|
![]() |
#1 |
![]() PROTEİN SENTEZİ
ALPEREN GÜRBÜZER Hücre hayatında proteinler: Protein denilince genel itibariyle adalelerimize güç katan süt ve et gibi protein içeren gıdaların özü biliriz hep. Oysa proteinleri amino asitler yapısında hidrojen, oksijen,azot, karbon ve kükürt bulunan küçük moleküllü bileşikler olarak tanımlarsak daha bir gerçekçi tanım yapmış oluruz. İşte bu beş elementli bileşikler dev moleküllü protein zincirleri oluşturmak üzere 20 çeşit amino asit üretirler. Bu arada her bir amino asidin hücre ve dokularda reaksiyon oluşturabilmesi için mutlaka 3–5 tanede olsa mutlaka enzime ihtiyaç vardır. Bu enzimlerin bir tanesinin bile görevini askıya alması demek vücudumuzun iflası demektir. Çünkü bir hücrede biyokimyasal reaksiyonların herbiri özel bir enzim tarafından yapılır. O halde hücrelerin değişik fonksiyonel işlev görmesi farklı enzimlere sahip olmalarından ileri gelir. Madem enzimlerde protein olduğuna göre mutlaka hücrelerin fonksiyonel özellikleri de proteinlere bağlı seyredecektir. Sadece enzimlerin protein olduğunu düşünmek bile bu maddelerin hücre hayatında önemini anlamaya yeter artarda. Bir hücrenin bütün kısımlarının yapısında proteinler bulunur çünkü. Öyle anlaşılıyor ki canlılık cansızlık üzerine kurulu olmayıp, bilakis başka bir canlı ortamı üzerinde inşa olmaktadır. Nitekim cansız maddeleri sentezleyerek bir canlılık meydana getirmek imkânsızdır. Zaten bu tip denemeler yapılmış ve her denemelerin sonucu hüsranla bitmiştir. O halde canlılık denen hadise tamamen bir yaratış olayıdır. Maalesef yaratılış olayını anlamak istemeyenler protein sentezini sıradan bir kimyasal reaksiyonmuş gibi algıladıklarından sanki amino asitler gelişi güzel bir takım reaksiyon neticesinde birleşerek protein meydana getiriyormuşçasına basit bir hayat hikaye tarzında sunum yapıyorlar. Oysa protein sentezi asla böyle bir basit mantıkla açıklanabilecek bir olay değildir. Zira laboratuar ortamında cansız tabiattan elde edilen kimyasal maddelerle yapılan deneylerle taş patlasın ancak son derece sınırlı sayıda basit ve ilkel bileşikler elde edebiliriz. Dolayısıyla protein yapımını basit ve ilkel bileşik karışımı gibi sunmak bir şeyleri gözden kaçırmak hamlesi olarak yorumlamak daha doğru olacaktır. Dahası protein sentezi için değim yerindeyse devasa bir tesisin devreye girmesi söz konusu olmalı ki kompleks protein yapıları meydana gelebilsin. Kaldı ki değil bir kırmızı kan hücresini, bu hücrenin içerisinde mevcut olan tek bir hemoglobin proteini bile defalarca deneme yanılma yöntemiyle de elde etmeye çabalasanız bu iş için sadece bir dünya ömrü değil birkaç dünya ömrünün bile yetmeyeceği aşikârdır. Zira her şey biyolojik bir nizam çerçevesinde oluşuyor. Zaten tabiatın böyle bir deneme yanılma yöntemine dayalı bir protein üretme tesisini belki masallarda bulabiliriz, ama realite masal kabul etmez. Proteinler nerede yapılır? Protein sentezi denilen olay her hücrede mevcut olup, asla deneme yanılma yoluyla değil özel bir mekanizma ile gerçekleşmektedir. Üstelik o özel şartlarda daima koruma altında cereyan etmektedir. Aksi takdirde olumsuz şartların etkisiyle proteinler parçalandıktan sonra spesifik özelliğini kaybedip her biri işe yaramaz bir madde haline dönüşeceklerdir. Tabiî özel şartların korunması da yetmez, ayrıca proteinlerin sadece sol-elli amino asitlerden müteşekkil olmaları da icap eder. Yani aralarına kesinlikle bir tane bile olsa sağ-elli amino asitin sızmaması şarttır. Dikkat ettiyseniz şart koşuyoruz. Çünkü protein sentezi belli kayıt ve kurallara bağlanmış. Dolayısıyla kendisi için rol biçilen kaideler ne ise onun gereğini yapmak mecburiyetindedirler. Hatta bu kurallar DNA ve RNA içinde geçerlidir, ama bir farkla. Zira onların da kendilerini oluşturan nükleotidlerin sadece sağ-elli olmak mecburiyetleri vardır. Protein yapımı konusunda şartlar burada bitmiyor, devamı var. Şöyle ki; amino asitlerin bir araya gelip dizilmelerinin yanı sıra, birde bunların uygun bir şekilde bağlanma zorunluluğu söz konusudur. Öyle ki bu zorunluluk şartın yerine getirilebilmesi için ayrıca amino asit zincirinin kolları arasında adına peptit bağı denilen bir bağın bağlanması gerekmektedir. Elbette ki amino asitler sadece peptit bağları ile bağlanmazlar, çok değişik bağlarla da bağlanabilir, ama söz konusu protein yapımı için peptit bağı oluşturmak mecburidir. Yani bu bağlanma tarzı belli ki protein yapımına has bir spesifik durumu ortaya koymaktadır. Anlaşılan o ki protein oluşumunda gerek sol-ellilik kaidesi, gerekse peptit bağı ile bağlanma mecburiyeti önceden ilahi bir güç tarafından biyolojik programın gereği böyle ayarlandığını göstermektedir. Her nedense Amerikalı araştırmacı Stanley Miller tarafından ortaya konan adına Miller deneyi, hayatın tesadüfen meydana geldiğini savunanlar için bir delil gözüyle bakılmaktadır. Gerçektende Millerde başlangıçta amino asitlerin tesadüf eseri olarak ortaya çıkabileceği pekiştirmek adına ilk dünya atmosferinde var olabileceğini düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı karışımına dışardan verilecek suni bir elektrik şok enerji yardımıyla 100 santigrat derecelik bir ortamda bir hafta beklettikten sonra elde ettiği sonuçla canlılığı ispatlayacağını sanıyordu. Ama gel gör ki analiz çalışmaları sonucunda beklenen 20 çeşit amino asitten sadece üçünü sentezleyebilmiştir. Yine de bu deney bazı çevreleri öylesine heyecanlandırdı ki adeta “Miller hayat yarattı” denilecek kadar ok yaydan çıkarcasına manşetlere taşınabilmiştir. Oysa ortada canlılık denen bir şey yoktu, sentezlenen bir şey varsa o da bir takım cansız moleküllerdi. Maalesef bazı aklıevveller hemen iki üç cansız molekülün sentezlenmesinden medet umarak kafalarında kurgu filmlerini aratmayacak tarzda “Biz hücreyi yaratırız” şovuna dönüştürmüşlerdir. Onlar bilim kurgu senaryolarını kafalarında canlandıra dursunlar Miller deneyinin yapılış düzeneği bile dünyanın ilk yaratılış şartları ile taban tabana uyuşmadığı, aynı zamanda aldatmaca bir bilim kurgu senaryosundan ibaret olduğu anlaşılmıştır. Hatta senaryosu önceden tasarlanmış ve bilim kurgularını aratmayacak handikaplarını şöyle sıralayabiliriz; —Miller adına soğuk tuzak (cold trap) dediği bir dediği bir düzenekle amino asitleri izole etmeye çalışmıştır. Oysa ilkel tabiatın doğuşunda böylesine bilinçle hazırlanmış herhangi bir aygıt ortamı yoktur. Dolayısıyla birinci handikapı ta baştan deney ortamı ile ilkel dünya ortamı arasında derin bir uyuşmazlığını ele vermektedir. Zaten protein yapımın kimyasal olarak ilkel dünya şartlarında oluşmasını imkânsız kılmaktadır. —Bir kere bilim adamlarının hem fikir olduğu ilkel atmosfer ortamının Miller’in öne sürdüğü metan, amonyak yerine tam tersi atmosferde azot ve karbondioksit olduğu yönündedir. Dolayısıyla ikinci handikapları atmosfer uyuşmazlığı olarak ortaya çıkmaktadır. Hatta Miller kendi deneyinde kullandığı atmosferik ortamın gerçekçi olmadığını itiraf etmişte. Nitekim bing-bang (büyük patlama) sonucunda ortaya çıkan tabloda dünyamızın sıcak olduğunu düşündüğümüzde ergimiş halde nikel ve demir karışımı ağırlıklı bir ortamın olacağı muhakkaktır. Bundan hareketle o ilk patlayışın ardından daha yeni şekillenmeye başlayan atmosferin azot, karbondioksit ve su buharından müteşekkil olması kaçınılmazdır. Zaten J.P.Ferris ve C:T Chen yukarı da adından bahsettiğimiz ilkel atmosferi oluşturan bu kimyasal terkiplerle Millerin deneyini tekrarladıklarında elle tutulur bir amino asit bile elde edememişlerdir. Çünkü ilk oluşumunda yer alan bu kimyasal gazlar organik moleküllerin meydana gelmesinde bir amonyak ve metan gazı kadar elverişli değillerdir. — Bilindiği üzere Miller deneyini oksijeni dikkate almadan yürütmüştü. Nitekim bu durum da üçüncü handikap olarak ilk atmosferde yoğun bir şekilde oksijen varlığının tespiti Millerin deneyini tek başına geçersiz kılmaya yetebiliyor. Dahası oksijenden kaynaklanan ültraviyole ortamının bulunduğu ortamda bir tek amino asidin yaşamasını imkansız kılmaktadır. Zira bilim adamları o devirlerde 10 bir misli ültraviyole ışınların yeryüzüne ulaştığını söylemekle kalmayıp, bu yoğun bombardıman altında aminoasitlerin tümünün parçalanmasından doğal daha ne olabilir diye haykırmaktalar. Miller deneyinde zaten oksijen kullansaydı metan gazı karbondioksit ve suya, amonyak ise ister istemez azot ve suya dönüşecekti. Kaldı ki ilkel atmosferde oksijen olmadığını farz etsek bile bu seferde ozon tabakası olmadığından yine amino asitler doğrudan ültraviyole etkisiyle karşı karşıya kalıp, böylece parçalanmak zorunda kalacaklardı.. Demek ki ilkel atmosfer şartlarında oksijenin yokluğu da bir dert, yoğun bir şekilde fazla oranlarda olması da ayrı bir derttir. Sonuçta her iki durumda aminoasitler için yok edici ortamdır. —Biz biliyoruz ki canlılık sol-elli amino asitlerin iştirakiyle gerçekleşebilmektedir. Maalesef Miller deneyinin dördüncü handikabı ise bol miktarlarda sağ-elli amino asitlerin ortaya çıkması yaptığı deneylerin güvensizliğine daha da güvensizlik katmaktadır. Yukarda sıraladığımız handikapları bir bütün olarak değerlendirdiğimiz de Miller deneyi canlılığın ilkel dünya şartları ortamında tesadüfen sahne aldığını ispatlamaktan aciz olduğunu göstermektedir. O halde şimdi sormak zamanıdır, soruyoruz da: —Hani bu deneyle belirlediğiniz o bilinçli laboratuar ortam şartları, ilkel dünya şartlarının neresin de var? —Hani bu deneyle belirlediğiniz o kontrollü mekanizmaya dayalı düzeneğiniz ilkel dünya şartlarının hangi düzeneğinde var? —Hani bu deneyle belirlediğiniz o en ideal ölçülerin ilkel dünya şartlarının hangi terazisinde mevcut? —Hani bu deneyle ortama verilen o enerji miktarı ilkel dünya şartlarının hangi enerji santralinde var? —Hani bu deneyle büyük bir itina ile hazırlanmış olduğunuz o düzeneğinizin malzemeleri ilkel dünya şartlarının hangi lojistik donanımında yer alıyor? Biliyorum bu sorularla bir takım çevrelerin canı çok sıkıldığını. Ama mecburuz, çünkü yaratılışa sataşma söz konusu. Sahtekarlıklarının gün yüzüne çıkmaması adına öylesine deney aygıtını amino asitlerin oluşumunu engelleyici yabancı unsurlardan arındırılmış bir vaziyette hazırlamışlar ki bu soruları sormak zorunda kaldık. Nitekim ilkel dünya şartlarında mevcut birçok elementler ne hikmetse deney tüplerine almamışlar. Belli ki olayların seyrini bir anda altüst edebilecek en ufak planlarını bozması muhtemel hangi unsur varsa hepsi kendilerince elimine edilmiştir. Tabiî ki kurnazlıklarına diyecek bir şeyimiz yok, doğrusu bu konuda maşallahları var. Ne kadar kurnaz olursalar olun sonunda Darwin’i kurtarmak adına sarıldıkları Miller deneyiyle aslında büyük iştiyakla savundukları evrim teorisini kendi elleriyle bir kez daha mezara gömmüş oluyorlar. Demek ki bu işler iyi ayarlanmış özel ortamlarla ve bilinçli müdahalelerle kontrollü laboratuarla ilkel dünya şartlarını açıklamaya yetmiyor. Nasrettin Hoca hanımına; un var, şeker var, yağ var, ama tüm bu varların içerisinde niye helva yoktur demiş ya. İşte evrimcilerinde hali de aşağı yukarı bunun gibi bir şey. Köşeye sıkışan evrimciler bu sefer Sdney Fox’un; “ilk amino asitler ilkel okyanus şartlarında oluşup, ansızın akabinde bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenerek yüksek ısının etkisiyle bünyesindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte kuruyan amino asitler şeklinde proteini meydana getirmişlerdir” görüşüne tutunmaya başlamışlardır. Oysa yapılan bir takım analiz çalışmaları neticesinde yüksek ısıda amino asitlerin bozulduğunu göstermektedir. Bu durum karşısında Fox mücadelesinde yılmadı, usanmadı ve laboratuar ortamında kendine has şartlar altında damıtılmış aminoasitler kurumaya bırakılıp sonradan bu amino asitler ısıtılarak birleştirilmesi yoluna gidilmiştir. Fakat analiz çalışmaları sonucunda ortaya birbirlerine rasgele bağlanmış sıradan birkaç anormal amino asit halkalarından başka bir şey ortaya çıkmadı. Üstelik yapılan deneyde Millerin ardından bıraktığı enkazın üzerine değil canlı organizmalara ait amino asitler üzerine inşa edilmiştir. Madem Millerin devamı olduğunu ileri sürüyorsunuz, o halde onun ürettiği işe yaramaz amino asitleri materyal kullanmak daha etik olmaz mıydı? Şurası muhakkak gerek Fox ve gerekse diğer bilim adamlarının elde ettiği hiçbir anlam içermeyen suni birkaç amino asit zincirlerin (proteinoidler) oluşumu tabii şartlarda meydana gelmesini beklemek denize düşen bir inci tanesini bulmak gibi imkansızlığa sarılmaktan başka bir şey değildir. Elbette ki çok özel tekniklerle dünyanın oluşumunda olmayan başka şartlar altında amino asitleri bir şekilde bağlama başarılarına itirazımız olamaz. Bizim itirazımız ortaya çıkan düzensiz protein diye sundukları ürünlerin proteinden ziyade işe yaramaz birtakım lekelerle işte canlı böyle oluştu iddiasınadır. Böylece tüm cümle âlem anladı ki öne sürdükleri protenoidler gerçek proteinlerle yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan birer ucube yapılardır. Cansız maddeden canlılık oluşturma adına büyük çapta havuzlara istediğiniz kadar kimyasal madde atın, istediğiniz kadar dışardan her türlü gaz pompalayın, hatta istediğiniz envai türden radyasyon takviye edin, sonrada bu attığınız maddeleri devasa mikserlerle karıştırıp ısıttığınızda bile sonuçta hayat için gerekli olan 2000 enzimden en iyimser tahminle belki birkaç amino asit, birkaç basit kimyasal madde sentezleyebilirsiniz. Bunun ötesine gidemezsiniz zaten, çünkü orda yaratılış gerçeği var. Maalesef bu kafa yapısıyla ne amino asitlerin oluşumunu aydınlatabildiniz ne de proteinlerin oluşumunu. Üstelik hayat biyokimyası