![]() |
#1 |
![]() RUŞEN ÇAKIR SEYDA HAZRETLERİ İÇİN NE DEDİ?
Araştırmacı Yazar: ALPEREN GÜRBÜZER Ruşen Çakır Milliyet Gazetesi yazarlarından, Ayet ve Slogan adlı kitabında Seyda Hz.leriyle ilgili gözlemlerini aktarmıştır. Tabii kendisinin tasavvufun kal değil hal olduğunun bilincinden yoksun olması hasebiyle Seyda Hazretleri ve ona gönül vermiş insanlara bakışı şekli olmuştur. Onların ruh dünyalarında kopan muhabbet selini anlamasını beklemek zaten hayal olurdu. Belki de o ruh halini kendisi yaşamış olsa inanıyorum ki; Gönül Sultanıyla ilgili tespitleri daha bambaşka bir anlam kazanacaktı. Bakın bu yolun inceliklerini bilmediğinden olsa gerek Abdülhakim Hüseyni için sofilerin Havs değil Gavs dediğini, keza Mehmet Reşit Erol değil Muhammed Raşid Erol olduğunu bilmiş olacaktı. Ayrıca Seyda Hz.lerinin vefat sonrası bu yolu üstlenecek olanların derde derman olamayacağı tahmininde bulunarak Türkiye'de bir efsanenin son bulacağını vurgulamaktadır. Oysa Müceddidi İmam-ı Rabbani Hz.leri bu yolun Peygamberimizden ruhani kanaldan silsile yoluyla kıyamete kadar devam edeceğini bildirmişlerdir. Ruşen Çakır’ın sandığı gibi bu yol babadan oğla aktarılarak ilerleyen bir yol olmadığından böyle bir tahminde bulunması gayet tabiidir. Nitekim Seyda Hz.leri vefat ettikten sonra Menzile olan ziyaret eskisinden daha da kat be kat artış kaydedip yoluna devam etmesi bunu teyit ediyor. Demek ki efsane değilmiş tam aksine güneşin balçıkla sıvanamayacağının göstergesidir. Dedik ya şeklen incelemeye yönelik bu çalışmanın kavramların kullanımında bile kendini ele veriyor. Yine de hakkını yememek gerekir, şeklen çalışılmış bir inceleme ve araştırma yazısı olmasına rağmen dışarıdan bir gözlemci yazar olarak Seyda Hz.leriyle ilgili değerlendirmeleri objektif kriterlere yakın bir çalışma olduğunu söyleyebiliriz. Bakalım Ruşen Çakır Seyda Hz.leri için ne demiş bir izleyelim: GARİPLER İÇİN BİR TEKKE-KÖY MENZİL DERGÂHI 1970’’li yıllarda, İstanbul'un Çağlayan semtinde genellikle yaz aylarında Adıyaman’a otobüsler kalkardı. Rize, Trabzon gibi Karadeniz illerinden göçmüş, çoğu esnaf kökenli insanlar bir ibadet ciddiyeti içinde kiraladıkları otobüslerle yüzlerce kilometre kat ederlerdi. Mahallede içki, kumar vb. alışkanlıklara tutkun çok sayıda erkek, büyük ölçüde de ailelerinin zorlamasıyla çıktıkları bu yolculukların ardından tövbe etmiş olarak dönerlerdi. Kısa bir süre sonra ise takke, cübbe ve şalvarlar içinde, yeşillere bürünmüş, sakal bırakmış olarak camiilerin beş vakit müdavimleri olurlardı. İçlerinde bu yolculuğu tekrarlayanlar da çıktı, ailelerindeki dindarlar tarafından "bu adam iflah olmaz" diye kendilerinden umut kesilenler de. Yolcuların sayısı, "kötü alışkanlıkların" kurulu aile düzenlerini tehdit etme durumuna göre azalıp, çoğalıyordu. Değişerek dönenler, eski alışkanlık arkadaşlarına yoğun propaganda yapıyorlardı. Ancak aynı yolculuğa çıkmak isteyebilecek birçok kişi, "Nakşibendî olma"yı göze alamadıkları için eski yaşamlarını sürdürdüler, Çünkü o günlerde Nakşîlik günümüzdeki kadar meşrulaşmış değildi; yeraltını, devletin aleyhinde olmayı, dolayısıyla devletin baskısını çağrıştırıyordu... Kuşkusuz otobüsler