![]() |
#1 |
![]() Senin salâvatın da parantez içinde mi kaldı?
Var edilmek bir sürprizdir, kocaman bir sürpriz! Yokluğun koynunda yokluğundan bile habersiz silinip gitmek üzereyken, hatta silinmeye bile gerek duymayan siliklik içindeyken, var edildin. Sen yoktun ve varlığın yokluğuna tercih edildi. Can verildi tenine, nefes verildi cesedine. Bir insan yüzüyle süzüldün âlemin eşiğinden içeriye. Hayat sahibi kılındın; hayat sofrasına buyur edildin. İnsan olman irade edildi. Sadece insanların çağrıldığı, insan olmayanın çağrılsa bile tadına varamayacağı eşsiz bir ziyafete buyur edildin. Sürpriz! Varsın, hayattasın ve insansın. Varlığın isimsiz bir taş kadar kalabilirdi.Üzerine basılıp geçilebilirdi meselâ. Kalbin olmazdı, kalbinin olmayışına ağlayacak bir kalbin bile olmazdı. Hiç yoktan hayat verildi tenine. Hayatın bir dağın adı konmamış bir yamacında yalnız yaşayan bir ağacınki kadar olabilirdi. Hiç ummadığın halde insanlık üflendi çamuruna. İnsan oldun diyelim; bir olan Rabbe “kul” olmanın sonsuz güveninden, her şeyin sahibine muhatap kılınmanın eşsiz ayrıcalığından yoksun olabilirdin. Tıpkı yanıp yakılmış bir ağacın kömürleşmiş dallarını ve köklerini bir arada tutmakla teselli devşirmeye çalışması gibi, kaybettiklerini kaybettiğinin farkında olmayan, yitirdiklerinin eksikliğini çekmeyen acı bir inançsızlığın ortasında kıvranıyor olabilirdin. Hiç ummadığın hediyeler almak gibidir var olmak. Hiç hak etmediğin sofralara buyur edilmeye benzer yaşamak. Hiç beklemediğin bir tacı giyinmek gibidir hayatta olmak. Bunu bilmişken, sonsuz minnettar olman gerekmez mi? Bunu bilmişken, iltifatlara boğulmuş bir adam gibi hep mahçup bir yüzle yürüyor olman gerekmez mi? Bunu farketmişken minnetini ifade etmek için telaşla koştuman beklenmez mi? Yoksa, verilenlerin hakkın olduğunu düşünüp daha fazlası niye yok diye sızlanan geçimsiz bir nankör olmaya mı adaysın? Yoksa, sana yapılan iltifatları az bulup “daha, daha, daha..” diye bağıran, asık suratlı, bir türlü memnun edilemeyen, hiçbir şeyi beğenmeyen açgözlü biri olmaya mı heveslisin? Mümin olmak, varlık dairesine mahçubiyetle girmek demektir. Besmele, o mahçubiyetin ifadesidir; “Senin izninle buradayım ey Rahman, ey Rahîm. Burası benim hiç hak etmediğim bir yer; izin ver de içeri gireyim.” Mümin olmak, varlığa ve varlığına minnettar olmaklığındır. Besmeleden sonra “Hamd olsun Rabbine âlemlerin.” deyişimiz ondandır. Hiç yokken var edilenin hiç yoktan Var Eden’e ilk sözü “teşekkür” olmalı değil mi? “Ey Rabbim, beni hiç hesaplarımda yokken var eyledin, hiç ummadığım halde bana hayatı tattırdın, bu yetmiyormuş ki bir de bana insanlık lûtfettin. Sana borcumu nasıl ödeyebilirim?” “Âlemlerin Efendisi” işte bu yüzden hamd telaşındadır, şükür sevdasındadır. Senin unuttuğun o sonsuz minnettarlığı her an yüreğinde yaşatır. Senin görmediğin o umulmadık iltifatlar karşısında sonsuz mahçubiyet duyar. O yüzden adı Muhammed’dir; en çok O hamd eder, en çok O şükreder, en çok O minnettardır. O yüzden en çok O övülür; varlığın güzelliğini sonsuz bir incelikle takdir eder, hayatın ayinesinde yansıyanlara en çok O hayran olur. O yüzden adı Ahmed’dir; âlemin güzelliğine eşsiz bir hayranlıkla karşılık verir. Bülbülün