![]() |
#1 |
![]() SANAYİLEŞMİŞ BİLGİ TOPLUMU VE ENDÜSTRİYEL KATILIM ALPEREN GÜRBÜZER Bütün geçiş toplumlarının davası kalkınmadır. Geçiş toplumu, ne tarım toplumu ne sanayi toplumu ne de bilgi toplumudur. Belki de her üçü arasında gelgitleri olan bir toplumdur. Şöyle ki artık sırf ekonomisi tarıma dayalı olan devirler hızını kesmiş görünüyor. Madem eski anlayışlar tökezliyor, o halde asıl marifet, yeni bir aşamaya geçerken geçiş sürecini sancısız geçirip çağ atlayabilmek olsa gerektir. Elbette ki az gelişmişliğin problemleri çoktur, bu gerçek inkâr edilemezde. Çünkü bu ülkeler devamlı olarak küresel güçlerin telkinleriyle karşı karşıyadırlar. Dolayısıyla bu ülkelerde bağımsız ve hür karar verme mekanizmaları zayıftır, hatta özenti hat safhada olduğundan dolayı kurtuluşu süper devletlerin reçetelerinde arar dururlar hep. Türkiye’de de bu tür manzaralara sıkça şahit olduk, kısmende olsa bir dizi problemleri hala yaşıyoruz da. Malum olduğu üzere bir zamanlar siyasetçilerimiz, aydınlarımız hep aynı telden çalıyorlardı. Nitekim halkımıza kökü dışarıda olan modelleri sürekli tekrarlayıp ellerine tutuşturulmuş bildik reçeteleri çözüm diye yutturuyorlardı habire... Oysaki kendilerine ait hiç bir fikirleri yoktu, olamazdı da. Çünkü bağımsız ve hür düşünemiyorlardı bir türlü. Zira şartlanmışlık içerisinde katılımcı bir model ve öz yönetim anlayışlarından uzak kalarak günlerini heder ettiler hep. Kokteyl Bütün çabaların halk nazarında sanayileşme ya da bilgiye entegre olmakla değil, “Kokteyl’’ ile makyajlanması hem kültür çatışmasını hızlandırmış hem de ekonomik kalkınmamızı geciktirmiştir. Üstelik “Nimette ve külfette beraber” anlayışı yerine “nimet bizlere’’, “külfet ahaliye’’ zihniyeti hâkim olmuş. Maalesef bu memleketin nimetini paylaşanlar halktan kopuk bir avuç elitist tabaka, külfetini çekenler ise malum olduğu üzere gariban Anadolu insanıdır. Yani geniş halk kitleleri... Geçiş süreci yaşayan toplumlarda anti demokratik uygulamalar diz boyudur. Şöyle ki; ne ekonomik politikalar, ne sosyal güvenlik, ne eğitim, ne de sağlık politikaların hiç biri reform niteliği taşımaz, hepsi çürüme eğilimi gösterir. O halde ne yapmalı? Gayet basit, kararlı politikalar üretip bilgi çağının gereklerini yerine getirmek gerekir. Kafadan ve hamasi çözümler üretilebilir, ama bu kendimizi kandırmaktan başka işe yaramaz ki. Hakeza bu çözümler bazı insanların gözünde allanıp pullanıp kurtuluş reçetesi olarakda sunulabilir. Fakat bu geçici çözüm diye yutturulmaya çalışılan reçetelerin yaşama şansı hiç denecek kadar azdır, hatta müsvedde çözüm reçeteleri saman alevi misali savrularak eninde sonunda kaybolmaya ve tarihin harabelerine gömülmeye mahkûm kalacağı da kesin gibidir. Zira gerçek çözüm paketleri ancak toplum gerçekleriyle uygunluğu oranında kabül görebilir. Dolayısıyla uygulama programlarının toplum tarafından olumlu karşılanması bile ülke içinde birikmiş bir sürü yığılı problemlerin bir anda yarı yarıya çözülmesi anlamına gelecektir. Demek ki birinci ana öğe önce güveni sağlamaktır. Koçi Bey Risalesi Osmanlı, o ihtişamlı yükseliş döneminin ardından bir türlü kendini