yalnızca Çağlayan'dan kalkmıyordu. İstanbul'un diğer semtlerinden, diğer büyük kentlerden, küçük kentlerden, kasabalardan, köylerden çok sayıda insan, Adıyaman'ın Kâhta ilçesine bağlı, Adıyaman-Diyarbakır Karayolu'nun 60. kilometresindeki Menzil (bugünkü adıyla Durak) Köyü’ne akıyorlardı. Hedef, Nakşî şeyhi Mehmet Reşit Erol'un huzuruna çıkmak, onun elini öpmek, ona dertlerini dökmekti. Karşılığında beklenen, onun sağ elini ziyaretçilerinin sağ omuzlarına koyması, "İnşallah iyi olacaksın" benzeri bir söz söylemesi, öğütler vermesiydi. Müridleri tarafımdan "Sultan Hazretleri" veya "Seyda Hazretleri" olarak adlandırılan Mehmet Reşit Erol'u ve onun hızını kaybetmeden günümüze kadar süren faaliyetini daha iyi anlayabilmek için biraz gerilere gitmek, babası Seyyid Abdülhakim Hüseyni (Erol)'un yaşamını incelemek gerekiyor.1902 yılında Siirt'in Baykan ilçesine bağlı Kermat köyünde doğan Abdülhakim Hüseyni, imam ve medrese hocası olan babasının ölümünden sonra küçük yaşta dedesinin yanına yerleşmiş. Dedesi onu daha sekiz yaşındayken yörenin ünlü şeyhlerinden Muhammed Ziyaüddin'in halkasına kalmış. 6 yıl şeyhinin yanında İslam ilimleri tahsil eden Abdülhakim Hüseyni, onunla manevi irtibatını kesmemiş. Cumhuriyet yönetiminin tekke ve medreseleri kapatmasıyla Baykan'ın Taruni köyünde imamlık yapmaya başlamış. Bu arada şeyhi ölmüş. "Gördüğü bir rüya üzerine" Suriye'nin Hazne köyünde yaşayan Nakşî şeyhi Ahmet Haznevi'ye bağlanmak için defalarca sınırı geçmiş. 14 yıllık ziyaretlerinin sonucunda, önce 34 yaşında "ilim icazetini", iki yıl sonra da "irşad müsaadesini" almış. Tarikat faaliyetlerini Taruni ve Bilvanis köylerinde, oradan Bitlis'in Narlıdere nahiyesinde, ardından Siirt'in Kozluk ilçesine bağlı Gadiri köyünde sürdüren Hüseyni’nin en son durağı, gelir gelmez geniş topraklar satın aldığı Menzil Köyü olmuş. Fakat Menzil'de bir yıla yakın kalabilmiş, hastalanınca önce Diyarbakır'a, sonra da Ankara'ya götürülmüş, 25 Mayıs 1972'de ise vefat etmiş. Abdülhakim Hüseyni, daha önce İskender Paşa Cemaati bölümünde de belirttiğimiz gibi, geleneksel tarikat faaliyetini çok dar bir halkayla sınırlandırıp, esas olarak "imanı kurtarma" ile uğraşmıştır. Onun şöyle söylediği rivayet ediliyor; "Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi, Şah-ı Hazne kapı kapı dolaşıp Müslümanları, imanlarının kurtulması için, çağırıyor ve topluyor... Şah-ı Hazne, ümmet-i Muhammed’in imanını kurtarmaya çalışıyor. Yoksa bu zamanda tarikat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksat iman kurtarmaktır. Tam hidayet Mehdi'nin zamanında olacaktır." Kuşkusuz, şeyhi Ahmet Haznevi'nin ilkelerini anlatırken kendi ilkelerini de anlatmış oluyordu Abdülhakim Hüseyni. Ama onun kapı kapı dolaştığını iddia etmek abartılı olacak. Aksine, yurdun dört bir yanından onun ününü duyan kapısına geliyordu. Nice eşkıya, sarhoş, kumarbaz vs.nin "hidayete ermesine vesile olduğu" dilden dile dolaşıyordu. Modern politik dille anlatacak olursak, dar kadro çalışması yerine geniş kitle çalışmasını tercih etmişti. Onun ve Cumhuriyet dönemi bazı İslamcı liderlerin bu tür tercihleri sık sık "yanan bir evden değerli birkaç eşyayı kurtarmak yerine