![]() |
Ucuyla yahut uciyle farkı yok...
Çünkü yakın vakte kadar güzel Türkçemizin yazım kuralları böyleydi ve hatta birçok yazarın kitaplarında hala bu gramere uyduğunu görebilirsiniz... Yazdıklarım Türkçe başka dilde yazmıyorum zaten... Cahil olduğunuz ajitasyonuna da ayrıca katılıyorum... |
Alıntı:
Gerçek anlamda one minute demek için gerkli. |
Sevgili Akıncı kardeşim, peygamberimiz Mekkeli müşriklerin saldırılarından çekindiği için böyle bir antlaşmayı imzalaması düşünülebilir bir durum mu?
Peygamberimiz Hudeybiye Barışıyla Mekkeli müşriklerin İslam ile tanımasını sağlamış, böylece Mekke'yi kansız fethetmiştir. Zaten o dönemde Mekke artık güçten düşmüştü. Bizim içiin bir tehlike unsuru olmaktan çıkmıştı. Yani Müslümanlar rahatlıkla Mekke'yi alabilirdi. Fakat bu şekilde Mekke alınsaydı, çok Mekkeli ölürdü. Peygamberimiz bunu yapmadı ve savaşmadan, kan dökmeden o kutsal şehri aldı. Dinler arası diyalog konusunda Hocaefendi'nin açıklamaları son derece yerindedir. Birkaç alıntı yaparak link vermek istiyorum; Ehl-i Kitapla Diyaloğu Emreden Âyetler 2) "Zulmedenleri hariç, ehl-i kitap ile en güzel olan şeklin dışında bir tarzda mücadele etmeyin ve onlara şöyle deyin: "Biz, hem bize indirilen kitaba, hem size indirilen kitaba iman ettik. Bizim İlah'ımız da sizin İlah'ınız da bir ve aynı İlah'tır ve biz O'na gönülden teslim olduk." (Ankebut, 46) "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz." (Mümtehine, 8) Tamamını okumak için tıklayın |
Alıntı:
İyi niyetlerini göstermesi lazım... Kusura bakmayında adamlar her gün onlarca müslüman kanı dökerken ben nasıl inanacağım onların diyaloglarına? Yahudi din adamları çıkıp yahudi olmayan ölmeyi hak ediyor derken Vatikan çıkıp tek amacımız dünyayı hristiyan yapmak bunun için sadece metodlarımızı değiştiririz derken biz kiminle diyalog kuracağız? İnnedine İndallahil İslam gerçeğini bildiğimiz halde bir papazın bir imamın bir hahamın el ele tutuşup sırat köprüsü üzerinden geçirildiği diyalog toplantılarından ne hayır gelir? Bediüzzaman Said Nursinin dediği gibi... İslam dünyası güçlüyken aklınız neredeydi? Neden İranla diyalog çabasına girmiyorlar? |
Diyalog iran için yapılmıyormu katolik brezilya niye bizimle beraber zannediyorsun.
|
akıncı kardeş hudeybiye hicretin 6 hayberin fethi 8.yılında olmuştur..kaldıkı Allah rasulu savaşı en son radde olarak görmüştür..efenimizin hayatı bize en güzel rehberdir..hudebiye anlaşması müslümanlar arasın da infiale yol açmıştır..hatta hz.ömer efendimizin huzurana gelip sen Allahın rasulu değilmsin diye çıkışmıştır..hatta yıllar sonra bile o anlar aklına geldiğinde bin pişman olacak ve kendini affettirmek için sürekli nafile namaz kılıp sadaka dağıtıp köle azad eeceğini söylemiştir..
bizlere efendimizin hayatı kısaca şöyle anlatılır çocukluğu gençliği peygamberliği savaşları ve ölümü bunun haricinde detaylar bilerek es geçilmiştir diye düşünüyorum... hudeybiye anlaşmasını ve sonrasını iyice anlarsak diyaloğun önemini anlarız..zira hayberinde medinende fethi oraa gizlidir... |
Tamam akıncı sen kazandın, şu yazdıklarını görerek sana cevap vermemin nafile bir uğraş olduğu kanısına vardım...
Selametle... |
Alıntı:
|
katolik ve ortodokslar bize çok yakın sadece kendimizi anlatmamız yeterli olacaktır.
Hiçbir müslüman hıristiyan olmaz. Abdestimizden şüphemiz yokki namazımızdan olsun. |
Alıntı:
diyalogcu kardeşlerimizin bu saygılı tavırları ve alçak gönüllü halleri yüreğimi feth ediyor... |
Alıntı:
gayrimüslimlerle diyalog için harcanan çabanın birazını müslüman kardeşini ikna için harcayamıyormusun? |
Alıntı:
bugüne kadar diyaloğun siyonizme karşı bir tavrını görmedim ne yazık ki... en son örnek mavi marmara baskınıdır... Siyonist din adamları her fetvalarında katliam buyuruyor...Nasıl diyalog kuracağız bu adamlarla? |
Alıntı:
|
Medeniyetler ittifakını kim istiyor?
Medeniyetler savaşını kim istiyor? |
Alıntı:
|
Alıntı:
Katolik ve ortodokslarla diyoruz. Medeniyetler ittifakı diyoruz. Tayyip erdoğan'ın tavrı mavi marmaradaki insanlar yetmiyormu? |
Bu kadar adam izliyorda neden iki kelime etmiyor?
|
Alıntı:
|
Alıntı:
her ikiside 628 yılında oldu diye biliyorum ben... ama bende peygamberimizin kumandan kişiliğini bizlere tam manasıyla anlatmadıklarını düşünüyorum... Hayber ve hudeybiye mevzusunda şu paragraf bence çok açıklayıcı... Alıntı:
|
adem kardeşimiz sonunda taşı gediğine koydu.
|
Alıntı:
Güvenlik diyorum... Adem abiye yazdığım paragrafın aynısını sizede alıntılayayım... Alıntı:
|
akıncı kardeşimden cevap bekliyorum.
diyalog mevzunda mensubu bulunduğun akparti medeniyetler ittifakı adı altında ispanyayla eş başkanlık yapıyor..akparti ve sayın erdoğan diyaloğu desteklerken partiyle ayrı düşündüğünümü söylüyorsun..yoksa partimiz ve başbakanımız birlerinin dediği gibi hıyanet içine midir? |
Bu konu karşı durularak ya da savunularak islami hassasiyet vurgusu yapılabilecek bir konu değildir. Dinler arası diyalog denen şey içi boş, hiçbir gerçekliği, somutluğu olmayan dünya üzerindeki İslamofobiayı kırmak için Gülen Hoca metodu ekseninde öne sürülen iyi niyet ve dostluk temennisidir.