yeniliyemedi. Yenilik diye Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet vs. denemeleriyle oyalandık. Üstelik denemelerin hiçbiri derde deva olamadı da. Zira Osmanlı çöküş süreci boyunca çok çare aramıştı.. Hatta bu reçeteler arasında yükseliş dönemimizin el rehberi niteliğinde olan Koçi Bey’in risalesi bile imdada yetişemedi. Zaten esas itibariyle bu risalenin temel felsefesi toprağa dayalı sistemi öngörüyordu. Koçi Bey’in risalesi bütün dünyada ekonominin tarıma dayalı olduğu devirler için bir derece doğru kabul edilebilirdi, ama gelinen nokta itibarıyla ihtiyaca cevap vermekten uzaktı. Nitekim yükseliş döneminde bu risale sayesinde toprağa dayalı ekonomiyi en iyi şekilde uygulama şansını yakalayarak cihanşumul devlet olmuşuz da. Fakat Yükselişten sonra inişe geçmişiz, dolayısıyla bu modelde ısrar etmenin anlamı yoktu. Niye mi? Çünkü bu seferki problemin niteliği başkaydı. Şöyle ki; batı deniz aşırı ticaret yollarının keşfiyle beraber paraya dayalı ekonomi trendine girmişti. Hatta Amerika’nın keşfi bu süreci daha da tetikleyip kıtada “paraya dayalı ekonomi’’ meydana gelmişti. İşte bu noktada Osmanlı tıkanmıştı, oysaki Devlet-i Aliye’ye gizli bir usta el toprağa dayalı sistem yerine ticaret ve sanayinin yollarını gösterecek rehber gerekiyordu, ama olmadı. Koçi Bey risalesinde fazla ısrarcılık çöküşümüze giden kapıyı araladı maalesef. Eskiye hayranlık güzel şey, ancak “gelişmeci’’ zihniyetle geçmişe bağlılık esas olmalı idi. Peygamberimiz (s.a.v.), “İki günü birbirine eşit olan zarardadır’’ buyurması bu durumu teyid ediyor zaten. Koçi Bey’in teklifleri bu yönde olmadığı için, birzamanların her derde deva sanılan risalesi Osmanlıyı kurtarmaya yetmedi. Yapılacak bir şey vardı, o da geçmişin geleceğe bağlanmasıydı. Fakat çöküş sürecindeki Osmanlı bunu akıl edemedi o an. Daha sonraları işleyen süreçte de çareyi yüzeysel ve sembolik batıcılık hayranlığında aramaya başladık. Avrupa’dan yüzeysel aktarma formülleri toplumun öz dinamiklerine uygulamaya koyulduk üstelik. Bu arada topluma zorla giydirilmeye çalışılan elbise dar geldiği gibi, bize ait olmayan yüzeysel yabancı reçeteler kimlik krizine de yol açtı. Böylece merkez çevre ikililiği doğdu. Halkla-aydın, halkla-devlet kopukluluğun temelleri atılmış oldu, bugünde aynı ikilem devam ediyor ve aynı hızla.. Tanzimat, bir noktada merkez ile çevre arasındaki uyuşmazlığın tohumunu attı diyebiliriz. O tohum filizlenip dal budak saldıktan sonra bugünkü tablo ortaya çıktı diyebiliriz. Deri üstü sözde inkılâplar derin yaralar açtı sinemizde. Devletin halkına güvenmediği, halkın devlete kuşku ile baktığı bir yapıyla karşılaştık en sonunda. O gün bugündür bu durumu tersine çevirecek “ışık’’ arıyoruz hala. Şu halde, uygulanacak programların başarı şansı hangi dönemde olursa olsun toplumun taleplerini karşılayıp karşılamadığına bağlıdır. Madem toplum talepleri göz ardı edilemiyor, bu açıdan baktığımızda, tarım toplumundan sanayi toplumuna, ordanda bilgi çağına geçiş sürecinde ortaya çıkabilecek sosyal sancıları çözmekte büyük yararlar var, hatta biran evvel çağlar üzerine sıçrayıp Türkiye’yi yeniden lider ülke