AK Parti |AKParti Forum |AK Gençlik |Recep Tayyip Erdoğan |AKPARTİ Gençlik Forumu|

AK Parti |AKParti Forum |AK Gençlik |Recep Tayyip Erdoğan |AKPARTİ Gençlik Forumu| (https://www.akpartiforum.com/index.php)
-   ♥ Oku Beni Ey Kitap! ♥ (https://www.akpartiforum.com/forumdisplay.php?f=347)
-   -   [Yenilik ]Forumdan Okuyoruz ! Yunus Emre ve Tasavvuf - M.Esad Coşan (https://www.akpartiforum.com/showthread.php?t=95725)

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:05

[Yenilik ]Forumdan Okuyoruz ! Yunus Emre ve Tasavvuf - M.Esad Coşan
 
http://img207.imageshack.us/my.php?image=yunusemre.jpg

PROF. DR. MAHMUD ES'AD COŞAN

(TERCEME-İ HAL)



1938 yılında Çanakkale'nin Ayvacık ilçesi, Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Halil Necâti Efendi, annesi Şâdiye Hanım'dır. Anne ve baba tarafından soyu, Buhàra'dan Çanakkale'ye göç etmiş seyyidlere dayanır. Küçük yaşta iken ailesi İstanbul'a taşındı. 1950'de İstanbul Vezneciler İlkokulu'nu, 1956'da Vefa Lisesi'ni bitirdi. Aynı yıl İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi Bölümü'ne girdi. Arap Dili ve Edebiyatı, İran Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ile Türk-İslâm Sanatı sertifikalarını alarak, 1960 yılında Edebiyat Fakültesi'nden mezun oldu.
Aynı yıl Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nde açılan asistanlık imtihanını kazanarak, Klasik-Dinî Türkçe Metinler Kürsüsü'ne asistan olarak girdi. Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yaptı. 1965 yılında, XV. Yüzyıl şairlerinden olan "Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri" konusunda doktora tezi vererek ilâhiyat doktoru ünvanını aldı. 1967-1968 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu'nda Türkçe ve Hümaniter Bilgiler dersini tedris etti.
1973 yılında ise, "Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât" adlı doçentlik tezi ile doçent ünvanını aldı ve Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü'ne öğretim üyesi olarak tayin edildi. 1977-1980 yıllarında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademisi'nde Türk Dili ve Edebiyatı dersleri verdi. 1982 yılında profesör oldu. Sosyal ve kültürel faaliyetlere daha fazla zaman ayırabilmek düşüncesiyle, 1987 yılında emekliliğini isteyerek üniversiteden ayrıldı.

İlk dînî eğitimini ailesinde gördü. Genç yaşta vefat eden annesi, zikir ehli bir hanımdı. Babası Necâti Efendi; Çırpılarlı Hacı Ali Efendi, Serezli Hasîb Efendi, Kazanlı Abdül'aziz Efendi, Mehmed Zâhid Kotku Efendi gibi âlim ve fâzıl şeyh efendilerin sohbetinde ve hizmetinde bulunmuş, hal ehli bir kimsedir. Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin yakın dostlarındandı. Bu münasebetle, küçük yaşta hocaefendilerin meclislerine devam etti, onların maddî ve manevî ilgilerine mazhar oldu.
Mehmed Zâhid Kotku Efendi'nin bizzat elinden tutarak kürsüye oturtması ile İskenderpaşa Camii'nde hadis derslerine başladı (1977). Yine onun arzusu üzerine, 13 Kasım 1980 günü vefatından sonra, cemaatin eğitimiyle ve her türlü meselesiyle ilgilenme, tebliğ ve irşad görevini üstlendi.
Tasavvufî nisbeti; hocası vasıtasıyla Nakşibendî Tarikatı'nın, Hàlidiyye kolunun, Gümüşhâneviyye şubesidir. Ayrıca Kàdiriyye, Sühreverdiyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Mevleviyye, Halvetiyye ve Bayrâmiyye tarikatlarından da irşada me'zundur.

Onun döneminde hadis derslerine ilgi daha da arttı. Cemaat yer bulamadığı için camiye ilâveler yapıldı; ders dinlenilecek yerler beş-altı kat genişletildi. Ayrıca Ankara, İzmir, Bursa, Sapanca, İzmit ve Eskişehir'de mutad hadis dersleri başlatıldı.
Mehmed Zahid Kotku Efendi'nin emri üzerine kurduğu "Hakyol Vakfı"nın çalışmalarıyla bizzat ilgilendi, muhtelif yerlerde şubeler açtırdı. Eğitim ve yardımlaşma faaliyetini yaygınlaştırmak için çalışmalar yaptı. Sanat ve kültürle ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Kültür ve Sanat Vakfı"nı, sağlık hizmetleri için "Sağlık Vakfı"nı kurdurdu. Hanımların eğitimiyle ilgili olarak "Hanım Dernekleri"nin; çevre ile ilgili çalışmalar yapmak üzere "İlim, Ahlâk, Kültür ve Çevre Dernekleri"nin kurulmasını ve yaygınlaştırılmasını teşvik etti. Bu çalışmalarla toplu-mun güzel amaçlar için bir araya gelmesini, organize olmasını sağlamaya çalıştı.
Vakıflara ait, harabe haline gelmiş birtakım ecdad yadigârı eserlerin tamir ve tecdidiyle ilgilendi; onların gayesine uygun olarak tekrar faaliyete geçmesini temin etti: Ahmed Kâmil Tekkesi, Selâmi Mustafa Efendi Tekkesi, Şeyh Murad Efendi Dergâhı, Şadiye Hatun Şifâ Külliyesi... gibi.

Eğitimin yaygınlaştırılması için basın ve yayın çalışmalarıyla ilgilendi. 1983 eylülünde İslâm dergisi, 1985 nisanında Kadın ve Aile ve İlim ve Sanat dergisi yayınlanmaya başladı. Daha sonra Gülçocuk dergisi çıkartıldı. Sağlık ve bilimle ilgili konularda ise Panzehir dergisi yayınlandı. Halen Vefa Yayıncılık adına yayınlanan bu dergilerle yakından ilgilenmekte ve makaleler yazmaktadır.
Kitap yayıncılığı için Sehâ Neşriyat'ı kurdu; çeşitli dinî, edebî, tarihî, kültürel eserler neşredildi. Yayıncılığın geliştirilmesi, haftalık ve günlük yayınlara geçilebilmesi için çalışmalar başlattı. Onun gayretleriyle bir matbaa tesis edildi (Ahsen), dizgi tesisleri kuruldu (Dehâ).
Sesli ve görüntülü yayıncılık alanında hizmet etmek, millî ve mânevî değerlerimize uygun yayınlar yapmak üzere, Ak-Radyo (AKRA) adı altında bir müessesenin kurulmasına öncülük etti (1992). Halen İstanbul, Ankara, İzmir ve Konya'dan radyo yayınları yapılmakta; bu yayınlar Türkiye'nin her yerinden, Orta Asya'dan ve Avrupa'dan dinlenebilmektedir.
Onun teşviki ile Ak-Televizyon> adı altında Marmara Bölgesine yönelik bölgesel televizyon yayını başlatıldı (1997). Basın-yayın alanında Sağduyu isimli günlük bir gazete yayınlanmaya başladı (1998).
Kaliteli bir eğitimi temin etmek amacıyla, özel eğitim kurumlarının kurulmasını teşvik etti. Çeşitli illerde ilkokul öncesi, ilkokul ve orta öğrenime yönelik eğitim tesisleri, okullar ve dersaneler kurdurdu.
Halka güvenilir bir sağlık hizmeti verilmesi için poliklinikler ve hastaneler açılmasını teşvik etti. Buna bağlı olarak başta İstanbul olmak üzere bir çok ilde sağlık kuruluşları hizmete açıldı.

Yurtdışındaki müslümanlarla diyaloğu sağlamak, ziyaretleri kolaylaştırmak amacıyla İskenderpaşa Turizm (İSPA) adı altında bir seyahat acentası kurulmasına öncülük etti. Bu şirket yardımıyla hac ve umre programları, çeşitli yurt içi ve yurt dışı geziler; aile ve eğitim kampları düzenlendi.
İlmî seviyesi yüksek hocalar yetiştirmek amacıyla İstanbul'da, Ankara'da, Konya'da ve Bursa'da hadis ve fıkıh enstitüleri açtırdı. Buralarda ilâhiyat fakültelerinde okuyan veya mezun olan kimselere, özel hocalardan Arapça, hadis, tefsir ve fıkıh dersleri verdirilmesini temin etti.
Sohbet ve vaazlarına yurt içinde ve yurt dışında büyük ilgi gösterilmesi ve çeşitli yerlere davet edilmesi, onun çok seyahat etmesine neden oldu. Avrupa'da, Kuzey Amerika'da, Afrika'da, Orta Asya'da ve Avustralya'da pek çok ziyaretler, vaazlar, sohbetler yaptı; eğitim programlarına katıldı.
Her yıl hac ve umre dolayısıyla değişik ülkelerden gelen müslümanlarla görüştü, diyalog kurdu. Hakkı ve hayrı, iyiyi ve güzeli tebliğ etme yönünde şumüllü ve verimli çalışmalar yapmaktan bir an bile geri kalmadı. Çevresini de daima bu tür çalışmalara teşvik etti.
Cuma günleri radyoda yapmakta olduğu hadis sohbetlerine ilâve olarak 1998 Eylülünden beri salı günleri tefsir sohbetleri yapmaya başladı. Son yıllarda daha çok Avustralya'da bulunmakta, sohbetlerini Akra'dan telefonla, canlı olarak sürdürmektedir.
Doğu dillerinden Arapça ve Farsça'yı, batı dillerinden Almanca ve İngilizce'yi bilmekte; yurt içinde ve yurt dışında çok yönlü sosyal faaliyetlerini, tebliğ ve irşad çalışmalarını el'an devam ettirmektedir.

Yayınlanmış Eserleri:

01. Matbaacı İbrâhîm-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiye (1982)
02. Hacı Bektâş-ı Velî, Makàlât
03. Gayemiz
04. İslâm Çağrısı
05. Yeni Ufuklar (1992)
06. Çocuklarla Başbaşa
07. Başarının Prensipleri
08. Türk Dili ve Kültürü
09. İslâm'da Nefis Terbiyesi ve Tasavvufa Giriş
10. Avustralya Sohbetleri 1, 2, 3, 4
11. Yeni Dönemde Yeni Görevler (1993)
12. Haccın Fazîletleri ve İncelikleri (1994)
13. Zaferin Yolu ve Şartları (1994)
14. İslâm, Sevgi ve Tasavvuf (1994)
15. Sosyal Çalışmalarda Organizasyon ve Başarı (1994)
16. Güncel Meseleler 1, 2 (1995)
17. Hazret-i Ali Efendimiz'den Vecîzeler (1995)
18. Hacı Bektâş-ı Velî (1995)
19. Yunus Emre ve Tasavvuf (1995)
20. Başarı Yolunda Sevginin Gücü (1995)
21. İslâmî Çalışma ve Hizmetlerde Metod (1995)
22. Sosyal Hizmetlerde Hanımlar (1995)
23. Ramazan ve Takvâ Eğitimi (1996)
24. Tebliğ ve İrşad Çalışmaları (1996)
25. İslâm, Tasavvuf ve Hayat (1996)
26. Haydi Hizmete!.. (1997)
27. İslâm'da Eğitimin İncelikleri (1997)
28. Tasavvuf Yolu Nedir? (1997)
29. İmanın ve İslâm'ın Korunması 1, 2 (1997)
30. Allah'ın Gazabı ve Rızası (1997)
31. Mi'rac Gecesi (1998)
32. Doğru İnanç ve Güzel Kulluk (1998)
33. Ramazan ve Güzel Ameller (1998)

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:06

ÖNSÖZ
Yunus Emre çok sevilen, aşk dolu, sevgi dolu bir tasavvuf büyüğüdür. Dînî Türk Edebiyatı'nın emsalsiz bir şairidir. Asırlardır ilâhîleri dillerde dolaşmakta, zikir meclislerinde ehl-i zikri coşturmaktadır. Anadolu'nun İslâmlaşmasında katkısı büyüktür. Adına yıllar tahsis edilmekte, anma programları düzenlenmektedir. Yalnız biz değil, dünya kendisinin hayranıdır.
Acaba bu zât kimdir?.. Ne zaman, nerede yaşamıştır?.. Mânevî eğitimini hangi çevrede tamamlamıştır?.. Görüşleri nelerdir, hangi fikirleri savunmuştur?.. Dünya görüşü, hayata bakışı nedir?.. Gösterdiği yol ve hedefler nelerdir?.. Başka Yunus'lar da var mıdır?.. Hangi şiirler ona aittir?.. Bu konularda toplumumuz yeteri kadar bilgilenmiş değildir.
O bakımdan, Yunus Emre'yi daha yakından tanımak, Yunus Emre'leri yetiştiren tasavvufî düşünceyi öğrenmek amacıyla vakıf ve derneklerimiz tarafından çeşitli etkinlikler düzenlenmektedir. Böyle bir programda, Prof. Dr. Mahmud Es'ad COŞAN Hocamız'ın yaptığı bir konuşmayı ilginize sunuyoruz.
Önce Yunus'un mensub olduğu tasavvufî çevre anlatılıp, sonra Yunus Emre ve şiirleri hakkında bilgiler verilen bu konuşmanın, herkes için faydalı olacağını ve kültür hayatımıza katkıda bulunacağını ümid ediyoruz.