Ne komploları doğrulayacak ne Avrupayı müslüman yapacak bir şey değil... Cepheleşmeye değecek bir şey değil... Mehmet Şevket Eygi sadece Allah için sevdiğimiz tatlı bir dedemizdir... Bu konu da dahil olmak üzere bilumum kof fikirlerinin kıymete değer yanı yoktur. |
hiçbir tartışmaya girmeden,
dinler arası diyolog islamı yozlaştırmanın modern ismidir... islama hiçbirşey şekilde katkısı bulunmayan, aksine zarar veren ideolojik bir düşüncedir... |
Dinler Arası Diyalog
Yazar: Alaaddin Başar (Prof.Dr.), 00-0-0000 Dinler arası diyalogu ilk defa kim ortaya atmış? Bu güne kadar bunu savunanlar kimler olmuş? Bu işi başlatanların gerçek gayeleri ne olabilir? Bu yolda şimdiye kadar neler yapılmış? Bütün bu ve benzeri soruları bir an için bir tarafa bırakıp, böyle bir fikirle ilk defa karşılaştığımızı düşünelim ve diyaloga karşı tavrımızın nasıl olması gerektiğini belirlemeye çalışalım. Hemen ifade edeyim ki bu soruya, hemen çala kalem, müspet yahut menfi cevap vermek doğru değildir. Yer yüzündeki tek hak dinin mensupları olarak böyle bir diyaloga, öncelikle, “Evet” dememiz beklenir; ancak, burada önemli olan söz konusu diyalogu kimlerin kimlerle yapacağıdır. Bu görüşmelerde Müslümanları temsil edecek kişilerin İslâm’ın temel hükümlerini harfiyen yaşamaları, bu dinin güzellikleriyle kalplerini, akıllarını, bütün duygu ve latifelerini kemale erdirmeleri, muhtaçların karşısına böylece çıkmakla onlara fiilen ve hal diliyle ders vermeleri icap eder.. Bunu başarılabilirlerse, Üstad Bediüzzaman’ın şu şartlı müjdesi gerçekleşecek demektir: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (Tarihçe-i Hayat, 90) İşte diyalog bu noktaya gelindikten sonra başlarsa faydalı olur. Gerçeği arayan, fakat ideal inanç sistemini ve onu sergileyen örnek insanları bulamadığından içine kapanıp kalan ve çareyi sefahatte ve inançsızlıkta bulan günümüz batı toplumu ancak böyle bir diyalog sonunda gerçeklerle tanıştırılabilir. Bütün ins ve cinin irşadı için nazil olan Kur’an-ı Kerim’e kavuşabilir; bütün alemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (asm.) ümmet olma şerefine erişebilir. O halde, yeterli bilgi birikimine sahip olunduğu halde bu diyaloga karşı çıkmak, müslümanları “sadece kendi aralarında görüşen, başkalarına bir şeyler verme ihtiyacı duymayan, komşusu aç iken kendisi olasıya doyan ve muhtaçları aç bırakmayı sevap sanacak kadar egoist ve bir o kadar da İslâm’ın ruhuna ters düşen birer olumsuz tip” olarak sunmak demektir.Bunun vebali de oldukça büyüktür. Allah Resulüne (asm.) yapılan şu İlâhî hitap, günümüzde de aynen geçerliğini korumaktadır. . “De ki, “Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başka bir mâbut tanımayalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı Rab edinmesin.” (Âl-i İmran, 64) Şimdi şöyle bir düşünelim: Teslis inancı, günümüzde de Hıristiyan aleminde hâlâ hüküm sürmüyor mu? Bu inanç, “Allah’tan başkalarını mabud tanımak, Ona ortak koşmak” manasına gelmiyor mu? Hastalık devam ettiğine göre, Peygamber Efendimize yapılan bu davet emri, günümüz Müslümanlarını da ehl-i kitapla görüşmeler yapmaya çağırmış olmuyor mu? Müslüman’a her konuda olduğu gibi bu konuda da büyük görevler düşüyor. Nitekim, dinî ilimlerde gerekli bilgi birikimine sahip, hamiyetli, gayretli ve şefkatli insanlar, İslâm’ın nurunu bütün muhtaç gönüllere ulaştırmak için çaba gösteriyorlar ve her fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Dinler arası diyalog da bu fırsatlardan birisi olarak görülebilir. Şu da var ki, muhataplarımız da bizi kendi gizli emellerine alet etmek için aynı aracı kullanmak isteyebilirler. Burada Müslüman’ın basiretli olması büyük önem taşır. Tarafların hepsinde ortak gaye, “gerçeği bulmak ve müşterek düşmanlarına karşı işbirliği yapmak” olursa, sonunda hak üstün gelecek ve böyle bir diyalogdan zaferle çıkan taraf , Müslümanlar olacaktır. Müslümanlar, diyalogdan kaçan taraf olmamalı, diyalogun bütün bir insanlığın ortak menfaati için yürütülmesini savunmalıdırlar. Ancak, karşı taraf konuyu dinî olmaktan çıkarıp, Hıristiyan aleminin siyasî ve ekonomik menfaatleri namına bir alet olarak kullanmaya kalkıştığı taktirde, onlarla fazla zaman kaybetmek yerine mesailerini ateizme kaymış gençlikte yoğunlaştırmalıdırlar. Yani, diyaloglarını gençlerle yapmalıdırlar. Bu açıklamalardan sonra konuyu ana hatlarıyla ve ön yargılardan uzak olarak ele almaya çalışalım: İyi niyetle yapılacak böyle bir diyalogun birkaç boyutu vardır. Bunlardan