yapmak mecburiyetimiz var, buna mecburuz da. Sanayileşmiş bilgi Toplumu Evvela “sanayileşmiş bilgi toplumu’’ olmanın temel şartı, öncelikle küçük birimden büyük birime doğru işleyen süreci sancısız geçirip dünya ölçeğinde küresel etkinlik kazanmaktan geçer. Bu şartın yerini bulması için şimdiden toplum nezdinde sürekli sanayileşmenin ve Bilgi devriminin önemi sık sık vurgulanmalıdır. Şayet kalkınma diye bir derdimiz varsa tabii. Derdim vardır inilerim diyen Yunusi bir anlayışla geleceğimizin teminatı olan gençlerimizi bilgi çağına hazırlamak mecburiyetini yüreğimizde hissetmeliyiz Bu arada bir hususa değinmekte fayda var. Türkiye’de “milli’’lik kavramından panik atağa girip, “ümmet’’ kavramını istismar edenler çıkabiliyor. Onlar sosyolojik bir gerçeği “itikat’’ konusu ile karıştıran zavallılardır oysa. Nasıl ki, sosyal bir süreç olarak bedevilik ve şehirlilikte farklı bir şuurla müslümanlık devam etmişse bilgi çağına geçişte de “iman’’ yine aynı ‘’iman’’ olarak kalacağı muhakkak. O halde her türlü yenilik gâvur icadıdır deyipte teknolojik girişimleri engelleme yoluna gitmek halkımıza en büyük zulüm olsa gerektir. Ki; teknolojiye adapte olmak, uluslar arası diplomatik girişimlerde bulunmak İslam ümmetinden olmanın iptali değildir. Zaten Kur’an-ı Kerim önce bir erkekle bir dişiden yaratıldığımızı, daha sonra birbirimizle tanışmamız için kavim, kabile ve şubelere ayrıldığımızı mealen buyurmaktadır. Bütün bu hakikatler ortada iken bugün sosyolojik anlamda kullanılan “millet’’ gerçeğini inkâr etmek niye? Tabii ki, biz Türkler İslâm ümmetindeniz. Ümmet duygusu milli şuura hiçbirzaman engelde değildir zaten. Çünkü milli şuura sahip olmak ırkçılık olamaz. Irkçılık kendi milletini sevipde başkasını hiçe saymak yahut başka milletlere reddiye döşeyerek zulmetmek ırkçılıktır. Sonuçta hepimiz ben-i âdemiz. Bu böyle bilinmeli. Dejenerasyon Sanayileşme ve bilgi çağına geçişte, geleneksel kültürümüzde ister istemez dejenerasyon yaşanacaktır, çözülen tarım toplumuyla birlikte şehrin varoluşlarında mantar misali türeyen gecekondu denilen problemleriyle hazırlıksız yakalanmamız an meselesi. Bilindiği gibi sanayileşmeyle birlikte gecekondu kavramı ağırlığını gündemde hissettirecektir. Köyünden, toprağından kopan insanlar, şehir hayatıyla karşılaştıklarında geleneksel yapıda alıştıkları sıcak dostlukları, sıkça selamlaşmayı ve hatta komşuluk ilişkilerini kentin çarpık yapısında bulamayacaklardır. Ne umdum ne buldum misali gerçek huzuru elde edemeselerde farklı statüler ve o statüye bağlı bilgiler kazanacaklardır bu arada. O insanlar şehirde hangi meslekte iş bulurlarsa o işe göre kimlik kazanacaklardır. Bu durum Weber Sosyolojisinde “kazanılmış statüler’’ olarak isim alır. Kazanılmış statüler kentte ayakkabıcı, boyacı, inşaatçı, hizmetli, işçi ve memur vs. şeklinde gerçekleşir. Bu kesimler bir taraftan mevcut durumlarını yükseltmek çabasında bulunurlarken diğer taraftan da geleneksel yapılarını korumaya çalışırlar habire. Kentin varoşlarının, “Karslılar”, “Erzurumlular”, “Bayburtlular”, “Sivaslılar” v.s. ile anılması bu yüzdendir. Böylece gecekondularda hemşericilik, hem