Dr. Metin ERKAYA
Sincan, Şubat 1995

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:06

YUNUS EMRE VE TASAVVUF


...........
Biz, kültüre önem veren bir cemaatiz. Tarihimizi çok seviyoruz, ecdâdımıza büyük hürmetimiz var... Ruhları şâd olsun, nur içinde yatsınlar... Çok büyük insanlarmış; hem mâneviyat alemleri bakımından, hem de kurdukları medeniyet bakımından... Dünyada eşine rastlanmamış olan, devamlı ve büyük bir medeniyet kurmuşlar. Çok zengin bir kültüre sahibiz. Bu kültür Amerika'da yok, Avrupa'da yok... Elhamdü lillâh, bu kültür bizde vardır. Bunu anlayan kimseleri de saygıyla selâmlıyorum. Kültüre önem veren başkanı da bu bakımdan tebrik ediyorum.

Bir de İlim, Kültür ve Sanat Vakfı'mızın yanısıra, Hakyol Vakfı'mızın yanısıra, bir çok il ve ilçede Çevre ve Kültür Dernekleri kurduk. Çevreyi yeşillendirmek, düzenlemek, parklar bahçeler yapmak; o da bizim dinî bir görevimiz diye düşünüyoruz. İnşaallah Çeşme'ye de hizmet arzusundayız, böyle bir şeyi burada da sağlayacağız. Çevreyi bir de, tarihî çevre ve tarihin içine doğru uzayan mazimiz olarak görüyoruz. O kültürümüzü de bu arada tanıtmak için çalışmalar yapıyoruz.
Çeşme'ye ilk geldiğim zaman, sanıyorum kalenin önünde, yanında arslan duran bir heykel görmüştüm. Sordum, "Kimin heykeli?" diye... Dediler ki, "Cezayirli Hasan Paşa'nın heykelidir." Yanında bir arslan gezdirirmiş. Böyle fino filân değil de... İnsanlar büyük olunca, her şeyleri farklı oluyor. Yanında arslan gezdirirmiş; bu beni duygulandırmıştı. Cezayirli Hasan Paşa'yı çok seviyorum. Çünkü, evliya olduğuna dair tarihi bir takım menkabeler yazılmış; onları biliyorum.
O bakımdan, biz burada mimar kardeşimiz Necdet Bey'e ve diğer arkadaşlarımıza rica ettik; onlar çalıştılar, Cezayirli Hasan Paşa Çevre, Kültür ve Ahlâk Derneği'ni burada kurduk. Şu konferansımız, o derneğimizin bir aktivitesi olmuş oluyor aynı zamanda... Bu derneği size tavsiye ederim, üye olunuz, kültürel çalışmalara siz de gücünüzle destek veriniz.
Şimdi Yunus Emre üzerinde bir konuşma yapacakken, sayın başkan, "Yunus Emre ve Tasavvuf olsun!" diye konuya bir çevre getirdi. Pekâla, o zaman tasavvufu biraz anlatıp, ondan sonra Yunus Emre'yi anlatmak mantıklı olacak. Çünkü tasavvuf, Yunus Emre'den önce vardı, gelişmişti. Yunus Emre, o muhitin içinde Yunus Emre oldu.
Yunus Emre'yi anlamak için bilmemiz gereken pek çok mâlûmatın yanında, tasavvuf bilgisini de mutlaka bilmek lâzım!.. Tasavvufu bilmeden, bir kimsenin Yunus Emre'yi anlayabilmesi mümkün değildir. O bakımdan, sayın başkanın tasavvuf kelimesini de konferansın konusunun başına eklemesi isabetli oldu. O halde tasavvufu kısaca anlatarak, ondan sonra Yunus Emre'ye geçmek istiyorum.
Bu ikisi --her birisi ayrı ayrı-- senelerce anlatılacak kadar malzeme verir bize... Çok geniş sahalar... Yunus üzerinde de çok çeşitli yönleriyle, seneler boyu sürecek konuşmalar yapabiliriz. Her şiiri bir konferans mevzuu olabilir. Tabii, biz burda o gül bahçesinden bir buket hazırlayıp, onu sunmuş olacağız.

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:07

A.TASAVVUF KUR'AN VE SÜNNETE DAYANIR

Tasavvuf çok sevimli bir konudur. Çok saygıdeğer bir konudur, çok önemli bir konudur. Hem tarihi yönden önemlidir; hem insan olmak dolayısıyla, gönlümüz olduğu için, iç alemimiz olduğu için önemlidir. Dünya var oldukça, insanoğluyla beraber tasavvuf var olmuştur; mistisizm diyoruz buna...
Tabii, İslâm'ın tasavvufu da İslâm'cadır, başka tasavvuflara benzemez. Hint tasavvufuna, Yunan tasavvufuna, Yahudi tasavvufuna, İran tasavvufuna, İslâm'dan önceki kültürlerin tasavvufuna benzemez. Çok büyük farklar var...
Çünkü, İslâm tasavvufunun kaynağını Kur'an-ı Kerim ve Peygamber SAS Efendimiz'in hayatı, sîreti, sünneti teşkil etmiştir. O damgayı vurmuştur. Nasıl başka dinlerde İslâm'ın hakikatleri yoksa, kaybolmuşsa; İslâm kaybolan hakîkatleri dile getiriyorsa, tevhid akîdesinin bayrağını dikmişse fikir kalesinin burcuna; İslâm tasavvufu da tabii, öteki mistisizm cereyanlarından, mistik felsefelerden çok farklıdır. Kökü, Kur'an-ı Kerim ve Sünnet-i Seniyye'dir.
Tabii, --boya yapan, resim yapan kardeşlerimiz bilirler-- beyazı hangi rengin yanına getirirseniz, karıştırırsanız, o rengin açığı olur. Kırmızıyla karıştırırsanız, pembe olur. Beyazı çok olursa, çok açık pembe olur. Kırmızısı çok olursa, koyuya doğru gider. Yeşile karıştırırsınız, maviye karıştırırsınız, çeşitli başka renklere karıştırırsınız. Beyaz beyazlıktan çıkar ama, yine açık bir renktir, güzel bir renktir.
Ben buna benzetiyorum. İslâm tasavvufu, koca İslâm alemine yayıldığı için, Atlas Okyanusu'ndan Hint Okyanusu'na, Sibirya Bozkırlarından Afrika'nın güneyine kadar, dünyanın çok büyük bir yerine yayılmış olduğu için, gittiği yerlerdeki boyalar, biraz onun beyazına renk katmıştır. O halde bölge bölge tasavvuflarda fark vardır. Meselâ; Hindistan'daki tasavvufla, Afrika'daki, İspanya'daki tasavvuf aynı değildir. Anadolu'daki tasavvuf ile Yemen'deki tasavvuf aynı değildir. Horasan'daki tasavvufla Mısır'daki tasavvuf arasında nüans farkları vardır. Zevk ve görünüm farkları vardır.

Bu genişlik içinde, yayıldığı yerlerden renk aldığı için, aldığı renkler, alıntılar fazla ise, biraz da çizginin dışına kaçmış taraflar da olabilir. O zaman, İslâmî ölçüler içinde tasvib edilemeyecek bir takım görünümler; İslâm'da, Kur'an'da, Peygamber Efendimiz'in sünnetinde olmayan bir takım görünümler olabiliyor.
--Nerden oluyor?..
--Mahalli kültürlerden giren unsurlardan... Müslüman olan unsurların, eski kültürlerini unutamamalarından ve o kültür unsurlarını yeni İslâmî hayatlarında az çok yaşamalarından kaynaklanıyor.

Yakın misalini söyleyeyim: Tasavvufî bir konu için davet edildiğim için, iki ay önce Sudan'a gitmiştim. Koca salonda bize Türk heyeti diye büyük pâye verdiler. Ayrı masa verdiler, imkânlar verdiler... Salona baktığım zaman, ordaki tasavvuf ehli insanlar arasında o kadar çeşitli insanlar gördüm ki, bir tanesi çok dikkatimi çekti. Bir başlığı var başında; miğfer gibi ama, madenî değil... İki ucundan dal gibi, aşağı yukarı bir metre uzunluğunda bir şeyler çıkmış; o da dallanmış geyik boynuzu gibi...
Tabii, ben çok garipsedim. Avrupalıların filimlerinde hani Avrupalı kâşifler Afrika'ya gittiği zaman, yerlilerin kendilerine hücumu sahnelerinde göreceğimiz başlık gibi bir şey... Merak ettim, bizim arkadaşa "Git anla bakalım, bu kimmiş?" dedim. Kàdirî Tarikatı mensubu imiş. Abdulkadir-i Geylânî Efendimiz'in tarikatının mensupları...
--E, bu kıyafet nedir?..
--İşte mahalli bir kıyafet...
Buradaki Kadirîler'de öyle bir başlık göremezsiniz. Bunlar biraz farklı şeyler, bölgesel farklar oluyor. Ama ana çizgiyi göz önünden geriye bırakmamak lâzım!.. Her müessesede böyle şeyler olmuştur. Her müessesenin fertlerinde nüans farkları olmuştur. Meselâ; öğretmenlik mesleği, doktorluk mesleği...
Doktorluk mesleği nasıl bir meslektir?.. Asil bir meslektir. İnsanoğlunun sıhhatine hizmet ediyor. Hattâ Hipokrat yemini ediyorlar ki; "Hastamın renk, dil, ırk, mezheb, inanç farkına bakmadan tedâvi yapacağım!" diye doktor yemin ediyor, taassuba düşmeyeceğini söylüyor. Ama buna rağmen, doktorların birkaç tanesi kürtaj yapabilir, yakalanabilir, ceza yiyebilir... Birkaç tanesi mesleğini kötüye kullanabilir. Bunlar o mesleği boyamaz.
Öğretmenlik asil bir meslektir. Birkaç tanesi talebesinden rüşvet almış, notu değiştirmiş diye gazetede duyarsak, bu öğretmenlik mesleğine gölge düşürmez.

