalanması,
·1996
- Suudi Arabistan’ın Hobar kentinde 19 Amerikan askerinin ölümüne yol açan patlama,
- “Kafirleri kutsal topraklardan kovun” çağrısıyla ABD’ye karşı cihad ilan edilmesi,
·1998
- Mısır, Bangladeş ve Pakistanlı birkaç küçük grupla birlikte “Yahudilere ve Haçlılara karşı Uluslararası İslami Cephe”nin kurulması, (Kuruluş bildirisinde “Her Müslümana, dünyanın her köşesinde, sivil veya asker Amerikalı öldürmek farzdır” denmektedir.)
- Amerikan askerlerinin Kutsal Topraklar’a girişinin 8. yıldönümünde Kenya ve Tanzanya’daki ABD büyükelçiliklerinin havaya uçurulması (257 ölü, 5.500 yaralı),
·2000
- Yemen’in Aden limanında USS Cole destroyerine yönelik intihar saldırısında 17 Amerikan denizcinin öldürülmesi.
Esnek ve gevşek bir yapısı olan El-Kaide örgütünün içine sızılması mümkün olmadığı için bu örgüte karşı yapılan etkisizleştirme girişimleri başarısız oldu. El-Kaide’nin varlığını korumasının en önemli nedenleri; Batı’ya karşı direnmesinin oluşturduğu siyasi, coğrafi, güvenlik avantajı ve Afganistan’a uygulanan uluslararası ambargo sebebiyle bu bölgeden daha az istihbari bilgi gelmesiydi.[17]
3. Taliban – El-Kaide İlişkisi:
(Molla Ömer) (Usame bin Ladin)
Bin Ladin’in her olayla artan ünü, kendisini kenara itilmiş hisseden müslümanların büyük bir istekle El-Kaide’ye katılmasına yol açıyordu. Bin Ladin’in, tamamen bu mücadeleye yönlendirdiği 900 milyon dolarlık kişisel serveti ve radikal İslamcı gruplar ile silah tüccarlarından aldığı iddia edilen destek de bu hücrelere akmaktaydı.[18]
4 Kasım 1998’de ABD, Bin Ladin’in büyükelçiliklerin bombalanmasından suçlu bulunduğunu söyleyerek resmen arandığını duyurdu ve başına 5 milyon dolar ödül koydu.[19] Bununla beraber ABD eski Başkanı Bill Clinton, Usame Bin Ladin’i “ABD’nin bir numaralı düşmanı” ilan etmişti.[20] Bin Ladin’in, büyümek için 3 şeye ihtiyacı vardı ve ABD bunları O’na (O istemeden) vermişti:[21]
Askeri eğitim,
(Uluslararası terörist konumuna ulaşana kadar) Önemsenmemek,
“ABD’nin en büyük düşmanı” ilan edilerek dünya çapında efsaneleşmek.
ABD, Afganistan Khost’taki 3 eğitim kampını, Bin Ladin’le bağlantılı gruplar tarafından kullanılan yerler olması, bu üslerin teröristlere yataklık etmesi, teröristlerin buralarda silah eğitimi almaları ve bu üslerde barınan grupların dünyanın birçok yerindeki saldırılardan sorumlu terörist gruplar olması sebebiyle bombaladı. Ayrıca, Sudan’daki bir tesisi de kimyasal silah ürettiği ve Bin Ladin’le bağlantılı olduğu iddiasıyla bombaladı. Taliban’ın kendi toprakları olarak gördüğü yerlere karşı yapılan ABD saldırılarında 26 kişinin öldürülmesine rağmen Bin Ladin sağ olarak kurtuldu. Taliban “Ne kadar Tomahawk atarlarsa atsınlar, Bin Ladin’i ABD’ye teslim etmeyeceğini” ilan etti. Bununla birlikte bir dizi görüşme ve tehdidin ardından Taliban yumuşadı ve Bin Ladin’i ülkeden çıkarmak için ABD’nin yeterli kanıt sunmasını istedi. Bu çözüm Taliban’ı uluslararası terörizmle işbirliği yaptığı suçlamasından kurtaracağı gibi, Bin Ladin açmazında kendilerine belli bir zaman da kazandıracaktı. Ancak, 20 Kasım 1998’de Taliban farklı bir açıklama yaparak “Bin Ladin’in özgür bir yurttaş olduğunu” ilan etti.[22]
Fakat Washington’un Bin Ladin’e karşı askeri bir operasyon düzenlemeyi planladığı ortaya çıkınca, Taliban yetkilileri, ABD ile pazarlığa girişti ve ABD’nin kendilerini tanıması karşılığında Bin Ladin’in ülkeden ayrılmasını sağlayacaklarının söyledi. Dolayısıyla 1998 kışına kadar Taliban, Bin Ladin’i Amerikalılarla pazarlıkta kullanabileceği bir koz olarak görmekteydi. Ancak Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin, onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Taliban desteğiyle kullanıma açarak Taliban’a fayda sağlamaktaydı.[23]
Bir yazar, bu konuyla ilgili bir anısını şöyle aktarmaktadır[24]:
3 Şubat 1999’da ABD Dışişleri Bakanlığının Güney Asya’dan sorumlu yardımcısı olarak ABD Büyükelçisinin İslamabad’daki konutunda düzenlenen toplantıda Taliban hareketinin üst düzey bir yetkilisine Usame bin Ladin ve terörizm hakkında bir mesaj iletme talimatı almıştım. Molla Abdül Celil, Bin Ladin aleyhinde kanıtlar sunmamız halinde Taliban’ın, şeriat kanunlarına göre hareket edeceğini söyledi. Bu toplantıdan sonra Taliban’ın Bin Ladin konusunda bilgilendirilmesi için bir sürü çaba harcandı, ama Taliban’dan en ufak bir cevap gelmedi. Daha sonra BM Güvenlik Konseyi, Taliban’ı Bin Ladin’i teslim etmesi için ikna etmeye çalıştı. Bu doğrultuda Ekim 1999 ve Aralık 2000’de iki ayrı karar tasarısı benimsendi ve bu amaca ulaşmak için Taliban’a karşı bir takım yaptırımlar harekete geçirildi. Taliban uluslararası toplumun bu yöndeki çağrılarına da kulak tıkadı. Bu arada Taliban ve onların bazı destekçileri, bizim Usame bin Ladin’e ve terörizme karşı yönelttiğimiz kampanyamızı çarpıtıp, bunu İslamiyet’e karşı bir saldırı olarak göstermek için ellerinden geleni yaptılar.