aynı kasabadan olma hem de aynı mezhepten olma gibi unsurlar ağırlıklı değer olarak nitelik kazanır. Nitekim ülkemizde zaman zaman yaşanan gerginliklerin odak noktasında gecekonduların olması bunu doğruluyor, öyle ki bu durum varoşların ortasındaki insanların keskin gruplaşmaya elverişli yapısından kaynaklanmaktadır. Bu tip yerlerde bütünleşmeyi sağlamanın yolu galiba alt birimden büyük birime geçiş şuurunu geliştirmenin yanısıra toplumcu politikalarla desteklenerek birlik ve beraberliği sağlamaktan geçiyor. Demek ki; şehrin kenar kesimlerinin yanısıra, merkezini oluşturan kısımlarını da içine alacak sosyal bütünleşmeyi sağlayacak politikalar geliştirmek tek çıkar yolumuz olsa gerektir. “Merkez kenar’’ ikililiği problemlere kaynaklık etmektedir çünkü. İşte bu noktada “sivil toplum’’, “sivil katılım’’ modellerine kavuşmak zaruriyetiyle karşılaşıyoruz. Halka tepeden bakan “jandarma zihniyeti’’ anlayışıyla meselelerin üstesinden gelemeyiz. Kitlelerle beraber, onların meselelerini yerinde çözerek işe koyulmalı. Halkla hem kültürel planda, hem de siyasi ve sosyal planda bütünleşmedikçe bu gidişle “bilgi toplumu’’ olamayız da. Sivil İnisiyatif Sivil katılımcı politikalara şiddetle ihtiyaç var. Milli Şef döneminin halkla jandarma vasıtasıyla ilişkileri artık gerilerde kaldı. Aynı zihniyeti gönümüzde hortlatmak temayüllerine müsaade vermemeli. Kitlelerle doğrudan doğruya, birlikte yarınlarımızı kuracak “Sivil inisiyatif’’ programlarını yürürlüğe koymanın zamanı çoktan geldi hatta geçti bile. Halife Hz. Ömer (r.a.)’ın; Doğruluktan ayrılsam ne yaparsınız sorusuna cevaben; “Ya Ömer! kılıcımızla düzeltiriz’’ denilen çağa giriyoruz artık. Buradaki “kılıç’’ mefhumu “sivil inisiyatif’’ olarak telakki edilmeli. Milleti hiçe sayan politikalar artık iflas etmiştir. Siyaset şimdilerde kitlelerle birlikte yürütülüyor. Kitleleri yok sayarak hiç bir uygulama programını hayata geçiremezsiniz. Mutlaka toplumcu modeller geliştirmek zorunluluğumuz var. Sanayileşmiş ya da bilgi çağını yakalamış Türkiye’de de kırsal kesimler olacaktır ama ağırlıklı değer “Sanayi ve bilgi toplumu davranışları’’ olacaktır. Sanayi ve bilgi toplumu olduğumuzda, görülecektir ki geleneksel toplum yapımızdaki alışkanlıkların birçoğu olmayacaktır. Zira kırsal kesimin ‘geleneksel yapısı’ yerini sanayinin ve bilginin vermiş olduğu ‘zihni perspektife’ bırakacaktır. Sanayi ve bilgi toplumunda tarım toplumunun toprağı çapalamadaki gayreti yerine, bilgisayarın tuşları ve ekranıyla haşırneşiri sözkonusu olacaktır. Yani “bilek’’ gücünün yerine “beyin’’ gücü ağırlıklı değer olarak ortaya çıkacaktır. Kısaca, tarım toplumunun normları ile sanayileşmiş bilgi toplumunun normları farklılık arz edecektir diyebiliriz. Sağlıklı “sanayileşmiş bilgi toplumu’’ haline gelmek için kültürel değerlerimizin, üretim değerleriyle parelel seyretmesi gerekmektedir. Çünkü geçiş süreci yaşayan toplumlarda görülen sıkıntıların kaynağında yerel değerler ile evrensel değerler arasındaki uyumsuzluğun getirdiği bir takım problemler vardır. Dolayısıyla sanayileşmeyi gerçekleştirelim derken, yerel değerlerimizi bir kenara atmamalı, atıldığı