sadece proteinle de sınırlı kalmayıp hücre denen bir yapıya doğru ilerleyerek mesele daha da çok karmaşık bir hal almaktadır. Şimdi bu noktada amino asit ve proteinle baş edemeyen evrimciler daha kompleks bir yapı olan hücreyle nasıl baş edecekler doğrusu çok merak ediyorum. Oysa hücre âlemi sadece basit bir protein yığınından ibaret olmayıp, bünyesinde birçok sistemin barındığı canlı bir mekanizma olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza James Watson ve Francis Crick’in gün yüzüne çıkardığı kompleks yapıdaki nükleik asitler (DNA ve RNA)’de öyledir. İlkel dünya atmosferin bünyesinde ihtiva ettiği gazların amino asit sentezini imkan vermediği anlaşılması üzerine, bu seferde proteinlerin bilgisini taşıyan RNA molekülünün oluştuğu senaryosu tezi ileri sürülmeye başlanıldı. Walter Gilbert tarafından ileri sürülen bu teze göre nasıl olmuşsa milyarlarca yıl önce RNA kendi kendine tesadüfî bir eser olarak ortaya çıkmış, akabinde çevre şartlarının tesiriyle proteinler imal etmeye başlamış, derken en nihayet DNA molekülü doğmuş güya. Gerçekten ileri sürülen bu tezlere gülesin mi ağlayasan mı, doğrusu şaşmamak elde değil. İnsan ister istemez bu cümleler karşısında nasıl oluyor da hayali nükleotidler nizami bir dizilimle bir araya gelip RNA’yı meydana getirmiş sorusunu sualsiz geçiştirmek istemiyoruz. Dahası RNA en mükemmel laboratuar şartlarında bile sentezlenmesi zor iken nasıl oluyor da ilkel dünya şartlarında kendi kendine meydana geliyor doğrusu sormadan edemiyoruz. Hadi bundan vazgeçtik madem RNA kendi kendine tesadüfen meydana gelmiş yine hangi tesadüfî bilgiyle kendi kendini kopyalamayı akıl edebilmiş, ya da kendisini kopyalarken kullanacağı nükleotid elemanlarını nereden temin etmiş sorusunu bir kez daha sormadan edemiyoruz. İşte bu sorulardan da anlaşıldığı üzere karman çorban bir karışımdan ansızın hayali bir RNA masalı ile karşı karşıyayız. Hâlbuki RNA canlılığın oluşumu ile yakından uzaktan alakası olmayıp bilakis protein yapımıyla alakalı bir bilgi deposudur. Ne zamandan beri bilgi protein üretecek duruma gelmişte biz duymamışız, bir bilen varsa çıksın anlatsın. Bir kere bilgi hammadde değil, adı üzerinde bilgi. Amino asitler, malum hammadde hükmünde fonksiyon icra ederler hep. Onların hezeyanlarına kulak assak Nasreddin Hocanın hikâyesini tersinden alıp ortada un yok, şeker yok, yağ yok ama helva var demek durumunda oluruz ki işin içinden çıka bilene aşk olsun. Kaldı ki bir protein hücre alemi içerisinde birtakım kompleks işlemler sonucunda yoğrulup birçok enzimin etkisiyle ribozomlar üzerinde üretilirler. Ribozomun bizatihi kendisi de karmaşık bir yapıya sahip bir üretim fabrikası. Dolayısıyla bir çok kompleks yapının aynı anda bir araya tesadüfen gelerek büyük organizasyonlara imza atmalarını beklemek hayalden de öte bir başka uçuk hayal olsa gerektir. Başta demiştik RNA malzeme değil bilgi diye. Bilgi aynı zamanda şifre (DNA veya RNA) demektir. Bilgi öyle bir güç ki insanın genini bile değişime uğratabilmektedir. Nitekim bilgi beyine misafir olduğunda içi boş bir varlık olarak hiçbir anlam ifade etmezken, ne zaman ki beyin tarafından değerlendirmeye tabii tutulup işte o zaman protein sentezi oluşmasıyla birlikte DNA’yı değiştirdiğinde, anlam ifade eden bir varlık haline gelebilmektedir. Buradan hareketle tek başına protein sentezini bilgiye endekslemekte yanlış olup, bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. Zira nükleik asitlerde ki bilgiler ya da şifreler transfer edilmediği müddetçe havada kalmaya mahkûm kalacakları muhakkak. Dahası bilgi transfer işlemleri minimum 50 makro molekül parçayla mümkün hale gelip, bu parçaların her biri DNA ile kodludur. Dolayısıyla şifrelenmiş bu makro molekül parçaları olmaksızın transfer işlemlerin gerçekleşmesi imkânsızdır. İmkânsızlıkları zorlayarak hala RNA zincirinin bizim bilmediğimiz bir takım tercih veya metotlarla 50 makro molekül parçalarının göreceği işi tek başına protein sentezinin üstlenerek ürettiğini söylemek safdillik olsa gerektir. Modern biyoloji bilimi bangır bangır proteinlerin yardımı olmadan RNA’nın kendi kendini kopyalamasını mümkün olmadığını ortaya koymasına rağmen bu inat niye? Hayatın kaynağını RNA’da arayacağınıza “Hayy” da arasalar olmaz mı? Allah hayat sahibidir, başkalarını hayat sahibi ilan etmenize gerek yoktur. Hani zaman zaman “Hay’dan gelir huy’a gider” söyleriz ya. O söz aslında tasavvufi güzel bir sözdür. Şöyle ki “Hayy’dan gelir Hu’ya gider” sözü Allah’tan (hayattan) geldik O’na gideceğiz demektir. Yani O’na, mutlak varlığa ve Zat’a gitmek manasınadır. İşte aşk bu. Zaten aşk olmazsa işimiz zordur. Dileriz ki, Allah hepimize aşkı nasip etsinde işimiz kolay olsun, Olur ya belki dogmatik ve hayali sapkın fikirlerden cümle alem kurtulurda metafizik aşk yoluna gireriz. Onun için bu gün dünden de daha çok aşka ihtiyacımız var. Aksi takdirde haramilerin sayısı gün geçtikçe daha da artacaktır. Dahası kullandığı alet ve adavetleri de çoğalacaktır. Yinede ne kadar çoğalırsalar çoğalsınlar hayat için gerekli olan tüm malzemeleri bir deney tüpüne koysalar da ve bu deney tüpü içerisindeki malzemelerin dirilmesi adına ne var ne yok tüm metotları tatbik etselerde ondan bir diri yaratamayacaklardır. Nitekim bu tür denemeler uzun yıllar çok kez sınandı, sonuç elde var sıfır. Bu yüzden birzamanların hayatın tesadüfi olarak çıktığına inandırılan matematik ve astronomi Profesörlerinden Chandra Wickramasinghe; “..şu an geldiğim nokta itibarı ile Tanrı’yı inkar edecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum.. tek mantıklı cevabın yaratılış olduğu neticesine varıyoruz’’ itirafında bulunabilmiştir. Hatırlarsınız altmışlı yılların sonlarında İzlanda civarında ansızın yeni bir ada doğmuştu. Pür dikkat bilim adamları bir ümitle adaya doğru akın ediverdiler. Kendilerini hoşgeldin dercesine rengarenk çiçeklerle kaplı bitki florası, birtakım böcek ve kır çiçekler karşılıyevirdi. Öyle ki adanın iki yıl içerisinde zengin flora ve faunası izleyenleri hayretler içerisinde bırakıverdi. Çünkü evrimciler o güne kadar çok türlü canlı dökümanının ancak 50 milyon yıl içerisinde oluşabileceğini hep söyler dururlardı. Oysaki hayata yeniden mehraba diyen adanın kısa sürede ulaştığı yeni sakinleri doğrusu onları şaşırtmış gözüküyordu. Her nekadar aralarında ağaçlar ve hayvanlar olmasa da Amerika’da hayatını idame ettiren bir karınca cinsinin olması onları büsbütün çıldırtmaya yetti arttı bile. Böylece yaratılışçıların canlıların yeryüzüne aynı anda çıktığı fikri bir kez daha teyid edilmiş oldu. Ayrıca birçok araştırıcılar RNA’nın protein sentezi ile ilgili olduğunu ortaya çıkardıktan sonra söz konusu sentezin hücrenin neresinde olduğunu öğrenmeye çalıştılar. Bu amaçla Borsook, bir kobaya radyoaktif amino asit enjekte etmiştir. Hatta 30 dakika sonra hayvanı öldürüp karaciğerini şeker çözeltisinde parçalamışta. Derken meydana gelen çözeltiyi üç değişik hızla santrifüjde döndürmüş, ardından çekirdek, ribozom ve mitokondrileri birbirinden ayırmıştır. En nihayet yaptığı ölçümler sonucu ribozomlardaki radyoaktif amino asitlerin diğer hücre kısımlarından (Mitokondri, çekirdek gibi) iki kat daha fazla olduğunu görmesiyle birlikte aminoasitlerin ribozomlar üzerinde protein sentezine girdiğini ortaya koymuştur. Boorsok 1950 de bu deneyi yaptığı zaman ribozomların endoplazmik retikuluma bağlı olduğu bilinmiyordu. Keza Zamaecknik ve arkadaşlarının yaptıkları seri deneyler sırasında fareyi uyuşturup karaciğerini ortaya çıkarmışlar, akabinde radyoaktif amino asit kapsayan bir çözeltiyi kuyruk toplar damarına enjekte etmişlerdir. Daha sonra 2–20 dakika ara ile karaciğerden birer parça alarak asit miktarını tayin etmişler. Sonuçta ribozomların her miligramına tekabül eden amino asit miktarın endoplazmik retikulumdan arta kalan proteinlerden 7 kat daha fazla radyo aktif aminoasit ihtiva ettiğini bulmuşlardır. Böylece proteinlerin ribozomlar üzerinde yapıldığı kesin bir şekilde ispatlanmış oldu. Aslında Zamecknik ve arkadaşları belli ki bu deneylerle proteinlerin ribozomlar dışında veya endoplazmik retikulumun başka kısımlarında yapılıp yapılmadığını bulmak amacını gütmüşler, fakat kazın ayağının hiçte öyle değil.. Yapılan birçok deney sonucunda bir hücredeki protein sentezinde rol alan asıl etken faktörün; —Çekirdekte yer alan DNA molekülleri, —Çekirdek, sitoplâzma ve ribozom arasında hareket eden mRNA ile ribozom arasında hareket eden tRNA molekülleri sayesinde gerçekleştiği belirlenmiştir. Hücre yönetiminde hiyerarşi Bütün canlıların esasını teşkil eden organik bileşiklerden nükleoproteinler; nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden teşekkül etmişlerdir .Yani proteinler takriben 100 ila 3000 amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerdir. Mesela en basitinden kan dolaşımına hayat veren aynı zamanda cana can katan bir protein olan hemoglobin molekülünde 574 tane amino asit bulunmaktadır. Düşünebiliyor musunuz kan dolaşımımızda milyarlarca kırmızı kan hücresinden sadece bir tanesinde 574 amino asit mevcuttur. Ya tamamında nasıl derseniz yapılan hesaplamalarda 280.000.000 (280 milyon) hemoglobin proteinin varlığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla gerek oksijenin kan yoluyla vücuda transferi, gerek yediğimiz gıdaların hazmedilmesi, gerekse kanın pıhtılaşması gibi birçok kimyasal olayın yön ve hızları birçok protein veya enzim şeklinde olan proteinlerin etkisinde cereyan etmektedir. Ancak birçok araştırıcı hücre içerisinde cereyan edecek temel olayların çekirdek içerisinde DNA’da şifrelendiğine inanırlar. Onlar inana dursunlar, şu da bir gerçek DNA’nın bir direktifler kitapçığı olması demek hücre içerisinde birçok kimyasal reaksiyonların oluşumunda doğrudan tek başına etkili olduğu anlamına gelmez. Zira DNA çekirdekte olmasına karşılık hücre faaliyetlerin büyük bir bölümü hücre sitoplâzmasında cereyan etmektedir ki, arada ara elemanlarda iş başındadır. Bu nedenle DNA’dan direktifleri ileten aracı molekül mRNA sahne almaktadır. Bundan dolayı hücre mRNA vasıtasıyla gelen direktiflere karşı olumlu tepki göstererek gerekli proteinler sentezlenir. Derken hücrenin bütün fonksiyonları bir hiyerarşi içerisinde yürütülür. Bu hiyerarşinin en tepesinde ise hiç kuşkusuz DNA (gen) oturmaktadır. DNA zincirinde yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görür Her hücre çift sarmal(spral) DNA helezonlardan kuruludur. Dolayısıyla hiçbir hücre genetik kartını kendi kuruluş amacının dışında başka alanlarda kullanmasına izin verilmeyip şifresine sadık kalmaktadır. Yani DNA zincirinin yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görmektedir. Şayet DNA zincirinin her iki tanesi RNA kalıbı olarak görev yapsaydı her gen birbirinin komplamenteri iki tane RNA ürünü meydana gelecekti. Bu durumda bunlar birbirinden tamamen ayrı iki tane protein sentezini şifrelemesi gerekecekti. Fakat genetik kartlar her bir genin yalnız bir tane proteini denetlediğini göstermektedir. Buna göre ya DNA zincirinde bir tanesi kopya edilmeli ya da iki komplamenter RNA ürünü yapılıcaksa bunlardan yalnız bir tanesi fonksiyonel olmalıdır. Anlaşılan bunlardan ilk ihtimalin daha doğru olduğu gözükmektedir. Nitekim bu durum Bacillus Subtilis bakterisine ait hücrenin yönetiminde sentez edilen RNA’ nın incelemesiyle kesinlik kazanmıştır. Protein sentezinde mRNA’nın aracılığı Yönetici genlerden doğan talimatlar veya RNA alfabesinde A-U-G-S şeklinde yazılmış enformasyon niteliğinde start alan emirler mRNA molekülü vasıtasıyla kromozomlardan çıkıpprotein sentezi gerçekleştirmek üzere ribozomlara konuk olurlar. Yani herhangi bir ribozom her çeşit protein molekülünü yapacak durumda mevzi almaktadır. Hatta üretilecek protein çeşidi ribozomdan geçmekte olan mRNA yazılımına bağlı olarak teşekkül etmektedir. Bunun için 5 uçlu kodunla ribozoma temas eden mRNA molekülü bir barkot cihazından geçen ürünün okunması gibi okunur. Hatta okunmakla kalmayıp mRNA şeridinin ribozom üzerinde özel noktaya yanaşmış olan tRNA ile kontak kurulur da. Nihayet bu kontak sonucunda mRNA bir kodon boyu ilerleyerek kendine uygun bir tRNA ile birleşir. Böylece mRNA hızla bir yandan ribozomdan geçerken diğer taraftan ribozomun yardımıyla kendine uyan bir tRNA kodonunu hizaya getirir (sıraya sokar). Keza tRNA’nın uçlarında bulunan aminoasitlerde kendi aralarında sıralanırlar. Sırayı bildiren ise mRNA’dır. Bu arada tRNA vasıtasıyla aminoasitlerin sıralanmasına aracılık eden moleküllerin mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodonla birlikte bunlara uyan aminoasitlerin hangilerinin olacağı da belirlenir. Diğer taraftan iki fosforik asit ise fosforik asit halinde ayrılıp, bir tRNA molekülü vasıtasıyla kendisini faaliyete geçirici enzim tarafından katalizlenir. Derken reaksiyon sonucunda AMP (Adenozin monofosfat) kaynaklı nükleotid tRNA’ya bağlanır. Bu sayede ilgili enzim yeniden kullanılmak üzere serbest hale geçer. Anlaşılan o ki bütün tRNA çeşitleri ucunda adenin kapsayan bir nükleotid mevcut olup, aminoasit kendi COOH grubu ve riboz şekerinin OH gruplarından biri arasındaki bir bağla nükleotide bağlanır (adenine bağlanır). Bir mRNA molekülünün arka arkaya birçok ribozomdan geçişi Bir ribozomdan çıkmakta olan mRNA’nın ucu bir başka ribozoma girmek suretiyle orada aynı yapıda ikinci bir protein molekülünün sentezini başlatabilir. Tabii ki bu sentez ikinci ile sınırlı değil. Şöyle ki her bir yazılımın arka arkaya dizilmiş ribozomlardan geçmesiyle birlikte anlam kazanıp protein sentezi devam ettirilmektedir. Zaten hücrede çoğu kez ribozomlar birbirine yakın olduğundan