Kısacası bugüne kadar çeşitli girişimlerde bulunulmasına rağmen, Bin Ladin gerek bulunduğu coğrafyanın kendisine sağladığı güvenli bölge nedeniyle, gerekse Taliban ile olan iyi ilişkileri sayesinde bu operasyonlardan kolaylıkla kurtulabildi.
4. 11 Eylül Saldırıları ve El-Kaide
4.1. 11 Eylül 2001
11 Eylül 2001 tarihi dünya siyasi/ekonomik/ideolojik düzenini değiştiren bir tarih olarak takvimlere geçmiştir. 11 Eylül 2001’de 3 başarılı ve 1 başarısız saldırı gerçekleştirilmiştir.[25] ABD’yi ve tüm dünya kamuoyunu felce uğratan 11 Eylül 2001 tarihindeki saldırılar, Amerikan yerel saatiyle 08:48’de, (Türkiye saati ile 15:48’de) başladı. Wall Street yakınındaki Dünya Ticaret Merkezi (World Trade Center/ WTC)’ne gerçekleştirilen ilk saldırı, Amerikan Havayollarına bağlı bir yolcu uçağının Los Angeles’a gitmek üzere Boston’dan kalktıktan sonra, ikiz gökdelenlerden birine çarpmasıyla gerçekleşti.[26]
Aradan henüz 10 dakika bile geçmemişti ki, ikinci bir uçak, canlı yayını izleyen milyonlarca insanın hayret ve korku dolu bakışları arasında Dünya Ticaret Merkezi’nin diğer kulesine çarptı. Saat 09:47’de, üçüncü bir uçak Washington’daki Pentagon binasına çarptı ve büyük bir patlamaya neden oldu. ABD’de savaş alarmı verildiği açıklandı. Bu arada Washington’daki Dışişleri Bakanlığı binası önünde bombalı bir araba patladı ve Washington’un göbeğinden geçen bir şerit şeklindeki yeşil alanda yangın çıktı. Bir süre sonra Pensylvannia eyaletinde dördüncü bir uçağın kaçırıldığı ve daha sonra da uçağın yolcular tarafından düşürüldüğü haberi geldi. İlerleyen zamanda, bu uçağın Beyaz Saray’a yöneldiği gerekçesiyle Amerikan Hava Kuvvetlerine bağlı savaş uçakları tarafından düşürüldüğü anlaşılacaktı.[27] Bu saldırılar, -savaş haricinde- belki de “bir an”da şu ana kadar bilinen en çok sayıda insanın ölmesiyle sonuçlandı.[28] Saldırılarda ölenlerin sayısının en az 10 bin kişi olduğu bildirilmişti.[29]
İlerleyen saatlerde, terör uzmanları saldırıda kullanılan uçakların pilotluk eğitimi almış usta teröristler tarafından kullanıldığının tespit edildiğini bildirdiler. Saat 20:59’da bir yetkili yapılan saldırıların arkasında Suudi terörist Usame bin Ladin ile ilişkisi saptanan kişiler olduğuna dair işaretler bulunduğunu söyledi. 12 Eylül günü ABD’li yetkililer saldırılardan Usame bin Ladin’in sorumlu olduğunu tekrarladı. Aynı zamanda Afganistan’ın başkenti Kabil’de meydana gelen patlamalar, dikkatleri ABD’ye çevirdi. Ancak yapılan açıklamalarda bu patlamalarla ABD’nin ilgisi olmadığı belirtildi.[30]
4.2. 11 Eylül ve El-Kaide
Eylemin sorumluluğunu üstlenen tek örgüt, Japon Kızıl Ordusu olmasına rağmen, başlangıçtan itibaren ABD, Usame bin Ladin’i eylemin sorumlusu olarak ilan etmekteydi.[31] 11 Eylül günü, akla Japon teröristlerin gelmesinin sebebi; kuşkusuz onların harakiri ve kamikaze gelenekleridir.[32]
ABD, saldırıyı Japon Kızıl Ordusu üstlendiği halde, Usame bin Ladin’i sorumlu olarak göstermişti. Çünkü; gücü neredeyse tükenmiş eski bir örgüt olan Japon Kızıl Ordusu’nun böylesine organize bir eylemi yapabileceğine ihtimal verilmemekteydi. Kaldı ki; bu iddia, ABD’nin yapmak istediği yeni düzenlemeye imkan verecek, gerekli koşulları sağlayacak özelliğe de sahip değildi. ABD’nin kendi çıkarları açısından milyarder terörist Usame bin Ladin, Ladin’in yaşadığı ülke Afganistan ve burada kendisine kucak açan Taliban rejimi çok daha iyi bir düşmandı.[33]
Saldırıların sorumlularına ilişkin en ilginç suçlama ise, ABD’deki Hristiyan/sağ görüşün önde gelen temsilcilerinden Jerry Falwell tarafından yapıldı[34]:
Kürtajdan yana olanlar bu olayın yükümlülüğünü kısmen üstlenmelidirler, çünkü Tanrı’nın iradesiyle alay edilmez. Gerçekten de kanım odur ki; inançsızlar, feministler, eşcinseller, lezbiyenler,... Parmağımı onların yüzüne çeviriyor ve diyorum ki: Bu olayın olmasına yardım ettiniz!