takdirde birtakım sancılar doğuracağı muhakkak. O halde sanayileşmeyi hem üretimi artırmak, hem ihracat potansiyelini yükseltmek hemde yerel değerlerimizi korumak olarak da görmek gerekiyor. Kalkınmasını gerçekleştiren toplumlarda maddi refaha rağmen manevi huzursuzlukların had safhada olması düşüncürüdür. Bügün Amerika ve Avrupa’da ayyaşlığın, kumarın, fuhuşun, uyuşturuculuğun baş göstermesi, böyle bir gelişmenin neticesidir. Sanayileşmiş bilgi toplumu olarak tabiki Japonya bu durumdan müstesna. Japonya sosyal dokusu itibariyle “Japonluluk’’ esas olup, sanayi yapısıyla da modern batı değerleri ile donanmış bir süper devlettir çünkü. Onlar model almaktan çok model üretmişlerdir. Aynı zamanda yerelliğin ve evrenselliğin bir arada olduğu model kurmak isteyenlere örnek bir devlettir Japonya. Öyleyse yarının sanayileşmiş bilgi toplumu olma yolundaki Türkiye hem maddi üretimi hem de manevi hamlesini oluşturacak çözümler üretmesi kaçınılmazdır. Bu arada ekonomik anlayışımızı maneviyattan soyutlamamalı. Maddi ve manevi ikili denge ile sanayileşmiş bilgi toplumu olmak gerekiyor. Hatta mümkünse bilgi ötesine taşmalı. Sanayileşmeyle birlikte sosyal alanda ücretliler meselesi gündemin birinci konusu olması tabidir. Birikmiş servetin ne şekilde ve hangi yöntemle adil olarak dağıtılacağı meselesi sanayileşmiş bilgi toplumunun alın yazısıdır. Nasıl ki tarım toplumunun kendine has meseleleri varsa, sanayileşmiş bilgi toplumunun da kendine özgü problemleri söz konusudur. Batı’da sanayileşmeyle birlikte, ücret dağılımındaki adaletsizlikler sınıflar arası gerginliğe yol açmıştı. Bu arada Marksizm felsefeside , “burjuva-proletarya’’ ilişkisine dayalı sisteme tepki olarak ortaya çıkmıştı. Öteden beri Komünizm ücret ve sermaye adaletsizliğinden istifade etmek istemiştir hep. Nitekim batıda zaman zaman görülen sınıf çatışmaların temelinde Avrupalı sosyalistlerin istismarı önemli sebep teşkil eder. Nezaman ki Avrupa adil ücret politikalarına çeki düzen vermeye başladı o zaman kanayan yaraların durulduğu görülmüştür. Geçiş toplumlarındaki huzursuzlukların kaynağında fabrikaya karşı atölyeyi savunmak ya da direnmek şeklinde yansıyan tepkiler vardır. Çok daha geniş çaplı ticari organizasyonların meydana getirdiği sinerjik etki bir takım tepki mekanizmaların devreye girmesine yol açtığı bir gerçek.. Oysa teknik gelişmelerden korkmamalı, gereksiz kaygılar ve anlamsız tepkiler sanayileşmiş bilgi toplumuna geçişte en büyük engeldir. Çünkü küçük işletmecilik zihniyetiyle sanayileşmiş bilgi toplumu olmak bir hayaldir. Sanayileşme Sanayileşme vetiresi; yatırım, dev işletmecilik gerektirdiğine göre, sermaye birikiminin potansiyelini yükseltmekte fayda var. Sanayi toplumu demek herkesin banker, fabrikatör, tüccar ve sermayedar olması anlamını taşımaz. Zaten bunun böyle olmasıda imkânsızdır. Bunu yapmak mümkün olmadığına göre sermaye birikimi giderek büyüyecek, fakat sermaye biriktiren sanayici ve ticaretcilerin sayısı azalacaktır. Şirketler büyüyecek ama şirket sayısı az olacaktır. Bu hususta kişilere takılmamak gerekir, önemli olan endüstriyel alanın faal olmasıdır. Marksistlerin