11-21-2008, 00:07 | #1 |
Safahat Okumaları
Kıymetli Arkadaşlar
Sizlerle yeni bir yolculuğa daha çıkmaya niyetlendik.. Bir insanı keşfetmenin, bir dünyayı keşfetmeye bedel olduğunu bilerek, bir şairin dünyasına misafir olmaya talibiz.. Mehmet Âkif ERSOY'un dünyasına.. 1900'lü yılların bir şair gözüyle nasıl değerlendirildiğini izlemek için.. Dünyayı "hayret" ile müşahade etmenin manasını kavrayabilmek için.. Vira bismillah... "Safahat"ı okumaya başlamadan önce kısa bir tanıtımla buluşalım dilerseniz.. "Safahat" hayatın değişik yüzleri, görünümleri manasına gelir. Safahat,Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın sesleri, Fatih kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler isimleriyle karşımıza çıkan kitaplar "Safahat" başlığı ile bir kitapta toplanmıştır. Birinci Kitap olan Safahat ile başlıyoruz seyr ü seferimize.. İlk şiir şairimizin dünyasına ilk yolculuk.. Şiirlerle alakalı yorumlarınızı ve yolculuğumuzun daha bereketli geçmesi adına tavsiyelerinizi de bekleriz.. BİRİNCİ KİTAP: SAFAHAT Bana sor sevgili kâri ; sana ben söyliyeyim, Ne hüviyyette şu karşında duran eş´ârım; Bir yığın söz ki, samîmiyyeti ancak hüneri; Ne tasannu´ bilirim, çünkü, ne san´atkârım. Şi´r için "göz yaşı" derler; onu bilmem, yalnız, Aczimin giryesidir bence bütün âsârım! Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım! Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa; Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa
Konu Fasl-ı Gül tarafından (11-21-2008 Saat 23:09 ) değiştirilmiştir.. |
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
11-21-2008, 00:20 | #2 |
İnşaAllah sınavlarımın bitiminden hemen sonra, okuyup yorumlarımı bu başlık altına aktaracağım
Kadim Sevgiler... |
|
11-21-2008, 00:26 | #3 |
|
|
11-21-2008, 23:27 | #4 |
Şairin bu ilk dizelerini okuyunca sanki Mehmet Akif Ersoy karşımda ve bizzat onunla konuşuyormuşuz gibi gelir bana..
Kalem, yürekte saklı kalan, aşikar edilemeyen duyguların ifadesinin tek makamı. İnsan en aciz kaldığı anlarda, sesini kimseye duyuramadığı, ya da sesi çıksa dahi kimsenin bu sese kulak vermediği anlarda sığınılacak iki kapı vardı aslında.. Biri "gözyaşı" diğeri "kalem".. Şair ne de güzel ifsade ediyordu bu hakikati.. Fırtınaların da, meltemlerin de mekanı yürek iken, bunları dışarıya yansıtabilmek ne kadar zordur biliriz hepimiz. Hele "kalem"i elinize aldığınızda tüm kelimeleriniz sukuta bürünüyorsa işte o zaman şu dizeler daha büyük bir anlam kazanıyor.. " Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyliyemem; Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!" selamlar Konu Fasl-ı Gül tarafından (11-22-2008 Saat 00:12 ) değiştirilmiştir.. |
|
11-22-2008, 00:30 | #5 |
Açıkcası her satırda öyle derinlere iniyorum ki, çıkmak çok güç. Dalıyorum; sukût kapımı çalıyor ve onu kucaklıyorum..
Bazen düşünceden önce "his"ler yetişir gönüllerde.. Ve hisler başlayınca işte o zaman "düşünmek" lazımgelirmiş. Olmuyor, olmuyor yazamıyorum; yazılmıyor hisler. Oku, şâyed sana bir hisli yürek lâzımsa; Oku, zîrâ onu yazdım iki söz yazdımsa |
|
11-27-2008, 21:37 | #6 |
Başkanım, şiire dair düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederim..