Onun için tasavvuf, genel ölçüleri itibariyle Kur'an-ı Kerim'e ve Peygamber Efendimiz'in sünnetine dayanan bir yol... Dinin özü, dinin yaşanan şekli... Söz şekli, edebiyatı, kitaplara yazılan yazısı değil de, hayattaki uygulanışı...
Diyorlar ki: "Fıkıh ilmi, insanın lehine ve aleyhine olan, yapması gereken ve yapmaması gereken şeylerin bilgisidir." İslâm hukukudur yâni... Hayatın herhagi bir faaliyetinin İslâm'a uygun olup olmadığını; sevap veya günah, mekruh veya mübah olduğunu anlatan ilimdir. Buna fıkh-ı zâhir diyorlar. "Nasıl abdest alacağız, nasıl namaz kılacağız?.. Nasıl zekât vereceğiz?.." Fıkh-ı zâhir bunları anlatıyor.
Tasavvufa da fıkh-ı bâtın diyorlar. Yâni, insanın iç aleminin Allah'ın rızasına uygun olması için, sevap olması için, güzel olması için, riayet edilmesi gereken kaideler, esaslar nelerdir; bunu anlatan ilim...

Bir kısmı, "Takvâ yoludur." demişler. Biliyorsunuz, bazı insanları hayret ve takdirle karşılarsınız. Birisi ondan bahsederken derler ki, "Haa, o takvâ ehli bir insandır. Haram yemez, harama bakmaz... Sözünde durur, kale gibi sağlamdır, çok dürüsttür, takvâ ehlidir. İşte tasavvufa, takvâ yolu diyorlar.
Başka bir isim: "Tasavvuf ihsân yoludur." Yâni, Allah'ı görüyormuşça, Allah'ın kendisini gördüğünü bilerek o şuur içinde çok müeddeb ve çok mükemmel bir kul olarak yaşama yolu... İhsan...

(El'ihsânü en ta'büdallahe keenneke terâhu fein lem tekün terâhu fe innehû yerâke) hadis-i şerifini bilir erbabı... Kulluğun en yüksek derecesi, Allah'ın kendisini gördüğünü bilerek, insanın her hareketine çeki-düzen vermesi, güzel yapması... İşte tasavvuf, bu yoldur diyorlar.
Kur'an-ı Kerim'den gelme bir başka tabir daha var, onu da hatırlayacaksınız: "İlm-i ledün" deniliyor. Tasavvuf ilm-i ledündür. Mûsâ AS ile Hızır AS'ın, Kehf Sûresi'nde anlatılan kıssasında, Hızır AS'dan bahsedilirken deniliyor ki:
(Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ) "Biz o şahsa --Hızır AS'a-- kendi indimizden, katımızdan, dergâhımızdan ilimler öğretmiştik." Yâni Mûsâ AS'ın bilmediği birtakım bilgilerle mücehhez Hızır AS...
Musâ AS da, diyor ki:
(Hel ettebiuke alâ en tüallimeni mimmâ ullimte rüşdâ) "Ben sana tabi olsam ey Hızır, sen bana Allah'ın sana öğrettiği bilgileri bu esnada öğretir misin?.. Taleben olayım, yanında bulunayım, çömezin, danişmendin olayım; bana öğretir misin?" diyor, bir müddet yanında geziyor ya!.. İşte bu bilgiye ilm-i ledün bilgisi deniyor. Görüyorsunuz, hepsi Kur'an-ı Kerim'de olan kavramlar, sözler ve fikirler...

Niçin bu konuda döne döne aynı şeyi söylüyorum? Çünkü bazıları diyor ki: "Tasavvuf başka bir dindir." Bunu diyen yazarlar var, Türkiye'de yaşayan... Tasavvuf İslâm değilmiş... Neymiş?.. Başka bir dinmiş... İslâm'dan gayri bir şeyi hiç kimse istemez, biz de istemeyiz. Biz kendimizi öyle görmüyoruz ama, o diyor ki: "Tasavvuf ayrı bir din..." Yâni reddediyor, İslâm dışı demek istiyor. Ben onun için bu konu üzerinde duruyorum.
Bakıyorsunuz Suudî Arabistan'da, tasavvuf erbabına karşı bir karşı tavır var... Devletin resmî ideolojisi tasavvufa karşı... Vehhâbî cereyanı tasavvufun karşısında... Üniversitelerinde tasavvufun aleyhinde tedrisat yapılıyor. Düşmanları var, hasımları var...
Onun için diyoruz ki, tasavvuf Kur'an'dandır, Peygamber Efendimiz'in sünnetindendir. Bunu kısaca da olsa bastırarak açıklamam lâzım. Çünkü, bu benim hem vicdan borcum, hem de ilim adamı olarak söylemem gereken bir nokta... Bir yanılmayı, yanlışlığı düzeltmem gerekiyor.

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:07

B. TASAVVUF DENİLİNCE NE ANLARSINIZ?

"--Tasavvuf denilince ne anlarsınız?" diye bir anket yapsam şuraya toplanmış kardeşlerime, ne cevaplar verebilirler diye ben onları kendim düşündüm akşam, şöyle sıraladım:
Meselâ içinizden bir kardeş diyebilir ki:
"--Tasavvuf nefis terbiyesi'dir. İnsanın vicdanını terbiye etmesidir. Nefsini zabt ü rabt altına almasıdır. Nefs-i emmâresini nefs-i razıye, merzıye gibi yüksek ve kaliteli bir nefis haline getirmesidir." diyebilir.
Doğrudur, öyledir gerçekten... Nefis terbiyesi meselesi tasavvufun önemli bir kısmıdır. Bu hususta Kur'an-ı Kerim'de ayetler de var:

(Ve emmâ men hàfe makàme rabbihî ve nehen nefse anil hevâ. Feinnel cennete hiyel me'vâ.) "Kim Rabbinin makamından korkarsa ve nefsini hevâ-yı nefsinin peşinde sürüklenmekten men edebilirse, işte cennet onun durağı ve yurdu olur." buyuruluyor.
Demek ki, nefsin hevâsını, şehevâtını insanın dizginlemesi lâzım!.. Dizginlenmesi gerektiğini ayet-i kerime söylüyor. Binâen aleyh, nefis terbiyesi meselesi tasavvufta çok büyük bir yer tutan meseledir. Kur'an-ı Kerim'in emridir. Binâen aleyh, tasavvuf bu yönüyle Kur'anî bir ilimdir.
Başka:
(Kad efleha men tezekkâ.) "Nefsini temizleyebilen, içini pâk eden kimse felâh bulacak!" buyuruluyor.

(Kad eflehâ men zekkâhâ. Ve kad hâbe men dessâhâ) "Kim nefsini temizleyebilirse; içini, egosunu, enesini temizleyebilirse, o cennetlik olacak, felâha erecek! Kim onu kirletirse; egosu pis, kirli; içi, kalbi fesat olarak kalırsa; o da hâib ve hasir, pişman ve perişan olacak, iki cihanda mahvolacak!" deniliyor.
Demek ki, nefsin terbiye edilmesi Kur'anî bir emir olduğu için, tasavvuf bu yönüyle Kur'ânîdir. Kimse tasavvufa yan gözle bakamaz!..

İkincisi: Tasavvuf deyince çok hatıra gelen bir şey, zikir'dir. Dervişin eli tesbihlidir, dili zikirlidir. Hattâ Yunus Emre'nin bir sözü var, çok hoşuma gidiyor. Bestesini de seviyorum, ilâhi olarak bestelenmiş:

Yunus sen bu dünyaya niye geldin?
Gece gündüz Hakk'ı zikretsin dilin!
Evliyaya uğramaz ise yolun,
Göçtü kervan kaldın dağlar başında...


Şimdi soruyor:
"--Yunus sen bu dünyaya niye geldin?"
Kendisi cevabı vermiş gibi yine kendisine emrediyor:
"--Gece gündüz Hakk'ı zikretsin dilin!"
Niye geldin sen bu dünyaya?.. Zikredeceksin, kulluk edeceksin... Gece gündüz Allah de, Hakk de, Hû de... Şimdi Hû demek de bir suç gibi... Hû, Allah'ı kasdederek "O" demek... "O... O... O..." derken bir aşk hasıl oluyor. Hû isminin zikrinden aşkullah, muhabbetullah hasıl olur dedikleri ondan...
(Evliyaya uğramaz ise yolun,) "Eğer Allah'ın bir sevgili kuluna tesadüf etmezsen; alim, fâzıl, mürşid-i kâmil kuluna uğramazsan, bu gerçekleri öğrenemezsen, gafil gezersen, cahil kalırsan; (Göçtü kervan kaldın dağlar başında...) o zaman, kervanı kaçırmış olursun. Dağın başında, kurtların kuşların arasında kalırsın."
Şeytan insanın kurdudur. Kuzuyu kurdun parçaladığı gibi, şeytan da insanı yakaladı mı, parçalar, perişan eder. Dağ başında yalnız, çobansız, silahsız yakalarsa, parçalar.

Evet, şek şüphe yok hepiniz, "Tasavvuf deyince ilk hatırınıza gelen kelimeyi söyleyin!" dersem, "Zikir" dersiniz. Belki, büyük ölçüde böyle dersiniz. Zikir de Kur'an-ı Kerim'dendir.
Ben lisedeyken bir sabah okula gittim, arkadaşlar beni mütebessim, şakacı bir şekilde karşıladılar. Etrafımı sardılar. "Bunlar bir şey yapacak ya, dur bakalım..." dedim. "Bir renk adı söyle!" dediler. Omuzumu kaldırdım, "Kırmızı..." dedim. Bir kahkaha kopardılar, yatıyorlar yerlere... "Ne var bunda gülünecek, kırmızı renk değil mi?" dedim. "Yok, ondan değil... Kime sorduysak, kırmızı diyor da ondan gülüyoruz." dediler. Demek ki, ilk akla gelen çarpıcı renk kırmızı imiş. Psikolojik bir şey...
Şimdi, "Tasavvuf deyince, söyle bakalım ilk hatıra gelen nedir?" desek, belki büyük bir kısmı, %75'i "Zikir" diyecek. Bir kısmı da, belki %25'i "Nefsin terbiyesi" diyecek. Ama zikri daha çok söylerler. Zikir de Kur'an'dan...

(Yâ eyyühellezîne âmenüzkürullahe zikren kesîrâ.) "Ey iman edenler, Allah'ı çok zikredin!"

(Fezkürisme rabbike bükreten ve esîlâ.) "Sabahleyin, akşamleyin Allah'ın ismini zikret!" İki zıt şeyi zikrederek dâimâ mânâsı verilir edebiyatta... Allah'ı zikret, Allah'ın ismini zikret!..
Sonra:
(Vez zâkirînallahe kesîran vez zâkirât, eaddallahu lehüm mağfireten ve ecren azîmâ.) "Allah'ı çok zikreden erkekler, Allah'ı çok zikreden kadınlar, diğer iyi işleri yapan müslümanlarla beraber bunlara Allah çok büyük mükâfatlar hazırlamıştır." buyuruluyor.
Kur'an-ı Kerim'de zikirle ilgili seksen kadar emir var... O halde tasavvuf, Kur'ânî bir faaliyettir. Nefis terbiyesi de Kur'an'dan, zikir de Kur'an'dan...

Sonra, bir kısmı da tasavvufu "güzel ahlâk" olarak tarif edebilir. "Mutasavvıf; kendi kötü huylarını temizlemiş, iyi ahlâka sahip olmuş, kâmil, olgun bir insandır." diyebilir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de var...
Güzel ahlâk hakkında sayılamayacak kadar çok ayetler var... Allah bize Kur'an-ı Kerim'de sabrı tavsiye etmiyor mu, "Vasbir!" demiyor mu?.. Şükrü tavsiye etmiyor mu?.. Hamd etmeyi, merhameti, tevekkülü tavsiye etmiyor mu?.. Kadere rızâ göstermeyi, cömertliği, tevâzûu, halim selim olmayı tavsiye etmiyor mu ayetlerde?..
O halde tasavvufun ahlâkı güzelleştirme çalışması, Allah'ın Kur'an'daki bu emirlerini yaptırmak, öğretmek ve insanın içine yerleştirme çalışmasıdır. Binâen aleyh, bu da Kur'an'dandır.