dediği “tam eşitlik’’ iddiaları tamamen ütopiktir. Zengin daha zengin olacak, ama zenginlerin sayısı azalacak gerçeğini artık görmemiz gerekiyor. Artık ilişkiler eski klasik toprak ilişkileri gibi değildir. İşverenle işçinin ilişkileri ağırlıklı değer olarak gündeme giriyor çünkü. Sanayi geliştikçe ister istemez ücretlilerin sayısı da çoğalıyor. Yani üretim araçları büyürken, mülksüz ücretlilerin artması söz konusu oluyor. Atölyeden fabrikaya, fabrikadan şirketlere, şirketlerden dev firmalara derken “tekelleşme’’ ya da holdingleşme denilen seyirle karşılaşıyoruz, bu durumda ister istemez sanayide küçük işletmeciliğin nisbi ağırlığı azalırken işçi kesimi de büyük firmalara doğru kayacağı muhakkak.. Yukarda da bahsedildiği üzere sanayileşmeyle birlikte “sanayi mülkiyeti’’ni doğurmakta ve mülkiyete sahip olanların sayısının azalmasına yol açmaktadır. Yani üretim araçları gittikçe belirli ellerde toplanarak tekelleşme adıyla nitelik kazanacaktır. İşte sanayi mülkiyetinin getirdiği tekelleşmeler yeni sosyal meselelere kanat açacağı gerçeğide apayrı bir problem olarak karşımıza duruyor. Aynı zamanda bu durum mülkiyetin belirli ellerde odaklaşması demektir. Hatırlarsanız bir zamanlar medyada yaşanan kartelleşmeye benzer problemler yaşamıştık. Buna ilave olarak gelir dağılımındaki korkunç uçurumun kitlelerin üzerinde açtığı kanayan yaranın sosyal adalet özlemleri şeklinde ortaya çıkan tepkileri de örnek verebiliriz. O halde yarınların neler getireceği bilinmez ama, bilgi toplumuna namzet olduğumuzu iddia ettiğimiz şu günlerde, sanayileşmiş bilgi toplumunun getireceği bu tür meselelere şimdiden hazırlıklı olmalıyız. Tüm mesele hem büyük çapta teknolojik sanayi birikimini sağlamak, hem de sınaî mülkiyetin tekelleşmesini önlemektir. Aslında bu noktada sanayileşmesini tamamlamış ülkelere göre avantajlıyız. Bu avantajı kullanabilirsek bir yandan sermaye birikimini oluştururken, diğer yandan da mülkiyet meselesini ta baştan düzenlemek şansını elde edebiliriz... Kaldı ki bu konuda sanayileşmiş ülkelerin sil baştan düzenleme yapmaları zorlaşmıştır. Bizim gibi sanayileşmiş bilgi toplumu yolunda ülkeler bu tür meselelerle karşı karşıya kalmadan sermayesini tabana yayacak tarzda düzenlemelerle ileride meydana gelecek tekelleşmelerin vs. önüne şimdiden geçilebilir de, neden olmasın ki. Aksi takdirde, sanayileşmiş bilgi toplumu sürecinde mülksüz ücretlilerin tepkilerine şahit olacağız demektir. Gümrük Birliği Sivil-toplumcu ve sivil katılımcı modellerle sanayileşmemizi tamamladığımız takdirde Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği denilen olay bize pek kayıp veremeyecektir, bilakis ekonomik yönden kazanacağız da. Zira sanayileşmiş güçlü bir Türkiye’nin Gümrük Birliği ve Avrupa Birliğinde varlığını sürdürmesinde büyük faydalar var. Nasıl ki kapitülasyonlar güçlü ve yükseliş devrindeki Osmanlı’ya zarar veremeyip, sadece çöküş sürecinde devlet-i aliyyenin aleyhine tecelli etmişşe, pekâlâ uluslararası rekabet gücünden mahrum bir Türkiye’nin Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği platformunda her an birçok problemlerle karşılaşması ihtimal