yangını tümden söndürmek" çabasına benzetildi. Abdülhakim Hüseyni'nin bu çabası, ölümünden sonra şeyhlik postuna oturan oğlu Mehmet Reşit Erol tarafından da sürdürüldü. Sonuçta halef selefi geçti, oğul babadan daha ünlü oldu. Bugün Menzil'e gidenler, "Havs" (güneş, ışık, aydınlık) diye anılan Abdülhakim Hüseyni'nin türbesini saygıyla ziyaret ediyor, orada dualar okuyorlar. Fakat Menzil'le ilgili ilk önemli röportajı 1984 tarihinde yayınlayan Erkekçe dergisinin muhabirleri, Reşit Erol hakkında sayısız keramet öyküleri anlatıldığını, babası hakkında ise benzer söylencelerin bulunmadığını naklediyorlar. Sadece "O ulu bir şeyhti, çok büyüktü” deniliyormuş. Reşit Erol'u ziyarete gelenlerin gerçek bir tasavvuf eğitimi ve terbiyesinden yoksun oldukları göz önüne ele alınırsa, tarikatlarda hep bir önceki şeyhin daha üstün tutulduğunu bilmemelerini yadırgamamak gerek. Derin bir İslam ve tasavvuf bilgisine sahip olduğu bilinen Reşit Erol'un ise böyle davranmadığı, tevazuyu elden bırakmadığı kesin. Nitekim 23 Ocak 1989'da Hürriyet gazetesinde yayınlanan röportajında, gazete muhabirleri Hayri Köklü ve Aziz Aykaç'a şunları söylüyor; "Babam bilgili bir ilim adamıydı. Ona gelenlerin büyük bir bölümü, bugün beni de ziyaret ediyor." Resmi kayıtlara göre 1938 doğumlu olan Reşit Erol, müridlerince genellikle daha yaşlı biri olarak kabul ediliyor. Erkekçe muhabirlerinin tariflerinden ilginç bir şeyh portresi çıkıyor; "Uzun boyluydu... Uzun sakallıydı. 'Keçi sakallı' değildi ama değirmi de sayılmıyordu. Aklaşmıştı sakalı. Gençliğinde sakalının sarı olduğu izleri vardı. Yer yer kınalı gibiydi. Temiz, 'ruhani' bir yüzü vardı. Göbeklice, ama yakışıklıydı. Sakalı onu olduğundan yaşlı gösteriyordu... İpekten bir takke vardı başında. Apak ipekten sarık, özenle onun çevresine dolanmıştı... Upuzun bir elbise vardı üstünde. 'Entari' biçimindeki elbise apak ipek ketendi. Topuklarına dek iniyordu. Elbisesinin göğsü düğmeliydi. Onun üstüne e siyah bir yelek giymişti. Üstündeki açık bej cübbenin altında yeleği görülüyordu. Siyah yeleğin cebinde altın zincirden kösteği sallanıyordu. Ayağında, halk arasında 'sabo' diye adlandırılan ayakkabı vardı. Çoraplarıyla uyum içindeydi renk açısından. Sadece sabolarıyla, çorapları kahverengiydi. Onun ötesinde tüm giysileri, sakız aklığındaydı. Tertemizdi üstü başı..." 35 haneli ve 300 nüfuslu köyde Reşit Erol'u görebilmenin iki yolu var; Birincisi, genellikle namaz kılmak için camiye gittiğinde ki bu sırada her zaman nüfusunun çok üzerinde insan ağırlayan köyün sokaklarında büyük bir hareketlilik, heyecan ve saygının hüküm sürdüğünü kestirmek hiç zor değil. İkinci olarak, ziyaretçileri kabul ettiği zaman evinde görebilmek mümkün kendisini, Hürriyet muhabirlerinin anlatımından; dış kapıdan girildikten sonra bir avlu geçildiğini ve iki katlı evin üst katma çıkıldığını öğreniyoruz. Şeyhin odasına girebilmek için mutfaktan geçmek gerekiyor. Çok sade bir oda söz konusu. Köşede bir soba, yerde halılar ve onların üzerlerinde minderler. 