bir ribozomdan çıkan mRNA diğerine geçtiğinde yeni ribozom grupları oluşur ki, işte böyle çoklu gruplara poliribozom denir. Şurası muhakkak poliribozomun varlığı protein sentezinin çabuklaşması demektir. Yani az sayıda mRNA ile çok sayıda protein sentezi mümkün hale gelmektedir. Protein sentezinde DNA bilgisinin genişletilmesi ya da çoğaltılması (Enformasyonnun amplifikasyonu) Protein sentezi bir gendeki enformasyonun çekirdek içerisinde başlayan DNA yazısından mRNA yazısına ve ordanda ribozom üzerinde polipeptit yazısına tercüme edilme hadisesidir. Böylece bu üç yazı hem zincirlemesine enformasyon taşır hem de birinden diğerine tercüme edilerek çoğaltılırda. Bu çoğalma öncesi bir gendeki enformasyon başlangıçta bir adet olmasına rağmen sonraki aşamalarda ortalama her dakikada bir tane mRNA sentez edilir. Ancak bir mRNA molekülünün ömrü 240 dakika ile sınırlıdır. Bu sürenin sonunda mRNA’nın aşınıp bozulmasıyla birlikte artık çalışamaz duruma gelmektedir. Bir başka ifadeyle 240 dakikalık ömür boyunca aynı genden aldığı enformasyonla 240 adet mRNA yapılmakta olup yenisine geçişte ilk meydana gelen ölmüş oluyor. Böylece yeni meydana gelen bir mRNA molekülüne karşılık en yaşlı mRNA öleceğinden hücrede aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA’lık populasyon ne artar ne azalır, yani sürekli sabit kalmaktadır. Demek ki mRNA’nın taşıdığı bu bilgi tRNA’nın ve ribozomların yardımıyla polipeptit yazısına çevriliyor. Yani protein sentezi bir tercüme işi olduğundan, polipeptit yazılı 20 harflik bir alfabe ile yazılmaktadır. Hiç kuşkusuz bu yazılımda rol oynayan harfler aminoasitlerdir. Üstelik her harf RNA yazısında 3 harfli kodonluk bir kelimenin yerine geçmektedir. Bir anlamda DNA’dan mRNA’ya ve oradan da ribozom üzerinde polipeptit zincirine tercüme edilmesi sonucunda oksitosin ve vasopressin polipeptitlerin meydana gelişi sahne alır. Nasıl ki 29 harfin tesadüfen meydana gelebilmesi için bir kâinat ömrü sığmıyorsa aynen öyle de polipeptit yazılı 20 harflik bir alfabenin kendi kendine yazılımının gerçekleşmesi için dile kolay trilyonlar aşan kâinat ömrü yetmeyecektir. Tüm bu gerçekler ortada iken hala bir insanın 46 kromozomuna denk düşen 1 milyon sayfalık bilginin tesadüfle meydana geldiğini iddia etme cüretini sergilemek akıl tutulmasından başka bir şey olmasa gerektir. Protein Sentezinde yardımcı enzimler ve enerji ihtiyacı DNA protein yapısındaki birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebilmektedir. Aynı zamanda buna paralel olarak kendisine yardım eden enzimlerin sentezi de DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte. Bu durum bir çelişki gibi görünse de ilk yaratılış gereği ikisinin de aynı anda var olması gerekecek şekilde tasarlanmış bir plan olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani DNA’sız protein olamayacağı gibi, proteinsiz DNA’da çoğalamayacaktır. Dolayısıyla son derece karmaşık yapıda olan protein ve nükleik asitler(DNA ve RNA)’in tesadüfî bir eser olarak meydana gelmesi mümkün gözükmemektedir. Bilindiği üzere genetik programlar bin ciltlik kütüphaneyi dolduracak şekilde veri tabanına (bilgi deposu) depo edilirler. Üstelik bu bilgiler üç harfli veya üçlü kodon halde bir yazılımla milyarlarca bitlik bilgisayar birimine tekabül eden bilgilere eş değer sayıda dizilerek sahne almaktalar. Dahası insanın bir tek hücresine ait tüm özelliklerin kodlandığı 46 kromozomluk bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopedisini dolduracak niteliktedir. Yani her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelmektedir. Düşünsenize söz edilen sadece tek bir hücre için, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya çıkacak rakamı düşün, o zaman telaffuzu bile zor rakamlarla karşı karşıya kalacağımız görülecektir. Bu gerçeklere rağmen hala tesadüf denilecekse pes doğrusu... James Dewey Watson asrımızın en büyük buluşu olan DNA’yı keşfetmekle birlikte birtakım soruları da beraberinde getirmiştir. Şöyle ki; acaba amino asitler mRNA’nın yüzeyinde bir sıra halinde toplanarak bir enzimin etkisi altında protein oluşturmak üzere mi birbirine bağlanırlar? Yine bir başka soru örneğin U-U-U üçlüsünün fenil alanin moleküllerine uyduğu diğer amino asitlerin uymadığı özel bir şekli mi var, yoksa üçlülerden her birinin 20 amino asitten yalnız birine uyan bir şekli mi var? Elbette ki bu tür sorular önünüzde durdukça basit mantık kurallarıyla böyle bir mekanizmayı cevaplamak mümkün görülmeyecektir. Oysa gerçek işleyen kurulu mekanizma Francis Crick tarafından şöyle açıklanmıştır; U-U-U bazlarını A-A-A nükleotid üçlüsü çekerek hidrojen (H) bağları oluştururlar. Eğer böyle bir molekülle fenil alanin bağlanmışsa mRNA doğru yerinde tutulacaktır. Mesela bir nükleotid üçlüsünün yanında prolin şifresini taşıyan S-S-S üçlüsünü G-G-G nükleotid üçlüsü kendine çekecektir. Böylece prolin fenil alanin yanında doğru yerinde tutulmuş olacaktır. Ki; RNA molekülleri, aminoasitlerin ribozomlara taşınmasında sorumludur. Bir başka ifadeyle tRNA olarak adlandırılan bu moleküllerin herbiri bir adaptör görevi (adapte edici iş görür) yapma sayesinde doğruca yerlerine gidip, böylece amino asitler istenilen tipte proteini meydana getirirler. Fakat bu işlemini gerçekleşmesi için aminoasitlerin ribozomda senteze girmeden önce özel enzimlerle tRNA’ya bağlanması gerekir. Nitekim doğru bağlanma bir veya birkaç enzimin etkisi altında gerçekleşmektedir. Aminoasit ve tRNA kompleksinin mRNA’nın özel kodonuna bağlanmasında rRNA’nın enzimatik yardımı ve GTP’den (guanin trifosfat) sağlanan enerji sayesinde olmaktadır. Dahası mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodon ve bunlara uyarlanacak aminoasitlerin bağlanış reaksiyonları M.B Hoagland açıklamışta. Buna göre herbir amino asit ATP ile reaksiyona girip bu reaksiyon sonucunda bir enzim katalizlenmektedir. Katalizlenen enzimler ise her bir amino asit için spesifik kalıp, böylece her bir aminoasit karboksil (COOH) grubu ile ATP’nin 3 fosforik asit grubundan en uçtakine bağlanır. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere bir mRNA’dan üretilen 5 uçlu kodunlu her enzimin bir tane olduğu belirlenmiştir. Ömür uzunluğu ise 20 saat kadardır. Buna göre 20 saat içerisinde bir mRNA’da 20x60/5=240 adet enzim yapılabileceği belirlenmiştir. Anlaşılan 240 enzim başlangıçta bir tek mRNA’nın yaptırdığı veya sabit bir şekilde devam ettirdiği sayıdır. Hücrede bunun gibi aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA olduğuna göre 240x240= 57600 enzim olacağı hesap edilir. Sonuç itibariye özetleyecek olursak: Gen + 240 mRNA + 57600 Enzim (protein) üretilir. Başlangıçta DNA’dan bir tane olan enformasyon sadece mRNA ve polipeptit yazısına tercüme edilmekle kalmaz, aynı zamanda amplifikasyona (çoğaltılmış) da açık olmaktadır. Gerek James D. Watson gerekse sağduyulu birçok bilim adamı bir takım aklıevvel ve dar kafalı bilim adamlarının ileri sürdükleri görüşlerin aksine; genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğunu tercih etmektedir. Keza Francis Crick bilim adamı da böyle şüphecilere kulak asmazdı. Üstelik o bunların birçoğunu yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardır tarzında sitemini dile getirmiştir. Zaten aklı başında bir insanın toprağın altındaki her türlü elementin kendiliğinden yeryüzüne çıkıp son derece en son model araba yapamayacağını bilmesi gerekir. Elbette ki objektif bilim adamlarının da evrimcilerin çok kompleksli bir canlı âleme ait işine gelen doneleri alıp, işine gelmeyenleri ekarte ettikleri teorilerini ciddiyetle bağdaşır bulmadıklarını bu kabilden değerlendirilmelidir. Zaten hiçbir sağduyulu bilim adamı objektif kriterleri teoriye uydurmaya çalışanları esastan kabul edip bilimsel çalışmalarına kaynak alması mümkün gözükmemektedir. Kaldı ki evrimcilik karşımıza bilimsel maske altında inançsızlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Protein Sentezi Düzenleyen Negatif Başa Tepki Yolları (Feed-Backlar) DNA’nın bütün hücre fonksiyonlarını yürütürken her etken unsuru ihtiyaca göre ayarlar. Enzim sentezi şüphesiz böyledir. Bir hücre içerisinde kimyasal ürünler fazla sayıda üretilince bu hücreler ya enzimlerin etkisini ilk inhibasyonla veya enzim üretimini mRNA üzerinde ikinci inhibasyonla, ya da gen içerisinde ki mRNA üretimini son inhibasyonla inhibe ederler. Protein sentezinin yarıda kalmasını önleyen son kontrol mekanizması Ribozomlar kendilerine gelen mRNA molekülü üzerinde yazılı enformasyona dayanarak yüzlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce amino asit molekülünü birbirine ekleyip istenen polipeptit protein molekülünü meydana getirirler. Ancak bu söz konusu polipeptit molekül içerisine mRNA da mevcut olmayan plan dışı aminoasit fazladan eklenemez. Zaten plan dışı arızalardan herhangi biri monte edilmeye kalkışıldığı zaman istenilen tipte protein üretilmemiş olacaktır. Çünkü yabancı proteinler genellikle hücrede birtakım yan etkenler doğurmanın yanı sıra organizmada antikor yapımına ve allerjik durumlara neden olmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki ribozom kendisine spariş edilen molekülü tam bir şekil de imal eden bir fabrika konumu üstlenmiş durumda. Spariş edilen bu molekülün yapı planı ise mRNA tarafından hazırlanmaktadır. Örneğin 20.000 aminoasitlik hammaddeden protein molekülünü yapacak bir mRNA’nın ribozomdan geçtiğini düşünelim. Hatta hücre içerisinde aynı anda binlerce mRNA’nın onbinlerce ribozom üzerinde harıl harıl aynı protein sentezini yaptığını varsaydığımızda bazı aminoasitlerin tükenmesiyle birlikte bir takım aksiliklerin ortaya çıkabileceği kaçınılmaz kılacaktır. Neyse ki hücre böyle hesapsız sürprizlere karşı tedbirsiz kalmayıp düzenli çalışabilecek bir donanıma sahiptir. Çok istisnai hatalar dışında yanlış kodlanmış bir protein molekülü hücre içerisinden dışarıya asla çıkarılmasına müsaade verilmemektedir. Yani yapımı biten bir protein molekülün son aminoaside takıldığında hepsinin tamam olduğu bir sonlanma hemen gerçekleşmez. Bir başka ifadeyle son anda bir eksikliğin olabileceği göz önünde bulundurularak yanlış hesap Bağdat’tan döner misali plan dışı bir molekülün ortama salıverilmesine izin verilmemektedir. Zira öylesine bir sınırsız hoşgörülük kontrol sistemini altüst edeceğinden hücrenin anarşileşmesine yol açacaktır. Böyle bir durum ancak hücrenin kanserleşmesinde ya da ölüm halinde meydanagelmektedir. Normal ve sıhhatli hücrede ise yapısı tamam olmayan moleküller derhal yıkıcı bir enzimeteslim edilerek mevcut nizamın devamı sağlanır.Öyle ki bu yıkıcı enzimhücre nizamının tesisi adına harici molekülün tümünü veya birçok peptit bağlarını koparacak güçte vazife görmektedir. Yani söz konusu molekülü aminoaside veya zararsız küçük polipeptitler haline çevirmenin yanı sıra yeni sentezlerde kullanılacak yapı taşları halinde serbest hale getirilmektedir. Ancak yine de böyle bir kontrol mekanizması, protein sentezi sırasında doğabilecek bazı zararları önlemek için yeterli değildir. Mesela aminoasit eksikliği yüzünden bir protein molekülü tamamlanamıyorsa sadece ilgili ribozom ve ilgili mRNA vasıtasıyla protein sentezinin durdurulması ya da yapılmış olan polipeptit zincirlerinin dağıtılması mümkün olmayabiliyor. Nitekim arızalı yapının başka ribozomlara girip yarıda kalacak sentezleri başlatmaması için mutlaka ilgili mRNA molekülünün ayrıştırılmasını gerektirmektedir. O halde daha tam ve daha geniş kapasiteli bir kontrol sistemine ihtiyaç vardır, ama nasıl? Şöyle ki bunun için mRNA’yı yapmış olan gen (DNA) tarafından aynı tipte başka mRNA moleküllerinin yapılmaması veya yapılmış olanların da toplatılıp yok edilmesine yönelik kontrol sistemi devreye girecektir. Eğer böyle olmazsa ribozomlar boşuna çalışmış olacaklardır. Kaldı ki hücrenin ne boşa harcayacak zamanı var ne de fazla harcayacak enerjisi var. Çünkü her oluşan peptit bağının kuruluşu 1 ATP’lik yani 8000 küçük kalori ile işler hale gelmektedir. Bu nedenle milyonlarca peptid bağının yapboz misali yeniden kurulup inşa edilmesi gibi lüks bir enerji kaybına asla müsaade edilemez. Eğer müsaade edilirse boşa çıkan ısı hücreyi yakıp ölmesine yol açacaktır. Belli ki hücre içerisinde cereyan eden protein sentezi olayı mükemmel bir organizasyon ve kusursuz bir kontrol mekanizması ile yürütülmektedir. Ayrıca Mendel deneylerinin bize hatırlattığı bir gerçek var ki; DNA’ya sirayet eden hastalıklı bir gen ta ki açığa çıkmasına uygun bir ortam yakalayana dek yedi göbek uzanabilmektedir. Zaten yedinci nesilden sonra uygun bir fırsat bulup ortaya çıkamıyorsa, artık bu noktadan sonra DNA’dan düşüp ortadan kaybolması muhtemel dâhilindedir. Aynı durum sadece hastalıklı genlere mahsus bir durum değil elbet, faydalı ve işe yarar genler içinde geçerli bir akçe. Halk arasında herhangi bir insanın iyi veya kötü hallerine karşılık kullanılan “Herkes aslına çeker” ifadesi bu olsa gerektir. Bu yüzden uzmanlar maraz yapılı genlerin güçlenmemesi adına akraba evliliklerinden şiddetle kaçınmamızı önermektedirler. Protein nasıl yapılır (Santral dogma) Şimdiye kadar olan basamakları özetlersek: — Çekirdekte yer alan DNA molekülü kendisinin özel bir koplamenteri olan mRNA’nın sentezini yapar. Bu sırada DNA’nın nükleotidleri kendine uyan RNA nükleotidleri ile eş yaparak bir dizilim meydana gelmektedir. Şöyle ki DNA’nın adenini RNA’nın urasili ile, DNA’nın timini RNA’nın adenini ile, her ikisinin stozini diğerinin guanini ile bir araya gelip, bu şekilde DNA yazılımının yeni mRNA molekülünce kopyasının alınması olayı gerçekleşmektedir. —İkinci aşamada mRNA sitoplâzmaya geçerek bir ribozoma