dâhilindedir. Demek ki; sanayileşmesini tamamlamış bir Türkiye, ancak Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği’nde ağırlığını ortaya koyabilir, ya da aktif rol üstlenebilir. Nitekim özellikle ihracatımızın 2002 yıllarından sonra sürekli artması bunun tipik bir göstergesi. Sivil inisiyatif programlarının hayata geçirilmesiyle “üç sektörlü’’ bir kalkınma teşkilat ağı kurmak mümkündür. Bunun için ekonomimizi “Devlet-Özel-Sivil katılımcı sektörü’’ çerçevesinde ele almak gerekir. Nitekim Sivil katılımcı model: İki çözüm teklifini gündeme getirmiştir. Birincisi Servetin belirli ellerde sınırlı kalmasının önüne geçilip tabana yaygınlaştırılması, ikincisi ise çalışanların kâra ve yönetime katılması ilkesidir. İşte çağımızda, sosyal adaleti sağlayacak sanayileşmiş bilgi toplumu olmanın iki önemli anahtarı bu iki unsurda gizlidir. Bu yüzden çalışanların iş hayatında kâra ve yönetime katılmasına “endüstriyel katılım’’diyoruz Kapitalizmde işçi, işverenle şahsi ilişkiler kuramadığı bir vaka, bu modelde sadece işçinin belirli kurallara göre ve monoton şekilde çalıştırıldığı işletmeye ayak uydurmak esası sözkonusudur. Orada dostluk, dayanışma bulmak imkânsızdır. Çalışanlar itibar kaybından dolayı yabancılaşıp toplum içinde sürekli sosyal barışı bozucu tesirler yapmaktadır. Kapitalist sistemin içine düştüğü bu tür çarpık yapılanmayı yaşamamak için, katılımcı uygulamalara geçmek gerekiyor. Bu uygulamalar geçildiğinde “Aktif katılımcı demokrasi’’veya “Endüstriyel katılım” gerçekleşecektir demektir. Endüstriyel Katılımcılık ve Demokrasi Servetin yaygınlaştırılmasına yönelik politikalarla tekelleşme eğilimlerinin önüne geçilebileceği gibi toplumun geniş kesimlerini içine alacak büyük bir “sermaye birikimi’’ gerçekleşebilirde. Hatta yönetime katılım uygulamalarına hız vermekle de ‘demokratik katılım’ anlayışı doğacaktır. Yani Endüstriyel katılımla; insanımız sürekli güdülen, sürekli yönetilen durumdan çıkarılıp bizzatihi idarecilerle birlikte yönetim kademelerinde bulunma imkânına sahip olacaktır böylece. Sanayi faaliyetinin çok karmaşık niteliği işletmeciliği önemli kılmıştır. Gerçekten de üretim araçlarının kimin eli kimin cebinde olduğundan çok “nasıl’, ‘’kimler tarafından idare edileceği’’ ve “kimlerden en iyi şekilde istifade edileceği’’ konusu gündemde yerini koruyacaktır elbet. O halde Türkiye sadece kalkınmaya odaklanmamalı, asıl “sosyal adalet’’ içinde kalkınmaya yönelmeli. Bu yüzden devlet sektörü, özel sektör ve endüstriyel katılım dediğimiz üçlü sacayağının uyum içerisinde bulunması icap eder. Özellikle bu üçlü sacayağından önemde birincisi olan Endüstriyel katılıma daha çok ağırlık verilmelidir. Kalkınma, sanayileşmenin doğurduğu bir kavramdır. O halde tek çözüm yolu, ücret ve vergi politikalarının yanında, bir an evvel endüstriyel katılım projelerini hayata geçirmekten geçiyor. Böylece bu metotla büyük dev işletme birimlerini oluşturabiliriz pekâlâ. Bu modelle çalışanların kâra ve yönetime katılması sonucu aldığı maaşta herhangi bir kesintiye uğramadan alacağı kâr pay sayesinde mülk sahibi olabileceği gibi, aynı zamanda çalışanın müesseseye yabancılaşması