![]() |
#1 |
![]() Doç. Dr. Erol Göka ile önceki gün Ermenilerin, dün Kürtlerin psikolojisini inceledik. Sıra Türklerde. Konuşmamız savaş rüzgâlarının estiği, acı ve öfke soluduğumuz günlere denk geldi. Böyle zamanlarda aynaya bakmak, yüzleşmek zorlaşır. Bu gücü kendinde bulanlar için bol malzeme var bu metinde...
Çok merak ediyorum, Türk etnik kimliğinin en önemli özelliği savaşçılık mı? En önemli diyebilir miyiz bilmiyorum; ama en önemlilerinden. Bence etnik kimliğimizin en önemli özelliği uygarlıklarla ve dinlerle ilişkimizde kendisini gösteriyor. Uygarlık tarihçilerine göre Türklerin kendine özgü bir uygarlıklarından söz edemeyiz. Selçuklu, Osmanlı muhteşem, ama sentez uygarlıklar, Türklere özgü yanları çok az. Uygarlık tarihçileri, Türklerin tarihteki asıl rollerinin "uygarlıklar arasında aracı olmak" olduğunu söylüyor. Bu rolümüz nedeniyle tüm uygarlıklara açık olmuş, tüm dinlere merak duymuş. Kahir ekseriyetimiz İslamiyet'i benimseyince dinî merakımız kısmen yatışmış; ama hoşgörümüz ve uygarlık ürünlerini kolayca benimsememiz bugüne kadar kalmış. "Uygarlıklar arasında arabulucu olma" özelliği Türklerin gücü mü yoksa zaafı mı? Hem gücü hem zaafı. Bu özelliğimiz sayesinde güçlü olduğumuz zamanlarda, değişik topluluklar, değişik dinler bayrağımız altında kolayca toplanıyorlar. Zaafımız ise kimliğimize ve dilimize sahip çıkmadaki özensizliğimiz. Bu yüzden Hazar'ın kuzeyinden batıya giden Türkler, güçlü Hıristiyan topluluklar arasında yitip gittiler. Hâlâ dilimize, kimliğimize çok özenli değiliz. Öz-benliğimizi kutsayan sözler ediyoruz; ama hepsi o kadar. Ama bu öz-benlik diye kutsanan şey, uygarlık yaratmayan taklit eden, başkalarının yarattıklarından ödünç alan yanımız değil mi? Yok hayır, öz-benliğimiz diyebileceğimiz birçok özelliğimiz var, anadilimiz, temel inançlarımız, gelenek göreneklerimiz. Ama bir bakıma da haklısınız, kendimiz yapmak yerine kolaycı yollara sapmak da bizim bir özelliğimiz. Türkler tarih boyunca nasıl yönetecekleri üzerinde çok kafa yordular, ama neyle yönetecekleri yani kültür politikaları konusunda pek gayret göstermediler. Zaten yarı-göçebe ve savaşçı bir topluluk olarak ellerinde çok kozları da yoktu. Bitmek bilmeyen yönetme idealini ödünç kültürlerle gerçekleştirmek zorunda kalmak; Türklerin tarihsel açmazı buydu. Peki savaşçılığımızın kökeninde ne var? Muhtemelen İslam-öncesi inançlarımız ve Orta Asya'daki yaşam koşullarımız. Elbette İslam'da da vatan müdafaası önemli, ama Türklerin hâlâ varlığını sürdüren inançlarına göre tabiat kutsal, tabiat içinde ise Türk toprakları en kutsal. "Toprak uğrunda ölen varsa vatandır" dizesinin gönüllerde yarattığı coşkunun nedeni bu. Orta Asya'daki güç yaşam koşullarından ve kalabalık Çinlilerce çevrili olmaktan dolayı Türklerin zihniyeti var kalabilmek için yönetimde olmak gerekliliği gibi bir sonuç çıkardı ve her zaman bir "yönetme ideali"ni muhafaza etti. Siyasetle ve yönetme teknikleriyle yoğun biçimde ilgilendi. Atalarımız büyük ihtimalle dünyanın geri kalanını Çinlilerin oluşturduğunu sanıyorlardı, bu