birisi bütün dinlerin müşterek düşmanı olan menfiliklere karşı iş birliği yapmaktır. Nedir bu olumsuzluklar? Hemen akla gelenlerden bir kaçını sıralayalım: - Ateizmin özellikle Avrupa’da büyük boyutlara ulaşması. -Ahlak buhranı sonucu namus mefhumunun ortadan kalkması, aile hayatının sönmesi. -Ahiret inancının zayıflamasıyla dünya menfaati için her türlü yolsuzluğun, zulmün, ihanetin rahatlıkla işlenmesi. -Kalp ve ruhların gıdasız kalmasının bir göstergesi olarak içki ve uyuşturucu alışkanlığının gittikçe yayılması. - İnanç boşluğunu “şeytana tapma” gibi bir takım sapık görüşlerin doldurma çalışmaları. - Ve herkesi rahatsız eden anarşi. Kimi niçin öldürdüğünü bilmeyen robot insanların döktükleri oluk oluk kan. İnsanlığın huzur ve refahına gideceğine silah şebekelerine akan paralar. Bu son madde bana, Risale-i Nur müellifinin, çok istismar edilen bir konuya getirdiği açıklamayı hatırlattı. Kısaca değinmek isterim: “Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’anda nehiy vardır.…Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?” sorusuna verdiği öz, fakat çok doyurucu cevabında şöyle diyordu: “Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.” Buna göre Kur’anda yasaklanan muhabbet, Hak din olan İslâm’a kavuştuktan sonra Yahudiliğe yahut Hıristiyanlığa meyletmek ve sevgi beslemektir. Bu yasaktan kaçınmak şartıyla, bir Hıristiyan’la iyi komşuluk ilişkileri kurulabilir, ticaret yapılabilir, ortak düşmanlara karşı birlikte hareket edilebilir. Bütün bunlar Hıristiyanlığı sevmek demek değildir. Konunun devamında bu noktaya şöyle açıklık getiriliyordu: “Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve san’atı içindir. …. Binaenaleyh, Müslüman bir sıfatı veya san’atı istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” (Münâzarât, 40) Son cümle gerçekten çok harika ve konuya son noktayı koyuyor. Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenen Müslüman, hanımını elbete sevecektir, ama bu sevgi onun dinini sevmesi manasına gelmez. Bu ince ölçüden uzak kalmak bize bazen çok pahalıya mal oluyor. Konunun devamında, ehl-i kitapla dost olmanın gerekçesi, şu cümlelerde net olarak ortaya konuluyor: “Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat’iyen nehy-i Kur’ânî de dahil değildir.” (Münâzarât, 41) Bu cümleler, dinler arası diyalogun da iki önemli yönünü nazara vermiş oluyor: Birisi, birbirlerinden medeniyet ve terakki dersi almak, bu sahadaki gelişmeleri paylaşmak. Diğeri ise, asayişi yani dünya barışını korumak. Bu ikinci maddenin dünya saadetinin de esası olduğu özellikle vurgulanıyor. Şimdi şöyle bir düşünelim: Yukarıda bir kısmını sıraladığımız müşterek düşmanlara ve dertlere karşı, farklı dinlere mensup insanların bir araya gelip ortak bir strateji belirlemelerine niçin karşı çıkılsın? Böyle bir işbirliğine Müslümanların değil, ancak sözünü ettiğimiz menfi fikirleri taşıyanların karşı çıkmaları gerekmez mi?. Bu soru sürekli olarak zihnimi kurcalar durur ve “İslam dininin cihanşümul oluşu” gerçeğiyle, böyle bir anlayışı bir türlü bağdaştıramam. Bu konuda iki ayet-i kerime: “Şüphesiz ki, Allah katında (hak) din İslâm’dır.” Âl-i İmran Suresi, 19 “İşte bu gün sizin dininizi kemâle edirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” Maide Sûresi, 3 Peygamberimiz (asm.) ahir zaman peygamberidir ve İslâm, bütün inanlığın kıyamete kadar tek rehberidir. O halde, bu dinin esaslarını bütün insanlığa ulaştırmak bizim görevimiz değil mi? Sözünü ettiğimiz diyalog, toplumun yaralarını sarmak için bir araya gelen çeşitli din mensuplarına İslam’ı anlatmamıza bir vesile olamaz mı? Örnek alarak Hıristiyanlık üzerinde konuşalım: Böyle bir diyalog ile ya onlar bizden tevhid inancını alacaklar, yahut biz onların teslis görüşüne kayacağız. Bu ikinci şıktan bir endişemiz mi var ki diyalogdan kaçınalım. Kaldı ki, bugün birçok Hıristiyan din adamının teslisi bırakıp tevhide döndüğü bir gerçek iken, böyle bir diyalogdan karşı kesimin korkması daha makul değil mi? Geliniz tahminleri, yanlış teorileri bir yana bırakıp realiteye bir göz atalım: İşsizliğin büyük boyutlara ulaştığı, geri kalmışlığın olabildiğine hüküm sürdüğü dönemlerde ülkemizden Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya çok sayıda işçi göç etti. Bunlardan acaba kaçı İslam’ı terk edip Hıristiyan oldu? Birkaç aşk macerası dışında, bir Müslüman’ın din değiştirmesi vakasına istatistiklerde rastlamıyoruz. Avrupa’ya ilk defa gelen bir kısım gurbetçilerimiz, batı