da önlenmiş olacaktır. Maalesef Türkiye de yapılan özelleştirmelerde, devletin bir takım medyatik kuruluşların yoğun propagandaların etkisiyle çalışanların üretime ve yönetime katılımının önü kapatılmıştır. Oysa Almanya’da Alman Sendikal Birliği (DGB) hem büyük bir sendikal mülkiyet oluşturmuş hem de milyonlarca işçinin mülk sahibi olduğu dev bir teşebbüs haline gelmiştir. Böyle bir durumda işçi işveren durumundadır. Üstelik işçinin işveren olduğu bir modelde işçinin grev hakkı saklıda tutulmaktadır. Sadece işçi mi, elbette ki hayır, aynı şekilde Almanya’da memur yapı tasarrufu sandığı sayesinde üçüncü büyük yapı tasarruf sandığı da gerçekleştirilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki; dünyanın ekonomide tek meselesi servetin yaygınlaştırılması davasıdır. İnsanlık bügün geç anlamaya başlamış olsa bile Kur’an-ı Kerim’in “Haşr Suresi 7.ayeti’nde: “Taki o mal, sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet olmasın’’ buyurarak, ta 1400 yılı aşkın zamanın öncesinden bu konuya açıklık getirmiştir. Katılımcı Sektör Özal rüzgârının açtığı çığır sayesinde sivil katılım ve katılımcı demokrasi anlayışına doğru gidiyoruz sanki. Bu yüzden devletin yönlendirici veya hakemlik görevi için devlet sektörü’ne, girişimciliğin doruğa oluşması için de özel sektöre, işçinin ve diğer çalışan sosyal kesimlerin yönetime ve kâra katılıp bir takım haklara sahip olması içinde endüstriyel katılım’a veya “KATILIMCI SEKTÖRÜ’’ne ihtiyaç vardır. Sivil İnisiyatif projeleri uygulamaya geçtiğinde kapitalizmin “adaletsizliği’’, komünizmin “köleliği’, faşizmin “devlet dayatması’’ geçersiz kalacaktır elbet. Hamasi nutuklarla bir yere varamayız. Dolayısıyla halk kendine yönetimde yer vermeyen idarecileri aşağı indirme hakkına da sahip olmalıdır. Devlette bu arada sermaye birikimini geniş tabana yayacak şekilde her türlü girişimin önünü açmaktan çekinmemelidir. Hatta devlet bir yandan sanayileşmemizi gerçekleştirmekte öncü olurken diğer yandan da kültür politikalarını da ihmal etmemeli. Çünkü yeni meseleler yeni bir kültür tavrı gerektiriyor ve yoğun bir kültür üretimini zaruri kılıyor, buna mecburuzda. Aksi halde “kimlik bunalımı’’ denen problemlerle karşı karşıya gelebiliriz de. Velhasıl; sanayileşmiş bilgi toplumu olmak istiyorsak, maddi ve manevi kalkınma seferberliğini hızla uygulamaya koymalıyız. Hakeza şimdiden “sanayi ve bilgi ötesi’’ bir geleceğe yönelmeli de. Vesselam.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() sanayileşmiş bilgi toplumun önündeki engel statükocu zihniyeti silmeli.
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Devletin elinde tekel vaziyette duran sermaye ile ne gelişmişlik sağlanırdı nede kurumların tarafsızlığı, emeğin yerini büyük çoğunlukla bilginin aldığı bir asırda bu değişiklik emek üzerinden siyaset yapanları deşifre ettiği gibi , libarel ekonomiye geçen devlet düzeneğide elinde güçü bulunduran devlet eli ile halkına bir modeli aşılamaya calışmasının önünü almıştır.
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() paylaşın için teşekkür ederim.
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|