Bu arada olası bir Amerikan saldırısına karşı Afganistan’daki El-Kaide örgütünün kamplarında bulunan Arap militanların, bu kampları terk etmeye başladıkları öğrenildi. Henüz savaş başlamamıştı ama Ruslar, Usame bin Ladin’in Afganistan’ın Kandahar kentinde olduğunu ABD’ye bildirdi.[35]
ABD tarafından 11 Eylül saldırılarının faili olduğu ilan edilen Usame bin Ladin, Pakistan-Peşaver’de bulunan Afgan İslami Basın Ajansı’na gönderdiği açıklamada “ABD parmağı ile beni gösteriyor ama bunu asla ben yapmadım. Bunu yapanlar kendi çıkarları için yaptılar. Ben Afganistan’da yaşıyorum ve bu tür eylemlere izin vermeyen Emir-ül Müminun Molla Ömer’e bağlıyım.” dedi. CIA’nın ele geçirdiği ve 13 Aralık 2001’de dünya kamuoyuna sunulan bir kasette ise, Bin Ladin olayı üstleniyor, eylemin başarısından söz ediyor ve “Allah’a şükürler olsun ki, doğudan batıya, kuzeyden güneye tüm Amerika korku içinde” diyordu.[36]
11 Eylül’den sonra en çok sorulan sorulardan birisi; dünyanın en büyük ve en iyi istihbarat servislerine sahip olduğu düşünülen ABD’nin bu tür bir saldırıyı tespit etmek ve önlemekte neden başarısız olduğuydu. Daha da ileri gidilerek, başta CIA ve MOSSAD olmak üzere birçok gizli servis tarafından izlenen Bin Ladin’in böyle bir eyleme nasıl hazırlandığı sorulmaya başlanmıştı. Birçok analizciye göre gizli servisler Bin Ladin konusunda başarısız olmuşlardı.[37]
5 Ekim 2001 tarihinde İran’ın Entehab gazetesinin siyasi muhabiri Msoin Mondegari ile bir röportaj yapan Taliban Lideri Molla Ömer, “saldırılarla ilgileri olmadığını, savaş esnasında dahi sivil ve masum insanların öldürülmesini doğru bulmadıklarını ve ABD’nin İslam dünyasının güçlenmesini engellemek için Usame Bin Ladin’i bahane ettiğini” söylemekteydi.[38]
Saldırının Ladin tarafından yapılıp yapılmadığı net değildi, ama kesin olan bir şey vardı; o da ABD’nin özellikle Ortadoğu ve Orta Asya’da büyük bir operasyona girişeceği idi. Saldırılardan iki gün sonra, Amerikan televizyonları, saldırılarda kullanılan uçakları kaçıran hava korsanlarının Mısır ve Suudi Arabistan uyruklu olduklarını ve Usame Bin Ladin ile bağlantılı olduklarını duyurdular.[39]
11 Eylül - El-Kaide ilişkisini açığa çıkardığı düşünülen bir diğer gelişme ise, Bin Ladin’in örgütün bazı hücrelerine 11 Eylül olaylarından sonra telefonla “iki hedef vuruldu” şeklinde haber verdiği iddialarıydı.[40]
Bütün bunlara rağmen, ABD’nin elinde maddi bir delil bulunmuyordu. Ama tüm değerlendirmeler ve veriler şüpheleri Usame bin Ladin üzerinde topluyordu. ABD ellerindeki delilleri -güvenlik gerekçesiyle- kamuoyuna sunmuyor fakat müttefik ülkelerle yapılan ikili görüşmelerde bu delilleri açıklıyordu. Liderler ise tatmin edici deliller gördüklerini belirterek Amerika’yı destekliyordu. ABD’nin elinde Usame Bin Ladin’le ilgili sağlam deliller olmaması sebebiyle, delil niteliğindeki dosyaları kamuoyuna açıklamadığı düşünülmektedir.[41]
CIA ve FBI’ın özellikle İngiltere, Almanya ve Fransa istihbarat servislerinin yardımıyla topladığı kanıtlardan oluşan dosya, Bin Ladin’in yönetimindeki El-Kaide örgütünün Avrupa ülkeleri de dahil yaklaşık 34 ülkede hücre tipi örgütlenmesinden ve bu hücrelerin Afganistan’la ve Bin Ladin’le bağlantılarından bahsetmekteydi. Ayrıca, bazı telefon konuşmaları ve 19 şüpheli hava korsanının hesaplarına El-Kaide’den para aktarıldığına dair banka dekontları da vardı. Ayrıca NATO toplantısına katılan diplomatlar, kulislerde dosyanın aslında siyasal nitelikli olduğunu belirtiyorlardı.[42]
Chomsky’e göre ise; “Faillerle ilgili olarak, pek emin olduğumuz söylenemez. ABD, anlamlı bir kanıt sağlama konusunda ya yetersiz ya da isteksiz”dir.[43]
Bir yazar ise, bu durumu şöyle değerlendirmektedir[44]:
Neresinden bakarsanız bakın, 11 Eylül saldırılarıyla Usame bin Ladin arasında bağlantı kuracak kanıtları -mahkemeye sunulabilecek nitelikte sağlam kanıtları- bulmak imkansızdır. Şimdiye kadar öyle görünüyor ki, Bin Ladin’in suçlanmasına ilişkin en ciddi kanı;t saldırıları lanetlememiş olmasıdır. Bin Ladin’in yaşadığı yer ve koşullar hakkında bilinenlerden hareketle, kişisel olarak saldırıları planlayamayacağını ve gerçekleştiremeyeceğini söylemek gayet normaldir. Buradan olsa olsa Bin Ladin’in karanlık bir sima olduğu sonucu çıkarılabilir.