kültürüne kapılmış, o aşırı serbesti ortamında içkiye, sefahate düşmüştür, ama bunlar yine de imanlarını korumayı başarmışlardır. Bir sonraki nesil ise işin vahametini anlayıp yeniden kendi öz benliklerine dönme savaşı vermeye başlamışlardır. Şimdi ise durum oldukça iç açıcı ve ümit vericidir. O gün Avrupa’ya göç etmiş vatandaşlarımızı batının dini değil, hayat düzeni etkilemiş, kiliseleri değil meyhaneleri kendine çekmişti. Burada gurbetçi vatandaşlarımızın kabahatleri ve zaafları bir tarafa, şu gerçek de açıkça ortaya çıkıyordu: Avrupa’da Hıristiyanlık değil sefahat hakimdi. Bugünün Avrupa’sında Hıristiyanlık açısından müspet denebilecek bir gelişme olmamıştır. Gençlik, bazı üniversitelerde, yüzde doksanlara varan vahim bir oranla ateist olmaktadır. Avrupa’da yeni kilise yapmak bir yana eskiler, özellikle tarihi değeri olmayanlar bir bir yıkılmakta ve işyeri yapılmakta, bir kısmı da cami haline getirilmektedir. Artık, içkinin yerini uyuşturucunun süratle almağa başladığı bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Böyle bir ortamda bizim dinler arası diyalogdan İslam dini adına bir tehlike vehmetmemiz gerçeklere ters düşmektedir. Dinimiz açısından değil de, milletimizin ve devletimizin menfaatleri açısından bir zarar görüyor, bir gizli oyun hissediyorsak, bunu da göz ardı etmemek ve gerekli tedbirleri almak aklın gereğidir. Bu ayrı bir konudur. Nur Külliyatından diyalog çalışmalarına ışık tutacak iki önemli mesajı aktarmak istiyorum: Birisi bizzat Peygamber Efendimizin bir haberini bize ulaştıran şu ifadeler: “Hadis-i sahihle, âhir zamanda Îsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi….” ( Lem’alar, 151) Bir ittifaktan söz ediliyor; Îsevîlerin hakiki dindarları ile Müslümanlar arasında gerçekleşecek bir işbirliği haber veriliyor. “Hakiki dindar” ifadesi çok önemlidir ve siyasi oyunlar sergilemek, maddi menfaat temin etmek için değil, doğrudan din namına yapılacak bir ittifak söz konusu. Düşman olarak da zındıka gösteriliyor. Bütün dinsizlik cereyanları ve her türlü ahlaksızlık şebekeleri bu terimin içine girer. Üstadın şu ifadelerini de aynı mantık içinde değerlendirebiliriz: “Şimdi bu acib zamanda, îmanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, hırıstiyan bile olsa onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” Kastamonu Lahikası, 247 Bu mesajın, diyalog olmaksızın uygulama sahasına gireceğini bekleyebilir miyiz? İkinci mesaj: “Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslam’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.” ( Sözler, 703) Hıristiyanlığın ya tamamen söneceği, yahut teslis ve benzeri yanlışlıklardan temizlenerek İslam’a teslim olacağı haber veriliyor. Bunun tahakkuku için de diyalog şart değil mi? Îsâ aleyhisselamın yer yüzüne ineceğini haber veren hadis-i şerif konusunda, yine Nur Külliyatında yapılan şu açıklamalar da sözünü ettiğimiz ikinci mesajı desteklemektedir: “Tabiiyyun, maddiyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiyye vasıtasiyle intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan Îsevîlik dîni zuhur edecek, yâni rahmet-i İlâhiyyenin semasından nüzûl edecek; hâl-i hâzır Hıristiyanlık dîni o hakikate karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir… Ve Kur’ana iktida ederek, o Îsevîlik şahs-ı manevisi, tâbi; İslamiyet, metbû’ makamında kalacak. Dîn-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” (Mektûbât, 57) Konunun bir başka boyutuna da kısaca değinmek istiyorum: Bir Müslüman olarak, bizim gibi düşünmeyen din kardeşlerimiz hakkında “su-i zan, tecessüs, gıybet, iftira ve tekfir”den hassasiyetle sakınmamız gerekir. Şahsî kanaatimiz, dinler arası diyalogun Müslümanlara zarar vereceği istikametinde olabilir. Bunu fikir hürriyeti içinde değerlendirir ve hürmetle karşılarız. Ancak, aksini düşünen bir Müslüman’ı hemen tenkit ve itham etmek yerine, kendisiyle bizzat görüşüp gerekçelerini dinlememiz gerekir. Bu karşı fikrin gerekçesinde, “İslâm dininin intişarı ve Müslümanların bütün dünyada daha bir rahat ortamda dinlerini yaşamaları ve başkalarına da tebliğ etme imkanı bulmaları” gibi ulvî gayeler varsa, kendilerini itham etmeye hiç hakkımız yok demektir. Bir kişi söz konusu diyalogu, “İslâm’a ve Müslümanlara zarar verme” niyetiyle desteklemiş olacak ki, kendisine karşı çıkalım ve onunla gerekli fikir mücadelesine girişelim. Bazılarının bu hususta çok aşırı giderek kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ettiklerini, küfürlerine