aşkıyla gülün güzelliğine sesten yapraklar eklemesi gibi, O da varedilenlerin güzelliğine hayranlığını ifade ederek âleme insanca hayranlık yankıları ekler. Güzellik muhatabını O’nun gözlerinde bulur; varlık O’nun hayranlığıyla dengini bulur. Sanattan anlayana sanatın incelikleri gösterilmek istenir. Güzelliği hakkıyla takdir edenin önünde yeni güzellik pencereleri açılır. Yemeğin tadını anlayan yeni sofralara buyur edilir. İşte bunun için O da, sonsuz teşekkürüne karşılık yine sonsuz teşekkürler gerektiren yeni sofralara buyur edilir. “Makâm-ı Mahmud” işte o sofraların adıdır, o pencerelerin önüdür, o tanıklıkların ünvanıdır. O’nun ellerine, gözlerine, gönlüne gelen lütuflar, feyizler, nimetler bize o sofradan akar, o ziyafetten taşar. O’nun minnettarlığına katılan her salâvatla, o eşsiz sofranın bir kenarına ilişirsin; o doyumsuz ziyafetten pay alırsın. Dudağına değen her salâvat, dudağına o sofranın kevser kadehini yanaştırır. Not: Kanaatimce, Peygamberi[asm] gül remziyle anmak, bu sır yüzünden de anlamlıdır. Gülün sevindirmesinin sebebi, yanaklarından var ediliş sürprizini taşırmasıdır. Yapraklarının inceliği ve titrekliği, kokusunun ve renginin her dem tazeliği ve yeniliği, her an var edilme heyecanının izdüşümüdür. Bu yüzden olsa gerek, gördüğümüz her gül yenidir, ilk defa var edilmiş gibi sürprizdir, ilk defa gül görüyormuşuz gibi şaşırtır ve sevindirir bizi. Var edilişine şaşıranların/şaşırması gerekenlerin ne kadar çok salavat borçlu olduğunu hatırlatır. Salâvatlar bu yüzden parantez içlerinden çıkmalıdır; hayatın ortasında güller gibi diri durmalıdır.
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Selam Sana Ey Nebi'den...
o kadar çoğaldı ki “bana ne!”lerimiz o kadar birikti ki bahanelerimiz. o kadar benimsedik ki “bana dokunmayan yılan”ları “bin yaşa”tmayı, sokakları kuşatan çaresizliği görmezden gelir olduk vicdanlarımızın sızısını kesiverdik haksızlıkların fotoğrafını çekerken, haksızlığa uğrayanları kendi yalnızlıklarına terkettik. hepimiz birimiz için olamadık; içimizden çıkıp hepimiz için olmak isteyen birilerini küçümsedik, ucuz kahramanlar listesine ekledik. “böyle gelmiş böyle gider”leri ağrı kesici gibi yutup başkalarına ağlayan yanlarımızı uyuşturduk rahatladık, çok rahatladık yüreğimize batacak kıymıkları geçtiğimiz yollardan temizlettik nefsimizin iştahını kesecek görüntülerin üstünü ustaca sıvadık yuvalarımızın duvarlarında dışarı sızdırmadığımız sevgi gölcüklerimizden bir kaç damla olsun serpemedik yoksulların üstüne göz yaşlarımızı tükettik, gönlümüzün yağmur yüklü bulutlarını kovduk çocukları, çocuklarımızı, çocuk yanımızı senin gibi sevmedik, senin gibi sevindiremedik içimizde sancıyla kıvranıp duran duygularımızı itip kaktık. yüreğimizi yakıp duran varoluş kaygılarını ciddiye almadık. derdimizi yok sayıp deva aramadık. sahte çarelere kanıp çaresiz kaldık oysa sen, oysa sen kalbimize sahip çıktın onca kötülüğün içinde ‘’vicdanınızı tahriş edeni terk edin’’ dedin de, ‘’şüpheli olandan uzak durun’’ dediğinde de, kalbimize güvendiğini sezemedik. hoyratlıklarımızı vicdanımızın cetveline vurduğunu göremedik. |
|
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Ellerimiz ellerinizdedir Efendim....