11 Eylül saldırılarının ardından, El-Kaide’nin yaptığı iddia edilen fakat henüz ispatlanamayan başka saldırılar da oldu. Bunlar;
13 Mayıs 2003 : Suudi Arabistan – Riyad’da bombalı saldırı: 35 ölü
16 Mayıs 2003: Fas-Casablanca’da 5 bombalı saldırı: 45 ölü,
5 Ağustos 2003: Endonezya-Jakarta’da otele saldırı: 10 ölü, 150 yaralı,
27 Ekim 2003: Bağdat’taki Kızıl Haç Örgütü’ne saldırı: 35 ölü,
9 Kasım 2003: Riyad’da intihar saldırısı: 18 ölü, 200 yaralı,
12 Kasım 2003: Irak’ta İtalyan askeri üssüne saldırı: 27 ölü, 100 yaralı.
5. İstanbul Saldırıları
5.1. 15 Kasım 2003
Ramazan ayına denk gelen ve sokaklardaki insanların birçoğunun oruçlu olduğu bir Cumartesi günü, saat 09:30’da Şişli Beth İsrael Sinagogu’na ve 09:34’te Beyoğlu Neve Şalom Sinagogu’na intihar saldırıları düzenlendi.[45] Saldırılar, bomba yüklü kırmızı renkli kamyonetlerin, sinagoglara çarpmasıyla gerçekleştirildi. Her iki bombalama olayında, iki eylemci dahil 26 kişi öldü ve 303 kişi yaralandı.[46]
Saldırıların ardından, merkezi Londra’da bulunan “El-Kuds El-Arabi” isimli Arapça gazete, El-Kaide’nin İstanbul’daki saldırıları üstlendiğine dair bir elektronik posta aldıklarını duyurdu. Açıklamada; saldırıları El-Kaide’ye bağlı olan “Şehit Ebu Hafız el-Mısri Tugayı” nın üstlendiği bildirildi.[47] Bu örgüte/tugaya adını veren ve birçok El-Kaide eyleminin örgütleyicisi olan Ebu Hafız El Mısri’nin, bu eylemden tam 2 yıl önce 15 Kasım 2001 günü Kabil’de öldürülmüş olması da önemli bir ayrıntı ve saldırı tarihi açısından değerli bir ipucudur.
Aynı gün, 7 kişiden oluşan ZAKA isimli bir arama kurtarma ekibi, İsrail’den Türkiye’ye geldi ve saldırıların yapıldığı yerde çalışmalar yaparak bölgedeki ceset parçalarını topladı.[48] Ancak ZAKA ekibinin İstanbul’a gelmesiyle birlikte, “bu ekibin ‘acil yardım-arama- kurtarma’ gibi kutsal amaçlar altına gizlenerek istihbarat çalışması yapan MOSSAD ajanlarından oluştuğu, bölgede istihbarat çalışması yaptıkları, saldırıda MOSSAD’ın da parmağı olduğu ve bu ekibin bölgedeki delilleri toplayıp götüreceği,…vs.” gibi bir sürü iddia ortaya atıldı. Ancak bu iddialar cevap bulamadı ve ekip bir süre sonra İsrail’e geri döndü.
ABD Başkanı George W. Bush, İstanbul’daki saldırılarla ilgili olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı telefonla aradı ve “ABD'de benim gibi bir dostunuz olduğunu unutmayın. Bu olay, teröre karşı mücadelemizi aksatmayacaktır. Teröre karşı sonuna kadar mücadele edeceğiz.” dedi.[49]
Bu saldırıların özellikle Musevi ibadethanelerine gerçekleştirilmesi sebebiyle gözlerin çevrildiği İsrail’in Dışişleri Bakanı Silvan Şalom, saldırılardan bir sonraki gün saat 07:30 sıralarında İstanbul’a geldi. İstanbul’da bir dizi görüşme yaptıktan sonra Türk Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’le ortak bir basın açıklaması yaptı ve “Hep birlikte mücadele edersek, bu aşırı uçtaki radikal kişilere karşı gelirsek, biz galip çıkacağız. Artık terörizmin her yeri vurduğunu kavramanın vakti geldi. Uluslararası camia birlikte çalışmalıdır. Bu teröristlere karşı hep birlikte mücadele edersek, bu mücadeleyi biz kazanırız.” dedi.[50]
Ancak İsrail Dışişleri Bakanı’nın Türkiye’ye gelmesi ile ilgili olarak değerlendirilmesi gereken fakat unutulan önemli bir nokta da, sinagoglarda bulunan insanların “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı” ve “Türk” olduklarıdır. Saldırı sonrasında meydana gelen gelişmeler ise, ölenlerin “İsrailli” olarak değerlendirilmelerine yol açmıştır. Bunun yanı sıra, İsrail Hükümeti bu saldırıları, dünya üzerinde uyguladığı “psikolojik harekat” kapsamında da kullanmış ve dünyaya “mağdur halk” oldukları mesajını –Türkiye üzerinden- başarıyla vermiştir. Bu makalenin yazarı anti-semitist yahut Yahudi düşmanı olmamakla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin başka bir ülkenin oyununa alet olmasını hazmedememektedir.
5.2. 20 Kasım 2003
İstanbul’daki ilk saldırılardan 5 gün sonra, 20 Kasım 2003 günü saat 11:00’de HSBC Bank Genel Müdürlük binası ve İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu önünde iki şiddetli patlama meydana geldi. Bu saldırılarda ise, 28 kişi hayatını kaybetti, 450 kişi yaralandı. İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosu Roger Short da bu saldırılarda ölenler arasında bulunuyordu.[51]
Anadolu Ajansı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nü telefonla arayan bir kişi, Levent ve Beyoğlu’nda gerçekleşen patlamaları, yasadışı İBDA/C ve El-Kaide’nin ortak eylemi olarak üstlendi.[52] Daha sonra ise, El-Kaide’ye bağlı Ebu Hafız el-Mısri Tugayı’nın İstanbul’daki ikinci ikiz saldırıları üstlendiği açıklandı.[53]
20 Kasım tarihinde gerçekleşen bu saldırılar, özelde Türkiye’ye genelde dünyaya yönelik çok önemli mesajlar içermektedir. Ancak “İstanbul’da patlayan bombaları anlamak için sadece İstanbul’da cereyan eden vahim hadiseleri incelemek yeterli değildir. İstanbul’da gerçekleşen saldırı, 11 Eylül 2001’de başlayan ve dokuz ülkede gerçekleşen bombalı terör saldırılarının bir parçasıdır ve gerçek çerçevede bakılınca anlaşılabilir.”[54]
İlk saldırıların ardından, dünya kamuoyu tarafından terör ve teröristlere yönelik ağır ithamların yapıldığı, tüm dünyada –özellikle Türkiye’de (ve daha da özellikle İstanbul’da)- güvenlik önlemlerinin arttırıldığı bir dönemde, aynı metotla ve daha da güçlü bir şekilde eş zamanlı olarak 2 bombalı saldırının daha gerçekleştirilmesi, ciddi bir meydan okumadır. İstanbul’daki saldırıların, özellikle ikinci saldırıların en büyük, en önemli ve en tehlikeli mesajı da kanımızca budur. Terörün ve teröristlerin içinde bulunduğu bu “meydana okuma” psikolojisi, terörün kavramsal çerçevesini zorlayacak ve terörü daha da tehlikeli bir mecraya sürükleyecek gibi görünmektedir. Çünkü; bir terör eyleminin ardından yapılacak “her şey”, bir sonraki saldırının şiddetini arttırma riski taşıyacaktır. Güvenlik önlemlerini arttırmak, saldırıları lanetlemek,[55] teröristlerin peşine düşmek,…vs. daha zor olacaktır. Bu durum, teröristleri daha da tahrik etmemek ve yeni saldırıların olmasını engellemek için, toplumu/devleti daha yumuşak hareket etmeye zorlayacak, bu da toplumun terör karşısında pasifize edilmesi, sindirilmesi ve terörün “asıl” hedefine ulaşması anlamına gelecektir.