hükmettiklerini işitiyoruz. Tekfir konusunda, alimlerimiz şöyle bir kural ortaya koymuşlardır: “İman, kalbin kabulü ve dilin ikrarıyla sabit olduğu gibi, küfür de kalbin reddi ve dilin bunu ifade etmesiyle tahakkuk eder.” Buna göre, bir mümin, İslâm’ın ruhuna ters düşen bir takım davranışların içine girmişse onun küfrüne hemen hükmedemeyiz. Çünkü ne kalbine nüfuz edebilmiş, ne de dilinden İslâm’ı reddeden bir söz işitmişizdir. Ehl-i sünnet itikadına göre, “Bir kişinin küfrüne doksan dokuz delil bulunsa, imanına ise bir tek delil olsa, müftü bu tek delile göre hükmeder.” Bu konuda Allah Resulünün (asm.) şu hadis-i şerifi tüyler ürperticidir ve hepimizi azami dikkate davet eder: “Bir kişi diğerine kâfir dediğinde, o söz havada kalmaz. Eğer karşısındaki gerçekten kâfir ise söz ona ulaşır. Eğer değilse geri döner ve o sözü söyleyeni kâfir yapar.” Son söz: Müslüman, içine kapalı bir tip değildir. Kur’an-ı Kerim’de “en hayırlı ümmet” olduğumuz haber verilirken, bunun gerekçesi de “doğruyu ve güzeli başkalarına anlatmamız ve onları yanlışlardan ve yasaklardan men etmemiz” şeklinde ortaya konulmuştur. Bütün peygamberlerin ortak yolu, Allah’ın kullarını irşat etmek, onları küfürden, şirkten ve isyandan kurtarmağa çalışmaktır. O halde, kendimizi, batıl yolda gidenleri öldüren bir katil tip olarak değil, onları doğruya ulaştırmaya çalışan bir ıslahçı olarak takdim etmeli ve bunu yaşayışımızla da sergilemeliyiz. Şimdi iç alemimize dönelim ve kendimizle şöyle bir hesaplaşalım: “Ben İslâm’ın nurundan mahrum kalan insanlara acıyıp onları kurtarmaya mı çalışıyorum; yoksa onları hayatlarına son vererek cehenneme göndermek için fırsat mı kolluyorum? Eğer nefsim bu ikinciden yana ise ben “Peygamberlerin ortak çizgisinden sapma gösteriyorum.” demektir. Kendime gelmeli, görevimi iyi belirleyip ona göre çalışmalıyım. Bir doktorun hastaya değil hastalığa düşman olması gibi, Peygamberimiz de şirke düşmandı, ama müşrike acıyor ve onu kurtarmaya çalışıyordu. Ben sevgili peygamberimin bu sünnetine ne ölçüde uyum gösteriyorum? Böyle bir iç diyalog bizi diyalog konusunda da en isabetli kararı vermeğe götürecektir. |
Alıntı:
Açıkçası abd nin Dostlar Grubu sıfatıyla içinde bulunduğu bir projeyi benimsemem söz konusu değil... |
http://www.yenisayfa.com/Image/site/line01_kitap.gif http://www.yenisayfa.com/Image/Site/line02_kitap.gif http://www.yenisayfa.com/Image/Site/clear_white.gif http://www.yenisayfa.com/Image/Site/kose_02_kitap.gif http://www.yenisayfa.com/Image/Produ...8F7040C7F7.jpg
http://www.yenisayfa.com/Image/Site/clear_white.gif Evanjelizm - Beyaz Saray'ın Gizli Dini Yayınevi : Karakutu Yayıncılık bu kitabı okumadan karar vermeyin. |
akıncı kardeşimden cevap bekliyorum.
diyalog mevzunda mensubu bulunduğun akparti medeniyetler ittifakı adı altında ispanyayla eş başkanlık yapıyor..akparti ve sayın erdoğan diyaloğu desteklerken partiyle ayrı düşündüğünümü söylüyorsun..yoksa partimiz ve başbakanımız birlerinin dediği gibi hıyanet içine midir? |
medeniyetler ittifakında abd yok.
|
abd,kanada,ingiltere,fransa,avusturalya ve israil?
|
ya biz
|
Alıntı:
|
sadece varmış gibi gözükmek zorunda.
|
valla kardeş bilemem...
amerika orada varmış gibi gözüküyor olabilir... ama ben ırakta afganistanda amerikayı yokmuş gibi davranamam... |
arkadaşımız partimize mi akın ediyor anlayamadım.
akıncı kardeşimden cevap bekliyorum. diyalog mevzunda mensubu bulunduğun akparti medeniyetler ittifakı adı altında ispanyayla eş başkanlık yapıyor..akparti ve sayın erdoğan diyaloğu desteklerken partiyle ayrı düşündüğünümü söylüyorsun..yoksa partimiz ve başbakanımız birlerinin dediği gibi hıyanet içine midir? |
diyalogcu bası zaten amerikanın kankası . diyalog israili otorite kabul edip 28 subatta ergenekondan taraf olup basortusu direniscisi bacilarımıza provakator damgası yapıstırıp irana hosgoru gostermemekse o diyalog emperyalist bir safsatadır. Gerısı fasa fiso . Musluman kişi uyanık olmalı ve safını bellı etmelıdır. Kalbı sıyonistten gavurdan yana olanları rabbım ıslah etsin.
|
arkadaşımız partimize mi akın ediyor anlayamadım.
akıncı kardeşimden cevap bekliyorum. diyalog mevzunda mensubu bulunduğun akparti medeniyetler ittifakı adı altında ispanyayla eş başkanlık yapıyor..akparti ve sayın erdoğan diyaloğu desteklerken partiyle ayrı düşündüğünümü söylüyorsun..yoksa partimiz ve başbakanımız birlerinin dediği gibi hıyanet içine midir? |
asi denen adam beni buraya üye yaptı ya....