bağlanır ve burada proteinlerin sentezi sırasında kalıp olarak iş görür. —Üçüncü aşamadatRNA molekülleri sitoplazmada serbest kalarak yüzen amino asitleri teker teker yakalayıp onları ribozoma getirir. Böylece her amino asit tRNA tarafından taşınarak ribozomlardan geçmeye hazır vaziyette mRNA ile uyumlu aynı zamanda şifresine uygun bir şekilde sentezlenir. — Dördüncü aşamadasentezlenen yeni protein molekülü ribozomdan koparak ayrılınca mRNA başka bir ribozoma geçiş yapar. Bu arada tRNA ise daha önce taşıdığı tipte olan başka aminoasidi yakalamak üzere yeniden stoplazmaya doğru hareket eder. Böylece DNA şifresi kendine özgü protein çeşitlerini yapmak amacıyla hemen hemen birbirinin aynı kalıpta birçok protein molekülünün yapımı gerçekleşir. Nitekim bu hipotez santral dogma olarak isimlendirilip, “DNA + RNA’yı + RNA’da proteinleri yapar” şeklinde özetlenebilir. Görüldüğü gibi aminoasit sıralarının belirlenişinde DNA kalıp görevi yapmamakta, tam aksine protein sentezi için talimat vermektedir. Yani DNA’daki genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır, daha sonra RNA’da gereğini yapıp bilginin adeta kalıp dokümanını ortaya koymaktadır. Derken kısa süreli hafıza kartında saklı kalan bilgiler, ister istemez yeni bir alana kavuşurlar. Hatta kavuşmakla kalmazlar mevcut hücre ortamın yapısını da değiştirerek hücrede yeni bir RNA molekülünün teşekkülüne imkân verilir. Mesela protein sentezi sırasında 10–30 dakika arasında konaklayan RNA şayet kendi yapısına uygun bilgi veya ilave edeceği bir şey yoksa bu noktadan sonra bozulmaya uğraması kaçınılmaz olacaktır. Ne zaman ki kendisiyle alakalı bir bilgiye kavuşur, işte o zaman bilgiler kısa süreli kayıt sisteminden çıkıp daha uzun kayıt altında saklanan belleğe aktarılmak suretiyle DNA’ya dönüşürler. Demek ki kısa süreli hafıza kartından geçen elektrik akımı hücrenin yapısında birtakım değişikliklere yol açmakla kalmayıp, bunun yanı sıra RNA vasıtasıyla başka bir bilginin doğmasına yelken açabiliyor. Hatta RNA’nın uzun süre hafıza kartında kalmasına karar kılındığında ise doğrudan DNA’ya bağlanarak aminoasitlere dönüşebilmektedir. Böylece o bilgiler ebedi olarak bizimle birlikte yol arkadaşımız olur. Yani hayatta işlediğimiz tüm eylemlerin tüm detayları önce hücrelere aktarılır, sonra ribonükleik asitlere ve en nihayet DNA’mıza işlenerek bir daha yakamızdan asla atamayacağımız bilgi haline geçmektedirler. Bu olay aynı zamanda Allah’ın yoktan yaratma olayını hatırlattığı gibi kulları üzerinde ki kader çizgisini de ortaya koymaktadır. Biyolojik Şifre (Genetik şifre) Şifre sembolleri Evrimciler DNA’da ki şifre ve kodların tesadüfî, yanılma veya kazaen meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa şifre bir bilgiyi bir şekilden diğer şekle çevirmek için kullanılan semboller sistemidir. Mesela yazılı dil insan tarafından kullanılan bir tür şifre sistemidir. Bilindiği üzere Türkçede 29 harf sembol var olup, bu sembollerle istenildiği kadar kelime üretilmektedir. Keza DNA molekülleri de çok uzun oldukları halde sadece 4 harfli alfabeden ibaret bir “ol” emri diliyle yazgı gerçekleşmektedir. GENETİK ŞİFRE DNA için insanvücudunda akla gelebilecek her ne varsa A’dan Z’ye tüm bilgileri bünyesinde eksiksiz olarak barındırdığı bir yapı planı olarakdeğerlendirebiliriz. Zira vücudumuza ait gerek iç, gerekse tüm dış bilgiler dört harfli bir alfabetik şifre sistemiyle kayıt altına alınmıştır. O meşhur dört harfli alfabe nedir derseniz, hepimizin yakından bildiği adenin, timin, guanin ve sitozin (A, T, G, C) denilen nükleotid bazlardan başkası değildir elbet. İşte DNA’daki tüm bilgiler bu bazların kendine özgü diziliş sırasıyla kodlanmaları sayesinde gerçekleşmektedir. Nitekim bilimsel araştırmalar sonucunda nükleik asitlerin tüm organizmaların genetik maddesini teşkil ettiği, genlerin ise belirli proteinlerin yapımını sağladığı ortaya çıkmıştır. İşte bu iki grup (Nükleus ve genler) arasında en önemli ortak payda her ikisinin de belirli sayıda yapıtaşından meydana gelmiş zincirler olmasıdır. Aynı zamanda proteinleri oluşturan aminoasitlerin dizilişi zincirde yer alan polipeptidin biyolojik özelliğini de ortaya koymaktadır. Dolayısıyla insanlar arasındaki fiziki farklılıklar bu dört bazın diziliş esnasında nükleotidlerin farklı pozisyon almasından kaynaklanarak gün yüzüne çıkmaktadır. Zira herhangi bir geni oluşturan nükleotidler üzerinde oluşabilecek bir sıralama hatası o geni ister istemez iş göremez hale gelmesini kaçınılmaz kılabilmektedir. Hele hele insan vücudunda 200 bin genin olduğunu yakından takip edenler bu sıralamanın hedefinden sapmadan daha kompleks yapılı işlere yönlendirildiğini gördüklerinde hayretler içerisinde kalmaktadır. Hatta uzun bir zaman diliminde ömrünü moleküler evrim teorisine inanan Francis Crick DNA zincirlerin düz olması nedeniyle genlerdeki nükleotidlerin sırasıyla proteinlerin yapıtaşları olan aminoasitlere uydurulabilir demiş olsa bile gerçek anlamda DNA’yı keşfettikten sonra biyolojik nizamın bir mucize olduğunu itiraf etmek mecburiyetini hissetmiştir. Böylece DNA molekülünün kompleks yapısı sayesinde bir kez daha hayatın bir mucize olduğunu, asla tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkamayacağını anlamış oluyoruz. Tabii mesele burada bitmiyor, dahası var. Şöyle ki Yaşamın temel kuralları kitabıyla ünlü evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy; “Bir proteinin ve çekirdek asit ( DNA ve RNA)’in oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılık olduğunu, hatta belirli bir protein zincirinin meydana gelme şansı astronomik denecek kadar azdır” tarzında itiraf etmek zorunda kalmıştır. Hatta Amerika’da “Biyolojide Olasılık Araştırma Merkezi” adlı akademik kuruluş Amerikan alfabesinin 26 harfli olmasından hareketle alfabetik deney yapmayı tasarlanmışlar. Derken 26 harflik alfabe ile 30.000 çekiliş yapılması öngörülmüştür. Böylece tasarlandığı şekilde ortaya çıkan sözcükler arasında bir anlam içerenlerin sayımı dokümanı ortaya çıkarıldığında; ilk iki harfli olanında 4890 adet, üç harfli kelimede 113, dört harflide 139, beş harflide 17 anlam çağrıştırabilecek türden sözcüğün çıktığı gözlemlenmiştir. Bir başka ifadeyle mesela altı harfli sözcüklerde anlam kaybının 3’e düşerek gittikçe azalan bir periyotla karşı karşıya kalınmıştır. Hâsılı kelam 30 bin harf arasında kala kala 7 harflik bir adet sözcüğün anlam içerdiği tespit edilebilmiştir. Biz bu ihtimal hesabını protein alfabesi tarzında ele aldığımızda, madem protein sentezi 20 amino asitlik bir alfabeyle gerçekleştiğine göre en basit bir canlının protein yapısını oluşturabilecek anlam yüklü bir kelime ortaya çıkması için her harf için ¼ ila 1/5 harf arasında seyreden bir oran olması icap etmektedir. O halde bu orandan hareketle 400 harfli bir çekiliş için alfabe sayısı 20 olduğuna göre 4’ün 400’üncü kuvvetine tekabül eden 10240 rakamını elde ederiz. Bunun anlamı trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanması demektir. Bu durumda hala 400 amino asid zincirinden bir tane işe yarar proteinin trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanmasıyla ancak ortaya çıkabilecek uçuk bir ihtimale dayanarak hala her şeyin tesadüfen meydana geldiği söylenebiliyorsa pes doğrusu. http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() TRİPLET YAPIDAKİ KOD SÖZCÜKLERİ
PROTEİN SENTEZİ-2 ALPEREN GÜRBÜZER Bunca yıl aradan geçmesine rağmen hücrenin genetik şifrelerini ve kartlarının değiştirilmesine hala güç yetirilememiştir. Nitekim radyoaktif karbonla yüklü proteinler hücreye enjekte edildiğinde bu verilen maddenin tıpa tıp bildiğimiz normal karbonun kimyasal olarak aynısı olmasına rağmen, bir türlü nükleolusta bulunan gizli şifreler kontrol altına alınılması sağlanamamıştır. Her ne kadar genetik kartlara meydan okumaya devam edilse bile bilmediğimiz bir güç tarafından nükleolusta yer alan kozmik şifrelerin değişiminde en ufak taviz verilmemektedir. Bazı arızı değişiklikler birtakım çevreleri sevindirse de, boşuna seviniyorlar. Çünkü bu sevinçleri geçici hüsnü kuruntu babında olup yersizdir. Zira değişen genetik kartlar değil, değişen hücrelerin savunma reflekslerinden doğan bir takım kimyasal sistemle ilgili unsurlardır. Üstelik herhangi bir ışın bir canlıdan başka bir canlı türetmiyor, sadece etki ettiği alana zarar vermekle sınırlı kalıyor. Yani her olgu cürmü kadar hareket edebiliyor. Bilmiyorlar ki her bir hücre bir matematik programın temsilcisi konumunda emir almış emrin gereğini yapıyorlar. Belli ki bunlar dört adet aminoasidin tek başına yapacağı işler değil, gizli bir “ol” emri ilahi kaynaklı şifreyle ilgili bir yaratılış olayıdır. Dolayısıyla fiziksel ve kimyasal değişiklikleri orijinal programla karıştırmamak gerekir. Kaldı ki sapla saman aynı şeyler değil. Bilindiği üzere proteinler aminoasitlerden yapılmıştır. Yani DNA molekülünün hücreye göndereceği mesaj; “Özel bir protein yapmak için belirli bir aminoasidi, bir başka zincirde uygun yere koy” şeklinde talimat varı kodla gerçekleşmektedir. Üstelik DNA’nın her bir aminoasidin yapımına yönelik verilen talimatlar bir diğer talimatla karıştırılmayacak şekilde dizayn edilip servis edilmektedir. Buna göre 46 kromozomluk bir hücrede 20 çeşit amino asit olduğuna göre en az 20 çeşit şifreye ihtiyaç vardır. O halde şifre sözcükleri iki veya daha fazla nükleotidden meydana gelmek zorundadır. Mesela 4’lü nükleotidin her biri bir amino asit şifrelemiş olsaydı 4 harfli 20 amino asit şifrelenecekti. Fakat söz konusu 4 harflik talimat 20 aminoasidi şifrelemeye yeterli değildir. Keza dört farklı nükleotidin ikişerlik kombinasyonu ile 42= 16 çeşit sözcük meydana gelip, bu da 20 çeşit aminoasidi şifrelemeye yeterli değildir. O halde nükleotid kodonların en az 3 nükleotidden meydana gelmesi gerekmektedir. Nitekim nükleotidler 3’erli gruplandığı zaman 43=64 çeşit kombinasyon ortaya çıkmaktadır. Yani 64 kodonun herhangi bir üçlü grubu DNA’daki enformasyonun bir kelimesine denk düşmektedir. Hatta bu kelimeler üçlü nükleotidden meydana geldiği için triplet denmekte, ayrıca bir şifre kelimesi olduğu içinde kodon veya kod adını alırlar. Şurası bir gerçek kod sözcüklerinin triplet yapıda olduğunu doğrulayan deneyler Crick ve arkadaşları tarafından yapılmıştır. Crick ve arkadaşları deneylerinde gen haritasının rIIB mutantları olarak adlandırılan bölümünde bozukluk olan T fajını kullanmışlardır. Böyle mutantlar elbette ki DNA sarmalının herhangi bir dizisinde bir noksanlık veya bir miktar arızaların doğmasına yol açacağı muhakkak.Nitekim buna bağlı olarak Tütün mozaik virüsü(TMV) ile yapılan çalışmalar sonucunda nükleik asit zincirinde herhangi bir noktaya müdahaleyle birlikte polipeptid zincirinde birtakım kısmi değişmelere neden olduğu gözlemlenmiştir. Kodon triplet olduğunda veya genetik komutun 1,2,3, 1,2,3.. şeklinde sıralandığını varsaydığımızda “....Bir mol ad üre yap ver” şeklinde bir mesajın ortaya çıkması ihtimal dahilindedir. Böyle bir harf sırası nükleotidlerin 3’lü gruplarından meydana geldiği içindir ki sözcükler (aminoasitler) bir nebze olsun anlam kazanabilmekte. Şayet yukarıdaki cümleden mol kelimesindeki ‘m’ harfi çıkarılacak olursa cümle “...Bir ola dizi rey apu er...” şekline bürünecektir. Bunun gibi cümleye fazladan girecek bir harfte ilk emrin orijinal niteliğini bozabilmektedir. Mesela “Bir” kelimesinin ‘i’ harfi ile ‘r’ harfi sırasına bir I harfi girdiğini düşünürsek cümle bir anda “...bir rmo Iad lür eya pve r...” şeklinde çığırından çıkabiliyor. Anlaşılan uzun bir cümle yapısında 2 noksan veya 2 fazla harf değişiklikle orijinal emirle arasında büyük bir uçurum olmaksızın uyumluk görebiliyoruz, ama kısa cümleler için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Çünkü dar alanda 3 harf değişmektedir. Peki bu üç kodonlu triplet dünyasında durum bu iken daha kompleks yapılarda durum vaziyet kim bilir nasıldır. Zira önümüzde artık triplet dizisi yok, bir organizmanın bütünü var artık. Mesela en basit protein molekül olarak bildiğimiz insülini meydana getiren proinsülin bile 80 amino asitlik bir zincire ihtiyaç duymaktadır. Madem 84 amino asitlik donanıma ihtiyaç var, o halde bir proinsülin içeren protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimali 20 rakamının 84’üncü kuvvetine tekabül eden 109 sıfırlı bir rakama muhatap kalmakta söz konusudur. Ki; bu durum tesadüfî değil, yaratılışı teyit etmektedir. Zira nice organlarımız kâinat kadar büyük hesap makinesine bile sığmayacak türden rakamların üstesinden gelip, tesadüfe meydan vermeyecek şekilde “Durmak yok yola devam” dercesine an be an faaliyetlerini yürütmeye devam ettiriyorlar. Tesadüf denilen ucube şey cebimizde taşıdığımız birden ona kadar sıralanmış madeni paraların her birini dışarıya çıkarmada bile gücünün zayıf olduğunu anlamaya yeter artar bile. Şöyle ki; cebimizden bir numaralı madeni parayı çekme ihtimali 1/10’dur. 1 ve 2 numaralı paraları arka arkaya çekme ihtimali 1/100’dür. 1, 2 ve 3 numaraları çekme ihtimali 1/1000’e inmekte. En nihayet 1, 2, 3, 4 ve 10’a kadar karışık halde bulunan bu paraları çekme ihtimali on milyarda bir orana düşmek demektir ki, bu rakam cebimizden istediğimiz şekilde para çekmenin öyle kolay bir iş olmadığının delili olarak ortaya çıkmaktadır. Kaldı ki bilardo toplarının hareketinde bile tesadüfe meydan verilmeyecek şekilde ustalık gerektiren bir oyun sistemi olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla tüm bu örneklerden hareketle en iyimser tahminle bir proteinin bir kereciğine de olsa tesadüfen meydana gelme ihtimali 1080 gibi bir rakama denk düşer ki, bu sayı kâinatta