5.3. Saldırı Sonrası Gelişmeler
Terör saldırılarının, ortaya koyduğu bir diğer önemli sonuç da Türkiye’de gündemde olmayan ve belki farkında dahi olunmayan bir çok sorunu gün yüzüne çıkarmış olmasıdır. Polis-Basın ilişkileri, basının rolü, istihbarat karmaşası, güvenlik kuvvetleri arasındaki koordinasyon eksikliği,…vs. gibi bir çok konu bu saldırıların ardından tartışılmaya ve çözülmeye başlanmıştır.
5.3.1. Polis-Basın İlişkileri ve Basının Rolü
22 Kasım 2003 günü, İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu’na yapılan bombalı saldırıda şehit olan polis memurları Hüseyin Apaydın ve Salih Çapkın için İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bir tören düzenlendi. Bu törende konuşan İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah, basını ve medyayı olayda sorumsuz davranmakla suçladı ve “Basınımız, faillere uzanmaktayken, aramızda 1 saat kalmışken maalesef failleri ve uzantılarını deklare etti. Eğer basının sorumsuzluğu olmasaydı, şu anda bu şehitlerimiz burada yatmıyor olacaktı. Şehit vermeyecektik, 27 vatandaşımız ölmeyecekti. Ancak sorumsuzca yapılan bu yayınlar, özgür basın adına, maalesef 27 vatandaşımızın şehit olmasına sebep olmuştur.” dedi.[56]
Cerrah’ın bu eleştirisinin ardından Başbakan Erdoğan da Cerrah’a sahip çıkan ve eleştirilerini destekleyen bir açıklama yaptı. Saldırılar sonrasında DGM tarafından basına, terör olaylarına ilişkin yayın yasağı getirilmesine rağmen, medyanın insanı dehşete düşürecek sahneleri yayınlamaya devam etmesi üzerine Başbakan Erdoğan; “Buna rağmen medya, insanı dehşete düşürecek o sahneleri yayınlamaya devam ediyor, isimleri vermeye devam ediyor. Allah aşkına biz terörle nasıl mücadele edeceğiz? Bu bir sorumluluk, mesuliyet ister. Bu duygulardan uzak olduğumuz sürece, bu mücadeleyi nasıl sürdüreceğiz?Medyayı sorumluluğa davet ediyorum…Bu bilgi akışlarını şu veya bu şekilde temin edip bunu ifşa etmenin medyaya kazandırdığı nedir? Millete kaybettirdiği nedir? Emniyet Müdürü’nün feryadı, bu tespitin çok acı bir tablosudur.” dedi.[57]
Bu açıklamaların ardından Polis-Basın arasında bir gerginlik yaşandı. Emniyet mensuplarının bir çoğu tarafından İstanbul Emniyet Müdürü’nün sözlerinin gerçeği yansıttığı şeklinde bir görüş birliğine varıldığı, bu makalenin yazarı tarafından gözlemlenmiştir. Ancak bunlardan daha önemli olanı, Polis-Basın ilişkilerinin ne seviyede, ne ölçüde olacağının net olmaması ve kişilere göre değişen bir ivme göstermesidir. Bunların yanı sıra, her iki kurumun da başarılı bir şekilde çalışabilmek için, diğer kurumla iyi bir işbirliği içinde olma zorunluluğu da gözardı edilemeyecek bir gerçektir. Bu bağlamda, Polis-Basın ilişkileri hassas bir konu olmakla birlikte, basının bu tür olaylarda ve özellikle terör eylemleri neticesinde yapacağı yazılı ve görsel yayınlarda her zamankinden daha hassas olması gerektiği, bu olayın ardından daha net bir şekilde ortaya konmuştur. Polis Teşkilatına düşen de; kamuoyuna sağlıklı bilgi akışının sağlanması için, istihbari önem arzetmeyen konuları basınla paylaşmak ve gelişmeleri merakla takip eden kamuoyuna yardımcı olmaktır.[58]
Ancak Türk basınının sorumluluğu, bunların da ötesindedir. Çünkü, Türk Basının bu olaydan önceki birçok yayınında da Türkiye’yi uluslararası ortamda zor duruma soktuğu, Türk Basınının Türkiye’ye terör örgütlerinden daha çok zarar verdiği şeklinde eleştiriler sık sık dile getirilmektedir. Bazı gazeteciler ise, “olayların saklanmasının bir anlam taşımadığını, devletin hatalı davranışlarda bulunduğunu, ancak basının bunu aydınlatması üzerine basının suçlu olarak ilan edildiğini, halbuki kendisine çeki düzen vermesi gerekenin basın değil, devlet olduğunu” ifade etmişlerdir. Ancak bunun doğru olmadığı, dünyanın birçok ülkesinde basının devlete destek olduğu ve ülke çıkarlarını gözeterek yayın yaptığı bilinmektedir. Bu konuyla ilgili olarak Kantarcı şöyle bir değerlendirme yapmaktadır[59]:
…İstanbul’daki bombalama olaylarını üstlenen bir terör örgütü kendi internet sitesinde, amaçlarının İngiliz çıkarlarına darbe vurmak olduğunu açıklamıştır. İngiliz çıkarlarına İngiltere’de değil de Türkiye’de darbe vurmak fikri ve eylemi oldukça düşündürücüdür. … Türk medyasının kontrolsüz yayın anlayışı sayesinde olayları gerçekleştiren terör örgütü, sesini başka hiçbir ülkede bu kadar sansasyonel olarak duyuramazdı. İngiliz çıkarlarına darbe vurma amacıyla yapıldığı iddia edilen terör eylemleri İngiltere’de yapılmış olsaydı, söz konusu gelişmeden bırakın dünya kamuoyunu, patlamaların gerçekleştiği mahallerin dışındaki İngilizlerin dahi haberi olmazdı.