bende sanalda birilerine cevap veriyorum.... sanalda işim olmaz ............ sahaya çıkın........ belki........ |
Alıntı:
|
Dinler Arası Diyalog
Yazar: Alaaddin Başar (Prof.Dr.), 00-0-0000 Dinler arası diyalogu ilk defa kim ortaya atmış? Bu güne kadar bunu savunanlar kimler olmuş? Bu işi başlatanların gerçek gayeleri ne olabilir? Bu yolda şimdiye kadar neler yapılmış? Bütün bu ve benzeri soruları bir an için bir tarafa bırakıp, böyle bir fikirle ilk defa karşılaştığımızı düşünelim ve diyaloga karşı tavrımızın nasıl olması gerektiğini belirlemeye çalışalım. Hemen ifade edeyim ki bu soruya, hemen çala kalem, müspet yahut menfi cevap vermek doğru değildir. Yer yüzündeki tek hak dinin mensupları olarak böyle bir diyaloga, öncelikle, “Evet” dememiz beklenir; ancak, burada önemli olan söz konusu diyalogu kimlerin kimlerle yapacağıdır. Bu görüşmelerde Müslümanları temsil edecek kişilerin İslâm’ın temel hükümlerini harfiyen yaşamaları, bu dinin güzellikleriyle kalplerini, akıllarını, bütün duygu ve latifelerini kemale erdirmeleri, muhtaçların karşısına böylece çıkmakla onlara fiilen ve hal diliyle ders vermeleri icap eder.. Bunu başarılabilirlerse, Üstad Bediüzzaman’ın şu şartlı müjdesi gerçekleşecek demektir: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, Küre-i Arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (Tarihçe-i Hayat, 90) İşte diyalog bu noktaya gelindikten sonra başlarsa faydalı olur. Gerçeği arayan, fakat ideal inanç sistemini ve onu sergileyen örnek insanları bulamadığından içine kapanıp kalan ve çareyi sefahatte ve inançsızlıkta bulan günümüz batı toplumu ancak böyle bir diyalog sonunda gerçeklerle tanıştırılabilir. Bütün ins ve cinin irşadı için nazil olan Kur’an-ı Kerim’e kavuşabilir; bütün alemlere Rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (asm.) ümmet olma şerefine erişebilir. O halde, yeterli bilgi birikimine sahip olunduğu halde bu diyaloga karşı çıkmak, müslümanları “sadece kendi aralarında görüşen, başkalarına bir şeyler verme ihtiyacı duymayan, komşusu aç iken kendisi olasıya doyan ve muhtaçları aç bırakmayı sevap sanacak kadar egoist ve bir o kadar da İslâm’ın ruhuna ters düşen birer olumsuz tip” olarak sunmak demektir.Bunun vebali de oldukça büyüktür. Allah Resulüne (asm.) yapılan şu İlâhî hitap, günümüzde de aynen geçerliğini korumaktadır. . “De ki, “Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başka bir mâbut tanımayalım. Ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da bazımız bazımızı Rab edinmesin.” (Âl-i İmran, 64) Şimdi şöyle bir düşünelim: Teslis inancı, günümüzde de Hıristiyan aleminde hâlâ hüküm sürmüyor mu? Bu inanç, “Allah’tan başkalarını mabud tanımak, Ona ortak koşmak” manasına gelmiyor mu? Hastalık devam ettiğine göre, Peygamber Efendimize yapılan bu davet emri, günümüz Müslümanlarını da ehl-i kitapla görüşmeler yapmaya çağırmış olmuyor mu? Müslüman’a her konuda olduğu gibi bu konuda da büyük görevler düşüyor. Nitekim, dinî ilimlerde gerekli bilgi birikimine sahip, hamiyetli, gayretli ve şefkatli insanlar, İslâm’ın nurunu bütün muhtaç gönüllere ulaştırmak için çaba gösteriyorlar ve her fırsatı en güzel şekilde değerlendirmeye çalışıyorlar. Dinler arası diyalog da bu fırsatlardan birisi olarak görülebilir. Şu da var ki, muhataplarımız da bizi kendi gizli emellerine alet etmek için aynı aracı kullanmak isteyebilirler. Burada Müslüman’ın basiretli olması büyük önem taşır. Tarafların hepsinde ortak gaye, “gerçeği bulmak ve müşterek düşmanlarına karşı işbirliği yapmak” olursa, sonunda hak üstün gelecek ve böyle bir diyalogdan zaferle çıkan taraf , Müslümanlar olacaktır. Müslümanlar, diyalogdan kaçan taraf olmamalı, diyalogun bütün bir insanlığın ortak menfaati için yürütülmesini savunmalıdırlar. Ancak, karşı taraf konuyu dinî olmaktan çıkarıp, Hıristiyan aleminin siyasî ve ekonomik menfaatleri namına bir alet olarak kullanmaya kalkıştığı taktirde, onlarla fazla zaman kaybetmek yerine mesailerini ateizme kaymış gençlikte yoğunlaştırmalıdırlar. Yani, diyaloglarını gençlerle yapmalıdırlar. Bu açıklamalardan sonra konuyu ana hatlarıyla ve ön yargılardan uzak olarak ele almaya çalışalım: İyi niyetle yapılacak böyle bir diyalogun birkaç boyutu vardır. Bunlardan birisi bütün dinlerin müşterek düşmanı olan menfiliklere karşı iş birliği yapmaktır. Nedir bu olumsuzluklar? Hemen akla gelenlerden bir kaçını sıralayalım: - Ateizmin özellikle Avrupa’da büyük boyutlara ulaşması. -Ahlak buhranı sonucu namus mefhumunun ortadan kalkması, aile hayatının sönmesi. -Ahiret inancının zayıflamasıyla dünya menfaati için her türlü yolsuzluğun, zulmün, ihanetin rahatlıkla işlenmesi. -Kalp ve ruhların gıdasız kalmasının bir göstergesi olarak içki ve uyuşturucu alışkanlığının gittikçe yayılması. - İnanç boşluğunu “şeytana tapma” gibi bir takım sapık görüşlerin doldurma çalışmaları. - Ve herkesi rahatsız eden anarşi. Kimi niçin öldürdüğünü bilmeyen robot insanların döktükleri oluk oluk kan. İnsanlığın huzur ve refahına gideceğine silah şebekelerine akan paralar. Bu son madde bana, Risale-i Nur müellifinin, çok istismar edilen bir konuya getirdiği açıklamayı hatırlattı. Kısaca değinmek isterim: “Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’anda nehiy vardır.…Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?” sorusuna verdiği öz, fakat çok doyurucu cevabında şöyle diyordu: “Bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayineleri hasebiyledir.” Buna göre Kur’anda yasaklanan muhabbet, Hak din olan İslâm’a kavuştuktan sonra Yahudiliğe yahut Hıristiyanlığa meyletmek ve sevgi beslemektir. Bu yasaktan kaçınmak şartıyla, bir Hıristiyan’la iyi komşuluk ilişkileri kurulabilir, ticaret yapılabilir, ortak düşmanlara karşı birlikte hareket edilebilir. Bütün bunlar Hıristiyanlığı sevmek demek değildir. Konunun devamında bu noktaya şöyle açıklık getiriliyordu: “Bir adam zatı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat ve san’atı içindir. …. Binaenaleyh, Müslüman bir sıfatı veya san’atı istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” (Münâzarât, 40) Son cümle gerçekten çok harika ve konuya son noktayı koyuyor. Ehl-i kitaptan bir kadınla evlenen Müslüman, hanımını elbete sevecektir, ama bu sevgi onun dinini sevmesi manasına gelmez. Bu ince ölçüden uzak kalmak bize bazen çok pahalıya mal oluyor. Konunun devamında, ehl-i kitapla dost olmanın gerekçesi, şu cümlelerde net olarak ortaya konuluyor: “Onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat’iyen nehy-i Kur’ânî de dahil değildir.” (Münâzarât, 41) Bu cümleler, dinler arası diyalogun da iki önemli yönünü nazara vermiş oluyor: Birisi, birbirlerinden medeniyet ve terakki dersi almak, bu sahadaki gelişmeleri paylaşmak. Diğeri ise, asayişi yani dünya barışını korumak. Bu ikinci maddenin dünya saadetinin de esası olduğu özellikle vurgulanıyor. Şimdi şöyle bir düşünelim: Yukarıda bir kısmını sıraladığımız müşterek düşmanlara ve dertlere karşı, farklı dinlere mensup insanların bir araya gelip ortak bir strateji belirlemelerine niçin karşı çıkılsın? Böyle bir işbirliğine Müslümanların değil, ancak sözünü ettiğimiz menfi fikirleri taşıyanların karşı çıkmaları gerekmez mi?. Bu soru sürekli olarak zihnimi kurcalar durur ve “İslam dininin cihanşümul oluşu” gerçeğiyle, böyle bir anlayışı bir türlü bağdaştıramam. Bu konuda iki ayet-i kerime: “Şüphesiz ki, Allah katında (hak) din İslâm’dır.” Âl-i İmran Suresi, 19 “İşte bu gün sizin dininizi kemâle edirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” Maide Sûresi, 3 Peygamberimiz (asm.) ahir zaman peygamberidir ve İslâm, bütün inanlığın kıyamete kadar tek rehberidir. O halde, bu dinin esaslarını bütün insanlığa ulaştırmak bizim görevimiz değil mi? Sözünü ettiğimiz diyalog, toplumun yaralarını sarmak için bir araya gelen çeşitli din mensuplarına İslam’ı anlatmamıza bir vesile olamaz mı? Örnek alarak Hıristiyanlık üzerinde konuşalım: Böyle bir diyalog ile ya onlar bizden tevhid inancını alacaklar, yahut biz onların teslis görüşüne kayacağız. Bu ikinci şıktan bir endişemiz mi var ki diyalogdan kaçınalım. Kaldı ki, bugün birçok Hıristiyan din adamının teslisi bırakıp tevhide döndüğü bir gerçek iken, böyle bir diyalogdan karşı kesimin korkması daha makul değil mi? Geliniz tahminleri, yanlış teorileri bir yana bırakıp realiteye bir göz atalım: İşsizliğin büyük boyutlara ulaştığı, geri kalmışlığın olabildiğine hüküm sürdüğü dönemlerde ülkemizden Avrupa’ya, özellikle de Almanya’ya çok sayıda işçi göç etti. Bunlardan acaba kaçı İslam’ı terk edip Hıristiyan oldu? Birkaç aşk macerası dışında, bir Müslüman’ın din değiştirmesi vakasına istatistiklerde rastlamıyoruz. Avrupa’ya ilk defa gelen bir kısım gurbetçilerimiz, batı kültürüne kapılmış, o aşırı serbesti ortamında içkiye, sefahate düşmüştür, ama bunlar yine de imanlarını korumayı başarmışlardır. Bir sonraki nesil ise işin vahametini anlayıp yeniden kendi öz benliklerine dönme savaşı vermeye başlamışlardır. Şimdi ise durum oldukça iç açıcı ve ümit vericidir. O gün Avrupa’ya göç etmiş vatandaşlarımızı batının dini değil, hayat düzeni etkilemiş, kiliseleri değil meyhaneleri kendine çekmişti. Burada gurbetçi vatandaşlarımızın kabahatleri ve zaafları bir tarafa, şu gerçek de açıkça ortaya çıkıyordu: Avrupa’da Hıristiyanlık değil sefahat hakimdi. Bugünün Avrupa’sında Hıristiyanlık açısından müspet denebilecek bir gelişme olmamıştır. Gençlik, bazı üniversitelerde, yüzde doksanlara varan vahim bir oranla ateist olmaktadır. Avrupa’da yeni kilise yapmak bir yana eskiler, özellikle tarihi değeri olmayanlar bir bir yıkılmakta ve işyeri yapılmakta, bir kısmı da cami haline getirilmektedir. Artık, içkinin yerini uyuşturucunun süratle almağa başladığı bir Avrupa ile karşı karşıyayız. Böyle bir ortamda bizim dinler arası diyalogdan İslam dini adına bir tehlike vehmetmemiz gerçeklere ters düşmektedir. Dinimiz açısından değil de, milletimizin ve devletimizin menfaatleri açısından bir zarar görüyor, bir gizli oyun hissediyorsak, bunu da göz ardı etmemek ve gerekli tedbirleri almak aklın gereğidir. Bu ayrı bir konudur. Nur Külliyatından diyalog çalışmalarına ışık tutacak iki önemli mesajı aktarmak istiyorum: Birisi bizzat Peygamber Efendimizin bir haberini bize ulaştıran şu ifadeler: “Hadis-i sahihle, âhir zamanda Îsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi….” ( Lem’alar, 151) Bir ittifaktan söz ediliyor; Îsevîlerin hakiki dindarları