Bildik ki, siz insanların en lütufkârısınız… Bir köleyi, bir çocuğu dahi geri çevirmezdiniz. Birnin elini tuttuğunuzda,, elinizi tutan kimse bırakmadıkça elini bırakmazdınız. Çölün aziz misafiri. Suskunların kutlu sözcüsü. Hüzünlerin sabırlı bekçisi. Teselli yağmuru. Huzur pınarı. Efendimiz.. Kokunuz duyuldu önce. Saçları rüzgârın yakasına tutuşmuş çocuklardan biri ellerini kumlardan çekip koştu. Gözlerini yukarı çevirdi. Yukarıların habercisinin, yücelerin gezginin yüzüne bıraktı kalbini. Kanatlarını sessizliğin avucuna yayıveren kelebekler asılı kaldı havada. Rüzgâr nefesini tuttu. Kum tanecikleri gül yüzünüzün kıvrımlarına koşuştu. Billur elleri uzandı nur ellerinize. Eline avucuna yığdı çocuk sevinçlerinin hepsini. Bakışlarını akıttı yüzünüze. Gözlerinize, ta gözlerinizin bebeğine baktı Efendim. Varlığınızın çölü gül(l)e çevirdiğini, ölümü sonsuza bitiştirdiğini bilerek b/aktı gözlerinizin içine. Kendisinden önce kardeşlerini yutan çölün tozları/nı temizle/n/di ellerinizle yüzünden. Nefes aldı gözlerinizle buluşunca gözleri. Belki de delice seğirtti ardınızdan. Siz de onu beklediniz belki; hepimizi, her şeyimizi, bütün kızlarımızı kucaklayan, yitirdiklerimizi bize yeniden vaad eden tebessümünüzle beklediniz. Kız çocuğunun dudağında sonsuza goncalanan tebessüm gülleri açıldı. Sizin karanlıkları dağıtan, hüzünleri silen, korkuları boğan tebessümünüze dokundu bakışları. “Kal” dedi gözleri, “biraz kal, gitme…” Avucunuza bıraktı avuçlarının huzurunu… Belki birkaç adımı birlikte attınız Efendim. Yavaşladınız. Ki hiç acelenizin olmadığını bilirdik. Boyu hizasında eğiliverdiniz. Bize döndüğünüz gibi, yükseklerin en yükseği miractan iner gibi. Bizim hatırımıza indiğiniz gibi el üstünde tutulduğunuz semâdan arzın çölüne. Gözümüzün yaşını silmek için alkışlandığınız göklerin cezbesinden sıyrılıp bulandığınız gibi dünyanın hüznüne. Sırf bizi sevindirmek için Yakınlık makamından uzak kalmaya razı olduğunuz gibi.. Eğildiniz Efendim, eğiliverdiniz. Yanımıza döndünüz. Yüzümüze baktınız. Hatırımızı saydınız. Nazladınız. Kız çocuklarımıza ebedî teselliler getirdiniz deste deste . Kucakladınız sımsıcak. Medine’li kız çocuğunun elinden tuttunuz. Adı kâh Hacer, kâh Maria, kâh Samaneh belki Rojda ya da Lena oluverdi. Fıtratı İslam idi kız çocuğunun… Onun sevincini öncelediniz; sonraya bıraktınız başkalarını. Onu sevindirmeyi önemsediniz, bekleyenleri ötelediniz. An dondu. Mekan doğruldu. Çöl dirildi. Zaman yeniden kanatlandı bakışlarınızın göğünde. Tebessüm ettiniz. Küçük kız çocuklarının hatırını her şeyin önüne aldınız. Onlar için çektiğiniz sancıları sakladınız onun gözlerinden. Onlar için kanayan ayaklarınızı unuttunuz onun sevincinde. Dualarınızın göğünde bir güneş gibi yükselttiniz kız çocuğu mutluluklarını. . Ellerinizin nuruyla ışıdı kızın yüzü. Ve kızın ışıyan yüzünden yansıyan ışığın aksi sevinç sevinç pencere önlerimize kadar taştı. Ve kızın gözlerine nakşolan gül yanağınızın kokusu