mevcut olan tüm elektron sayısının üstünde bir sayıdır. KOD SÖZCÜKLERİNİN YAPISI Canlılardaki benzer görünümlü (homolog)organlar birbirinden çok farklı genetik kodlar (DNA şifreleri)tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla bu durum evrimcilerin homolog organları (benzer organlar) evrime delil sunma çabalarını destekler nitelikte değildir. Elbette ki Biyoloji bilimi farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikleri homoloji olarak tarif etmektedir, ama bu tarifle kalmaktadır. Dolayısıyla bu tariften evrim çıkmaz. Çünkü ortada homolog yapılara sahip canlıların ortak atalarının fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Hadi fosilden vazgeçtik bu tip canlıların genetik şifreleri de birbirinden çok farklı durumda. Hatta embriyolojik safhalar da birbirleriyle uyumlu değildir. Kaldı ki iki ayrı sürüngen arasındaki temel farklılıklar balıkla memelinin arasında ki farktan daha büyük çaptadır. Mesela yine birbirine benzermiş gibi görünen bakteriler arasında ki farklılığın memeliler ile amfibiyenler arasındaki farklardan daha devasa büyüklükte olduğu belirlenmiştir. Yani anlaşılan o ki yüzeysel benzerlik hikâyesiyle bu mızrak çuvala sığmamaktadır. Bırakın maymun maymunluğuyla kalsın insan da insanlığıyla kalsın. Demek ki dış görünüşe aldanmamak gerekir. Yunus misali “Bir ben var birde ben den içeri var” şeklinde gerçeği dile getirmek gerekir. Zira dış görünümce benzer yapıların iç âlemde farklı genler tarafından kontrol edildikleri açığa çıkınca evrimci anlayışlar bir anda tarumar oldu diyebiliriz. Hatta kod dünyası meseleyi bir çırpıda çözmeye yetti bile. Kod kelimelerinin ne şekilde çalıştığını veya kod sözcüğünün nasıl olduğunu bulabilmek için bir takım deneyler yapılmışta. Zira Ochoa RNA nükleotidlerini birbiriyle birleştiren bir enzim bulmuştur. Sonra ve Nırenberg ise bu enzimi kullanarak istedikleri nükleotidlerden meydana gelmiş suni (yapay) RNA’lar üretmişlerdir. Yapay RNA’nın hangi tip protein yaptığını göstererek şifre sisteminin yazılımını açığa çıkarmaya çalışmıştır. Dikkat edin şifrenin aydınlatılması veya bugünkü anlamda internette şifre kırma olayına benzer denemelerle bir takım perdeler aralansa da, tam manasıyla şifre değişimi asla söz konusu değildir. Nitekim insanlık bunca yıldır zararlı böcek ve mikroplara karşı mücadelede gerek antibiyotik ve gerekse böcek öldürücü ilaçlar kullanmalarına rağmen zerre miskal ne mikroplar da ne de böceklerin genetik kodlarında değişiklik emaresine rastlanılmamıştır, tam aksine bir sonraki nesle güçlü bir şekilde hayatlarına devam etmişlerdir. Meydana gelen değişiklikler sadece hücrelerin savunma sistemindeki değişikliklerdir, dikkat edin genetik şifrelerde herhangi bir değişiklik demiyoruz. Keza radyoaktif azot ihtiva eden proteinler koli basiline transfer edildiğinde bu azotun genetik şifrelere sirayet edemediği gözlemlenmiştir. O halde bu gerçeklerden hareketle herhangi bir karıncanın bütün vücut yapısı veya duyu organlarına ait çift antenlerle ilgili genetik şifrelerin rasgele birtakım kazalar neticesinde teşekkül ettiğini söyleyebilir miyiz? Zaten böyle bir iddiada bulunmak akla ziyan bir davranış olsa gerektir. Biyokimyacılar Ocha’nın kullandığı enzimi urasil nükleotidden meydana gelmiş proteinlere uyarlayınca ortada sadece fenil alanin amino asidinin meydana geldiği görülmüştür. Anlaşılan o ki bu çalışmadan 3 urasil nükleotidli bir diziye ait “Bir fenil alanin molekülünü diğer asitlere bağla” anlamına gelebilecek bir sonuç çıkabileceği gibi, zincirde yer alan 3 urasil nükleotidli her gruba ait “Aynı amino asitten bir tane daha ekle” anlamında bir RNA şifresinin açığı çıkması da söz konusu olabilmektedir. Bu sonuçlar bize sadece DNA şifresi hakkında bilgilenmemize ışık saçmaktadır, hiçbir zaman bir canlıdan başka tür canlı yaratma olayına delil teşkil etmeyecektir. Diğer yapay RNA’larla yapılan çalışmalar sonucunda ise; Poly-A (A-A-A........) dizilimine uyan polipeptidin polylysin olduğu, Poly-S (S-S-S...........) dizilimine uyan polipeptidin ise poly-proplin olduğu belirlenmiştir. Fakat tüm çabalara rağmen Poly-G (G-G-G....) dizilimine uyan herhangi polipeptit zinciri elde edilememiştir. Anlaşılan dünyanın yaşı 5 milyar olduğunu varsaydığımızda bugüne kadar protein elde etmek için harcanan bunca çabadan ortaya çıkan ihtimal hesapları 1/100 değil, 1/1000 değil, 1/1000 değil, 1/1000000 değil, derken nice değiller zinciri yüz bin trilyonda biri katbe kat aşacak tarzda sıralanırlar. Böylece değiller zinciriyle yaratılışa karşı meydan okuma girişimlerine geçit vermeyen bir gerçek ile yüzleşiriz. Üstelik bu tür hesaplamalar bir protein için yapılan bir değerlendirmelerle sınırlı kalmaktadır. Birde bunun üçüncü, dördüncü, beşinci vs. ayakları var ki işler daha da karmaşık hale gelmektedir. Nitekim protein sentez olayında üçüncü bir protein elde ihtimali 10520’de 237, dördüncüsü için 10520’de 236, beşincisi için ise 10520de 235……vs. şeklinde sıralanmaktadır. Hatta bu sayılara birbirine çarptığımızda ise en basit canlı için gereken 239 cins proteinin teşekkülü için gereken dudak uçurtucu meçhul ihtimal sayısını elde ederiz. Hele hele birde bu hesabı tüm canlılar için yapılmaya kalkışıldığında işin içinden çıkılmaz bir hal alacağı muhakkak. Bu dudak uçurtacak sayılar bazıları için Yaratıcı karşısında teslimiyeti, bazıları içinse tesadüfün karşısında boyun eğmek anlamına gelebiliyor. Tabii hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır. TRİPLET YAPIDAKİ NÜKLEOTİDLERİN SIRALANIŞI Nasıl ki bir sanat sanatkâr sahibini gösteriyorsa bir harfte elbette ki kâtibine işaret etmektedir. Dolayısıyla amino asitlerin dizilişi de DNA’nın varlığını ortaya koymaktadır. Buradan hareketle nükleotid dizilişinin anlam kazanabilmesi için DNA ile birlikte incelenmesi gerekmektedir. Nitekim tripletlerdeki nükleotidlerin dizilişi hakkında Nrenberg, Mathei ve Khorona birbirlerinden bağımsız olarak çalışmışlar ve birbirlerini destekleyen sonuca ulaşmışlardır. Nrenberg , tripletin ribozomlarda belirli bir cins amino asidi özel şekilde zincire bağlamalarından hareket ederek bir liste çıkarmıştır. Bilindiği üzere amino asid molekülleri birbirleriyle peptit bağları ile bağlanarak protein yapılı polipeptit zincirleri oluştururlar. Zaten birbirinden farklı protein molekülleri değişik sayılarda değişik cins amino asitlerin farklı şekillerde dizilmesiyle meydana gelmektedir. Khorona ise bu bilgilerden hareketle yapay RNA’lar elde ederek bunların şifrelendiği amino asitleri bulmuştur. Buna dayanarak yine aynı listede verilen DNA kelimelerin karşlığı olan aminoasitler elde edilmiştir. Bu listedeki tablo incelendiği zaman bir amino asidin 4 harfli, bazen ise 6 değişik harf ile şifrelendiği görülür. Örneğin; S-U-G tripletteki lösini şifrelemekte, U-S-G ise serini şifrelemekte. Bunlardan başka valin, treonin, alanin, anjinin ve glisin 4 değişik tipte şifrelenirler. Ayrıca bazı şifreler aminoasitler yönelik değil başka anlamları belirtmek için görev yapmaktadır. Şurası bir gerçek 20 çeşit amino asidi bağrında taşıyan 100 amino asitlik bir proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimali 1 rakamının arkasına 100 tane sıfır koymak gibi bir hesapla karşı karşıya kalmak demektir. Hatta bu işi birde atom seviyesinde hesaplandığında tüm hesapların altüst olacağı muhakkak, artık rakamların bile gücü yetmeyeceği bir tablo görülecektir. Bazı araştırıcılar genetik kodların birbiri üzerine taşan şifrelerden söz etmişlerdir. Neyse ki bu fikri çürüten doneler Wıllıam Wıttman’ın Tütün mozaik virüsü üzerinde yaptığı denemelerle gün yüzüne çıkmıştır. Virüs RNA’sındaki bazı nükleotidler kimyasal işlemlerle değiştirildiğinde protein yapımında yalnız bir aminoasidin değiştiği görülmüştür. Proteinlerde 2 amino asit değiştiğinde ise bunların kesinlikle yan yana bulunmadıkları tespit edilmiştir. Birbiri üzerine taşan üçlü grubun herhangi bir nükleotidi yanında diğer bir üçlü gruba ait yan yana iki aminoasidin değişmesi beklenirdi ki, ama böyle bir şey olmadığı gibi şifrelerin birbiri üzerine taşması da söz konusu değildir. Sonuç olarak diyebiliriz ki DNA’da 64 tane kodonluk üçlü kader yazısı DNA’daki enformasyonun bir kelimesine denk düştüğüne göre hücre enformasyon bakımdan herhangi bir darlık veya kıtlık içerisine girmemektedir. Aksine bolluk, cömertlik ve hatta kendinden emin garanti içerisinde yüzmektedir. Maalesef evrimciler farklı canlı türlerine ait DNA şifrelerinin veya protein yapılarının benzer olduğundan dem vurarak kendilerince kod dünyasını evrime uyarlamaya çabalamaktadırlar. Hatta insanın atası diye sundukları maymun DNA’sı ile insan DNA’sının birbirine uyumlu olduklarından bahsederler. Oysa insanda 46 kromozom, şempanze ve gorilde ise 48 kromozom vardır. Şayet DNA bazında uyumluluğu evrime delil olarak gösterilecekse maymundan ziyade bunun için daha çok patates iyi örnek olabilirdi. Çünkü patatesin kromozom sayısı ile insanın kromozom sayısı 46’dır. İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere DNA benzerliği evrime hiçbir zaman delil olarak sunmak büyük bir usul hatası olsa gerektir. Hakeza Adli Tıp ve Polis kriminal laboratuarlarında gerek olay yeri incelemeleri gerekse nesep davalarıyla ilgili davalarda STR gen bölgelerinin tespitine yönelik çalışmalar sonucunda; tek tipte erkek ve kadın karakterli DNA tiplemelerinin yanı sıra cinayet ve tecavüz gibi konularla alakalı karışım halde (mix) DNA profilleri elde edilmektedir. Elde edilen profiller sayesinde kişilerin gen dizilimi ortaya çıkabilmektedir. İşte bu gen dizilimleri sayesinde nesep davalarında çocuğun ebeveynleri belirlenebilmekte, cinayet ve tecavüz gibi olaylarda ise şüpheli şahıslara ait DNA profillerin karşılaştırılmasıyla birlikte birçok olay aydınlatılabilmektedir. Dünyada ne kadar insan varsa bir o kadarda kişiye has DNA tiplemeleri söz konusudur. Tek yumurta ikizlerin haricinde hiç kimsenin DNA tiplemesi bir başkasının DNA tiplemesi ile tıpa tıp aynı olmaz. Dolayısıyla DNA tiplemelerinde kaç gen bölgesiyle çalışılırsa çalışılsın mutlaka kişinin kendine özgü bir DNA tiplemesi mevcuttur. Bu tipleme kişinin aynı zamanda aidiyet kimliğidir. Nitekim kişiye has DNA diziliminin bir başka kişi ile aynı olma ihtimali yok denecek kadar azdır. Madem canlılık için belli bir dizilim gerektiriyor o halde tüm evrende yaşayan tek bir canlıya özgü (bir defaya mahsus) bir dizilim mevcuttur. Bu nedenle bir kişiye ait DNA tipleme rakamlarını tesadüfen dizilimini oluşturma ihtimali, bir maymunun bilgisayar klavye tuşlarına bastığında hiç hata payına meydan vermeden iki satır cümle yazma ihtimali kadar zayıftır diyebiliriz. DNA’DA CÜMLELER (Genler) VE CİLTLER (Kromozomlar) Canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiptirler. Dolayısıyla herhangi bir sistemin tesadüfen kendi kendine meydana geldiğini söylemek akla ziyan bir hezeyan olsa gerektir. Malum olduğu üzere harflerden kelimeler, kelimelerden cümleler meydana gelmektedir. Yani hücrelerde ki biyokimyasal faaliyetler DNA moleküllerinde şifrelenmiş kodlara göre ayarlanmaktadır. Bu yüzden DNA’ya bilgisayar gözüyle bakılmaktadır. Çünkü artık Sibernetik çağda cümleler ikili sistem denilen 0 ve I sembollerle(evet-hayır) karşılık bulmakta. Böylece bu ikili sistemle ciltler dolusu eserler bilgisayar ekranına yansıyabilmektedir. Hatta yabancı dilin bile çevrimini bile anında yazılıma çevirecek sistem bu su ikili sistem sayesinde gerçekleşebiliyor. Buradan hareketle hiçbir sistem kendi kendine çoğalamamaktadır. Zira hiçbir sistemin çarkı kendi kendine dönememekte, mutlaka bu sistemin işlemesi için bir yönetici gene ihtiyaç vardır. Nitekim canlı organizmalar DNA molekülleri tarafından yönetilmektedir. Yani sistem başsız değildir. Kaldı ki DNA üzerinde birçok kodonlar da daha büyük enformasyon (bilgi) birimi olan bir başka geni meydana getirebiliyor. Hatta insan DNA’sında bir milyondan fazla gen vardır. Bu genlerin çoğu uzun veya kısa bir protein moleküllerle karşılık bulur. Bazı genler ise daha başka görevler için kullanılır. Bu yüzden her biri ayrı bir protein şifresi taşıyan genlere strüktürel genler denmektedir. Dolayısıyla mRNA’lar bu şekildeki strüktürel genlerin birer komplamenter kopyası olarak iş görmektedir. Şimdi bu gerçekler ortada iken hala DNA molekülünün tesadüfen sentezlediğini söyleyebilir miyiz? Üstelik DNA’nın kontrolünde iş gören binlerce enzim adeta seferber olup her biri DNA zincirinde bir gene karşılık sentezlenmektedir. Bu kadar komplike işleyen mekanizmaya hala tesadüfi deniyorsa, bu kadarına da pes doğrusu demekten başka ne diyebiliriz ki. Bu iddialarını ispatlayamayacaklarını bildiklerinden bu kadar kompleks yapıların ansızın değil aşama aşama zaman içerisinde ortaya çıkabileceklerini ileri sürmeye başladılar. Yani sıkıştıklarında işi zamana havale etmeyi yeğliyorlar. Daha da işi ileri götürerek bir sistem birinci basamaktan ikinci basamağa, daha sonra üçüncü basamağa doğru ilerlediğini söylemekteler. Daha da hızlarını alamayıp her basamakta çevresine uyum sağlayanların ayakta kalıp yoluna devam edebileceklerini, her hangi bir basamakta takılanların ise zararlı kabul edilip bir üst basamağa terfi edemeyeceklerini basit bir konumda kalacaklarını dillendirmektedirler. Bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere ön kabullerine dayanak olarak rasgele oluşan mutasyon ve tabii seleksiyonu esas almışlardır. Oysaki kendi ön yargıların doğru kabul etsek bile seleksiyonla iki faydalı mutasyon taşıyan kuşağı oluşturmak hiçte kolay bir iş değil. Bir kere bunun için takriben bir milyon yeni kuşak üretmek gerekir ki bu havanda