12 Eylül'den sonra iki yıla yakın bir süre Çanakkale'ye sürgüne yolanan Reşit Erol'un Hürriyet muhabirlerine ilk sözleri "devlet ve hükümet aleyhine çalışmadığı" olmuş ve şöyle devam etmiş: "Bütün bu olayları güvenlik kuvvetleri de biliyor. Hiçbir suça karışmadığımız için müdahale eden de olmadı... Gezdiniz, gördünüz. Hiçbir gizli kapaklı işimiz yok. İsteyen gelip gezebilir. Kapımız herkese açıktır." Bir kalp rahatsızlığı nedeniyle sürekli doktor kontrolünde yaşayan Reşit Erol'a "kötü alışkanlık" sahipleri dışında, çocuğu olmayanlar, hastalar gibi dertliler de geliyor. Sonunda herkes hoşnut olarak geri dönüyor. Erol, şifa dağıttığı iddialarını "Şifa cebimde mi ki dağıtayım" sorusuyla yanıtlıyor. Erol'un "esrar"ının telkin olduğunu anlamak için az buçuk psikoloji bilmek yeterli. Zaten kendisi de bunu belirtiyor: "Gelenlere şifa, huzur telkin ediyorum, çekip gidiyorlar." Gelenlere ilk olarak doktora gitmelerini önerdiğini, ancak onlardan "her çareye başvurdukları" cevabını aldığını belirten Erol soruyor: "Bu durumda ben onlara ne diyebilirim? 'Allah belanı versin' mi diyeyim? Büyük bölümü zaten geri dönüyor. Dönmeyenler ise ceketini yastık yapıp camide, arabasında uyuyor. Türkiye'nin her yerinden kalkıp gelene nasıl git denir?" Reşit Erol'un manevi gücünün önemli bir kısmı da zenginliğinden kaynaklanıyor. Aleyhindeki, ziyaretçilerden para ve hediye kabul ettiği, onları taşıyan otobüslerden komisyon aldığı iddialarının hiçbiri kanıtlanabilmiş değil. Öte yandan günün 24 saati bulgur çorbası kazanlarının kaynadığı, ziyaretçilerin caminin altındaki misafirhanede ücretsiz konakladıkları biliniyor. Menzil'deki bol sayıda dinsel hediyelik eşya dükkânının ona ait olduğu iddialarını da köylüler yalanlıyor. Erol'un tarıma elverişli topraklarıyla ya da evinin, ailesinin somut işleriyle uğraşmadığı da ayrı bir gerçek. Bunların büyük kısmı maddi çıkar gözetmeyen müridleri tarafından üstleniliyor. Böyle bir sevaba girebilmek için müridlerin birbirleriyle yarıştıklarını aktarıyor Erkekçe muhabirleri. OY DEPOSU YANILSAMASI Daha Adıyaman'a gitmeye niyetlendikleri andan itibaren yaşamlarındaki kötülüklerden uzaklaşmayı kafalarına koymuş olan insanlar içn Mehmet Reşit Erol yalnızca bir vesile. Ya bütün bu ziyaretçiler Reşit Erol için ne anlam ifade ediyor? Böyle bir soruya Erol hiç kuşkusuz "Yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak" diye cevap verecektir. Fakat olayın bu yalınlıkta olmadığı da kesin. İşte zorunlu olarak yöneltilen bu soruya doğrudan politikayla ilgili cevaplar aranıyor. Hatta 12 Eylül öncesi bu cevabın bulunduğu sanılmıştı:"Menzil Şeyhi MHP'ye, yani Alpaslan Türkeş'e destek veriyor!" Genellikle MHP karşıtları tarafından dile getirilen bu iddia MHP'nin fazlasıyla işine geliyordu. Çünkü başta devletin muhtemel baskılarından kaçınmak olmak üzere, birçok nedenle günlük siyasete alenen bulaşmak istemiyordu Reşit Erol. Ayrıca istese bile yurdun dört bir yanındaki" müridleriyle", diğer tarikat yapılarının sahip olduğu gibi güçtü iletişim ağları yoktu. (Zaten ziyaretine gelenlerin çoğunun niyeti ona intisap etmek değil, ondan şifa bulmaktı. Kaldı ki bir gün öncesinin alkoliğinin ertesi gün müridlik payesine ulaştığını tasavvuf tarihi hiçbir zaman yazmadı. Menzil’den dönenlerin büyük kısmı yarım yamalak İslami bilgileriyle eski çevrelerine hava