döndü dolaştı kızlarımızın yanağına bulaştı. Şimdi, o kızın yanağından miras bir ışıltıyı ve kokuyu taşıyor kızlarımızın yanakları Onların lüle saçlarında, ceylan titrekliğindeki iri gözlerinde, beyaz gülüşlerinde, yarım kalmış, acemi ve masum dualarında sizin tesellinizi içiyoruz her gün. Küçük kızlarımızı seviyoruz Efendim sayenizde. Onlar için umutlanıyorsak, sizin müjdenizle Onları sevindirebiliyorsak, sizin hatırınıza Efendim… Ne varsa sevgiden yana elimizde avucumuzda, mayasını sizin tebessümünüzden devşirdik Efendim. Efendimiz, Neden hâlâ elini tutmaktan uzak düştüğümüz kızlarımız var bizim. Elimize tutunan yetimleri, öksüzleri ötelere öylece düşüncesizce itiverdik biz. Kızlarımızın sımsıcak tebessümlerini soluğumuzdan buz tutmuş dipsiz kuyulara savuran buzdan heykelleriz biz. O masum dudakların “Baba!” deyişlerini huzursuz ve telaşlı saatlerin yüzünde par(ç)alayan babalarız biz… Şimdi, kapı arkalarında baba yolu bekleyen nazenin kız çocuklarını babasız bırakanlarla aynı şehirleri paylaşıyoruz biz. Bir gün olsun, âh bir an olsun, kızımız tutunca elimizden, hiç bırakmamaya ahdederken biz, o bırakmadıkça onun elini bırakmamaya niyetlenirken biz, hatıranı ete kemiğe bürüyüp giyinebilir miyiz? Nasıl olur da o billur elleri salıveririz ellerimizden nâr görüp çözülüvermiş buz gibi biz? Niçin gözlerinizin içine büyüdüğümüz zaman da o ışıltıyla bakamayız o kız gibi biz? Acaba biz kimlerdeniz? Sizin tuttuğunuz eli tutamayıp itenlerden miyiz? Ellerinizden kızlarımızın gül kokladığı Efendimiz… Özür dileriz.. Menbaı siz olan, kızlarımızın yüzünden bize yansıyacak bir sadakalık ışıltı dileniriz… Affımızı isteriz… |
|
![]() |
![]() |
#4 |
![]() İlk delikanlı: Adem [as]
Ey zindanda bir gece geçirmemiş dost, güneşe doğru çılgın koşuyu yapacak çocuk olabilir misin?” *** Adem ki, ilk delikanlıdır: varlığın derin uykusunun ortasına konulmuş ilk uyanıklık aynasıdır. Melekûtiyetin süt liman gölünde halkalanmalar doğurmak üzere fırlatılmış ilk taştır. Teslimiyetin duru göğüne kıpırtılar taşıyan, fırtınalar taşıran ilk ayartı fiskesidir. Hatanın ve günahın kuyusuna ilk sarkıtılan kurban yahut kahramandır. İsyanın ateşine değen ilk ten Adem’indir. Sükûnetin göğsüne sokuluveren ilk kanlı ihtiras Adem’in yüreğinde alevlenmiştir. Unutuş uykusuna düşen ilk düş Adem’in gözlerinden kaçmıştır. Tehlikenin koynuna atılan ilk masumiyet Adem’in gönlünden sürgündür. Adem, kötülüğü isteyen, yanlışa meyleden, hataya heveslenen nefsin ete kemiğe bürünmüş ilk hâlidir. Kaygan bir zeminde dik durmanın, yokluğun kıyısında düşmeden var olmanın ruhtan heykelidir. Hataya meyilsiz, yanlışa gönülsüz meleklerden daha riskli bir yerdedir. Risk almıştır. Kazanmıştır. Kazanamayabilirdi de... Kaybedebilmeyi göze alarak kazanmanın ilk örneğidir. Kaybetmekten korktuğu için kazanmayı da baştan kaybeden, düşerim diye umut kanatlarını hiç açamayan ürkeklerin, pısırıkların, üşengeçlerin, tembellerin durduğu yerde değildir Adem [as]. *** “Ey yükseklerden büyük seslerle düşen su, bu yalçın kayalara bir şelâle borçlu olduğunu biliyor musun?” *** Masumluğun sükûnetini tel tel yırtıp atan ayartının şiddetini ilk göğüsleyendir Adem. Teslimiyetin dikişlerini dişleyerek koparan söz dinlemez aldanışlara ilk dolanandır. Kalbini yeryüzü depremlerinin sarsıcılığında öndersiz, rehbersiz, örneksiz olarak, duru, diri ve doğru kılabilmiş bir kalenderdir. Habersiz ve amansız geliveren hüzün yangınlarında yanıp da bize serin güller gibi teselliler devşirebilmiş ilk yürekli adamdır. Hiçliğin kuytularına sarkaçlanan sözünü, umutsuzluğun karasına yuvarlanabilir yakarışlarını, ezilmiş bir gül gibi yerden kaldırıp rahmetin dudağına yeniden ve ebediyen yanaştırabilmiş yorgun ama mütebessim bir delikanlıdır. *** “Ah, düşüşsüz insan! Benden övgü bekleme. Düşüşün tadını almayan insan! Senin yücelerin, serinliğinden ve arılığından ne haberin vardır?” *** Hata edebilirliğin buzdan zemininde ayağı ilk sürçen, günahsızlığını utanışın avucunda kanatarak kurban eden ilk delikanlıdır. Övülmenin bencillikler büyüten tadını ilk tadan odur. Bencilliğini ve benliğini övgünün ayartmasından tövbesiyle çekip alabilen mahçup edalı bir delikanlıdır. Başarıların ve zaferlerin insanı kalbinden sürgün eden amansız rüzgârına direnebilmiş olgun bir delikanlıdır. Hatasını nefsinin hevesine mazeret edinmeyecek kadar diridir. Hatada ısrar etmemenin billûr avizesi olarak asılı durur uykularımızın üzerinde. Hata ve günahı, rahmet ve şefkatten uzak düşmeye bahane etmeyecek kadar da umutludur. Mahcubiyeti avucunda yakıcı kor gibi düşürmeden tutabilmenin kan kırmızı lekesi olarak yapışıktır hüzünlerimizin yakasına. *** “[Ey] ruh gecesinin yedi katlı karanlığına batmamış yürek! Sana ışıklar ve aydınlıklar ne der?” *** Sınanmamış aşkların naylon olabileceğini fısıldar bize Adem. Uzaklığın ve ayrılığın girdabında, dünyanın tuzaklarında yeniden inşa eder aşkı. Havva’sını hevasına satmamanın inceliğini yeniden çizer cennetten yediği sürgünle. Sarp yollara uğramamış sevgilerin düz ovadaki performansından şüphe duymayı öğretir bize. Küstürmüş, küstürülmüş bir kalple, utançlı bir yüzle, aşağıların aşağısına düşebilecek “adam”lığımızı yücelerin yücesine acıyla ve sancıyla yeniden çıkarabilmiş, çilekeş ve yiğit bir delikanlıdır. Hasretle örselenmemiş vuslatların tat vermeyeceğini hatırlatır, ayrılık rüzgârı yememiş kavuşmaların sığ kalacağını belletir bize. Mecnun’un bile sınanmadığı delilikleri yırtarak varır sevdiğinin yüzüne. Ferhat’ın sabrını da delip geçecek dağlar dolusu uzaklıkları eritir de öyle varır Şirin’ine. *** Çamurdan yoğrulmuş “adem”in, çamura bulanmış umutlarını “insan”ın kalbine yorularak yeniden taşıyandır delikanlı Adem [as]. Sınanmış olarak seçilmiş olmanın kristal zaferidir. (*) Tırnak içi ifadeler, bilge şair Sezai Karakoç’un Yitik Cennet’inden emanettir. |
|
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Yazdığımı yarın okuyamayacaksın!