İnsan bazen kaleminin mürekkebinin kuruduğunu hisseder, belki o zamanlar en çok yazılmaya ihtiyaç hissedildiği zamanlardır ama kalem yazmaz olur işte.. İşte o zaman da sizden öncekilerin yazdıklarını okuyarak dindirirsiniz yürekteki ıstırabı.. Şairimiz Mehmet Akif'in şiirleri de işte tam bu makamda benim için ya da bizler için.. Yaşıyorsanız lakin yazamıyorsunuz erbab-ı kalem olanlar yetişiyor imdadınıza... . Kıymetli Arkadaşlar, inşallah Safahat okumalarımıza ilk şiirimiz ile başladık. Konumuzun bereketlenmesi için şiire dair paylaşımlarınızı bizlere aktarmanızı bekliyoruz.. Bundan sonraki şiirimiz "Fâtih Câmii" olacak inşallah.. Okumalara iştirakinizi bekleriz.. selamlar. |
|
12-30-2008, 00:07 | #7 |
SAfahat Okumalarını ihmal eder olmuşuz.. Fatih Camii şiiri ile devam edelim..
Fatih CAmii şiirini okuyunca "şair" olmanın mahiyeti üzerine daha iyi düşünüyor insan.. "Şair" ki eşyaya bakışı körelmemiş insanlar.. Evet, insan gören gözlerini ve düşünen kalbini kendi elleriyle tahrip etmediği sürece belki de hakikati örme adına en büyük hazineyi kaybetmemiş sayılabilir.. Ama kendi ellerimizle tahrip ettiklerimiz.. Dünyaya bakışı sathileşmeyen, dünyaya alışmayan bir değerli insan Mehmet Akif, bizim okuyamadıklarımızı okuyan ve bizim göremediklerimizi gören.. "Bu bir ma'bed değil, Ma'bud'a yükselmiş ibadettir; Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr: Semadân inmemiştir, şüphesiz, lakin semâvîdir: Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir." Bir camiiye baktığımızda bu kelimeler düşüyor mu zihnilerimize, yoksa "camii işte" deyip alışkanlıklarımızı mı yaşıyoruz.. FATİH CAMİİ Yatarken yerde ilhâdıyle haşr olmuş sefil efkâr, Yarıp edvârı yükselmiş bu müdhiş heykel-i ikrâr, Siyeh reng-i dalâlet bir bulut şeklinde mâzîler, Civârından kaçar, bulmaksızın bir lâhza istikrâr; Ziyâ-rîz-i hakîkat bir seher tavrında müstakbel, Gelir fevkınden eyler sermedî binlerce nûr îsâr. Derâgûş etmek ister nâzenîn-i bezm-i lâhûtu: Kol açmış her menârı sanki bir ümmîd-i cür'etkâr! O revzenler, nazarlardan nihân dîdâra müstağrak, Birer gözdür ki sıyrılmış önünden perde-i esrâr. Bu kudsî ma'bedin üstünde tâbân fevc fevc ervâh Bu ulvî kubbenin altında cûşan mevc mevc envâr. Tecessüd eylemiş gûyâ ki subhun rûh-i mahmûru; Semâdan yâhud inmiş hâke, Sînâ-reng olup, Dîdâr! Tabiat perde-pûş-i zulmet olmuş, hâbe dalmışken, O, gûya kalb-i nûrânîsidir leylin, durur bîdâr. Evet bir kalbdir, bir kalb-i cûşâcûş-i âşıktır, Ki cevfinden demâdem yükselir bin nâle-i ezkâr. Nümâyan cebhesinden Sadr-ı İslâm'ın meâlîsi: O sadrın feyz-i enfâsıyle gûyâ bir yığın ahcâr, Kıyâm etmiş de, yükselmiş de bir timsâl-i nûr olmuş. Nasıl timsâl-i nûr olmaz? Şu pek sâkin duran dîvâr, Asırlar geçti hâlâ bâtılın pîş-i hücûmunda, Göğüs germektedir, bir kerre olsun olmadan bîzâr: Bu bir ma'bed değil, Mâ'bûd'a yükselmiş ibâdettir; Bu bir manzar değil, dîdâra vâsıl mevkib-i enzâr. Semâdan inmemiştir, şüphesiz, lâkin semâvîdir: Zemînî olmayan bir