Saldırılardan sonra, bu görüşü destekleyen birçok görüş daha ortaya atılmış ve Türk Medyası bu konuda çok sert eleştirilere tutulmuştur. Saldırıların niteliği incelendiği takdirde, eylemlerin Türkiye açısından ideolojik bir anlam taşımadığı ortaya çıkmaktadır. Çünkü, saldırılarda Türkiye’ye yönelik ideolojik bir taraf olsaydı, saldırıların Türkiye’yi temsil eden hedeflere karşı gerçekleştirilmesi gerekirdi. Oysa ki sinegog, banka yahut başkonsolosluk bu çerçevede değerlendirilebilecek durumda değildir.[60] Buradan da, Türkiye’nin eylemciler açısından kolay ve ses getiren eylem yapılabilecek bir yer olarak değerlendirildiği sonucu çıkarılabilir. Ki eğer böyleyse, eylemcilerin Türkiye’yi tercih etmesinde Türk Basınının sorumsuz yayınlarının büyük önemi vardır ve Türk medyası bu stratejisini sürdürürse, Türkiye daha birçok terör saldırısına maruz kalacaktır.
5.3.2. İstihbarat Yapılanması ve Koordinasyon Eksikliği
Saldırılar sonrasında ortaya çıkan bir diğer sorun da, Türkiye’deki istihbarat kurumları arasında çok başlılık olduğu ve koordinasyon eksikliği yaşandığıdır. Nitekim, saldırılar göstermiştir ki Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı istihbarat çalışması yapmakla görevlidir ancak, bu bilgileri birbirleri ile paylaşmamaktadır. Her kurumun elinde “puzzle”ın bir parçası bulunmakta ve bu parçalar bir araya gelmeden “bütün resim”i görüntülemek mümkün olmamaktadır.
Bu saldırılarda, istihbarat örgütleri tarafından yeterince bilgi sağlanmadığı, örgüt elemanlarının haberleşmelerinin takip edilmediği, eylemlerde kullanılan malzemenin temini ile ilgili bir takipte bulunulmadığı ve yurt dışı destekli olduğu düşünülen bu eylemlerde rol alanların ülkeye girişleriyle ilgili bilgilerin tespit edilemediği anlaşılmaktadır. İstihbarat alanında var olduğu düşünülen bu çok başlılığın ilerleyen süreçte de devam ettiği değerlendirilmektedir. Nitekim; Jandarma Genel Komutanlığı Suriye’de bir operasyon gerçekleştirerek eylemlerle ilgisi olduğu düşünülen 22 kişiyi yakalamış ve Türkiye’ye getirmiştir. Ancak Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Jandarma tarafından gözaltına alınan Hilmi Tuğluoğlu’nu takip ettiklerini ancak bombala talimatlarını veren Azad Ekinci ve Gürcan Baç ile Suriye’de buluşmasını beklediklerini belirterek “Jandarma’nın aceleci davrandığını ve bir çuval inciri berbat ettiğini” iddia ettiğine dair, kaynağı belirtilmeyen haberler basında yer almıştır.[61]
İlerleyen günlerde, İstanbul’daki bombalama olaylarına karışan teröristlerden birinin İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından takip edildiği, Emniyet’in DGM’ye başvurarak telefon dinlemesi yapmak için izin istediği ve DGM’nin “şahsın yurtdışı ile irtibatı olduğu için, konuyla MİT’in ilgilenmesi gerektiğini” söylediği iddi edilmiştir.[62] İstihbarat alanında bir koordinasyon eksikliği olduğu yönündeki iddialar, Bakanlar Kurulu toplantısı’nda da tartışılmıştır.[63]
Bir süre sonra Başbakanlık tarafından EGM’ye, istihbaratla ilgili bir takım ek yetkiler tanınmıştır. “Çok Gizli” damgalı Başbakanlık genelgesi uyarınca, EGM İstihbarat Daire Başkanlığı’na bağlı -bütçesi Başbakanlık tarafından karşılanacak- özel bir birimin kurulmasına ve bu birimin tanık koruma, örgütlere ajan yerleştirme, kimlik/pasaport verme, yüz değiştirme ve hatta gerekli gördüğü takdirde paravan şirket kurabilme imkanı verilmiştir.[64] Bu konuyla ilgili olarak dikkat çeken bir husus, bugüne kadar sadece MİT'in kullanabildiği bir yetki olan istihbarat amaçlı şirket kurma veya kurdurma yetkisinin, EGM’ye de verilmiş olmasıdır. Bunun yanında, EGM’ye yasayla verilmeyen bu yetkinin genelgeyle verilmesinin hukuki olmadığı ve bunun yasaları zorlamak anlamına geldiği yönünde bir takım eleştiriler de gündeme gelmektedir. Ayrıca, EGM İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un, “Cumhuriyet’in 80. Yılında Polisin Dünü, Bugünü, Yarını” konulu panelde yaptığı Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Genel Müdürlük statüsünden “Emniyet Müsteşarlığı” statüsüne çıkarılması yönündeki konuşması[65] bu kapsamda değerlendirilmesi gereken önemli bir konudur.