En güzel yastığın nedir?” diye sorsalardı bana, hiç tereddütsüz “yarın” derdim. Yastık… Başımı usulca bırakıp kendimi unuttuğum yer. Yastık… Gözlerimi kapatıp gövdemi sessizce, dertsizce yarına taşıdığım dem. Yarın… Bugünün telaşlarını savurup fırlattığım loş uçurum. Yarın.. Bugünün ellerinden ellerimi çekip hayatla bağlarımı koparmama bahane eylediğim boşluk. “Nasılsa yarın var!” deyip de an’ın üzerimizdeki keskin hükmünü törpülüyor değil miyiz? “Yarın yaparım!” deyip de günün içinden duygularımızı, aklımızı, yeteneklerimizi, hasılı varlığımızı çekiyor değil miyiz? Kapatmıyor muyuz gözlerimizi bugünün güneşine, nasılsa yarın güneş yeniden doğacak diye? Kapatmıyor muyuz gönlümüzü bugünün aşkına, önümde çok uzun yıllar var diye? Sevdiklerimizi küstürüyoruz, sevenlerimizi kırıyoruz, umarsız bir maske takıyoruz bugün. Nasılsa yarın telafi ederim diye. Çekmiyor muyuz ellerimizi en ciddi işlerin eteğinden daha zamanı gelmedi diye? Alıp gölgemizi her akşamın hüsranına yatırmıyor muyuz? Sanki hiç yokmuşuz gibi, hiç var olmamışız gibi geçmiyor muyuz günün içinden? Hasretlerimizi, hayallerimizi, ümitlerimizi, beklentilerimizi, özlemlerimizi zamanın kanına katmadan, elimizde meyvesiz kuru tohumlarla kala kalmıyor muyuz? Yastığımızdır yarın. Alıp başımızı gittiğimiz isimsiz, sınırsız, kuralsız, tanımsız ülkemiz. Aklımızı başımızdan alıp götüren uykumuz. Bugünden kaçışın saydam, sessiz, itirazsız suç ortağı, sırdaşı. Gözümüzü bağlayıp bize habire sayılar saydıran saklambaç arkadaşımız. Sürekli bizi körebe eder yarın. Bizi topal bırakır. Bizi sığlaştırır. Bizi yok sayar. Kendi kıyılarımızdan çeker yüreğimizin inci mercanını. Kentin kuytularında nefesimizi boğuyor, sözümüzü kekeme ediyor. Yo, yo, suç yarının değil. Yarının ayağımıza gelir gelmez adını “bugün” diye değiştirdiğini unutan bizlerin suç. Yarınlara güvenip de bugünü eğretileştirirken, yarınların birinde kendisine geniş zamanlar düşeceğini hayallerken, “dün”lerde “yarın” diye idealleştirdiği bir “yarın”ı daha elinin tersiyle ittiğini fark etmeyende suç… Bizde! Şairin dediği gibi “yarın artık bugündür.” Yarın diye beleyip beslediğimiz, hayallerimizle emzirdiğimiz o gelecek günler, o bitmez zamanlar, o geniş zamanlar gelir gelmez, kendimizi içinde sıradanlaştırdığımız bir “bugün” oluveriyor. Yarına ideal yükleyenler, gelen yarının adı “bugün” olduğunda, bütün idealleriyle o günün sabahında var kılmaları gerekir kendilerini. Hayallerini yarınlara güvenerek erteleyenler, yarınlar sıra sıra gelip “bugün” olarak ellerine ayaklarına vardığında, her şeyi bir kenara bırakıp el üstünde tutmaları gerekir bugünü. Sanki son günleriymiş gibi, sanki başkaca ve bir daha yarın gelmeyecekmiş gibi, ruhlarını damıtıp bugünün imbiğinde damıtmaları gerekir yarın sevdalılarının. Sahi, bugüne kadar kim “yarın” gerçekleştirmiş başarısını? “Yarın” ödev yapan öğrenci oldu mu acaba? Yazısını “yarın” yazmayı başaran bir yazar olmuş mudur? Hayır, hayır, içimizden hiç kimse “yarın”ı yaşamadı, yaşamıyor, yaşamayacak. Yarınların