cilve-i feyyâzı hâvîdir. * * * Bir infilâk-ı safâdır ki yâr-ı cânımdır, Sabâhı pek severim, en güzel zamânımdır. Ridâ-yı leyli henüz açmamıştı dest-i semâ; Sabâ da hâb-ı sükûndan ayılmamıştı daha, Fezâ yı rûhda aksetti, es-salâ-perdâz Müezzinin dem-i mahmûru, bir hazîn âvâz. İçimde cûş ederek lücce lücce istiğrâk, Ezânı beklemez oldum; açılmadan âfâk, Zalâmı sîneye çekmiş yatan sokaklardan Kemâl-i vecd ile geçtim. Önümde bir meydan Göründü; Fâtih'e gelmiştim anladım, azıcık Gidince, ma'bede baktım ki bekliyor uyanık! Sokuldum artık onun sîne-i münevverine, Oturdum öndeki maksûreciklerin birine. Fezâ-yı ma'bedin encüm-nümâ meşâ'ilini, O lem'a lem'a dizilmiş ziyâ kavâfilini Görünce geldi çocukluk zamanlarım yâda... Neler düşündüm o sâ'atte bilseniz orada! Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir: "Bu gece, Sizinle câmie gitsek çocuklar erkence. Giderseniz gelin amma namazda uslu durun, Merâmınız yaramazlıksa işte ev, oturun!" Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi. Namâza durdu mu, hâliyle koyverir peşimi, Dalar giderdi. Ben artık kalınca âzâde, Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde! Hayâl otuz sene evvelki hâli pîşimden Geçirdi, başladım artık yanımda görmeye ben: Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak; Vücûdu zinde, fakat saç, sakal ziyâdece ak; Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz; Yanında bir küçücek kızcağızla pek yaramaz Yeşil sarıklı bir oğlan ki: Başta püskül yok. İmâmesinde fesin bağlı sâde bir boncuk! Sarık hemen bozulur, sonra şöyle bir dolanır; Biraz geçer, yine râyet misâli dalgalanır! Koçar koşar duramaz... âkıbet denir "âmîn" Namaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn, Alır çocuklar, oğlan fener çeker önde, Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûde Derin bir uykuya... Derken bu hâtırât-ı lâtîf Çekildi aslına, artık hakîkatin o kesîf Likâsı başladı karşımda cilve eylemeye; Zaman da kalmadı zâten hayâli dinlemeye: Sağım, solum, önüm, arkam huşû'a müstağrak Zılâl-i âdem iken, bir sadâ bülend olarak, O kâinât-ı huzu'u yerinden oynattı; Fezâ-yı mahşere döndürdü gitti eb'âdı! Sufûf ayakta müselsel cibâl-i velveledâr Gibiydi. Her birisinden duyuldu sîne-fıkâr, Birer enîn-i tazarru ; birer niyâz-ı hazîn, Ki kalb-i rahmeti sızlattı şüphesiz o enîn! Eğildi sonra o dağlar Huzûr-i İzzet'te; Göründü sonra o dağlar zemîn-i haşyette! İnayetiyle Hudâ kaldırınca her birini, Semâya doğru o dağlar da açtı ellerini. O anda koptu yüreklerden öyle bir feryâd, Ki rûhum eyliyecek tâ ebed o dehşeti yâd. Kesildi bir aralık inleyen hazin âvâz... Ne oldu Arş'a kadar yükselen o sûz ü güdâz? O çûş içindeki îman? Evet, hurûş ederek işte rahmet-i Subbûh, Bütün yüreklere serpildi kubbeden bir rûh: Rûh-i itmînan. |
|
Etiketler... Lütfen konu içeriği ile ilgili kelimeler ekliyelim |
beraber, gelişme, ilerleyiş, mehmet akif ersoy, okumalar, safahat, öğrenme |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|