atmakla yetindi genellikle. İçlerinden, oturdukları yerdeki başka tarikat yapılarına girenler de oldu. Yine içlerinden büyük kısmı Menzil ziyaretlerini sürdürdü. Yılda bir yapılan iki dakikalık ziyaretle tarikat faaliyeti olmayacağı da ayrı bir nokta.) MHP olayına gelince. Gerçekten yurdun dört bir tarafından MHP ve Ülkü Ocakları mensupları Menzil'e gidiyorlardı. Çünkü onların politik başbuğlarının dışında, "intisap edecek" bir şeyhe ihtiyaçları vardı. Öte yandan ülkücü hareketin taraftarlarıyla Reşit Erol'un mudavimleri, özel hayatları bakımından birbirlerine çok benziyordu! Hem her önüne gelenin sağ omzuna, sağ elini koyacak başka bir şeyh bulmak çok zordu, hem de böyle birisi bulunabilse bile, ona intisap ettikten sonra ülkücü militanlığı, özellikle de Başbuğ'a bağlılığı sürdürebilmek kolay değildi. Nitekim yıllar sonra, başörtüsü konusunda yazdığı bir başyazısında İskender Paşa Dergâhı Şeyhi Prof, Mahmut Esad Coşan bu aldatmacayla şöyle alay edecekti; "Dönmeleri, hainleri, kansızları anlıyoruz ama lafa gelince faziletleri, dindarlığı, memleket severliği, idealistliği kimseye bırakmak islemeyen, hatta otobüslerde gidip gidip belli bir dergâha bile intisap eden, derviş olan 'Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’ız’ sözünü kendine slogan seçen siyasi gruptan biri çıkıp da Müslümanlarla savaşınca hiç mi hiç anlayamıyoruz." Hiç şüphe yok ki. Reşit Erol kendisini ziyaret etmiş herkesi belli bir partiye oy vermeye çağırsa (örneğin çok satan bir gazete ya da — imkânsız ama— televizyon aracılığıyla), bu kişilerin önemli bir kısmı (tümü değil) o partiye oy verecektir. Onun 1972'den beri elini öpenlerin sayısı ise yüz binlerle ifade edilebilir. İşte dedikodular bu nedenle MHP yöneticilerinin çok işine geldi. Reşit Erol hakkında ikinci önemli politik dedikodu, 1982 Anayasası’na red oyu atılmasını telkin ettiği yolunda yapıldı. Ülkeyi büyük bir paranoya ile yöneten generaller hemen onu Çanakkale'ye sürdüler. Hâlbuki Erol'un faaliyeti. Milli Güvenlik Konseyi’nin yukarıdan aşağıya devlet kontrollü İslamileştirme politikasıyla önemli paralellikler gösteriyordu. Anayasa'da bile suçladıkları "serseriler" onun eli değince "adam oluyorlardı". Ona gelenlerin komünist olabilmesi hemen hemen imkânsızdı. Daha önemlisi, gazetecilerle tercüman aracılığıyla konuşmak zorunda kalacak kadar Kürt olan Erol "bölücülüğe" karşı mücadeleye de ciddi katkılarda bulunabilirdi. Sonuçta rivayetlere inanıp MHP'ye oy atan Erol bağlıları olduğu gibi, devlet eliyle çıkartılan dedikodulara inanıp Anayasa'ya hayır diyenler de çıktı onun bağlıları içinden. En son rivayet, 29 Kasım 1987 erken genel seçimleri öncesi RP Genel Başkanı Prof. Necmettin Erbakan'ın Menzil Köyü'nde şeyh Erol'u ziyaret ettiği, ondan izzet ikram gördüğü yolundaydı. Fotoğraflarla veya başka kanıtlarla doğrulanmayan ama pekâlâ ama mümkün olan bu ziyaretin RP oylarını ne denli artırdığı hâlâ meçhul. Fakat aynı seçimlerin arifesinde ANAP'lı Haşan Celal Güzel’in de Şeyda Hazretleri'ni ziyaret ettiği "dedikodusu" aynı ölçüde yaygınlaşamadı nedense. Bütün bu dedikodulardan sonra, soruyu yinelemek gerekiyor; Mehmet Reşit Erol politikayla ilgilenmiyor