su dövmek gibi bir şeydir. Maalesef evrimciler bir türlü mutasyonlara olduğundan fazla misyon yükleyip ne zararlı olduklarına ne de tabi seleksiyonla popülâsyon içerisinde mutant varlıkların işe yaramaz olduklarına inanırlar. Yale üniversitesinden Dr. Harold J. Morowitz en basitinden bir canlının hayatını idame ettirebilmesi için en azından 239 çeşit proteine gerek olduğunu matematiksel olarak ortaya koymuştur. Hatta bugün itibariyle bilinen en küçük bakteri cinsi olan Mycoplasma hominis (H 39’un) 60 çeşit amino aside muhtaç olduğu bir sır değil artık. Üstelik DNA’nın toplam uzunluğu canlıdan canlıya değişebilmektedir. Örneğin bir bakteriofaj DNA’sı 10 mikro litre uzunluğunda olup, bakterilerinki 1mm, memelilerinki ise 10 cm olarak hesaplanmıştır. Keza bazı araştırıcılara göre insan DNA’sı 100 cm uzunluğunda olduğu belirlenmiştir. İşte bu rakamlardan hareketle 10 mikro litre uzunluğundaki bir bakteriofaj DNA’sında 3x104 nükleotid (harf) bulunacağı hesaplanmaktadır ki bu veriler normal bir kitap için 3x103 harfli bir sayfaya tekabül etmektedir. Yani bir bakteriofaj DNA’sı 1000 sayfalık 1 cilt demektir. Bir başka ifadeyle canlıların büyüyüp çoğalmaları için gereken bilgi yığını bu bahsettiğimiz nükleik asit moleküllerinde muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla bu bilgi yığını sayesinde nükleik asitler kromozomları oluşturmak üzere bir çift heliks şeklinde birbirlerine bağlanırlar. Memeli hücrelerinde durum daha farklıdır. Nitekim 100 ciltlik insanda yaklaşık her biri 1000 sayfa olmak üzere hücrelerinde 1000 ciltlik enformasyon taşırlar. Gerçekten de insan DNA’sı 1000 ayrı ciltlik 46 ayrı kromozoma pay edilmiştir. Anlaşılan o ki tüm organizmaların hayatsal faaliyetleri belli bir plan çerçevesinde kimyasal, fiziksel, psikolojik fonksiyon üstlendikleri ve bu fonksiyonlar genetik enformasyon liderliğinde ve denetimi altında işler hale gelmektedir. Hatta bu muazzam enformasyon deposu bilim adamlarınca bir canlının alın yazısı olarak kabul edilir. Ayrıca hücreyi yöneten genetik enformasyon; “—Bireysel enformasyon —Toplumsal enformasyon” diye kategorize edilmektedir. Hücre kendi organellerinin kuruluşunda ve işleyişinde hücrenin bizatihi beslenme, büyüme ve bölünme gibi unsurlar etken olmaktadır ki bu tür kendi ihtiyaçlarına hükmeden enformasyona bireysel enformasyon demektedir. Nitekim bireysel ve bağımsız yaşama karakterinde olan hücreler mikroplara has özgü bir durumdur. Ancak gelişmiş yapıdaki canlılarda bazen doku nizamının bilincine uymayan bir takım hücreler var ki bu hepimizin korkulu rüyası diye algıladığımız kanser hücresinden başkası değildir. Toplumsal bilinç ise insan, bitki ve hayvanların hücrelerine özgü bir yaşama tarzıdır. Zira bir başka hücrenin diğer hücrelere ve çok hücreli organizmanın bütünü ile ilişki kurması bir tür sosyal dayanışma örneğidir. İşte sosyal dayanışmanın gereği tüm organizma hiyerarşik yönetime itaat edip gerektiğinde ona katkıda bulunmak için canhıraş çalışmaktadır. Bu yüzden genetik enformasyon grubunda hücrenin taşıdığı ortak model toplumsal enformasyon olarak sahne almaktadır. Ancak burada toplumsal enformasyonun bir bitki hücresi ile beyin hücresi arasındaki kimyasal yönden az bir farkın olmasından hareketle her ikisi de aynı orijinlidir deme handikap’ına düşmemelidir. Şayet böyle bir yanlışa düşersek hücreler arasındaki asıl farkın her hücre yapısında kodlu olan matematik programıyla ayırt edildiğinden habersiziz demektir. Hücrenin yaşlanma sürecine girdiğinde her iki grup enformasyona ait genler gerektiğinde eylemli gruba alınarak çalıştırılır da. Fakat sırası geldiğinde işi bitenler eylemsizleştirilip yok edilirler. Yeter derecede büyüyen ve yapısı tamamlanan bir organda ise hücre bölünmeleri yavaşlar ve ancak ölen hücrelerin bıraktığı boşluğu yenileriyle doldurulur. Demek ki hücreler organizmaların verdiği sinyallere asla duyarsız kalmayıp hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmektedirler. Tabiî ki bu durum toplumsal enformasyon sayesinde olmaktadır. Ancak bir de unutkanlık denen olay var ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin hız kesmesi veya yitirmesiyle ilgili bir husus olsa gerektir. Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelmektedir. Canlı denen varlık kendi iç mekanizmasını belli limitler içerisinde koruyabilen ve kapalı sistemden oluşan ve aynı zamanda denge ayarına göre tanzim edilmiş homeostasis bir yaratıktır. Dolayısıyla canlı kendini dış etkenlerden bağımsız olarak soyutlayıp değişkenliğini dengede tutabilen bir donanıma sahip özelliktedir. Zaten kan basıncı, vücut sıcaklığı, nabız atım sayısı, kan şekeri gibi belli sabit değerler denge durumunun bir göstergesidir. Şayet bu denge ayarları normal değerler arasında seyretmezse vücut alarm vermeye başlamış demektir. Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması veya kan şeker düzeyinin % 90–110 mili gram olması lazımken 250 miligram seviyeler yükselmesi gibi arızalar (semptomlar) normal homeostatik sınırların aşılması anlamına gelir ki, bu hastalık demektir. Dahası enformasyon kayıtlarında bir hücrede bağımsız bireysel enformasyon kaybedilmiş veya bozulmuşsa o artık hücre hastalanması veya ölümü demektir. Neyse ki bu arızı durum tüm organizmaya sirayet etmemekte, bilakis ölen hücrenin yerine bir başkası devreye girmektedir. Şayet bir hücrede toplumsal enformasyon kaybolmuşsa çoğu kez hücrede kontrolsüz üremeler baş gösterir. Bunun sonucundada organizma içerisine hücre anarşizmi denilen bir sarkom kanser hücresinin oluşumuna neden olmaktadır. Kanser hücresi de tıpkı bir bağımsız hücre gibi doku sorumluluğundan uzak bir hücre olarak dikkat çekmektedir. Canlılarda şifrenin universal olması ( genetik şifre tüm canlılarda ortaktır) Hücrelerdeki genetik şifrelerin nasıl meydana geldiği, ne şekilde değişikliğe uğradığı konusunda evrimciler cevap vermekten aciz durumdadırlar. Zaten matematikle pek barışık sayılmadıklarından şifre ismi geçtiği anda belli ki yüzleri gülmemektedir. Her şeyi program veya şifre dâhilinde açıklamak onlar için zor olsa gerektir. Bu yüzden biyolojik hadiseleri tesadüfî olarak ortaya çıktı demek hem kolay hem de analitik çaba gerektirmediğinden işin kolayına kaçıyorlar hep. Genetik şifre her canlı türü için aynı olmayıp, ancak belirli bir organizma için sabit kabul edebiliriz. Bazı araştırıcılar birbirinden uzakta olan canlılara ait şifreleri karşılaştırmak amacıyla birtakım deneyler yapmışlarda. Şöyle ki; —Hayvansal virüslerin nükleik asitlerden hazırlanan preparatlarla bakterileri enfekte etmeyi denemişler. Bu durumda bakteri hücresi tıpkı bir bakteri virüsü tesiri altındaymış gibi virüse ait polipeptit sentez ettiği gözlemlenmiştir. Fakat bu deneyle yeni bir tür ortaya çıkmamaktadır. Yüce yaratıcının yarattığı orijinal malzemeyle ortaya birtakım şeyler koyma çabası olmaktan başka hiç bir işe yaramayan bir denemeden öteye geçememiştir. — Bitkilerde hastalık yapan virüslere ait nükleik asitleri bakteri virüslerin özütlerinden hazırlanan yapay unsurlarla karıştırıldığında normal biyolojik fonksiyonlarına devam etmekle beraber biyolojik donanım aynı kalıp evrimleşme söz konusu değildir. Madem kendi keyfince üreme denilen bir hadise yok, o halde buna paralel tüm canlı hücrelerde biyolojik nizamı âlem orijinal olarak devam etmektedir. — Çok değişik kökenli elemanların bir araya getirilmesiyle hazırlanmış yapay ortamlar sanki tek bir türün hücrelerinden yapılmış gibi davranmakla birlikte, şu da bir gerçek benzeri fonksiyonlar için Yüce Yaratıcı benzer yapılar kullanmış olabilir pekâlâ. Dolayısıyla her türün genleri değişmeyeceğine göre aynı canlıdan farklı canlı meydana asla gelmemektedir. —Değişik organizmaların hücrelerinden hazırlanan ortamlara yapay bir mRNA aktarılınca birbirlerine uyan sonuçlar alınsa da yine asla yeni bir tür canlının meydana gelmesi söz konusu değildir. Kaldı ki deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky; deney metodunun milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır. Matthaei ve Schoek iki bilim adamı insan plasentasından hazırladıkları hücresiz yapay ortamda 64 kod sözcüğün en az 27’sinin hem insan hem de E. Coli için müşterek (ortak) gibi gözüksede elde edilen bu tür bulgularla da canlılar dünyası için universal (müşterek) bir kod olduğu anlamı çıkmaz. Her şeyden öte embriyolojik süreç her canlıda farklı seyretmektedir. Dolayısıyla embriyonun gelişmesi esnasında ne ceninin (fetus) geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) ne de diğer başka canlılara ait embriyolojik benzerlikler evrime delil olamaz. Üstelik ortada homolog yapılara sahip canlıların ortak atalarının fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Çünkü birçok müşterek kombinezonlardan hareketle aynı atadan geldiğimiz varsayımına delil teşkil etmediği gibi bütüncül durum ortaya koyamamaktadır. Zira ne kurbağa insan DNA’sı, ne de insan kurbağanın DNA’sıdır. Dolayısıyla evrim varsayımları hep görüş olarak kalacaktır. Dahası canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Üstelik benzerliklere balıklamasına dalıp mal bulmuşçasına sevinenler her nedense canlılar arasındaki bariz farklılıkları gördüklerinde teğet geçmektedirler. Şayet birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşünü gösteren bir silsile serisi, aynı zamanda birbirleri arasında geçişlerin nerede noktalandığı ve terfi ettiği kademeye nerede başladığını gösteren bir delil ortaya koyulmalıdır. Madem canlılar arasındaki üniversallıktan (birliktelik) söz ediyorsunuz o halde aminoasitlerin tRNA’daki seçme (kodon tanıma) alanlarını uzaysal yapıları arasındaki uygunluk tanımı mı yapmak lazım, yoksa canlıların evrimi ile ilgili olduğunu mu? Elbette ki bu tür varsayımlar evrimle uzaktan yakından alakası yoktur. Zira genetik kodon anlamını değiştiren mutasyonlar hemen hemen öldürücü olduklarından evolosyon sırasında eklendikleri varsaysak bile baskın halde gün yüzüne çıkamazlar. Biyolojik şifreyi şöyle özetliyebiliriz: —Her bir şifre bir üçlü nükleotid grubundan meydana gelmiştir. —Her üçlü kodon müstakildir (özeldir). Nükleotidlerin üst üste birikmesi söz konusu olamaz. — Birçok aminoasitler birden fazla üçlü kodon tarafından yönetilir. —Belirli bir üçlü kodon birden fazla amino asidi yönetemez. Üçlülerin sadece bir amino asidi yönettiği bulunmuştur. İstisna olarak U-U-U üçlüsünün fenil alaninden başka pek az miktarda lösinide yönettiği ortaya çıkarılmıştır. —Bazı şifreler aminoasitleri şifrelemezler. Bunlar protein sentezinin başlatılması ve sonlanması gibi diğer işlerde kullanılır. — Her canlı organizmada aynı aminoasitler aynı üçlüler tarafından yönetilir. Yapılan araştırmalarda memelilerdede E. Colideki gibi diğer canlılarında aminoasitleri kendine özgü üçlü kodonlar tarafından yönetildiği gösterilmiştir. Hücre çekirdeğine giren ve DNA’ya katılan yeni birimler Mutasyonlar Canlılarda gen kombinasyonlarının dışındaki diğer sebeplerle ve ani olarak meydana gelen kalıtsal değişmelere mutasyon denmektedir. Yani mutasyon terimi genellikle kromozom yapısı değişmeleri veya kromozom sayısı değişmeleri, ya da genlerin yapısındaki fiziksel ve kimyasal değişmeleri ifade etmek için kullanılmaktadır. Fakat gel gör ki evrimciler tarafından mutasyona olduğundan daha fazla misyon yüklenerek yeni bir canlı türün doğuşuna neden olan bir hadise gözü ile bakılmaktadır. Bir başka ifadeyle mutasyon gibi arızalı bir yapıya deha kavramının bile yetişemeyeceği bir anlam yüklenmektedirler. Hâsılı her canlı tipin genetik yapısı kendine özgü olup mutasyonla ne bir canlı eksilmiş ne de yenisi türemiştir. Üstelik kendi keyfince üreme denilen bir hadise de yok zaten, tam aksine tüm canlı hücreler biyolojik nizamı çerçevesinde iş görmektedir. Kromozom yapısı değişmeleri Kromozom yapısı değişmeleri kendiliğinden meydana geldiği gibi radyometrik sebeplere bağlı olarak x ışınları, ultraviole ışınları, gama ışınları ve çeşitli kimyasal maddeler kullanılmak suretiyle suni olarak da meydana gelebiliyor. Bu amillerden herhangi birisine maruz kalan hücrelerin kromozomları enine olarak bir veya daha fazla noktadan kopabiliyor. İşte bu kopmalar kromozomlarda yapısal değişmelere sebep olmaktadır. Ancak mutasyona bağlı olarak genlerin dizilişinde meydana gelen kopmalar veya birtakım istisna arıza türünden milyonda bir görülen ani değişiklikler olup asla evrime delil niteliğinde değildir. Çünkü söz konusu mutasyona uğramış genetik yapı bütünüyle değişikliğe uğramadığı gibi ortaya yeni bir canlı tür meydana getirememektedir. Defisiyens ve Delesyon Her ikisinin de ortak noktası kopma olup, aynı zamanda kromozomların parça (segment) kaybetmesi olayı olarak bilinmekteler. Yani herhangi bir nedenle kromozomun ucundan bir parça kopar ve kaybolursa bu olaya defisiyens, aradan bir parça kopar ve kaybolursa buna da delesyon adı verilir. Defisiyensle kromozomun tek yerden kopan kısmın aradan çıkmasıyla birlikte kalan uçlar tekrar birleştiği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla her iki halde de sentromer ihtiva etmeyen kısımlar hücre içerisinde göreve yapamaz konumuna düşüp kaybolmaktadırlar. İngiltere kıyılarındaki Man adasında yaşayan kuyruksuz kedi (Manx) evrimcilerin dikkatini çekmiş olacak ki onun adeta kuyruksuz oluşundan medet ummaktadırlar. Oysa söz konusu bu kedi birileri tarafından kuyruğu kesilmesi sonucunda kuyruksuz hale dönüşmüş değil. Belli ki kuyruğa has bir genin kopması veya kaybetmesiyle alakalı bir husus var ortada. Bir kere mevcut geni kaybetmeye dur, elbette ki bu durumda Manx kedisinin kuyruksuz doğmasından gayet tabii ne olabilir ki. Çünkü