zorlu dünyada var kalabilmek için tüm dünyaya egemen olmaktan başka çareleri olmadığını düşünüyorlardı. Ciddi ciddi dünyayı ele geçirmek istiyorlardı. Bu yüzden "nizam-ı âlem ülküsü" amacı, modern Türk siyasi ideolojilerinde de yer aldı. Toplum savaşçı bir zihinle hareket edince, kahramanlık mecburen en büyük erdem oluyor o zaman. Öyle. Analar, tüm dikkatlerini vatanın, milletinin hayrına kahramanlıklar yapacak evlatlar yetiştirmeye sarf etmiş. Cepheye oğul saldığında göğsü kabarmış, 'oğlumun sayesinde rahatız burada' diye gurur duymuş. Anasının çok kıymetlisi olan oğul, ona layık olabilmek için, daha henüz gönlü ondan ayrılacak kadar olgunlaşmadığı halde koşmuş cepheye. Yoksa sütünü helal etmez anası. O yüzden askerlerimizden "ana kuzuları", "körpecik fidanlar" diye söz ediyoruz. Geride bıraktığı toprakları anasıyla özdeşleştirmiş "anavatan" yapmış, gönlünde bir türlü ayrılamadığı anasını taşımış, onun için savaşmış. Hâlâ asker uğurlama törenlerimizde, şehit cenazelerimizde analarımız birinci kişi. Savaşçılığımız hayatımıza nasıl yansıyor? Savaşçı zihnin temel özelliği; fanatizme yatkın olması ve sorunları muarızını düşmanlaştırma ve düşmanı yok etme yoluyla çözmeye çalışması. Burada küçücük münakaşaların nasıl yumruk yumruğa kavgalara, çocukların sokakta kavgalarının nasıl aile savaşlarına dönüştüğünü, insan ilişkilerinde sorun çıktığında, çözme yolu olarak karşısındakine "dersini vermek", "haddini bildirmek", "paçasını aşağı almak", "dünyayı zindan etmek" gibi yöntemlerin benimsendiğini; erkeğin kadına, öğretmenin öğrenciye kötek atıp durduğunu uzun uzun anlatmaya ne hacet... 12 Eylül öncesi "kana kan intikam" nidalarından, spor müsabakalarına bile savaşa gider gibi gittiğimizden konuşmak gereksiz... Bir baksanıza çevrenize, liberalliklerine toz kondurmayanlarımız bile komşu ülkelerle aramızda bir sorun çıktığında ya da Irak'a tezkere sorununda olduğu gibi bir yerlere savaşmak için çağrıldığımızda nasıl da vuruyorlar savaş tamtamlarına, nasıl da ballandıra ballandıra anlatıyorlar kaç koyarsak kaç alacağımızı! Şimdi savaşa girdik sayılır. Bizi bekleyen en önemli tehlike ne? Savaş haline gelmeden önce, savaşçılığımızla ilgili bir başka özelliğimizden bahsedeyim. Soya, boya göre örgütlenmiş, parçalara ayrılmış "segmenter toplum" yapımız vardı. Bugün de var, ama segmentler tabii soy-sop tarafından belirlenmiyor. Artık hemşericilik, particilik, ideoloji yanlığı var. Sembolleri bunlar şekillendiriyor. Hep "biz"den olan insanları arıyoruz. Hep "bizimkiler"den güç alıyoruz. Kamuda ve hatta özel sektörde yükselmeler hep bazı toplumsal asansörler sayesinde oluyor. Hemşericiliğin, hısımı, akrabayı, eşi dostu, "bizimkiler"i kayırmanın alıp yürümüş olması, eski soy-sop tarzı örgütlenmemizin bakiyesi. Dindarlık, Laiklik, Batılılaşma gibi ideolojik-siyasal segmentlerin sembolleri tarihsel belleğimizin bir devamı niteliğinde. Suçu hep diğerlerine, öteki partiden olanlara atıp duruyoruz. "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" diyenlerin ülkesi burası... Ortalık