Sonra, "Efendim, derviş adamdır, o ehli tariktir. Hiç harama bakmaz, hiç haram yemez; takvâ ehlidir." diyoruz. Takvâ vasfı nerdendir?.. Kur'andandır, Kur'an-ı Kerim'in emridir. Allah-u Teâlâ Hazretleri Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayet-i kerimesinde:

(Yâ eyyühellezîne âmenüttekullah!) "Ey iman edenler! Allah'tan korkun!" diye emrediyor. Takvâ Kur'an-ı Kerim'den...

İhlâs; temiz kalbli olmak, iyi niyetli olmak... O da Kur'an-ı Kerim'den... "Bir amel, iyi niyetle, sırf kendisinin rızasını kazanmak için yapılmazsa, Allah-u Teâlâ Hazretleri o ameli kabul etmez!" buyuruyor Peygamber Efendimiz... "Allah insanların yüzlerine, sîmalarına, sûretlerine, mallarına bakmaz, aldırmaz; gönüllerine bakar, niyetlerine bakar, amellerine bakar." buyuruyor. İhlâs'ın önemini pek çok ayet-i kerimeden, hadis-i şeriften biliyoruz.

Sonra ihsân; ibâdeti güzel yapmak... Kur'an-ı Kerim'in pek çok ayeti buna dair... Hani derviş nedir?.. Gündüz sâim, gece kàim... Ne demek gündüz sâim, gece kàim?.. Gündüzleyin mübarek, sevap kazanmak için oruç tutuyor. Geceleyin mübarek, uykusunu terkediyor, seccâdesine duruyor, sabahlara kadar namaz kılıyor. Be adam, uyku uyumaz mısın!..

Bizim Ankara'da çok sevdiğimiz bir doktor kardeşimiz var... Sohbete otururuz, başı böyle düşer, uyur. Bizim fakülteden mezun, talebe cemiyeti başkanlığı yapmış, cin gibi bir talebemiz var... Ona demişler ki:
"--Allah için gece uyumaz da, tesbih çeker de, onun için uyukluyor."
Bizim talebe de hemen yapıştırmış:
"--Söyleyin ona, biraz da Allah için uyusun!" demiş. "Gece uykusuz kalıp da, gündüz sohbette uyuyacağına, söyleyin de biraz Allah için uyusun!" demiş.
Derviş ibadeti böyle yapar, çok yapar. Bu konuda da Kur'an-ı Kerim'de, "Namaz kılın, oruç tutun, zekât verin, hacca gidin!.." gibi bir çok emirler var...

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:07

C. TASAVVUF VE ALLAH SEVGİSİ

Gelelim tasavvuf ve sevgi, aşk, aşkullah, muhabbetullah meselesine... Ben konuları olmuş olaylarla anlatmasını seven bir insanım. Hatırda kalır çünkü bunlar...
Bir korgeneral bizim fakülteye geldi. Korgeneral, omuzu kıpkırmızı... Bir sürü yıldızları var... Bir adım daha atsa orgeneral olacak. Kaç tane korgeneralimiz var, kaç tane orgeneralimiz var?.. Ben sekreterin odasına girdiğim zaman, "Tamam, hoş geldiniz hocam, buyurun!" dedi, korgeneralle tanıştırdı.
Korgeneral tabii kibar insan... Hocam dedi, yaşımıza bakmadan ilimle meşgul olduğumuz için hürmet etti. Ben de odama davet ettim, "Buyurun paşam, odamda bir çay içelim, şereflendirin odamı!" dedim.
Dedi ki: "Hocam, ben NATO'da çalışırken Amerikalı bir aile bana çok yakınlık gösterdi. O kadar yakınlık gösterdi ki, Amerika'ya gittiği halde hâlâ benimle mektuplaşır ve bana mektubunda babacığım diye hitab eder." Yâni paşaya hanımı da kendisi de "Babacığım!" diye hitab ediyorlar.
Sanıyorum Amerikalı, din subayı NATO'da... Otuz sayfa kadar İngilizce bir kitabın fotokopisini göndermiş. Kitabın başı yok, ismi belli değil, yazarı belli değil... Sonu da yok... Kitabın başının ve sonunun belli olmaması kasıtlı, benim tesbitime göre... Çünkü kitap, misyonerliğe ait bir kitap... İslâmı kötülüyor. O otuz sayfa İslâm'ın aleyhinde...

Şimdi, o kurnaz Amerikalı kâğıtların üst tarafına yazmış: "Paşa babacığım, şu satırları lütfen okuyun! Bunlar hakkındaki fikrinizi bana yazın!... Ben sizden İslâm'ın medhini de istemiyorum." diyor. Allah Allah!.. İlle o yazıları okutturacak, İslâm'ı da medhetmeyeceğiz adama... Şart da koşuyor.
Aldım okudum. Otuz sayfa İngilizce, İslâm'ı kötülüyor. En büyük kötülediği şey, "İslâm'da sevgi yoktur." diyor. İnkâr ediyor. Halbuki bütün tasavvuf erbâbı, Mevlânâ, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî; bütün büyük din alimlerimizin hepsi aşkullah ve muhabbetullah içine gark olmuş insanlar... Hakîkî dindar Allah aşıkı kimsedir. Çocuklarımıza biz daha ilk konuşmaya başladığı zaman, "En çok kimi seversin?" dediğimiz zaman, "Allah'ı severim." demeyi öğretiriz.
Adam haksızlık ediyor. Haksızlık ediyor ama, delil göstermek lâzım!.. Biz de oturduk otuz sayfa, kırk sayfa ona cevap yazdık. Paşa Baba: "Hocam sen hiç merak etme, Türkçe yaz; ben onları İngilizceye çeviririm!" dedi. Ben de otuz kırk sayfa cevapları yazıp delilleri gösterdikten sonra, "Bu yanlıştır. İslâm şöyledir." diye anlattıktan sonra, bir de Diyanet İşleri Başkanlığı'na gittim; İngilizce ne kadar İslâm'la ilgili kitap varsa hepsini aldım, naylon poşet içinde Paşa Baba'ya hediye ettim. İster kendisi okusun, böyle gelen mektupların tesiri altında kalmasın; isterse kendisine o misyoner sayfalarını gönderen kimseye göndersin diye...

Şimdi muhterem kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim'de ehl-i dünya, dünyayı seven insanlar anlatılıyor, tenkid ediliyor.

(Minküm men yürîdüd dünyâ ve minküm men yürîdül âhireh) İnsanların arasında dünyayı sevenler var... Para, pul, mevki, makam, kadın, kız, şöhret, alkış, vs vs... Ehl-i dünya var... Bir de ehl-i ahiret var... Bu ikisini sıralıyor da Kur'an-ı Kerim, iki ayet-i kerime var, orada bir de buyuruluyor ki:

(Yürîdûne vechallah) "Allah'ın zâtını istiyorlar." Dünya değil, ahiret değil, Allah'ı istiyorlar. Nedir bu ayet-i kerimeler:

(Velâ tadrudillezîne yed'ûne rabbehüm bilgadâti vel aşiyyi yürîdûne vechehû mâ aleyke min hisâbihim min şey'...) Birisi bu, En'am Sûresi'nde 52. ayet... Birisi de:

(Vasbir nefseke meallezîne yed'ûne rabbehüm bilgadâti vel aşiyyi yürîdûne vechehû, velâ ta'dü aynâke anhüm, türîdü zînetel hayâtid dünyâ) Bu da Kehf Sûresi'nde...
Bu ayet-i kerimelerde isbat edilmiş oluyor ki, Peygamber Efendimiz'in zamanında Allah'ın bazı mübarek kulları, Allah aşkına bağlılıkla sırf Allah'ı isteyen insanlar... Yâni dünya da gözlerinde değil, ahiret hesabı yapmak peşinde de değiller... Sırf Allah'ın vech-i pâkini istiyorlar.
Vech, yüz demek ama, "Zikir bilcüz' irâde bilkül" derler. Edebî sanatlar içinde böyle bir şey vardır; küçük zikredilir, büyük kasdedilir. Yüzü demek, zâtı mânâsına... Allah'ın zâtını istiyor, Allah'ı seviyor, Allah aşıkı...
Diyor ki Peygamber Efendimiz'e:
"--Bunları yanından koğma ey Rasûlüm!.."
Başka bir ayette de buyuruyor ki:
"--Sen de bunların yanında ol ey Resûlüm!.."
Öteki birtakım isteklerde bulunan kimseler olmuş. "Onların istediği istikamette olma, bu fukaranın, bu aşıkların yanında ol!" diyor. Allah hem seviyor, hem de Rasûlüne sevdirtiyor, hem de Rasûlüne "Onların yanında ol!" diyor. Allah'ın vech-i pâkini isteyen insanlar...

Sonra, bir başka ayet-i kerimede açıkça sevgi zikrediliyor:

(Yâ eyyühellezîne âmenû men yertedde minküm an dînihî) "Ey iman edenler! Sizin içinizde vefasızlık gösterip, sıkıntılardan cayıp da İslâm'ı bırakıp müşrikliğe tekrar dönenler olursa --bazı kabileler irtidat ettiler ya; hani İslâm kalblerine tam girmemişti, bir kısmı dinden çıktı ya-- sizden bazıları dinden çıkarsa, çıksın!.. (fesevfe ye'tillâhü bikavmin) Allah öyle bir kavim getirecek ki, (yühibbühüm ve yühibûnehû) hem Allah o kavmi sever, o insanları sever; hem onlar da Allah aşıkıdır, Allah'ı severler." Öyle insanlar getirecek... "İsteyen İslâmdan çıkarsa çıksın sizden, Allah böyle insanlar getirecek!" buyuruyor. Hakîkaten de ondan sonra, nice Allah aşıkı insanlar çıkmıştır.

Biliyorsunuz Hayber kalesinin muhasarasında muhasara uzadı. Peygamber SAS Efendimiz dedi ki:
"--Yarın bu sancağı öyle bir kimsenin eline vereceğim ki, Allah onu sever, o Allah'ı sever. Ona vereceğim sancağı!.." dedi, kim olduğunu söylemedi.
Hazret-i Ömer diyor ki:
"--O gece uykum kaçtı, 'Yarın keşke Rasûlüllah bayrağı bana verse!' diye... O Allah'ın sevdiği kimse ben olsam diye... Hayatımda hiç bir şeyi bu kadar arzu etmemiştim." diyor.
Ertesi gün ordu toplanmış, heyecan dorukta... Herkes Rasûlüllah'ın gözüne ve işaretine bakıyor, "Acaba sancağı içimizden kime verecek?" diye... Peygamber Efendimiz SAS herkese şöyle bakmış bakmış, sonra sormuş:
"--Ali nerde?.."
Demişler ki:
"--Yâ Rasûlallah, gözü ağrıyor; çadırda yatıyor, hasta..."
"--Getirin onu buraya!.." demiş.
Getirmişler. Mübarek gözlerine mesh eylemiş. Gözlerini ağrısı anında geçmiş. Bayrağı ona teslim etmiş ve Hayber'i --biliyorsunuz--Hazret-i Ali Efendimiz fetheyledi. Hayber Cengi meşhurdur, kitaplara destanlara girmiştir.