Bunun yanı sıra, İngiltere’nin, Türkiye’de yeni saldırılar olacağı yönündeki bilgiyi Türk istihbarat yetkililerine iletmek yerine basınla paylaşması kaygı uyandıran ayrı bir sorundur. Nitekim Başbakan Erdoğan, bu durumu “istihbarat sulanması” olarak değerlendirmiştir.[66]
5.3.3. “İslami Terör” Kavramı
İstanbul’daki saldırıların İslam dini açısından mübarek olan Ramazan ayı içerisinde meydana gelmesi ve ölen vatandaşlarımızın birçoğunun oruçlu iken bir terör olayına maruz kalması ve hayatlarını kaybetmeleri kamu vicdanında büyük bir yara açmıştır. Bu saldırıların dini bir söylemle yapılması ve Allah’a ibadet etmekte olan masum insanların, yine Allah adına öldürüldüklerinin iddia edilmesi, terörizmin ideolojisi açısından büyük bir handikap olarak ortaya çıkmaktadır. Barış ve kardeşlik dini olan İslam’ın, masum insanların öldürülmesini emretmesi kabul edilemez bir iddiadır. Bu bağlamda, din adına eylem yaptıklarını iddia eden teröristlerin, dini yeterince bilmedikleri ve anlamadıkları değerlendirilmektedir. Bu kapsamda, ölenin de öldürülenin de “şehit” olduğu düşüncesi, İslam’ın ruhuyla örtüşmemektedir. Ancak, bir yazar bu konuyla ilgili olarak çok ilginç(!) bir değerlendirmede bulunmaktadır[67]:
...Müslümanları siper ederek arkalarına sığınan kafirleri öldürmenin başka yolu yoksa; onların öldürülmediği takdirde Müslümanların hezimete uğrama ihtimali varsa veya İslamiyet'in ve Müslümanların tamamen ortadan kaldırılması ihtimali varsa; böyle durumda, aralarında Müslümanlar da olduğu halde kafirlerin vurulması caizdir. Yalnız, vururken ana hedef kafirler olmalıdır. ...Bir kısmı da İslam adına çıkarak ahkam kesiyor: Dinde masumları öldürmek yokmuş! Müslümanların istişhad (şehitlik) hareketlerine “terör” suçlaması yapanlar, üstelik de bu suçlamalarını din adına yapanlar; sizin şu İslam kaynaklarından gerçekten haberiniz yok mu?
Türkiye’nin içinde bulunduğu böylesine hassas bir dönemde, üstelik henüz bu saldırılarda ölen insanlarımız acısı bu kadar sıcakken, bu tip bir açıklama yapılmasını kabul edebilmek mümkün değildir. Terörü mazur gören ve bunu din kisvesinin altına sokarak dini lekeleyen bu tip bir açıklamanın, toplumu huzursuz etmek ve din düşmanlığını arttırmaktan başka bir amaca hizmet etmeyeceğinin bilinmesi gerekir. Terörle -özellikle dini referanslı terörle- mücadele ederken, terör örgütleri ve teröristlerin yanı sıra bu tip hastalıklı fikirlerle de mücadele edilmeli ve bu odakların kutsal İslam dinini lekelemesine izin verilmemelidir.[68]
Yapılan saldırıların, en çok İslam dinine zarar verdiği düşüncesiyle Ramazan Bayramı namazının ardından Başbakan Erdoğan tarafından bir açıklama yapıldı ve “Ben, İslami terör ifadesini duyduğum zaman buna tahammül edemiyorum, dayanamıyorum. Şahsen kanıma dokunuyor.” dedi.[69]
Başbakan Erdoğan gibi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de, İslami teröre vurgu yaparak, “Bazı terör örgütleri din adına bu işleri yapıyorlarsa İstanbul’u değil İslam’ı vurdular.” dedi.[70]
Ancak, özellikle Başbakan’ın bu tutumu, Dışişleri Bakanlığı’nın birçok ortamda “İslami terör” kavramı yerine “dini terör” kavramını zaten kullanmakta olduğu ve Başbakan’ın bunu atladığı gerekçesiyle eleştirildi.[71] Bunun yanı sıra, Başbakan’ın bu yaklaşımının “Terörün dini, milliyeti, ideolojisi olmaz tezini desteklemediği, tersine terörizme karşı mücadelede zaafa yol açtığı” şeklinde iddialar da gündeme geldi.[72]
Terör ve İslam kavramlarının beraber anılması, üzüntü verici bir olay olmakla beraber, birçok terör örgütünün eylemlerini İslam adına yaptıkları da bir gerçektir. Bu bağlamda, esas mesele “kavramla değil terörün kendisiyle mücadele” olmalıdır. “İslami terör” kavramı yerine pekala başka bir kavram bulunabilir/üretilebilir. Ancak asıl olan, bu eylemlerin din adına yapılmasının ve insanların dini duygularının sömürülmesinin engellenebilmesidir. Bu kapsamda, İslam’ın terör üreten ve hatta terör emreden bir din olmadığı da dünya kamuoyuna -ve özellikle teröre başvurmaya müsait Müslüman halklara- iyi anlatılmalıdır.
El-Kaide gibi dini referanslı bir terör örgütü açısından ise, birincil eylem alanı olarak Müslüman dünyasının seçilmesi, dikkat edilmesi gereken bir husustur. Nitekim örgütün üst düzey yöneticilerinden bir olan El Katada’nın “Müslüman alemini düzeltmeden kafir alemine yönelmek yanlıştır.” cümlesi,[73] bunun sebebini oldukça açık bir şekilde anlatmaktadır. Üstelik sadece El Katada’nın değil, örgüt içerisindeki bir çok önemli din adamının da benzeri düşünceleri seslendirdikleri bilinmektedir.