sosyopattan geçilmiyor... Güçlü olduğumuz dönemlerde, toplumsal segmentlerin üstünü örtebilecek, sosyopatiyi entegre edebilecek bir değerler sistemi oluşturabiliyoruz. Ama zayıfladığımızda toplum yapımız çok müsait olduğundan sosyopati her yerde kol gezmeye başlıyor. Toplumumuz kendine özgü bir modernleşme çabası içinde. Ama önceki değerler sistemini de büyük oranda yitirmiş durumdayız. Sosyopati her yere korku salıyor; her yerden çeteler çıktıkça, toplum giderek içine kapanıyor. Savaş ortamı konuşacağız ya Nuriye Hanım, o yüzden söyledim bunları. Savaşa bu toplum yapımızla, toplumun çetelerden yıldığı bir dönemde gireceğiz bilmiş olalım diye. Sosyopatlarımız, enerjilerini vatan hizmetine verirlerse sorun yok ama ya vermezlerse! Bir de dolu dizgin savaş kışkırtıcılığı yapanlar, aydınlar var... Savaşçı zihnimizin bu saydıklarımız dışında en büyük zararı, biz Türkleri uygarlık hamlemizden alıkoyması. Atatürk'ün Türklerin edinmesi gereken en büyük düstur olarak yurtta ve dünyada sulhü görmesi bu yüzden. Türkler, savaşlara ara versinler, okumayla, yazmayla, kitapla, düşünceyle uğraşsınlar diye. Türk'ün kurtuluşu barışta ve uygarlıkta. Elbette her toplum başlarına bir gün gelebilecek savaşlara hazır olmalı, ama dünyamızın selameti açısından hiçbir toplum savaşlara teşvik edilmemeli. Hele hele aydınlar sonunda kan ve gözyaşı demek olan savaş kışkırtıcılığına soyunmamalı. Erol Bey ben şu günlerde şehitlerimizden dolayı yaşadığımız büyük toplumsal acının, hep birlikte yas tutmanın, öfke haykırmanın psikolojik mekanizmalarını, özellikle de içerdiği tuzakları bilmek istiyorum. Ruhsal acı, fiziksel acıdan çok daha şiddetlidir. Deprem gibi durumlarda toplumun dayanışması, acıların paylaşılarak azaltılmasını sağlar, travmatik etki azalır. Ama son ay içinde arka arkaya gelen şehit cenazelerinde olduğu gibi, acıya toplumsal bir öfkenin eşlik ettiği durumlarda, acı katlanarak büyür, matem havası tüm topluma yayılır. Depremde ne yapılacağı bellidir, öfke hemen hiç yoktur, toplum daha kolay organize olur. Ama şehit cenazelerinde biriken öfke toplumun organizasyon yeteneğini de alıp götürür, öfke taşacak yer arar. Kitlelerin öfkesi, çok kolay hedef şaşırabilir. Öfke taşmaları, düşman olarak bilinen gruplara, sembollere yönelebilir. Frene basılması çok zor olan toplumsal öfke taşmalarında, güvenlik önlemleri bir işe yaramaz, toplumun bilgeliğinden, kitle önderlerinin metanetlerinden başka durdurucu güç kalmaz. Eğer yeni şehit haberleri gelirse, insanlar vatan için bir şeyler yapmaları gerektiği duygusunun basıncıyla, can havliyle olağan zamanlarda yapmayacakları çılgınca tutumlara yönelebilir. Öfke, iç-gruba, yöneticilere dönebilir. Ama Türkiye'de şimdiye kadar tam böyle olmadı, inşallah olmayacak. Bayrak asma ve sokak protestolarıyla yetindi, zaman zaman yöneticilerini protesto etse bile, komuta kademesine asla bir tazyikte bulunmadı. Böyle dönemlerde eleştiri ve sorgulama damarları tıkanıyor çünkü. Doğru, sorulması beklenen bu şehitlerin sayısı niye bu kadar çok, olaylar gerçekte nasıl