Allah onu sever, o Allah'ı sever. Sahabe-i kiram öyle insanlardı. Öyle kimselerdi ki, gözleri hayatı görmüyordu. Amr ibnül As, Fustat şehrini --şimdiki Kahire'nin içinde surları olan eski, kadim şehir-- muhasara ettiği zaman, savunmaya hazırlanmışlar. Haber göndermiş, demiş ki:
"--Boşuna beni uğraştırmayın, kendiniz de boş yere uğraşmayın! Siz bizimle başa çıkamazsınız!.. Çünkü, benim ordumun içindeki insanların hepsi ölmeğe can atıyor, ölmek istiyor, ölmek için gelmiş buraya... Siz de hepiniz yaşamaya can atıyorsunuz, yaşamanın çaresini arıyorsunuz. Bizimle baş edemezsiniz. Anahtarları getirin, şu kalenin kapılarını açın, kaleyi edebinizle bize teslim edin!" demiş.
Onlar da teslim etmişler. Biliyorsunuz, Fustat şehrini Amr ibnül As böyle bir sözle fethetti.

Böyle insanlardı onlar... Allah aşıkı insanlardı. Aşkullah, muhabbetullah hepsini gark etmişti. Rasûlüllah'ın hayatı öyleydi.
Rasûlüllah SAS Efendimiz, daha peygamberlik kendisine gelmeden önce, Hıra Mağarası'na kaçıp kaçıp, orada günlerce ibadet etmez miydi?.. Bilmiyor muyuz bunu?.. Biliyoruz. Ne dediler Mekke ahalisi?.. Baktırlar ki bu delikanlı bir başka, bir şeyler yapıyor:
(Aşıka muhammedün rabbehû) "Muhammed Rabbine aşık oldu." dediler. "Aşka düştü Muhammed..." dediler.
Aşk olmasa... Bilmiyorum içinizde Hıra Mağarası'na çıkan var mı?.. Öyle yalçın bir dağ ki, yarıyoldan pek çok kimse dönüyor. Çok yalçın, çok tehlikeli, çok uçurumlu... Rasûlullah Efendimiz bazan kendisi oraya çıkıyor, bazan Hatice Validemiz ona azık getiriyor. Üç dört gün orda ibadet ediyor.
Bilmiyorum o güzel mağaraya girdiniz mi, içinizde giren var mı?.. Mağaranın dip tarafından bu tarafına doğru cayır cayır sıcakta, 50-60 derece sıcakta öyle serin bir hava geliyor ki... Öyle bir tabii aircondition var ki, öyle bir letafet var ki, tarif edilmez.
Dış tarafında, devrilmiş, öyle güzel, şu halı kadar bir kaya var... Onun üstünde durduğunuz zaman, geminin en yüksek yerinde, seren direğinde sanıyorsunuz kendinizi... Her taraf uçurum, aşağısı gözle görülmeyecek kadar derin... Ama karşınızda Harem-i Şerif'in ışıkları görünüyor, Kâbe görünüyor. Orada ibadet ederdi, Kâbe'yi göre göre...

Ne diyorlar?.. "Muhammed Rabb'ine aşık oldu!" diyorlar. İslâm'da aşk olmaz olur mu?.. Aşk olmasa meşk olur mu?.. Aşk olmasa fedâkârlık olur mu?.. Aşk olmasa cihad olur mu?.. Aşk olmasa ecdâdımız bu kadar güzel çalışmalar yapabilirler miydi, bu kadar güzel eserler ortaya koyabilirler miydi?..
Meşhur bestekâr İsmail Bahâ Sürersan anlatıyor: Almanya'da müsizyenler toplanmışlar, dinî mûsiki üstadlarının eserlerinin dînî formlarını hangisi tesir bakımından daha üstün diye incelemişler. Kendilerinin dindar bestekârları Johan Sebastian Bach, falanca, filanca... hepsinin eserleri ortaya dökülmüş. Bizim Mevlevî üstadlarından bir mübarek, ehl-i tarik bestekârımızın, ellerine geçirdikleri bir küçük parçası da mütâlâa edilmiş orda; o birinci gelmiş. Bizim Mevlevî dedesinin bestesi birinci gelmiş.
Bu tekbirin bestesindeki ruhaniyeti hatırlayın... Salât-ı Ümmiyye'deki sâde fakat şâheser mükemmelliği hatırlayın... Bunların hepsi --aşk olmayınca meşk olmaz-- aşık insanların yapacağı şeylerdir. Aşkı bilmeyen, sevgiyi bilmeyen insanlar, bir şey yapamaz.

Aşkullah vardır. Binâen aleyh, tasavvuf Kur'an-ı Kerim'in uygulamasıdır... Binâen aleyh, tasavvuf Peygamber Efendimiz SAS'in hayatıdır, sahâbe-i kirâmın hayatıdır.
Eski Diyanet İşleri başkanlarından Süleyman Ateş, talebemdir... Sakalı benden daha aktır, yaşı da benden daha çoktur ama, talebemdir. Şimdi bu zat Çİslâm TasavvufuÈ diye güzel bir eser yazmış. Baş tarafında, Peygamber Efendimiz'in nasıl s™fiyâne bir hayat tarzı olduğunu, s™fîlere nasıl örnek olduğunu çok güzel anlatıyor. Hem de hepsine dipnot koyarak, kaynağını göstererek yazmış. Güzel yazmış, aşkolsun... Yâni güzel bir eser, hoşuma gitti.
Bu kesin, bilimsel olarak, bir ilim adamı olarak yanlışlık düzeltiyoruz: Tasavvuf Kur'an'dandır. Tasavvufî hayat, İslâm'ın emirlerinin hayata uygulanmasından doğan, derûnî hazlarla dolu bir yaşam tarzıdır. Mevlânâ'nın hayatıdır, Yunus Emre'nin hayatıdır... Eşrefoğlu Rûmî'nin hayatıdır.
Eşrefoğlu'nun o ilâhîsi ne kadar güzeldir:

Ey Allah'ım beni senden ayırma!..
Beni senin cemâlinden ayırma!..
Balığın canı su içre diridir,
İlâhî balığı gölden ayırma!..


Aşk-ı ilâhî bir derya, bu da deryanın içinde bir balık... O deryanın içinden çıkarsa çırpınarak öleceğini söylüyor. Yalvarıyor: "Yâ Rabbi, beni bu deryadan dışarıya çıkartma, ben burdan memnunum." diyor.

Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan tabîb,
Kılma derman kim, helâkim zehri dermânımdadır.


"Ben aşk derdiyle memnunum, başım hoş. Beni tedavi etmekten vazgeç doktor, çekil kenara... Bana tedâvi yapma, beni iyileştirmeğe kalkma! Çünkü, beni iyileştirirsen mahvolurum. Bu aşk benden giderse, ben o zaman insanlıktan çıkarım." demiyor mu Fuzûlî?..

Aşk imiş her ne var alemde,
İlim bir kıyl ü kàl imiş ancak


demiyor mu, Şeyh Galib?.. Her şeyi aşk olarak görüyor. Bunlar laf mı... Hayır, bunlar hayatlarında böyle yaşamış insanlar...
Binâen aleyh, çok büyük bir iftira var ortada... Çok büyük haksızlık var, gayr-i ilmî şeyler var...

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:08

D. TASAVVUF VE TARİKATLAR

Tasavvuf, takvâ ehli insanların hayat tarzı olarak beğenilmiş, baş tacı olmuş, asırlar boyu yaşamıştır. Her devirde dindar insan vardır, her devirde halis muhlis insan vardır. Her devirde dünyayı gözü görmeyen, menfaate aldırmayan, faziletlere sarılmış, faziletli kâmil insanlar vardır. Binâen aleyh, her devirde tasavvuf vardır, olmuştur, yayılmıştır.
Sonra, bir takım büyük mutasavvıfların metodları, yolları, meşrebleri, kanaatleri ekolleşmiştir. Onlara da tarikat diyoruz. Elbette bir şeyi yapacaksanız, bir metodu olacak. Nasıl?..
Meselâ, alüminyumu mineral halinde çıkartacaksınız, saf alüminyum elde edeceksiniz. Tamam, mineralden alüminyumu elde etmek bir iş... Hangi metodla yapacaksınız. Bunun binbir metodu var... Bilmem nereli bir kolejli öğrenci bunun elektrikle bilmem nesini bulmuş, icad etmiş, alüminyumu öyle elde etmiş diye bize kitaplarda okutmuşlardı. Siz de çocuksunuz ama, çalışırsanız kâşif, mûcid olabilirsiniz mânâsına...

Her şeyin metodu olduğu gibi, tasavvufun amaçlarına ulaşmak, insan-ı kâmil olmak için de yapılacak işlemlerin çeşitleri vardır. Binâen aleyh, çeşitli metodlar vardır, yollar vardır; yâni tarikatlar vardır. Tarîkat ne demek Arapça'da?.. Tarîk, yol demek... Arabistan'a gitmiş olanlar bilirler. Ne diyor birisi yol açmak istediği zaman?.. "Tarîk! Tarîk!.. Tarîk! Tarîk!.." Yâni, "Yol ver!.. Yol ver!.." diye gidiyor önden... Tarikat da yol demektir. Allah'a giden yol...
Tarikatların içinde Kadiriliği biliyorsunuz, Nakşîliği biliyorsunuz... Şeyhül Ekber Muhiddîn-i Arabî'yi mensub Ekberiyye tarikatını biliyorsunuz... Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye mensub Mevlevîliği biliyorsunuz... Rufâilik, Halvetîlik, Celvetîlik vs. çeşitli tarikatları biliyorsunuz.

Bu müesseselerde istekli olanlara mürid deniliyor. Mürid isteyen demek, istekli demek... bu eğitimi görmek isteyenlere mürid deniliyor. Okulda öğrenim görmek isteyenlere de talebe diyoruz. Talebe ne demek?.. Taleb eden demek... Neyi taleb ediyor?.. İlmi tahsil etmeyi istiyor. O da mürid demek... Hattâ tarikatta da istekli kimseye mürid de derler, talib de derler. Yâni, taleb ediyor bu işi...
Bir mürid vardır, tabii bir de bu okulun hocası vardır, müdürü vardır, öğreticisi vardır. Bu da Peygamber Efendimiz'in metodudur. Peygamber Efendimiz sahabe-i kiramı nasıl yetiştirmiştir?.. Peygamber Efendimiz, Allah'ın kendine verdiği peygamberlik vazifesini nasıl yapmıştır?.. Hangi metodla insanlara İslâm'ı öğretmiştir?.. Sahâbe-i kiramla bir muhabbetli grup teşkil ederek sohbet metoduyla yapmıştır bu işi...
Binâen aleyh, tasavvufun metodu da sohbet metodu'dur. Peygamber Efendimiz'in metodu gibidir. Müridler olacak... Mürşid olacak, şeyh olacak... Bir arada bulunarak, --akşamları, sabahları-- uygulamalı olarak İslâm'ı öğrenecekler.

Bizim Prof. Yusuf Ziyâ Binatlı, çok espiritüel bir zât-ı muhterem, Allah selâmet versin... Bursa İlâhiyat Fakültesi'nin eski dekanlarından... Kuvvetli hafız ve babası da bizim dergâhın şeyhlerinden... O diyor ki: "Biz delikanlı iken Beyazıt'ta, Çarşıkapı'da, Sultanahmet'te dolaşırken, bir arkadaşımıza rastladık mı, 'Merhaba!' derdik, 'Selâmün aleyküm!' derdik. 'Mîrim hangi dergâha devam ediyorsunuz? Hangi şeyhten feyz alıyorsunuz?' derdik birbirimize..."
Demek ki, o zaman delikanlıların bir dergâha gitmesi modaymış. "Şimdi, karşılaştılar mı, 'Hangi takımı tutuyorsun?' diyorlar." diyor Yusuf Ziya Binatlı...
Demek ki, delikanlılar tekkeye gidiyor, delikanlı iken tekkeye gidiyor. Ne oluyor?.. İlâhi dinliyor. Büyüklerin karşısında diz çökmeyi öğreniyor... Saygı duymayı öğreniyor, sevmeyi öğreniyor... Dinini öğreniyor, ahlâkı öğreniyor... Fâzıl, kâmil insan oluyor.
Ah, İstiklâl Harbi olmasaydı da, Çanakkale Harbi olmasaydı da, o yetşmiş insanlar şu çağa yetişselerdi... Beşyüzbin kişi öldüğü için, o yetişen insanların kültürü bize naklolmadı. Onların hepsi gelseydi, o harbler darbler olmasaydı, o yetişmiş insanlar Türkiye'yi dünyanın en ileri ülkesi yaparlardı yine... Bu kardeş kavgası olmazdı, bu birbirini yeme olmazdı. Bu anarşi, bu terör olmazdı. Bu rüşvet, bu iltimas olmazdı.