ortada kaybedilmiş gen söz konusudur. Bu olayda asla evrimleşme olayı yoktur. Dahası hem insan, hem de kuyruksuz maymunların (apes) bundan takriben 3 milyon önce ortak bir atadan türedikleri ileri sürülmekteydi. Hatta fosil hominoidler kuyruksuz maymunlar ve insanlar için söylenile geldi, hominoidler ise yarı insanlar için kullanılan bir kavram olarak dile getirildi hep. Oysa bu tür kavramlarla evrimciler insanı insanlıktan çıkarıp hem atasını hem de kendisini hayvanlaştırmak isteseler de böyle bir ortak atayı gösteren bir fosilin yokluğu değim yerindeyse uykularını kaçırmaktadır. Kısaca evrimcilerin insanın atası diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki; maymun kuyruğu sayesinde bir fındık tanesinden küçük yiyecekleri bile toplayabilmektedir, yani burada kuyruk parmak görevi yapmaktadır. Ayrıca bazı maymunlarda apandisitin olmaması da başka bir handikap olarak karşımıza çıkmaktadır. Inversiyon Bir kromozomdan kopan bir parçanın koptuğu yerde 180 derece dönmesinin ardından yapışmasına inversiyon denmektedir. İnversiyonun delesyondan farkı kopan segmentin ters olarak eski yerine dönmesidir. Yani orijinal kromozomda genlerin dizilişi A, B, C, D, E, F, G şeklinde olduğu halde inversiyon neticesinde A, B, C, F, E, D, G halini alırlar. Duplikasyon Bir kromozomun belli bir kısmında genlerin iki veya daha fazla ihtiva etmesi demektir. Yani duplikasyon delesyonun aksine bir parça çoğalması demektir. Dahası duplikasyonla homolog kromozomların herhangi bir noktasının birbirine temas etmesinden sonra o noktada bir kopmayla birlikte yeniden birleşip ilave parçalar eklenmektedir. Translokasyon Translokasyon homolog olmayan kromozomlara ait kaybolan kromozom parçasının taşınıp veya yer değiştirip başka bir kromozoma yapışması olayıdır. Demek ki farklı homolog çiftlerine ait kromozomların birbirini kat etmesi bu temas noktasında bir kopmaya sebep olabiliyor. Yani bu kopan parçalar bir translokasyon meydana getirerek sonunda anomali halde birleşebiliyor. KROMOZOM DEĞİŞMELERİ Bitki ve hayvanlar âleminde kromozom sayısı cinsten cinse, hatta türden türe değişiklik göstermekle beraber her türün çeşitli fertlerinde kromozom sayısı sabit kalmaktadır. Genellikle her canlının her hücresi kendi türü için karakteristiktir. Bu yüzden eşeyli üreme gösteren canlılarda gametlerin ihtiva ettiği kromozomlara takım veya genom adı verilmektedir. Genomların sayısı “n” ile gösterilip haploit (monoploit) özelliktedir. Somatik hücrelerin gametleri iki misli kromozom ihtiva ettiklerinden onların kromozom sayısı da 2n olmaktadır. Yani diploittirler. Fakat bir kısım canlılarda bu diploid (2n) kromozom sayısının değişebildiği belirlenmiştir. O halde bu arızi değişmeleri muhtelif kısımlara ayırarak inceleyebiliriz. Euploidi Bir takımdaki kromozomların birden başlayıp tam katlı yükselmesi ya da tam tersi o kromozom takımının organizmada tek bir defa bulunması olayıdır. Bir başka ifadeyle kromozomlar bu olayla birlikte hem monoploid hem de poliploid şeklinde sahne alabilmektedir. Dolayısıyla bu iki tipi şöyle izah edebiliriz: Monoploidi Nadiren bazı hayvan ve bitki hücrelerinde sadece bir takım veya n kromozom ihtiva edip buna monoploid denmektedir. Örneğin bal arılarında erkek fertler döllenmemiş yumurtaların gelişmeleri ile meydana gelmektedir. Keza deneysel olarak temparetür şartlarına maruz kalan Tritirus yumurtaları ise gelişerek monoploid fertler meydana getirmektedirler. Poliploidi Bir takımdaki kromozomların hepsinin birden sayısının 3 veya daha fazla kata yükselmesi olayıdır. Bu olay neticesinde 3n, 4n, 5n gibi daha artış kaydeden katlarda kromozomlu fertler meydana gelebiliyor. Bunlar sırasıyla triploid, tetraploid, pentaploid vs. olarak bilinmektedir. Poliploidi fertler; Mayoz bölünme sonucunda kromozom sayısının yarıya indirgenmesiyle birlikte somatik hücrelerdeki kadar genoma sahip gametlerin teşekkül etmesiyle oluşan fertlerdir. Aynı zamanda bu tip fertler zigotun ilk bölünmesi esnasında enine çeperin teşekkülüne mani olmak suretiyle kromozom sayısının iki kata yükselmesi sayesinde meydana gelirler. Bu arada Poliploidi fertlerde kendi içerisinde birtakım türlere ayrılmaktadır. Şöyle ki; —Autopoliploidi (Autoploidi) Autopoliploidi de mevcut olan genlerin hepsi aynı türden meydana gelir. Örneğin eğer bir diploid ferdin toplam genomu AA ise autopoliploid fertler 4A, 6A, 8A, 10A şeklinde tezahür edecektir. Yine autopoliploidi de mevcut genlerin bir kısmı aynı türden diğer bir kısmıda başka türden meydana gelebilmektedir. Mesela AA ve BB genomları taşıyan iki fert çaprazlanırsa AB genomu taşıyan bir zigottan diploit bir fert hâsıl olacaktır. Şayet bu zigotun kromozom sayısı 2, 3, 4 katına çıkarılırsa 2AB (AA BB), 4AB(AAAABBBB) gibi alloploid fertler meydana gelecektir. — Endopoliploidi Endopoliploidi endomitoz adı verilen olayın bir neticesinde doğmaktadır. Nitekim bazen farklılaşmış ve bölünme yeteneğini kaybetmiş hücrelerde çekirdek zarı kaybolmadığı halde kromozomların uzunlamasına bölünerek sayılarını 2 veya daha fazla kata yükselttikleri görülmüştür. Ancak bu olayda iğ iplikleri teşekkül etmez. Bu yüzden endomitozla oluşan kromatidler birbirinden ayrılarak bağımsız kromozom halini alırsa bu olaya endopoliploidi (polisomati), birbirine yapışık kalarak kromatid paketlerinden ibaret dev kromozomların meydana getirilirlerse bu olaya da politeni denmektedir. Zira Politeni, Dipter (örneğin Drosophila) larvalalrının tükürük bezlerinde sık sık görülmektedir. — Autopoliploidy Autopoliploidy bir takımdaki kromozomlardan birinin veya birden fazla türün genom sayısının artırması olayıdır. Dolayısıyla bu tip fertler autopoliploidy gametlerin normal haploid sayıdan daha fazla veya eksik sayıda kromozom ihtiva eden gametlerin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. (Non-dujuntion olayı ile meydana gelen gametlerde birinde kromozom sayısı n+1, diğerinde ise n–1 şeklindedir) Bu arada Autopoliploidy 3 tipte tezahür edebiliyor. Şöyle ki; —Monozomi Diploid bir fertte tek bir kromozomun tamamlanmamış veya eksik olması olayıdır. Böyle bir fert non-dısjunctıon olması dolayısıyla bir kromozom eksik olan bir gametin (n–1), normal bir gametle birleşmesi neticesinde meydana gelir. Böylece n–1 x n = (2n–1) şeklinde formüle edilen monosomik durum turner sendromu olarak sahne alır. —Nullisomi Bir canlıda bir kromozom sayısının homoloğu ile beraber eksik olması olayıdır. Böyle diploit fertler 2n–2 ile gösterilir. Dahası Nullisomik fertler nondısjunctıon olayı sonucu aynı çeşit kromozomunu kaybetmiş olan 2 gametin birleşmesiyle meydana gelir. Böylece bu durum n–1 x n–1 = (2n–2) şeklinde formüle edilir. —Polisomi Bir takımda bulunan kromozomlardan birinin veya birkaçının sayısını yükseltmesi olayıdır. Tabiî ki polisominin de trisomi, tetrasomi, hiperploidi ve hipoploidi çeşitleri vardır. Şöyle ki; Trisomide diploit fertte bulunan kromozomlardan bir tanesi daha fazladır. Yani 2n+1 şeklinde formüle edilip mesela insanda trisomik fertler n+1 =24 ve n =23 kromozomlu gametlerin birleşmesiyle meydana gelmektedir. Dolayısıyla genel itibariyle trisomik fertlerde kromozom sayısı 47 olmaktadır. Tetrasomy de diploid bir fertteki kromozomlardan bir tanesi 4 kez sahne alabilmektedir. Nitekim böyle fertler 2n+2=48 formülü ile gösterilir. Hipoploidi de durum daha başka hal alıp polisomi olayının yüksek katsayı poliploidlerde takım halde yer alan kromozomlardan bir tanesinin diğerlerine nazaran daha az yansıması şeklinde tezahür etmektedir. Böylece bu durum 4n–1, 5n–1 diye kategorize edilir. Fazla olanı ise hiperploidi adını alır. Bu arada hiperploidiyetrizomiler, hipoploidiye ise turner sendromu örnek gösterilebilir. Gen Mutasyonları Her ne kadar DNA yazısı kromozomlar içerisinde sıkıca paketlenmiş, ayrıca protein kılıflarlara sarılmış moleküler seviyede çift zincirin karşıt harflerinin birbirlerine sıkıca tutunup korunmuş durumda olsalar bile yine de bizim bilmediğimiz birçok bozucu, dağıtıcı ve yıkıcı etkenlerin riski her zaman vardır. Yani moleküllerin gerek kendine özgü termik titreşimleri, gerek kimyasal ve elektriksel etkenler, gerekse başka moleküllerle çarpışmaları veya ortamdan geçen radyasyonun etkisi gibi birtakım sebeplerle DNA’nın bazı kayıplara uğraması muhtemeldir. Mesela buna benzer etkiler sonucunda kanatsız sinek veya şekli bozulmuş bitki meydana gelebiliyor. Tabii bu demek değildir ki evrimleşme sonucu yeni bir canlı meydana gelmiştir. Zaten bu tip durumlar kurulu programa zarar vermekten öteye geçememiştir. Sonuçta genler öyle işler yapıyorlar ki aradan kaç nesil geçerse geçsin canlının tümünde değişiklik oluşturmadığı gibi yeni bir canlı da ortaya koyamamaktadır. Anlaşılan her yaratılan istisnai değişiklikler hariç orijinal haliyle kalmaktadır. Çünkü genler hücrelerin başkomutanı olup, onların direktifleriyle canlılar kararlılıklarını sürdürebiliyorlar. Beynimizin en kolay yaptığı iş belki de olumsuz olan her ne varsa onu derhal programlayabilmesidir. Madem öyle beynimize olumlu sinyaller göndererek kendimize pozitif bir bakış açısı kazandırabiliriz pekâlâ. Olumlu düşünebilmek, güzel bakabilmek ilk evvela dilimizi olumlu cümleler kurmaya alıştırmakla mümkün. Eline, diline, beline sahip olan isterse kâinata meydan okuyabiliyor zaten. Keza dua ederken “Allah’ım hayırlı değilse üniversiteyi bana kazandırmayı nasip etme” yerine “Allah’ım bana hayırlı üniversiteler kazanmayı nasip eyle” tarzında hiçbir kayda ve şarta bağlı kalmaksızın ümit dolu bir dil kullanmakla beyin programını olumlu kılınabiliyor. O halde siz siz olun kullanacağınız cümlelerinizde asla olumsuz ve karamsar kelimelere yer vermeyin. Hani bir söz vardır ya “Güzel gören güzel düşünür, güzel bakan güzel görür, güzel rüya gören mutlu olur” diye. İşte bu tür akıl dolu sözler hepimizin kulağına küpe olsun ki, bak o zaman gerçek hayat nedir farkına varmış olabilelim. Bir zincirin halkasında herhangi sebeplerle bir harf kaybetmesi önemli bir zarar sayılmaz. Çünkü hemen o noktada iki şerit birbirinden ayrılıp, sağlam olan zincir kendisine bir komplamenter kopya yapabiliyor. Böylece eski komplamenter DNA şeride karşılık gelen yeni bir şeridin yardımıyla tekrar inşa edilebilmektedir. Fakat öyle istisnai durumlar var ki; DNA’nın rejenerasyonunu (yenilenmesi) imkânsız kılan bozulmalar sonucunda DNA’nın her iki zincirinde cereyan eden kopmalar veya kaymalar düzeltilememektedir. Çünkü rejenerasyona hizmet edecek orijinal enformasyon her iki şerittede kaybolmuştur. İşte bu rejenere edilmeyen kısım ya da aslına çevrilemeyen değişmiş bölüm kendi başına arızalı şekliyle kalıp hücrenin hayatını sonlandıracak bir takım zararlara yol açabilmektedir. Derken bu arızalı durum hücreden hücreye nesiller boyu ilerleyebilmektedir ki bu bildiğimiz mutasyon halidir. Şurası bir gerçek genetik kodlarda meydana gelen değişmeler istisnai arızalı durumların birbirini tetiklemesiyle ortaya çıkmaktadır. Anlaşılan o ki genler üzerindeki ardı ardına cereyan eden zincirleme kazalar mükemmel bir yapı ortaya koyamadığından evrime delil teşkil edemiyor. İlginçtir tabiat ana veya onların tabiriyle tesadüf tanrısının genetik kodlarla rasgele kumar oynaması esnasında bir dizi felaketlere kapı açmaması bir başka gerçeği ortaya koymaktadır ki, bu hepimizin bildiği, fakat evrimcilerin bilmediği ilahi nizamın kolay kolay tarumar edilemeyeceği gerçeğidir. Gerçekten de biyolojik nizamın tepesinde bu denli kompleks canlı varlıkları oluşturan genetik kodların kararlılıklarını sürdürmesi kayda değer bir olaydır. İşte bu yüzden her an her saniye sessiz ve derinden etkileyecek denilen tarayıcı doğal ayıklamanın ( doğal seleksiyonun) hışmına uğramadan biyolojik nizamın yoluna devam etmesi evrimcileri adeta şaşkına döndürmektedir. Tüm bu şaşkınlıklarına rağmen hala tabii seleksiyonu faydalı değişiklikleri muhafaza edip, güya zararlı olanları ayıklayan bilinçli bir varlıkmış gibi ilan etmekten geri kalmıyorlar. Onlar bildiklerini okuya dursunlar, Japonyalı bilgin Motoo Kimura bir insanda birkaç senede bir hücre molekülün farklılaşma geçirebileceğini hesaplamıştır. İngiliz genetik bilim adamı John Burdon Sanderson Halden ise insan neslinin ancak ve ancak 1000 senede bir molekül değişikliğine uğrayabileceğini ortaya koymuştur. Tabii bu hesaplamalar evrimcileri üzmektedir. Çünkü bu tür hızlı değişimin tabii seleksiyonla olduğunu varsaydığımızda insan türünün dünya sahnesinden kalkması demektir. Dolayısıyla böylesine mutasyondan bile hızlı bir şekilde işleyen bu süreç beklentilerine cevap vermemektedir. Yani bu durumda ya mutasyon denilen mekanizma bir şekilde tetiklenip hızlı işletilecek, ya da faydalı mutasyonu faydasız mutasyondan ayırabilecek kabiliyette olduğu söylenilen tabii seleksiyona dur denip ara sıra ona tatil yaptırılacak. Belli ki evrimciler mutasyon, seleksiyon derken gel-gitler içerisinde kıvranarak iki arada bir derede sıkışmış durumdalar. Bir genin kromozom üzerindeki yeri değiştirmeksizin onun (A-G) baz moleküllerinde meydana gelebilen değişmelere gen mutasyonu (nokta mutasyon veya mikro mutasyon) denir. O halde moleküler seviyedeki bu tür mutasyonları da 4 grupta incelemek mümkündür. —Transversiyon (çapraz aktarmalar) Mutasyon sonucu bir pürin bazının yerini bir pirimidin veya bir pirimidin bazının yerini bir pürin almışsa bu tip tek bazlı değişkenlik gösteren mutasyonlara transversiyon denir. Örneğin A = T veya G=S çifti yerine T= A veya S= G çiftinin geçmesi birer transversiyondur. —Transisyon(geçiş) Bir genin herhangi bir yerindeki A=T çifti yerine G=S çifti veya tersi veyahutta T=A çifti yerine S=G çifti veya tersi