hepsi bugün oldu, oluyor, olacak… Bugün’e kendini yakıştıramayan, yarınların hiçbirinde gününü gün edemeyecek. İmrendiğimiz o başarı öykülerinin hepsi kahramanlarının “bugün”ünde gerçek oldu. Bir ömre rengini, istikametini veren kritik kırılmaların hepsi sıradan bildiğimiz herhangi bir saatin içinde olup bitti. “Yarın”a, “az sonra”ya, “hele dur, zamanı değil!”lere yaslananlar, “bugün”lerin içinde siliniverdi, “şimdi”nin kalbine can olamadı, “an”ın göğsünden çekildi. Hiç dokunmadan geçtiler zamanın içinden. Hiç yaşamamış gibi sürüklendiler bugünden yarına.. İspat etmemi ister misin? Ben de bu kısa yazıyı sürekli “yarın”lara erteledim. Ama sonunda oturdum ve yazdım. Ellerimi bilgisayarımın tuşlarına bağladım, koltuğumda hapsettim gövdemi, kalbimi bu satırların karasına mahkûm ettim. Yazıyı, “bugün” yazdım, “şimdi” bitirdim. Sen de “yarın” okuyamayacaksın bu yazıyı. Eminim “bugün” okuyor olacaksın… Bugünü uyanık geçirmek istersen, “yarın” yastığını başının altından çek, sevgili zamane! İyi uykusuzluklar! |
|
![]() |
![]() |
#6 |
![]() senai abinin yazıları inanılmaz güzel oluyor ya..paylaşım için tşkler..senai abinin bir sözü var "gül diken ol ama güle diken olma" diye bu cümlesine bayıldım.. programında söylemişti..
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#7 |
![]() Zamaneler için laiklik vaazları-1
Sevgili zamaneler, En başından söylüyorum. Bilin ki lâikler ikiye ayrılır: Özde laikler ve sözde laikler. Özde lâikler değerden bağımsız ve kutsala ilgisizdirler. Bir şey(ler)i kutsayanların yanında yer almazlar. Kutsanan şeyi kutsama ihtiyacı duymazlar. Bir şeylerin kutsanmasına ses çıkarmazlar; kutsayanları ayıplamazlar. Bilirler ki kutsananın kutsanmasına düşman olmak da bir tür karşıt-kutsama eylemidir. Kutsayanların varlığını ve çoğalmasını tehdit olarak görmek bir laikin kendi varlığına değer atfetmesi demeye gelir. Kutsama eylemine karşı olmakla, o kutsamayı ciddiye aldığını gösterir ki, bu hâl, laikin kutsala ilgisizliğini açıkça ihlaldir. Kutsayanların varlığından kaygılanıp ürkmek de yeni bir değer alanı içine sokar acemi ve saf bir laiki. Böylece, haşa huzurdan, lâikin de bir “dokunulmaz”ı olduğuna inandırıverir sizi. İşte bu sözde laikliktir. Hele de bazı safdil ve sığ lâiklerin,“Eyvah, lâiklik elden gidiyor” deyip deyip yolları arşınlamaları, kardeşce kol kola verip, meydanları kutsal bir cihadın erleri gibi doldurup, nefesleri kesilircesine “Türkiye lâiktir, lâik kalacaktır!” diye inleye inleye bayraklar sallamaları, mukaddeslerini kaybetme telaşıyla koşuşturan dindarlarla aynı kareye koyar onları. O kareye uzaktan bir bakıp bir an zannedersiniz ki onlar lâik değiller, sanki kopkoyu dindarlar-Allah korusun! Yanlışlıkla, “Din elden gidiyor!” diye ağlaşanlarla aynı kefeye koyabilirsin “Lâiklik elden gidiyor!” diye bağıranları. Oysa ki, değer-tanımazlık demektir lâiklik. Kutsayıcıların kutsadığına alternatif kutsallar ve kutsayıcılar üretmek akıllarının ucundan bile geçmez. Ülkemizde, lâikliğin