Ne güzel... Delikanlı iken dergâha gidiyor... Delikanlı iken edeb öğreniyor, usül öğreniyor, erkân öğreniyor.
Demek ki, sosyal bir müesseseydi, sosyal fonksiyonu vardı. Şu anda bu fonksiyon havadadır. Yok... Ya spor salonuna gidecek, ya kahveye... Başka da yapacağı bir şey yok zavallı gencin... Tabii, bir eğitim de yok... Kahvede eğitim yok, sıhhati bozuluyor. Sigara içmese bile, sigara dumanından ciğeri sigara içmiş kadar zehirleniyor.
Ben Yükseliş Mimarlık Mühendislik Yüksekokulu'na giderdim. Gece bölümünde hocaydım. Onu yirmi geçe dördüncü ders biterdi. Eve gelirdim, kapıdan içeriye girerdim. Evdekiler derlerdi ki: "Üffff, amma sigara kokuyorsun!.." Sigara içmedim ama, otobüste geliyorum ya, minübüste geliyorum ya, o böyle insanın iliklerine işliyor, gittiği yerde rahatsızlık veriyor.
Benim güzel kokulu anber bir tesbihim vardı. Ağaçtan ama, anber gibi kokuyordu. Çok güzel bir tesbihti, çok da seviyordum. Elimde gezdiriyordum. Bir gün Ankara - İstanbul yolculuğunda bir otobüste yanıma aldım, İstanbul'a geldim; tesbihin güzel kokusu sigara kokmağa başladı. Hücrelerine işledi o koku... Benim anber tesbihin güzel kokusu gitti. Böyle oluyor. O mu iyi, bu mu iyi; takdiri size bırakıyorum.

Tarikatlar teşekkül etmiştir, usüller gelişmiştir, ekoller oluşmuştur, kolejler meydana gelmiştir ve buralardan nice nice büyük şahıslar, alimler yetişmiştir.
Biz Horasan'da --Yâni Anadolu ahalisinin Anadolu'ya gelmeden önce bulunduğu yerde-- tasavvufun çok yüksek bir doruğa ulaştığını görüyoruz. Zâten Horasan'da her şey yüksek... En büyük hadis alimleri Horasan'da... En büyük müfessirler oralarda... En büyük fakihler oralardan... Dînî ilimleri çok yüceltmişler ve çok ileri gitmişler. Hâlen eserlerinden istifade ediyoruz.
Oradan Sibirya'ya doğru, Kazakistan'a, Özbekistan'a, Kırgızistan'a İslâm, tasavvuf yoluyla yayılmıştır. Bu İslâm'ı yayan insanların içinde en önemli insanlardan birisi, Ahmed-i Yesevî Hazretleri'dir. Ahmed-i Yesevî, bizim kültür tarihimizde çok önemli bir şahsiyet olduğu için, bir yıl onun ismine tahsis edilmişti. Geçtiğimiz sene Ahmed Yesevî yılıydı. İnşaallah, onunla ilgili çalışmalar da yapacağız.

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:08

E. YUNUS EMRE

Ahmed-i Yesevî'nin konumuzla ilgisi, Ahmed-i Yesevî İslâmiyeti, hikmet ismini verdiği ilâhilerle sevdirmiştir. Tasavvufî terbiyeyi bozkırlarda öyle yaymıştır. Yunus Emre, Ahmed-i Yesevî'nin yolunun devamıdır. Yâni muakkiblerindendir, ta'kibcilerindendir. Yolu o açmıştır, Yunus Emre de, o yolda yürüyenlerden birisidir.

Yunus Emre gerçekten, başka edebiyatları bilen kimselerin sözleriyle, --benim kanaatim de çok net olarak öyle-- emsalsiz bir şairdir. Türk diliyle dinî şiir yazan şairlerin en büyüklerinden, en başta gelenlerindendir Yunus Emre.... Sadece bizim malımız değildir, dünya kendisinin hayranıdır. Biliyorsunuz evvelki sene de Yunus Emre yılı idi.
Yunus Emre, çok derin fikirleri çok sade kalıplarla ifade edebilme kabiliyetine sahib bir kimsedir. Emsalsiz bir lirizm ile, çok muazzam fikirleri çok kısa cümleler halinde, mısralar halinde anlatabilen bir kimse... İftihar edeceğimiz bir kimse...

Ben Azerbaycan'a gittiğim zaman, bana dediler ki: "Bu Azerbaycan'ın bir kasabası var; istersen seni götürelim. Oranın ahalisi Fuzûlî'nin hayranıdır. Hepsi Fuzûlî'nin divanını baştan sona ezbere bilir, ezbere okur." Bizim de sanıyorum Yunus Emre'yi ezbere bilmemiz lâzım!.. Çünkü, her şiiri ayrı harikadır.
Akşam, alnımdan terler döküldü; hangi şiirini seçeyim de size anlatayım diye... Kısaca söyleyeyim, Yunus'la ilgili bazı ilmî gerçekleri:

Yunus Emre, çok meşhurdur ama çok da mechuldür; hayatı hakkında çok şey bilinmiyor, kaynak yok... Mezarının bile nerde olduğu hakkında millet hâlâ münakaşa ediyor.
İki tane eseri var elimizde: Birisi Yunus Emre Divanı; ötekisi de Er-Risâletün Nushiyye... İki eserini biliyoruz. Bu iki eserinden birincisi divanı; o da bilimsel olarak neşri yapılamamış bir eserdir. Ama, Kültür Bakanlığı'nın neşrettiği Dr. Mustafa Tatçı'nın Yunus Emre Divanı, daha ileri bir çalışma; güzel... Ondan önce de Yunus Emre ile ilgili çok neşirler yapıldı, divan neşredildi. Bu nisbeten onların hepsinden daha öteye, ileri bir çizgiye gitmiş; güzel, hoşuma gitti.
Yunus Emre'nin kendi elinden yazılmış bir divan bize gelmemiş. Yunus Emre Divanı denilen eserler de karşılaştırıldığı zaman, birbirlerinden çok farkları var... Bunda olan onda yok, onda olan bunda yok... E hangisi Yunus'un bu şiirlerin?.. Belli değil...
Sonra bir de adam bir defter yapmış; bu deftere Yunus'u sevdiği için Yunus'un şiirlerini yazmış. Yanına başka şiirler de yazmış. Yunus'un olanlarla olmayanlar karışmış. Bunların ayıklanması lâzım!..
Fakat, her hâlükârda bu Kültür Bakanlığı'nı tebrik ederim, teşekkür ederim. Kültür Bakanlığı'nın 1280 sayılı Klasik Türk Eserleri 14 numaralı baskısı güzel... Bunu temin edebilirsiniz, mevcudu varsa... Yoksa, Kültür Bakanlığının yeniden neşretmesini tavsiye ederim. Güzel bir çalışma... Bizim rahmetli Prof. Amil Çelebioğlu kardeşimiz vardı; onun yetiştirdiği bir genç... Hocasına teşekkür ediyor. Ben de bu eseri için ona teşekkür ederim; güzel bir çalışma yapmış.

Hangi şiir gerçekten Yunus'un diye bir meselemiz var; bunu tesbit etmemiz lâzım!.. Sizin bugün Yunus'un diye sevdiğiniz, ezberlediğiniz, dinlediğiniz ilâhilerin bir kısmı onun değildir meselâ... Çünkü, bir kaç tane Yunus var... Çok net, çok kesin, bütün ilim adamlarınca bilinen bir gerçek...
Bir kere iki tane kesin Yunus var: Birisi, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'ye yetişmiş Yunus; ötekisi, Bursa'da Emir Sultan'a yetişmiş Yunus... Birisi Mevlânâ'dan biraz genç; ötekisi Emir Sultan'dan biraz genç... Emir Sultan'dan feyz almış, Emir Sultan'a bağlı... Bu ikinci Yunus daha ziyade, "Şol cennetin ırmakları" "Kâbenin yolları bölük bölüktür" gibi ilâhileri söyleyen... Yâni bizim Yunus'un diye sevdiğimiz şiirlerin yüzde altmışı - yetmişi Bursalı Yunus'undur.

Bursalı Yunus'un Bursa'da kabri vardır ve çok mağdur durumdadır. Mahalle arasında bir evin bahçesi arasında kalmıştır. Ben Bursalı arkadaşlarımıza rica etmiştim, "Bulun, arayın!" diye... Buldular, resmini gönderdiler. Şöyle bir aralıktan geçiliyor. Kimse de, o Şol Cennetin Irmakları'nı yazan Yunus'un orda yattığının farkında değil... Bilseler, yığılacaklar oraya; ama, bilmiyorlar.
Tabii, bu bizim vazifemiz... İlim, Kültür ve Sanat Vakfı olarak vazife ediniyoruz. Bursa'ya gideceğiz. Belediye başkanı eğer Çeşme belediye başkanı kadar yakınlık gösterirse bize; anlatacağız, diyeceğiz ki: "Bu Yunus, çok büyük Yunus'lardan bir tanesidir. Bunun etrafının istimlâk edilmesi lâzım, türbesinin güzelleştirilmesi lâzım!.."

Süleyman Çelebi'nin türbesi güzeldir doğrusu... Çekirge'ye giderken, Süleyman Çelebi'ye bir güzel türbe yapılmıştır. Eskiden o da, mezarlıklar arasında sâde bir kabir idi. Amma, bir Alman sebep olmuştur. O güzelim mimârî şaheser Süleyman Çelebi'nin türbesi ve o selvi ağaçlı, merdivenli anıt mahal yapılmıştır.
Hadise şu; onu da anlatayım: Bir Alman elçi geliyor Bursa'ya... Bizim orda ihvanımızdan Kâzım Efendi diye, mekteb-i ziraat muallimlerinden bir efendi var; Almanca'sı çok güzel... Ziraat yüksekokulunun öğretmeni... Diyorlar ki, "Senin Almancan var; bu elçiyle meşgul ol, onu gezdir Bursada!.. Misafirperverlik yap!.." Devlet görev veriyor yâni...
Elçi Çelik Palas'a geliyor, özel daire tahsis ediyorlar. Orda oturup kalkıyor, Bursa'yı geziyor. Alman elçisi ama, Türkçe de biliyor.

Bizim rahmetli Kâzım Efendi'ye bir gün --kendi ağzından dinledim ben-- :
"--Kâzım bey! Yarın da Süleyman Çelebi'yi ziyarete gidelim!" demiş.
"Şaşırdım. Alman Süleyman Çelebi'yi ne yapacak?.. 'Peki efendim!' dedim. Ertesi sabah gittim. Bir taraftan da utanıyorum. Süleyman Çelebinin kabri harabe... Mezarlığın içinde bir kabir... Elçinin kapısını çaldım, odasına girdim. Baktım, grand tuvalet giyinmiş. Frak, smokin, papyon kravat, melon şapka vs. çok resmî giyinmiş. Şaşırdım. 'Efendim, ekselâns hani mezarlığa gitmeyecek miydik, hani Süleyman Çelebi'ye gidecektik?..' dedim"
"--Evet ona gidecektik..."
"--E, böyle giyinmişsiniz?.."
"--Onun için böyle giyindim!" demiş. "Kâzım bey, bana söyler misin; hangi şair onun şu beyti kadar kuvvetli şiir söyleyebilmiş?..

Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,
Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..


Berk urub çıktı evimden nâgehân,
Göklere dek nûr ile doldu cihân!..


Tabii kaç kişi anladı... (Dedi gördüm ol Habîbin ânesi,) "O Rasûlüllah'ın annesi dedi ki, ben gördüm:" Hadis-i şeriftir bu aynı zamanda... Ben hadis olarak da buna rastladım. Süleyman Çelebi, hadis-i şerifi nazma çekmiş. (Bir aceb nûr kim, güneş pervânesi!..) "Bir garib, çok muhteşem nur ki, güneş onun etrafında pervane gibi dönüyor. Güneş sönük kalıyor, pervane kelebeği gibi kalıyor; öyle bir nur gördüm."
(Berk urub çıktı evimden nâgehân,) "Parıldayarak evimden bir nur çıktı böyle... (Göklere dek nûr ile doldu cihân!..) Göklere kadar her taraf nur doldu." Rasûlüllah doğuyor. Rasûlüllah'ın doğmasından böyle bir nur gördüğünü hadis-i şerifte de nakletmişlerdir. "Benden bir nur çıktı. O nurun ziyâsından Busrâ'nın köşkleri aydınlandı." diyor Amine Hatun...
Onu nazmetmiş Süleyman Çelebi... Alman da bunu beğenmiş, anlatımdaki güzelliği beğenmiş. Yâni, "Öyle bir nur ki, güneş onun etrafında pervâne gibi... Parlayarak çıktı ve etraf muazzam aydınlandı." demiş oluyor.
Şimdi bu mısralar yazılı orda... Anlaşılan bizim Kâzım Efendi bu olayı orda buna anlattı. Orda bir türbe yaptırdı. İnşaallah biz de, bu Yunus Emre'ye Bursa'da, o mahalle arasında evin arkasındaki o zavallı kabrin etrafını biraz genişleterek, Yunus Emre'ye uygun bir türbe yaparız inşallah diye düşünüyorum.

Bir Yunus o, Bursalı Yunus... Bir Yunus da, --şimdi belki Aksaray'a bağlıdır, idârî taksimatı bilmiyorum-- Sivrihisar'lı... O Sivrihisar, --Eskişehirliler üzülse de söylemek zorundayım-- Eskişehir'in Sivrihisar'ı değil... Kızılırmağın kenarında ama, Eskişehir'deki Sivrihisar değil... Hacıbektaş kasabasına çok yakın, Sivrihisar diye bir yer var Kızılırmağın kenarında... Kızılırmak, biliyorsunuz nerelerden dönüp, dolaşıp öyle gidiyor Karadeniz'e... Bunu bir yazı ile, kitapla Refik Saygun anlattı. İncelemeler yaptı, oranın fotoğraflarını çekti. "Bu Sivrihisar'dadır Yunus!" dedi. "İşte, Tapduk Emre'nin kabri var burda... İşte Yunus'un kabri var burda..." dedi. Kimse bunu dinlemedi ama, aslında Yunus'un yeri orası, kabri orada... Onu da tabii, ihyâ etmek lâzım!..
Eskişehir'deki değil... Eskişehir, Yunus'un zamanında ne durumdaydı bilmiyorum. Karaman'da da değil... Asıl yeri, orası... Bilimsel olarak bu böyle; ama, çok kimse bilmiyor.
Ne zaman yaşamış; belli değil... Hangi tarihlerde ölmüş; belli değil... Çünkü, bizim vakıf kayıtlarını, sicilleri; depolarda, koridorlarda ne arıyor diye vagonlarla Bulgaristan'a göndermişler. Gelmişler İstanbul'da ilgisiz ilgililer... Koridorlarda bir takım evrakı çok kalabalık görünce:
"--Ne bunlar burda?.."
"--Efendim, bunlar arşiv belgeleri..."
"--Ne işe yarar?.."
"--Eski yazı..."
"--E, biz devrim yaptık, harfleri değiştirdik. Kim bunları okuyacak?.." demişler. Vagonlara yüklemişler.
İsmail Hakkı Konyalı feryad etti, yazılar yazdı: "Bunlar arşiv belgesidir, bunlar gönderilmez; çok kıymetli evraktır!" diye ama, giti hepsi... Avrupa'ya gitti, ve sâireye gitti. Yâni kendi mâzîmizi koruyamıyoruz. Yangınlar tahrib ediyor, kendimiz tahrib ediyoruz.

Çanakkale'nin, Fatih Sultan Mehmed Han tarafından yapılan kalesinin giriş kapısındaki kitabeyi, oradaki askerî birliğin başındaki bir üsteğmen veya yüzbaşı kazıtmış. Ne istedin o kitabeden, niye kazıtıyorsun?.. Fatih'in kitabesi bu... Hapsetmek lâzım!.. Kazıtmış; şimdi ara da bul, kitabe yok...
Mezar taşları Londra'da satılıyormuş... Bizim mezarlıklardan çalınan mezar taşları, kavuk şekli, taş şekli, yazısı itibariyle antika olduğu için Londra'da haraç mezat satılıyormuş. Müşteri buluyormuş, oralara kaçırılıyormuş. Nasıl ediyorlar artık, bilmiyorum.

Onun için Yunus'un mezartaşı yok... Arşivler yok, belgeler yok... Gölpınarlı söylüyor, ben de gördüm: HacıbektaşKütüphanesi'nde bir yazmanın üst tarafında, doğumu şu, yaşı şu kadar, vefatı şu diye bir kayıt var... Ama kim yazmış oraya, nereye dayanarak yazmış, belli değil... Diyorlar ki, işte 1320 yıllarında ölmüştür. Belki doğru olabilir ama, kuvvetli bir belge değil...
Bir tek kuvvetli belge var: Risâle-i Nushiyye isimli eserini yazmış, sonunda tarih atmış. Hicrî 707 tarihinde yazılmış; milâdî 1306/1307 ediyor. Demek ki Osmanlılardan önce o sağmış. Ötekiler, ilim adamı olarak bizim yüzdeyüz kabul edeceğimiz şeyler değil...

Yunus'un divanında incelemize göre; Yunus Emre evlenmiş, çoluğu çocuğu var... "Allah bize de çoluk çocuk verdi." diyor bir şiirinde... Anlıyoruz ki, Yunus bekâr göçmemiş; evli çoluk çocuk sahibi bir insan...
Bir şair koca olmuş. Yâni yaşlanmış. Genç yaşta değil, bayağı bir ihtiyarlamış olduğu belli...

Şeyh efendi diye çok hürmet etmişler kendisine, şiirinden biliyoruz. O kendisinden bahsederken, kendisini çok kötüleyerek söylüyor ama, biz anlıyoruz. "Bana şeyh diyorlar; nerde ben?.. Mertebem, çok fenayım." diye söylüyor; ama ordan anlıyoruz ki, şeyh demişler. Herkes hürmet ediyor, herkes elini öpüyor. Hayatında bu hürmeti görmüş.
İlim bakımından; yüksek derecede dînî bilgileri kazanmış, usta bir âlim... Öyle oduncu filân değil... Ümmî, elifi ve sâireyi okumamış bir insan değil; çok büyük bir alim... Eserlerinden de belli, kendisi de söylüyor. Muhtemelen Konya'da tahsil etmiş ve Sadreddin-i Konevî'nin fikirleri var, Abdülkerim-i Ciylî'nin fikirleri var şiirlerinde... Onlar ayrı bir konferans konusu, ince tasavvufî meseleler... Çok büyük bilgisi var...

Şimdi, bu eski Yunus ile, Mevlânâ zamanına yakın Yunus ile, öteki Bursalı Yunus arasında yüz küsur yıl zaman farkı var... Üslûb farkı var... Bu Yunus'un dili başka, Bursalı Yunus'un dili başka... Şıp diye anlaşılır; kullandığı kelimelerden ve üslûbundan hemen farkedilir. Mevlânâ'ya çağdaş Yunus başka, Bursalı Yunus başka... İkisi ayrı şahsiyet...
Bursalı Yunus, hiç falso yapmamış olan, şiirlerinde kimseyi tedirgin edecek bir söz söylememiş olan, müteşerrî, müeddeb, âşık bir şâir... Tam dört dörtlük potada bir insan...

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:08

F. YUNUS, CÜR'ETLİ BİR İNSAN

Gelelim eski Yunus'a... Eski Yunus, cür'etli bir insan, iddialı söz söyleyen bir insan... Nasıl iddialı söz söylüyor?..

Bir kez gönül yıktın ise,
O kıldığın namaz değil!..


"Bir kere bir kalb yıktıysan; senin kıldığın namaz, namaz değil!" diyor. Şeriat bu kadar sıkı değil... Şeriat biraz müsamahalıdır. "O kusurdur, tamam kalb kırması bir kusurdur ama; öbür taraftaki namazı da, namazdır. Ne yapalım, kusurlu bir müslüman... Kusursuz insan olmaz." diye düşünülür. Ama, Yunus sert bir insan; öyle şeylere pek razı gelemiyor, sapasağlam olsun istiyor. "Bir kez gönül yıktın ise; o kıldığın namaz değil!" diyor, defterden siliyor. Eski Yunus sert, sertliğiyle tanınıyor.
Sonra, biraz da Allah'a olan sevgisinden dolayı, bizim hürmet ettiğimiz bazı şeyleri de küçümser gibi bazı ifadeler kullanıyor; insanın yüreği ağzına geliyor.

Cennet cennet dedikleri,
Birkaç köşkle birkaç hûri;
İsteyene ver anları,
Bana seni gerek seni!..


Şimdi bu çok cür'etli bir söz ama, sonu tatlı bağlandığı için bir şey de diyemiyoruz. Allah'ı o kadar çok seviyor ki, cenneti, hûriyi ve sâireyi de düşünmüyor.
Bu da vardır. Hattâ bizim Nakşî Tarikatı'nda vardır. Çâr terk diyoruz biz... Dört şeyi terketmesi lâzım dervişin: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk...
Dünyayı defterden silecek, gönlünden çıkartacak... Ukbâyı defterden silecek, gönlünden çıkartacak. Ukbâda cennet var, hûriler vs. var... Terk-i hestî; varlıktan geçecek, kendini yok edecek, fenâ makamına erecek... Terk-i terk; bir de, terkettiklerini kafasında tutup da, kendisine kibir gurur getirmeyecek, terkettiklerini de unutacak... Yâni, "Ben şunları terkettim, ne büyük adamım!" demeyecek.

Çocuğun birisi namaz kılıyormuş camide... Gözleri yarı kapalı, mest bir şekilde namaz kılıyor... Ordan iki tanesi, "Yâhu şu delikanlıya bak! Ne kadar güzel namaz kılıyor." demişler. Biraz duyulacak bir sesle söylemişler. Çocuk namazı bitirmiş; "Esselâmü aleyküm ve rahmetullah... Esselâmü aleyküm ve rahmetullah... Hem de oruçluyum!.." demiş.

Bu bizim ilk Yunus da, acaba nasıl bir Yunus?.. Böyle cenneti, hûrileri filân küçümsediğine göre... Bir başka şiiri de var, onun bestesi de çok hoşuma gidiyor:

Milk-i bekàdan gelmişem,
Fânî cihanı neylerem?..
Ben dost cemâlin görmüşem,
Hûr-i cinânı neylerem?..


"Öbür alemden geldim ben buraya; ben burayı ne yapayım?.. Ben cemâlullahı görmüşüm, Allah'ı görmüşüm; hûrileri ne yapayım?.." diyor. Bu da güzel bir şiirdir. Hicaz makamında bestesi çok nefistir.