mu? Menzil Dergâhı’nın yazılı olarak hiçbir faaliyette bulunmaması, şeyhin ender olarak kabul etliği gazetecilere ısrarla "devlete bağlılığı"nı tekrarlaması bu sorunun hakiki cevabına ulaşmamızı engelliyor. öte yandan herkesin, onun kendilerini desteklediği şayialarından medet umması üçüncü şahısların istihbaratlarına kuşkuyla yaklaşmayı gerektiriyor. Fakat Erol’un politika konusunda müridlerini yönlendirmek istediğini varsaysak bile, kendisi yukarıda değindiğimiz gibi ne bunun dolaşımını sağlayabilecek bir ağa, ne de bunun propagandası yürütebilecek yetkinlikte kadrolara sahip. Ortalıkta onun imzasını taşıyan ya da şifreli bildiriler de dolaşmıyor. Bu aşamada önemli bir noktaya dikkat çekmek gerekiyor. Erol'un Türkiye çapında tarikat ağı yok ama yakın çevresinde sürekli olarak, çoğunluğu ailesinin fertlerinden oluşan, yardımcıları görünümünde kimseler mevcut. Bu kişilerin bir takım politikacılarla onun adına pazarlıklara giriştikleri kesin. Bu pazarlıkların amacı Menzil Dergâhı’nı Türkiye'deki politik gelişmeleri etkilemede bir güç haline getirmekten çok, dergâh’ın faaliyetlerini güvence altına almak. Dolayısıyla ilişkiler daha çok iktidar partileriyle veya ona aday güçlü sağ partilerle kuruluyor. Örneğin ANAP iktidarları boyunca dergâh’ın hükümetle hep iyi ilişkiler içinde olduğu, bu ilişkileri koruma adına Müslümanlara devlete itaati telkin ettiği özellikle radikal İslamcı kesimler tarafından kızgın bir şekilde dile getiriliyor. Mehmet Reşit Erol'un Türkiye'deki İslami şahsiyetlerin büyük çoğunluğu gibi şeriat düzenini arzuladığı kesin. Zaten böyle bir arzuyla bir insan politikanın içine ister istemez giriyor, girmek zorunda. Ancak son tahlilde ülke yönetimini hedefleyen sistemli bir politika yürütmekle, bir takım pragmatik hesaplar bağlamında gündelik politikaya edilgin olarak katılmak arasında çok önemli farklılıklar var. Mehmet Reşit Erol, babası Abdülhakim Hüseyni'nin bu bölümün başlarında aktarmış olduğumuz sözlerine fazlasıyla inanıyor olmalı: "Maksat imanı kurtarmaktır. Tam hidayet Mehdi'nin zamanında olacaktır." Şeriatı Mehdi'nin zuhuruna erteleyip,ona "savaşçılar yetiştirme"yi amaçlayan faaliyetlerinin önüne çıkabilecek güçlükleri aşmak için sağ partilerin kuyruğunda pragmatik politikalara yeşil ışık yakan Erol, gündelik politikanın çarklarına doğrudan doğruya kapılmayı kolay kolay göze alamıyor. Çünkü daha Menzil yoluna koyulmadan Erol'un belli bir partiyi tercih ettiğini öğrenen "mürid adayı",onun elini öpmenin o partiye oy atmayı gerektirebileceğini düşünerek seyahatinden vazgeçebilir. Menzil Dergâhı’nın geleceği uzun süredir doktor kontrolünde yaşayan Reşit Erol'un vefat etmesi durumunda ne olacağı sorusunun yanıtına bağlı. Şeyhliği yakın çevresinden, örneğin oğullarından birisinin devr alması kuvvetle muhtemel. Ama bu kişinin Erol gibi şifa dağıtabilmesi zor. Sonuçta var olan tekke ilişkileri kadar politik bir hareketliliğe kanalize edilebilir. Bu da Türkiye'de bir efsanenin sonu anlamına gelecektir. Ruşen ÇAKIR Kaynak: Ayet ve Slogan-Ruşen Çakır, Metis Yayınları, Sahife No:65, 1990 https://twitter.com/Alperengurbuzer
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|