ile Müslümanlar arasında gerçekleşecek bir işbirliği haber veriliyor. “Hakiki dindar” ifadesi çok önemlidir ve siyasi oyunlar sergilemek, maddi menfaat temin etmek için değil, doğrudan din namına yapılacak bir ittifak söz konusu. Düşman olarak da zındıka gösteriliyor. Bütün dinsizlik cereyanları ve her türlü ahlaksızlık şebekeleri bu terimin içine girer. Üstadın şu ifadelerini de aynı mantık içinde değerlendirebiliriz: “Şimdi bu acib zamanda, îmanı bulunan ve hatta fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, hırıstiyan bile olsa onlarla medar-ı niza noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor.” Kastamonu Lahikası, 247 Bu mesajın, diyalog olmaksızın uygulama sahasına gireceğini bekleyebilir miyiz? İkinci mesaj: “Nasraniyet, ya intifa ya ıstıfa bulacak. İslam’a karşı teslim olup terk-i silah edecek.” ( Sözler, 703) Hıristiyanlığın ya tamamen söneceği, yahut teslis ve benzeri yanlışlıklardan temizlenerek İslam’a teslim olacağı haber veriliyor. Bunun tahakkuku için de diyalog şart değil mi? Îsâ aleyhisselamın yer yüzüne ineceğini haber veren hadis-i şerif konusunda, yine Nur Külliyatında yapılan şu açıklamalar da sözünü ettiğimiz ikinci mesajı desteklemektedir: “Tabiiyyun, maddiyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiyye vasıtasiyle intişar ederek kuvvet bulup, Ulûhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir. İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i Îsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan Îsevîlik dîni zuhur edecek, yâni rahmet-i İlâhiyyenin semasından nüzûl edecek; hâl-i hâzır Hıristiyanlık dîni o hakikate karşı tasaffi edecek, hurâfattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir… Ve Kur’ana iktida ederek, o Îsevîlik şahs-ı manevisi, tâbi; İslamiyet, metbû’ makamında kalacak. Dîn-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.” (Mektûbât, 57) Konunun bir başka boyutuna da kısaca değinmek istiyorum: Bir Müslüman olarak, bizim gibi düşünmeyen din kardeşlerimiz hakkında “su-i zan, tecessüs, gıybet, iftira ve tekfir”den hassasiyetle sakınmamız gerekir. Şahsî kanaatimiz, dinler arası diyalogun Müslümanlara zarar vereceği istikametinde olabilir. Bunu fikir hürriyeti içinde değerlendirir ve hürmetle karşılarız. Ancak, aksini düşünen bir Müslüman’ı hemen tenkit ve itham etmek yerine, kendisiyle bizzat görüşüp gerekçelerini dinlememiz gerekir. Bu karşı fikrin gerekçesinde, “İslâm dininin intişarı ve Müslümanların bütün dünyada daha bir rahat ortamda dinlerini yaşamaları ve başkalarına da tebliğ etme imkanı bulmaları” gibi ulvî gayeler varsa, kendilerini itham etmeye hiç hakkımız yok demektir. Bir kişi söz konusu diyalogu, “İslâm’a ve Müslümanlara zarar verme” niyetiyle desteklemiş olacak ki, kendisine karşı çıkalım ve onunla gerekli fikir mücadelesine girişelim. Bazılarının bu hususta çok aşırı giderek kendileri gibi düşünmeyenleri tekfir ettiklerini, küfürlerine hükmettiklerini işitiyoruz. Tekfir konusunda, alimlerimiz şöyle bir kural ortaya koymuşlardır: “İman, kalbin kabulü ve dilin ikrarıyla sabit olduğu gibi, küfür de kalbin reddi ve dilin bunu ifade etmesiyle tahakkuk eder.” Buna göre, bir mümin, İslâm’ın ruhuna ters düşen bir takım davranışların içine girmişse onun küfrüne hemen hükmedemeyiz. Çünkü ne kalbine nüfuz edebilmiş, ne de dilinden İslâm’ı reddeden bir söz işitmişizdir. Ehl-i sünnet itikadına göre, “Bir kişinin küfrüne doksan dokuz delil bulunsa, imanına ise bir tek delil olsa, müftü bu tek delile göre hükmeder.” Bu konuda Allah Resulünün (asm.) şu hadis-i şerifi tüyler ürperticidir ve hepimizi azami dikkate davet eder: “Bir kişi diğerine kâfir dediğinde, o söz havada kalmaz. Eğer karşısındaki gerçekten kâfir ise söz ona ulaşır. Eğer değilse geri döner ve o sözü söyleyeni kâfir yapar.” Son söz: Müslüman, içine kapalı bir tip değildir. Kur’an-ı Kerim’de “en hayırlı ümmet” olduğumuz haber verilirken, bunun gerekçesi de “doğruyu ve güzeli başkalarına anlatmamız ve onları yanlışlardan ve yasaklardan men etmemiz” şeklinde ortaya konulmuştur. Bütün peygamberlerin ortak yolu, Allah’ın kullarını irşat etmek, onları küfürden, şirkten ve isyandan kurtarmağa çalışmaktır. O halde, kendimizi, batıl yolda gidenleri öldüren bir katil tip olarak değil, onları doğruya ulaştırmaya çalışan bir ıslahçı olarak takdim etmeli ve bunu yaşayışımızla da sergilemeliyiz. Şimdi iç alemimize dönelim ve kendimizle şöyle bir hesaplaşalım: “Ben İslâm’ın nurundan mahrum kalan insanlara acıyıp onları kurtarmaya mı çalışıyorum; yoksa onları hayatlarına son vererek cehenneme göndermek için fırsat mı kolluyorum? Eğer nefsim bu ikinciden yana ise ben “Peygamberlerin ortak çizgisinden sapma gösteriyorum.” demektir. Kendime gelmeli, görevimi iyi belirleyip ona göre çalışmalıyım. Bir doktorun hastaya değil hastalığa düşman olması gibi, Peygamberimiz de şirke düşmandı, ama müşrike acıyor ve onu kurtarmaya çalışıyordu. Ben sevgili peygamberimin bu sünnetine ne ölçüde uyum gösteriyorum? Böyle bir iç diyalog bizi diyalog konusunda da en isabetli kararı vermeğe götürecektir. |
All times are GMT +3. The time now is 05:17. |
Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
AK Parti Forum 2007-2023