6. Sonuç
Soğuk Savaş döneminden ve hatta daha da öncesinden, terör bir dış politika aracı olarak görülmekte ve kullanılmaktadır. Bunda terörist eylemlerin maliyetinin ve riskinin düşük olmasının yanında, toplumda korku ve dehşet yaratmasının da büyük rolü vardır. Türkiye’de, çeşitli jeopolitik sebeplerle, uzun yıllar teröre hedef olmuş bir ülkedir.[74]
28 Şubat 1997 tarihindeki Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından, Türkiye’de dini motifli örgütlerle kararlı bir mücadele sürecine girilmiştir. Bununla beraber dini motifli örgütlerle mücadele adına atılan adımlar neticesinde, insanlarımızın dini inançlarını sömürerek din adı altında vahşet uygulayan terör örgütleri -özellikle Hizbullah- çökertilmiştir. Ancak insanımızın dini duygularının hassas olması ve terör örgütlerinin bunu kullanması sebebiyle, samimi dindar insanların radikalleştirilerek terör çizgisine çekilmesinin önlenmesi terörle mücadele adına yapılabilecek en önemli harekettir. Bu bağlamda, dini söylem kullanarak dünyanın dört bir yanında binlerce insanın ölmesine sebep olan terör örgütü El-Kaide’nin ortaya çıkışı, işleyişi, söylemleri ve eylemleri bu makalede ayrıntılı bir şeklide incelenmiştir.
Bu kapsamda 15-20 Kasım 2003 tarihlerinde İstanbul’da meydana gelen bombalı saldırılar, daha önceden Türkiye’de hiçbir eylem yapmamış olan El-Kaide örgütünün, artık Türkiye için de ciddi bir tehdit haline geldiğini göstermiştir. Terörle ve özellikle radikal dini terörle mücadelede oldukça başarılı operasyonlara imza atan Türk Güvenlik Teşkilatları, bundan böyle El-Kaide’yi de ciddi bir takip altına almak ve bu konuyla ilgili uzmanlar yetiştirmek zorundadır. Ülkemiz insanının –fakat öncelikle güvenlik güçlerinin- bu örgütü iyi takip ve tahlil etmesi gerekmektedir. Örgütün oluşum ve eylem süreci iyi incelendiğinde görülecektir ki; El-Kaide varlığını ve gücünü halen muhafaza etmektedir. Bu aynı zamanda örgütün dünya üzerindeki eylemlerinin devam edeceği anlamına da gelmektedir. Laik-demokratik yapısı nedeniyle radikal islami görüşler tarafından sert eleştirilere maruz kalan ve İslam’ı yaşamamakla/bozmakla suçlanan ülkemiz, örgütün bundan sonraki saldırılarının da muhtemel hedeflerindendir. Örgütün dini referans kaynağı olan Vehhabi ideoloji, bu bağlamda incelenmesi gereken önemli bir konudur.[75]
11 Eylül saldırıları neticesinde ABD tarafından başlatılan “Teröre Karşı Savaş”, Türkiye’nin menfaatleri açısından çok büyük bir anlam ifade etmemektedir. Her ne kadar Türkiye tarafından 51 ülkeyle güvenlik ve işbirliği anlaşmaları imzalanmış olsa da[76], saldırılar neticesinde UEFA’nın “güvenlik gerekçesiyle” İstanbul’daki futbol müsabakalarını başka sahalara alması gibi örnekler, terörle mücadelede Türkiye’nin uluslararası destekten yoksun olduğunun en önemli göstergelerinden biridir. Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek, 17 Kasım 2003 tarihindeki Bakanlar Kurulu toplantısının ardından yaptığı açıklamada, bazı ülkelerin Türkiye’ye taziye mesajı göndermesini “timsah gözyaşları” olarak nitelendirmiş ve “Bize taziye gönderen ülkelerde terör örgütleri bağış topluyor, faaliyet gösteriyor.” diyerek, bu konuyu çok net bir şekilde özetlemiştir.[77]
Bu saldırılar neticesinde varılan mutlak sonuçlardan biri de; terörle mücadele edebilmek için alınacak polisiye önlemlerin yanı sıra, bilimsel çalışmalar yapılmasının da bir zorunluluk olduğudur. Uzun süreden beri gündemde olan “Terör Araştırma Merkezi” en kısa zamanda EGM TEMÜH Daire Başkanlığı bünyesinde kurulmalı ve uluslararası terör, bilimsel metotlarla incelenmelidir. Uluslararası terörün tarihi oluşumu, ortaya çıkışı ve ilerlemesi incelenmeli ve bilimsel çözüm önerileri üretilmelidir. Sosyoloji, psikoloji, ilahiyat, hukuk ve uluslararası ilişkiler bilimleri, terörle mücadele de muhakkak irdelenmeli ve bir araç olarak kullanılmalıdır.
Bu makalede, özellikle İstanbul’daki saldırıların detaylarına inilmemiş, saldırı sonrasında yapılan çalışmalar, failler, operasyonlar, yargılama süreci incelenmemiştir. Bahse konu gelişmeler, başka bir makale konusu olacağından saldırıların içeriği, uluslararası yansımaları ve Türkiye açısından önemi bu makalede detaylı olarak tartışılmıştır. Ancak şu bir gerçektir ki; İstanbul’daki saldırılar neticesinde, güvenlik kuvvetleri oldukça başarılı çalışmalara imza atmış ve saldırıların failleri kısa bir sürede ele geçirilmiştir. Bu bağlamda, güvenlik kuvvetlerinin moral olarak desteklenmesi ve bu saldırılar neticesinde yapılan özverili çalışmalarla kazanılan deneyimin sistematikleştirilerek paylaşılması sağlanmalıdır. Bu saldırıların planlanması, yapılması ve akabinde gerçekleştirilen operasyonlar “Terörle Mücadele Dersi” olarak algılanmalı ve bu çalışmalar bir kitap haline getirilmelidir.
Sonuç olarak, El-Kaide örgütünün eylemleri kadar, söylemleri, oluşumu ve hedefleri de iyi tahlil edilmeli ve potansiyel bir hedef olan ülkemiz, önümüzdeki kritik siyasi süreçte bu örgütün siyasi, ekonomik ve terör eylemlerine karşı korunmalıdır. Güvenlik güçlerinin önündeki en önemli süreçlerden biri; “Uluslararası Terör”le etkin mücadele yöntemleri geliştirebilmektir.
|