cereyan etmiş gibi sorular sorulmuyor. Bu, Türk toplumunun en güçlü emniyet supabı askerine olan güveninden. Bakın şimdi yaşadığımız matem ve öfke ortamında bile toplumumuz askerlik şubelerine başvurmak şeklinde kendisini sağaltıcı bir yol buldu, öfkesini güvene çevirmeyi becerdi. Şimdilik yöneticilerle, hükümetle pek ilgilenmiyor, onlara pasif destek vermekle yetiniyor. "Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır" duygusuyla, tarihsel kolektif bilinçdışıyla hareket ediyor insanımız. Eğer yöneticiler, büyük hata yapmazlarsa, devletin üst-kademesinde çatlaklar ortaya çıkmazsa, "ordu-millet" olmanın psikolojisiyle hareket eden Türk halkı, yeni şehitler olsa bile, acısını yüreğine gömmeyi bilecek metaneti gösterir. Savaşlara ve acılara alışık olmayan toplumlarda böyle bir metanet hali gözlenmez. Ben toplumumuza bu nedenle "sabrın ve tahammülün halkı" diyorum. Biz zaten Osmanlı gerilemesinden beri, Çanakkale Savaşı'ndan beri derin bir matem yaşıyoruz, kolay kırağı çalmaz bizi. Öte yandan müthiş bir belirsizlik de var. Bu da bir başka yıkıcı güç değil mi? Belirsizlik, açık savaş ilanından bile daha büyük tehlike. Açık bir savaş ilanı, toplumun ilk anda kenetlenmesine neden olur. Belirsizlik ise toplumsal kaygıyı artırır, artan kaygı da toplumsal fay hatlarını, eski çatışmaları daha büyük bir biçimde gündeme getirir. Önceden bitmemiş hesabı olan gruplar sebepsiz yere birbirlerine saldırabilirler. Belirsizliği giderecek olan şey ise, ille de savaş ilanı değil tabii. Toplumun güçlü bir devletin, güçlü bir liderliğin yönetiminde olduğunu hissetmesi, ölecekse bile neyin uğrunda öleceğini bilmesi önemli. Türkler gibi savaşçı bir zihne sahip bir toplum, elbette yöneticilerini savaşa, öç almaya zorlar, ama Türk toplumu aynı zamanda "itaat"in savaş kadar önemli olduğu bir psikolojik yapıya da sahip. İtaat edilmeyi hak edecek yöneticiler olduğu sürece, kenetlenmesini sürdürür. Savaş diyoruz ama ortada açık bir cephe savaşı da yok ki. Gücümüzü çalmaya aday bir tehlike de bu değil mi? Haklısınız, savaşılacak bir ülke ordusu yok. Bu durum savaş halinde olması gereken kenetlenme ve direnme gücünü azaltır. Ne dersek diyelim, savaşmayı istediğimiz güçler, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. Onların da ülke içinde akrabaları var. Böyle bir savaştaki toplumun zayıf karnı ihanettir. İhanet, savaştaki dayanışma psikolojisini tarumar eder, içten hançerlenme insanları savaştırmaz, olsa olsa çıldırtır. İhanete uğradığınıza dair hava kitleselleşirse felaketlerin en büyüğü olur. Kürt sorunu, baş edilemez bir Türk sorununa döner. İhanet derken? İhanet derken basbayağı "ihanet"i kastediyorum. Şimdi toplumumuz, teröristle onun akrabası arasında bir ayrım yapabiliyor. Akrabalar da Allah için bu ayrımın yapılabilmesi için yardım ediyorlar. Ya etmezlerse... NURİYE AKMAN -ZAMAN-
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() cok guzel bir paylasim olmus
roportajlar bizim icin de cok onemli hakettin bakem +1 :D |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|