dindarlıkla karıştırıldığı acı bir gerçektir. Misal, içinizden bazı gafiller saçını göstermemeyi, hem de tek telini bile namahremin gözüne değdirmemeyi kutsamış olabilir. Özde laikler saçınızın görünmesiyle de görünmemesiyle de ilgilenmez. Sözde bazı lâiklerin bir takım “kamusal” alanlarda ille de başınızı açmaya sizi zorlamaları, hatta orijinal saçınızın sahte ve yabancı saçlı peruğunuzun altından tel tel dökülmesini ve rüzgârda dans etmesini bir tür dinî vecibe harâretiyle arzulamaları, saçınızı saklıyorsunuz diye size acınası ve canı acıtılası bir günahkâr gibi davranmaları sizi onların da bir “din”i, bir takım “farzlar”ı, “helal ve haram”ları olduğuna inandırabilir, sadece “inanan”ların girebildiği “kutsal” alanları olduğunu düşündürebilir. Zinhar, böyle fesat düşüncelerin aklınızda kökleşmesine izin vermeyin. Ayıptır. Günahtır. Fesat düşüncelerin temizliğine girişmişken, dilinizin ucuna bile gelmemesini istediğim bir tanesi daha var. En sinsisi de budur. Durup dururken çörekleniverir içinize. Vesvese işte! Arı gibi sürekli vızıldar durur başının üstünde. İçimde yıllardır kaynar sular gibi fokurdar da bir türlü susturamam bu amansız vesveseyi. Hadi söyleyeyim: “Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” diye tanımlanan şeylerin doğmatik olduğuna inanasım, hatta söyleyesim gelir. İtiraf ediyorum, bu vesvesenin benliğimi tümüyla kuşattığı, aklımı başımdan aldığı, sağduyumu kaybettirdiği de olmuştur. Af buyurun; “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez” sözünü “kutsal” bir söz diye bildiğim-“hadis-i şerif” deniyor- “Nasılsanız öyle yönetilirsiniz” sözüyle karşılaştırıp da laikliği daha dindar ve kutsal sandığım talihsiz akıl sürçmelerim olmuştur. Böylesi zamanlarda şöyle düşünmekten kendimi alamamışımdır: Özde bir laikin ciddiye almayacağı Tanrı bile “nasılsanız öyle yönetilirsiniz” diyor. Yani “nasıl olursanız olun böyle yönetilirsiniz” demiyor. Yani yönetilenlerle yönetme kuralları arasına esneklik koyuyor. Tanrısal yönetme kurallarına bir kutsallık vermiyor; bir değişmezlik, değiştirilmesi bile teklif edilemezlik yapıştırmıyor. Kendimi kaybedip bu kutsal söze bakıp “laiklik dediğin işte böyle olur!” diyesim geliyor ya; tövbe, tövbe! Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif edilemez, değiştirilmesinin teklif edilemezliğini bile değiştirmeyi teklif etmeye kalkan dillerin hemen kesildiği bir ilke sizde de koyu türbe yeşili renginde bir kutsallık çağrıştırıyorsa, kendinizden utanın ve tövbe edin. |
|
![]() |
![]() |
#8 |
![]() Ne hüznü eksilir
ne sana doyar bu gönül. Sen gittin, çiçekler ezildi dünyada. Sen gittin, rüyaları boğuldu bebelerin. Sen gittin, sesi duyulmaz oldu derelerin. Sen gittin, yüreklerden kan çekildi. Sen gittin, can tenden usandı. Sen gittin, dağ dağa küstü. Sen gittin, alev üşüdü. Sen gittin, aşk kalplerden çekildi. Kıyılara vurdu aşıkların cesedi. Vuslatın cennet çiçeği bana. Baharlardan hep seni sordum. Senai DEMİRCİ |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|