durumun geçmesi şeklinde bir bazlık mutasyon değişmelerine (nokta mutasyon) transisyon denir. Bu tip mutasyonlarda bir pürin bazının (A,G) yerini başka bir pürin bazı ve bir primidin bazının yerini başka bir pirimidin bazı almış demektir. —Delesyon Bir veya daha fazla nükleotid çiftinin DNA molekülünden koparak eksilmesi şeklinde tezahür eden mutasyondur. Eksilme yalnız molekülün uç kısımlarından değil orta kısmın herhangi bir yerinde de olabilir. Kopan kısım aradan çıktıktan sonra kalan uçlar tekrar birleşebiliyor. Bu arada nükleotid eksilmesi herhangi bir gende oluşmuşsa o genin şifresi olumsuz yönde etkilenebilmektedir. —Inversiyon Delesyonun tersi olan bir mutasyon şeklidir. DNA molekülüne fazladan bir veya birkaç nükleotid çift girebilir. Bu eklenme hangi gende olmuşsa o genin şifresi değişebilmektedir. Ayrıca yukarda bahsettiğimiz 4 tip gen mutasyonun varlığı genetik çaprazlamalar sonucu anlaşılıp, mikroskopla asla gözlenemezler. MUTAGENLER (DNA’yı mutasyona uğratan genler) Çeşitli ışınlar, bazı kimyasal maddeler, temparetür şokları ve diğer bazı faktörler genlerde mutasyon meydana getirdiklerinden bunlara mutagen denir. Mutagenler; “—Sıcaklık — PH —Radyasyon —Kimyasal Bileşikler” diye dört grupta toplanır. Sıcaklık Yüksek sıcaklık moleküllerin kinetik enerjilerini artırmak suretiyle mutasyona sebep olabiliyor. PH derecesi Ortamın PH derecesi moleküller arası etkileşimlerde ve özellikle tautomerik (pronitron değişmesi) dönüşümlerde rol oynayıp, bu sebeple PH derecesinin mutasyon hızını etkilemesi gayet tabiidir. Fakat bu arada moleküllerin hızla hareket ederek birbirleriyle çarpıştıkları bir ortamda moleküler kazalar ve yanlışlıkların olma ihtimali de sıfır denecek kadar azdır diyebiliriz. Radyasyon Mor ötesi ışınlar ve x ışınları gibi kısa dalgalı diyebileceğimiz yüksek enerji radyasyonlar moleküllere çarptıklarında çeşitli değişikliklere sebep olmaktadır. Mesela DNA molekülünde delesyon ve inversiyona yol açan kopmalar görülebildiği gibi, baz çifti dönüşümlerine yol açan tautomerik dönüşümlerde nüksedebiliyor. Kimyasal Bileşikler Kimyasal maddelerden bir kısmı DNA molekülü üzerinde transisyona (Nıtroz asit, 5 Brom urasil, 2 amino purin, hidroksiamin gibi) neden olurken bazıların da transversiyona yol açmaktadır (etiletan, sülfanot gibi). Diğer bir kısmında ise delesyon veya inversiyona yol açabilmektedir (Akridin türevleri gibi). Tautomeri dönüşümler DNA zincirinde A=T ve G=S’in karşılıklı bir plan dâhilinde eşlemesi fiziko kimyasal bakımdan uygunluk göstermektedir. Aynı zamanda bu eşleşme adenin-timin arasında 2 hidrojen bağı, guanin-sitozin arasında 3 hidrojen bağı sayesinde mümkün olmaktadır. Ancak keto grubu taşıyan guanin ve timin ile amino grubu taşıyan adenin ve sitozin eşleşme esnasında bir molekül daha değişik formatta bulunabilmektedir. Buna göre tautomerizasyon dönüşüm sonucunda bir molekülün proton ve elektronlarının yeniden dizilmesiyle birlikte alışılagelen A, G, S, T formun dışında başka biçim teşekkül edebiliyor. Bu durumda tautomerik forumlarda 1 hidrojen atomunun bağlandığı noktada yerinin değişmiş olduğu görülecektir. Hatta bir hidrojen atomunun yerinin değişmesiyle birlikte karbon üzerindeki tek bağların çift bağ, bazı çift bağların ise tek bağ haline dönüşmesini beraberinde getirecektir. Bir an için DNA replikasyonu sırasında tautomerik yapıdaki bazı nükleotidlerin ortamda bulunduğunu düşünelim. Böyle bir durumda nükleotidler arasındaki eşleşmeler elbette ki değişecektir. Normal şartlarda DNA’daki A=T ile G=S veya bunlar ters bir şekilde eş yaparlar. Halbuki sitozinin tautomerik formu adenin ile, timinin tautomerik formu guanin ile, adenin tautomerik formu ise sitozin ile, derken guaninin tautomerik formuda timin ile eş yapar. Bunun sonucu örneğin normal formda bulunan bir adenin karşısına bir sitozin geçmiş olur. Daha sonraki bir eşlenmede ise sitozin normal formuna geçerek yeniden guanin ile eş yapar. Böylece başlangıçta DNA molekülünü bir noktasında A=T, G=S baz çifti S=G ve A=T şeklinde baz çiftlerine dönüşecektir. Kimyasal Mutagenlerin etkileri Kimyasal mutagenler DNA yapısındaki bazların molekül yapısında değişikliklere yol açan maddelerdir. Böylece molekül yapısında değişme meydana gelen bir baz doğrudan bir baz çifti yapamamaktadır. Baz analogları Baz analogları DNA yapısında ki bazlara çok benziyen moleküller olup DNA eşleşmesi sırasında normal bazların analogları normal bazlara oranla daha kolay tautomerik dönüşümler yapabilmektedir. Böylece DNA yapısında bu durum mutasyon ihtimalini artıracaktır. Kimyasal mutagenlere örnek verecek olursak: Nitröz Asit (HNO2) Özellikle Nitröz Asitbakteri, maya ve faj gibi mikroorganizmaların DNA baz molekül yapısında değişiklik yapan bir madde olup, aynı zamanda HNO2 amino grubu taşıyan bazları oksidatif deaminasyona uğratmaktadır. Yani DNA’daki amino grupları (NH2) yerine hidroksil (OH) grupları devreye girmektedir. Eğer bir DNA molekülü Nitröz asitle muamele edilirse örneğin 6.ncı karbonunda bir amino grubu ihtiva eden hipoksantin haline çevrilir. Böylece Keto grubu taşıyan hipoksantin mutasyon meydana gelmiş olur. Aynı şekilde HNO2 vasıtasıyla DNA’daki sitozin değişimi gerçekleşebilmektedir. Keza oksidatif deaminasyonla da urasil guaninle değil adeninle çift yapacağından mutasyona sebep olmaktadır. 5- urasil -brom bazı Baz analoğu olarak kabul edilen bu gibi bileşiklerin moleküler yapısı bazların genel yapısına çok benzediğinden böyle moleküller DNA’daki bazların yerine rahatlıkla alabiliyorlar. Örneğin 5-Brom urasil timine benzediğinden DNA ikileşmesi sırasında timin yerine kullanılabilmektedir. Bu bileşiğin timinden tek farkı, timindeki beşinci karbona bağlı olan metil grubu yerine brom atomunun bulunmasıdır. Urasilde ise aynı yerde hidrojen (H) atomu bulunur. İşte 5-brom urasil bazı urasilde hidrojen atomunun brom ile yer değiştirmesiyle meydana gelir. Bunun içinde 5-Brom urasil olarak adlandırılır. Normal olarak 5-Brom urasil timine benzediğinden adenin ile eş yapar ve tam olarak timinin yerini tuttuğunda ise mutasyona sebep olur. Bu bileşikler ancak normal durumunda iken enol form haline geçebilmektedir. Mutasyon Hücrenin hayatını nasıl etkiler? Evrimciler ne akla hizmet ediyorlarsa mutasyonun hayat verdiğine inanmaktadırlar Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Bir örümceğin (Tarantula’nın) gayet kendini iyi koruyabilen hatta bazen arıları bile zehriyle öldürebilecek donanıma sahip olduğu halde kendisine yaklaşan eşek arısının kendisini uyuşturup yararlanmasına izin verebiliyor. Ya eşek arısına ne dersiniz, baksanıza o da avını sinir merkezlerinin yerini nokta atışı diyebileceğimiz metotla belirleyip kendisinden iki kat daha zehirli donanımlı örümcek üzerinde operasyon yapabilmektedir. Anlaşılan o ki hem Tarantula açısından, hem eşek arısı açısından doğal seleksiyona katkıda bulunacak bir durum gözükmemektedir. O halde bu durumda güçlü örümcek karşısında eşek arısının soyunun tükendiğini söyleyebilir miyiz? Elbette ki cevap hayır olacaktır. Çünkü her iki halde de kompleks bir mekanizma kendine özgü bir tarzda muhafaza edilerek evrime meydan okumaktadır. Bir kere her şeye evrim mantığından bakarsak doğal seleksiyonun başarılı olması için sürekli olarak faydasız veya zararlı mutant genlere karşı üstün olması gerekmektedir. Bu da yetmez faydalı mutant genler az sayıda üreyip, ekonomik kullanılmaları icap etmektedir. Kaldı ki bir birey faydalı bir mutasyona maruz kaldığını varsaysak bile, o fert önce genetik yapısında oluşan öldürücü genleri yok etmesi gerekir, daha sonra çiftleşen alt grubun, popülâsyonda üstün yer almasını sağlayacak bir üreme kabiliyeti sergileyip taşıdığı bu mutant özellikleri popülâsyona transfer işlemini gerçekleştirmesi icap eder. Maalesef uygulamaya baktığımızda faydalı zannedilen mutasyonun kendisin faydası yok ki başkasına da faydalı olsun, yani etkisiz olduğu görülecektir. Mesela canlıların bir kısmı değişik şartlara ayak uydurma yeteneklerini yitirdiklerinde ya nesli kesilmekte ya da sınırlı değişiklikle hayatını devam ettirebilmektedir. Keza mutasyona uğramış DNA zinciri eski zincirden 1 nükleotidlik bakımdan farklı olsa bile bu küçük değişiklik ancak hücre üzerinde etkili olabiliyor. Dahası böyle değişmeye maruz kalan bir hücre diğer hücrelerle yarışma yeteneğini ya artırır ya da azaltmaktadır. Şayet mutasyon yararlı bir mutasyonsa diğer organizmalardan daha büyük yaşama şansına sahip olacağından, bu durum oğul döllere aktarılırken bir baz ileri veya bir baz geri olacak şekilde geçmektedir. Şu bir gerçek popülasyon içerisinde varlığını hissettirecek, hatta tüm popülasyonu daha da mükemmel hale getirecek bir mutasyon hadisesinin gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. Üstelik faydalı değişmelerin faydasızlara üstün hale geçmesi için bir plan ve bir program gerektirir ki evrimcilerin zaten planla programla hiçbir zaman işi olmamıştır. Zira onların işbirlikçisi tesadüf mitidir. Oysa en basitinden bir canlının kendisinden bir üst canlıya evrimleşmesi için trilyon rakamların üstünde birbiri ardına gerçekleşen mutasyon aşamalara ihtiyaç vardır. Ne var ki en ilkel canlıdan daha yüksek canlılara gidildikçe komplekslik ritmi artmasıyla birlikte yeni bir türün oluşması ihtimalini zayıflatmaktadır. Düşünen bir insan için komplekslik mükemmeliyet demek, dogmatik kafa için ise tam bir kaos ve tesadüfi bir olay demektir İçerisinde enzim, nükleik asit, şeker vs. karışımın bulunduğu steril ortamda hazırlanmış bir organik bileşikler ekstraktı düşünelim. Sonra da bu karışımı katalizleyecek dışardan elektrik kıvılcımı ile oluşabilecek bir enerji kaynağını varsaydığımızda görülecektir ki hangi metodu uygularsanız uygulayın ortaya asla yeni bir canlı çıkmayacaktır. Bu tür denemelerin uzun yıllardır yapıldığı artık bir sır değil. Gelinen noktada protein moleküllerinin en ilkelinde bile yaklaşık 1500 parçanın varlığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla organik çözelti içeren bir kazana bu proteini karıştırdığımızda bu ortamda 1500 parçayı hem toplayıp sentezleyecek, hem bundan daha büyük proteinin yapılmasını sağlayacak ve ayırabilecek bir sistemin olması gerekmektedir. Ki; bunun gerçekleşme ihtimali (1/2)1500 uçuk bir rakama tekabül etmektedir. Görüldüğü üzere bu rakam adeta imkânsızlığı temsil etmektedir. Bu rakamlar ortada iken hala her şey tesadüfen meydana geldi deniliyorsa pes doğrusu. Sayı arttıkça karmaşık yapılar daha da büyümektedir. Dolayısıyla evrimcilerin ihtimal hesapları da o oranda (trilyonları aşacak boyutta) altüst olmaktadır. Mutasyonların etkileri en kolay bir şekilde mikroorganizma üzerinde daha iyi gözlenebilmektedir. Bu gözlemlerden hareketle en basit protein molekülün bile 400 amino asit ihtiva ettiğinin farkına varmış oluyoruz. Bununla da kalmayıp amino asitlerin her biri dört veya beş elementten meydana geldiğini idrak ederiz. Dolayısıyla mikroorganizmalar bütün amino asit çeşitlerin, vitaminlerin, şekerlerin, yağların ve proteinlerin meydana gelmesinde büyük rol oynadığı kanaatine varırız. Fakat bir mikroorganizmada mutasyon olursa durum ne olur sorusu sorulduğunda, böyle bir durumda elbette bakterilerin belli bir aminoasit çeşidi yapma yeteneklerinin mutasyonla kaybolma ihtimali söz konusu olabilecektir. Çünkü DNA direktiflerinde sürekli değişiklik bakterinin ihtiyacı olan amino asidi artık yapamaz hale sokabiliyor. Böylece hücre içerisinde proteinler olmadan bakteri üremeyeceği için sonu ölümle sonuçlanmaktadır. Bununla beraber biyologlar bu mutasyon etkisini gidermek için gereken aminoasidi kültür ortamı yoluyla enjekte ederek bakterinin yaşamasını ve gerekli besin maddelerini almasını sağlayacak ortamı sağlayarak bakteri çoğalmasını sağlayabilmişlerdir. Bu durumu aşağıdaki gibi şematize etmek mümkündür: —Normal bakteri Z’yi yaparsa basit kültür ortamında koloni meydana getirir. —Mutasyonla değişen normal bakteri aminoasit Z’yi yapamazsa, bu durumda basit kültür ortamında filiz veremeyecektir. —Mutasyonla değişen normal bakteri kültür ortamına aminoasit Z ilave edilirse basit kültür ortamında koloni meydana getirecektir. Bilim adamları bir küf mantarının mutasyon sonucunda gerekli vitamininin yapma yeteneğini kaybettiğini gördüler. Bu durumda gerekli olan vitamin kültür ortamına eklendiğinde söz konusu mantarın yaşamaya devam edip, üreyebildiği belirlenmiştir. İşte Biyologlarca böyle mutasyona uğramış birçok mikroorganizma soylarını laboratuar şartlarında besin madde verilerek canlı tutabildiği olaya beslenme mutantı (Mutasyona uğramış canlı varlık) denmektedir. Şurası muhakkak zararlı mutasyonlar canlının yaşama şansını ortadan kaldırmaktadır. Buna rağmen evrimciler hala mutasyonların canlının yaşama şansını artırdığından dem vurarak böyle mutasyonlara faydalı mutasyonlar olarak gözüyle bakmaktadırlar. Hatta daha da ileri giderek bunların yeniden şifrelenmiş mesajlar olarak oğul döllere geçip onların yaşama şanslarını artırdığını ileri sürmektedirler. Oysa böyle bir şeyin gerçekleşse bile canlı popülâsyonun şansa bağlı olaylarla kendisinden üst organize bir yapıya nasıl yükseldiğini gösterecek herhangi bir delil olmadığı gibi mutasyon denilen arıza bir sistemle mükemmeliyet arasında bağ kurmak bir hayli zor gözükmektedir. Bu yüzden canlı organizmaların suni metotlarla üretilmesine pek sıcak bakmıyoruz. Çünkü laboratuar çalışmalarının hiçbiri tabiat şartlarında gerçekleşmiş olaylar değildirler. Velhasıl; ilk yaratılış tekrarlanması ve tecrübe edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir. http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|