Özgür Çağrı 04-15-2009 00:09

G. YUNUS ALEVÎ DEĞİLDİR

--Yunus böyle de, acaba Yunus çizgiden çıkmış bir insan mı?..
--Hayır!..--İddialı olduğuna göre, yoksa alevî mi bu adamcağız?..
--Alevî değil!.. Bilimsel olarak onu da söylemek bizim vazifemiz... Nerden isbat edebiliriz?.. Meselâ televizyonda çıkacak karşımıza alevî babaları, dedeleri; "Yunus alevî idi." diyecekler. "Ahmed Yesevî alevî idi" diyorlar. Tamam, o zaman Hazret-i Ali de alevî idi. Kendisi netice itibariyle ama, senin bildiğin alevî değil... Alevîlik Hazret-i Ali'yi sevmekse, biz de alevîyiz. Hepimiz seviyoruz ama, yaşantın nasıl?..
Şimdi, şurda bir sözü var eski Yunus'un:

Namaz kılmayana sen,
Müselmandır demegil,
Hergiz müselman olmaz,
Bağrı dönmüştür taşa...

Namaz kılmayana müslüman demiyor eski Yunus... Sinirli ya, asabî meşrebli adamcağız... Namaz kılmadı mı, siliyor defterden... Hani, kalb yıkanı defterden sildiği gibi, namaz kılmayanı da siliyor. Namaz kılmayanlar yandı... Yunus kovalayacak sopayla... (Hergiz müselman olmaz; bağrı dönmüştür taşa...) Hergiz, aslâ demek...

Alevî kardeşlerimiz sahabenin arasında ayırım yaparlar; biz ayırım yapmayız.
(Ashâbî ken nücûmi) "Benim ashabım yıldızlar gibidir." buyurmuş Peygamber Efendimiz... (bi eyyihim iktedeytüm ihtedeytüm.) "Hangisine sarılsanız, hak yola, cennete gidersiniz." buyurmuş. Biz ashaba dil uzatmıyoruz. "Ashaba dil uzatarak benim canımı sıkmayın! Ashabım konusunda ileri geri konuşup da, beni üzmeyin!" buyuruyor. Biz ashabın kendi aralarındaki meseleleri bahis konusu etmiyoruz.
Ama onlarda tevellâ ve teberrâ var... Yâni, Hazret-i Ali Efendimiz'in dostlarını sevmek var, düşmanlarına düşman olmak var... Bir takım sahabeyi defterden silmek var, aleyhinde konuşmak var... Eski Yunus'ta bunlar yok...
Bunları niçin anlatıyorum?.. Yunus'un gerçek çehresini herkes bilsin diye anlatıyorum. Onu da şurda, misaliyle işaretledim. Onu da okuyayım da delilli olsun:

Işksız adem dünyada,
Belli bilün yokdurur.
Her biri bir nesneye,
Sevgüsi var âşıkdur.

Çalab'un dünyasında,
Yüzbin türlü sevgü var.
Kabul et kendözüne
Gör kangısı lâyıktır.

"Dünyada herkes bir şeyi sever. Binbir türlü sevgi var dünyada... Ama sen, bu sevgileri şöyle bir göz önüne getir. Bunların hangisi sana lâyıktır; seçme yap!" diyor.
Yâni, "Rahman'ı mı sevmek lâzım, şeytanı mı sevmek lâzım?.. İmanı mı sevmek lâzım, şirki küfrü mü sevmek lâzım?.. Zulmü mü sevmek lâzım, adaleti mi sevmek lâzım?.. Herkes bir şey seviyor ama, sen kendine lâyık olanı seç!" diyor.

Biri Rahmânir Rahîm,
Biri şeytânir racîm.
Anun yazuğımuz di,
Sevgüye taallukdur.

Dünyada Peygamberün,
Başına geldi bu ışk.
Tercemânı Cebrâil,
Ma'şûkası Hàlik'dur.

Yâni, "Bu sevgi dediğimiz şey Hazret-i Muhammed'in de başına geldi. Bu aşkın tercümanı Cebrâil AS'dır. Rasûlüllah'ın sevgilisi de Allah'tır." diyor.
Şiirin beşinci dörtlüğünde:

Ömer ü Osman Ali,
Mustafâ yâranleri.
Bu dördünün ulusı,
Ebû Bekr-i Sıddîk'dur.

Alevî der mi böyle?.. Demez. Tanıyoruz; dostlarımız var, tanıdıklarımız var... Bildiğimiz kimseler var... Hacı Bektaş'a gittik, gördük. Ebû Bekir, Ömer, Osman deyince; dişlerini gıcırdatırlar. "Adın ne?" diye sorsalar; "Ömer" dese kızarlar. Bak ne diyor:

Ömer ü Osman Ali,
Mustafâ yâranleri.
Bu dördünün ulusı,
Ebû Bekr-i Sıddîk'dur.

Ebûbekir Sıddîk'ın en yüksek olduğunu düşünmek de, ehl-i sünnet akîdesidir. Biliyorsunuz, ehl-i sünnet akîdesine göre, sahabe-i kirâmın efdali Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'dir. Hilâfet de, fazîlet sırasına göredir. Bizim kanaatimiz böyle... "Allah böyle takdir etmiş; demek ki, bunda bir sebep vardır." diye, biz böyle düşünüyoruz sünnî olarak...
Ama alevî kardeşlerimiz, "En üstünü Ali idi. Ötekiler haksızlık etti, gasb etti. Hazret-i Ali Efendimiz, Peygamber Efendimiz'in cenâze işleriyle meşgulken, orda politik entrikalarla kendilerini seçtirdiler." demeye getiriyorlar.
Yapmaz o insanlar!.. Diyelim ki, böyle haksızlık yaptı... Böyle insana Allah, Peygamber Efendimiz'in türbesinde yatmayı nasib etmez!.. Bu da benim özel delîlim...

Peygamber Efendimiz'in yanına herkes yatmadı; kabir arkadaşı iki kişi var... Kim?.. İki kayınpederi... Orda da zerâfet var; ikisinin de kızını aldı ya Peygamber Efendimiz... Birisi Ebûbekir Sıddîk, Hazret-i Aişe Anamız'ın babası; ötekisi Ömerül Faruk, Hazret-i Hafsa Validemiz'in babası... Yâni kayınpeder oluyor, baba oluyor. Allah onlara nasib etmiş, Peygamber Efendimiz'in türbesinde durmayı...
Efendimiz'in kabri şurda... Ebûbekir Sıddîk Efendimiz'in kabri arkasında... Ömerül Faruk Efendimiz'in kabri yanında... Eskiden diyorlardı ki, "Turna dizilişi gibi, birer metre geriye, birer metre sağa kaymış durumdadır." Öyle değil...
Son yapılan kazılarda, türbenin duvarını yaparken; kıbleye arkamızı dönüp, türbeye doğru teveccüh ettiğimiz zaman, sağ tarafta kalan yan duvarın tamirini yaparken, tamir edenler iki tane ayak görmüşler. Hemen kapatmışlar ve çok üzülmüşler. "Eyvah! Acaba Rasûlüllah'ı mı rahatsız ettik?" diye... Sonradan tarih kitaplarını karıştırmışlar. Anlaşılmış ki, Hazret-i Ömer Efendimiz levent olduğu için, boylu poslu olduğu için sığmamış da, ayağı biraz uzamış oraya doğru... Hazret-i Ömer'in ayağı olduğu anlaşılmış.
Şimdi, böyle bir kötülüğü yapmış olsalardı, Allah onlara Peygamber Efendimiz'in yanında, türbesinde, aynı odada bulunma şerefine erdirmezdi. Benim görüşüme göre... Nasib etmezdi, koğardı onları bilmem nereye... Ne olursa olurlardı. Orada defnedilmek nasib olmuş; bu çok önemli bir şey...

Bir de Hazret-i Aişe Validemiz'in rüyası vardır. Hazret-i Aişe Validemiz bir rüya görmüş. Ebûbekir Efendimiz de rüya yorumlamayı seviyor. Biraz o hususta mahareti tanınmış. Babasına diyor ki:
"--Babacığım, bir rüya gördüm. Gökten üç tane kamer, ay yere indi. Benim hücreme geldiler, toprağa daldılar. Acaba bunun yorumu ne?.."
"--Kızım! Senin odana üç kişi defnedilecek. Bunlar yeryüzünün en hayırlı insanlarıdır." diyor.
Peygamber Efendimiz vefat edince de kızına yanaşıyor, diyor ki:
"--Kızım, hani sen bir zaman bir rüya görmüştün ya, işte senin üç kamerinden bir tanesi budur ve en hayırlısı budur." diyor.
Peygamber Efendimiz oraya gömüldü. İkincisi kim?.. Ebûbekir Efendimiz... Üçüncüsü kim?.. Ömer Efendimiz...

Evet, Ömer Efendimiz sinirli bir insandı, eli kırbaçlıydı. Çarşıya pazara çıkardı, belediye reisliği vardı. Esnafı kontrol ederdi. Kamçıyı kafasına indirirdi. Ama Allah için yapardı, adaletliydi. Sevmeyen olabilir, kızan olabilir ama Allah sevdi mi, başkasının hiç önemi yok...
Peygamber Efendimiz'e de bazı konularda, "Yâ Rasûlallah, öyle yapmayalım!" demiş ve Hazret-i Ömer'in itiraz ettiği şekilde vahiy inmiş sonra... Samimiyetle kanaatini söyleyen insan... Doğruyu sevmek lâzım!..

Bizim burda anlatmak istediğimiz bilimsel bir gerçektir, bir yanlışlığı düzeltmektir. Yunus Emre'lerin hiç birisi --Bursalısı zâten değildir de, birinci Yunus da öyle-- şeyhayna, yhani Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize söven bir insan değildir. Tevellâcı ve teberrâcı değildir. Alevî değildir, sünnî akidesindedir. Çok net... Bu şiiri onun için buraya koydum. İki dörtlüğü daha var:

Alem fahri Muhammed,
Mi'râca ağduğunda,
Çalab'dan dilediği,
Ümmetine azıkdur.

Yunus senin aybını,
Gözlegil ayruğı ko,
Kimesnenin aybına,
Sen bakmagıl yazıkdur.

Sonunda da ahlâkî bir şey söylüyor: "Ey Yunus!" diyor kendisine... "Senin ayıbını gözle sen! Kendi ayıbına bak, kendini düzeltmeğe çalış!.. Ayruğı ko; yâni başkasının ayıbını araştırmakla meşgul olma, bırak o işi!.. Kimsenin ayıbına bakma; günahtır." diyor.
Yazık, günah demek... Eski Türkçe'de kelimeler bugünkü mânâsından farklı mânâlarda olabilir. Biz bugün yazık deyince, acıyoruz. "Yapma yazıktır, kediye eziyet etme!.. Kuşa eziyet etme, yazıktır!" diyoruz. Bunu acıma kelimesi olarak kullanıyoruz. "Yazık, vah vah, zavallı... Adamcağız ölmüş de, çocukları kalmış; yazık!" diyoruz. Burda acıma hissi olarak doğru da, eski Türkçe'de yazık, günah demek... Burda günah yok ki; adamcağız ölmüş zâten, yetimler kalmış. "Yazık, vah vah!.." diyoruz. Yazık yok orda... Yâni, kelimelerin farklı mânâsı var. "Sen başkasının ayıbına bakma; yazıkdur." dediği, "Günahtır, bakma, sen kendinle meşgul ol!" diyor.

Yunus Emre bir kere akide olarak isbat etmiş oluyoruz, namazlı niyazlı bir insandı. Sonra sahabe-i kirama hürmet eden bir insandı. Ayet-i kerimeleri bilen bir insandı. Alevî kardeşlerimiz de bu çizgiye gelsinler, bunun başka çaresi yoktur; çünkü, hak budur.


All times are GMT +3. The time now is 00:47.

Powered by vBulletin®
Copyright ©2000 - 2025, Jelsoft Enterprises Ltd.
AK Parti Forum 2007-2023