![]() |
#1 |
![]() SES MUCİZESİ ALPEREN GÜRBÜZER Thomas A. Edison 1877 yılında sesleri kayıt altına alan fonografi cihazını keşfetmiş, kim bilir ne kadar mutlu olmuştur. Derken keşfedilen fonografi zamanla gelişip gelinen nokta itibariyle bilgisayarların manyetik disklerine kayıt edilebilir hale gelmiştir. İnsanoğlu sesleri kayıt etmenin sevincini yaşaya dursun, oysa kâinat kurulduğu günden beri canlı cansız her varlığın ses kaydını duraksamaksızın her salise kaydetmeye devam etmektedir. Bu yüzden kâinat’a çok yönlü bir senfoni orkestrası dersek yeğdir. Aynı zamanda hayat denilen iksir sesin şekillendiği alanlarla kaplı bir musiki âlemidir. Özellikle bir verici tarafından gönderilen elektro manyetik sinyaller iyonosferin en alt iki tabakasında (D ve E bölgeleri) telsiz uzun dalga boylu radyo dalgaları şeklinde tekrar arza iletilerek bir radyo alıcısı tarafından sese dönüştürülmektedir. Nasıl oluyor da demeyin sakın. Zira iyonosfer güneşin ültraviyole ışınlarının etkisiyle ayrılmış hava moleküllerinden meydana gelmiş tabaka olduğunda birtakım radyo dalgalarını hem geçirebilmekte hem de gönderebilmektedir. Öyle ki uzun dalga boylu radyo dalgaları daha ilk tabakada yansıyıp geri dönmekte, orta dalga boylu olanlar E’de yansımakta, kısa dalgalı olanlar da E ve F’de çınlayarak sahne almaktadır. Ultra kısa dalgalar ise malum hiç akis bulmazlar. Bu yüzden elektromanyetik yüklü iyonosfer tabakası, radyo dalgalarının gök kubbemizde yankılanan minare hüviyeti olma dolayısıyla ona çok şükran borçluyuz. İnsanoğlu her ne kadar gökyüzünde pırıl pırıl yansıyan iyonosfer veya devasa aynalarını (katmanları) geç keşfetmiş olsa da aslında evrende var olan canlı cansız herşeyin kendi ölçüsünde ses donanımı olduğu apayrı bir gerçek olarak önümüzde durmaktadır. Bu ses donanımı kiminde bir tılsım, kiminde gürültü, kiminde konuşma, kiminde ise müzik şeklinde tezahür edebiliyor. Mesela bir çekirge iki kanadını birbirine çarpmakla havayı titreştirip eşine çağırabiliyor. Böylece bu titreşim sayesinde eşinden cevap bile alabilmektedir. Hakeza dişi kelebekte öyledir. Hatta dişi kelebek ne kadar uzakta olursa olsun saldığı koku sinyallerini erkek kelebek antenleri vasıtasıyla alıp karşılık verebilmektedir. İşte karşılıklı telapati denilen olay bu olsa gerektir. Allah-ü Teala ilahi sözleşme anlamında emaneti cansız dediğimiz dağ taş’a yüklemek istemiş, fakat bu emaneti yüklenmekten çekinip sorumluluğu üstlenmemişler, insan ise tereddütsüz kabul etmiş. Malum olduğu üzere cemadat derken cansız maddeler olarak dağ, taş, toprak vs. akla gelir hep. Bakın Kur’anı Mucizül Beyan asırlarca öncesinden hareketsiz ve sessiz sandığımız dağların hareketli ve sesli olduğunu bize nasıl haber veriyor: “Sen dağları görürde onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu herşeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” (Neml suresi ayet 88). Yine Rabbül Âlemin; “ Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada herşeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik” (Hicr suresi ayet19) ilahi fermanıyla insanlığı ilahi sözleşmenin gereği tefekküre davet ediyor. Bilim adamları dünyanın oluşumunu büyük bir patlama sesiyle oluştuğunu bing bang teorisiyle açıklamaya çalışıyorlar. Bundan hareketle dünya kabuğunun başlangıçta yekpare, yani bitişik olduğunu, konveksiyon akımları ile arz kabuğunda kırılmalar ve çatlaklar oluşarak birbirinden ayrıldığını belirtiyorlar. Tabir caizse kırılma ve çatlamada bir ses sayılır. Böylece yapışık olan yeryüzü bu kırılma senfonisiyle kıtalar doğuruyor ve dünya haritamız son şeklini alıyor. Yeryüzünün oluşumu ile ilgili yapılan çalışmalar hala incelendiğinde çatlakların izlerini pekâlâ görmek mümkün. Zaten Kur’an dünya haritasının oluşumunu “O çatlayışlı arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür” ( Tarık suresi ayet:12) ayetiyle işaret etmektedir. Gerçekten de dağları sessiz durur gibi zannederiz, oysa onlar hareket halinde kolon görevi yaparak dünyamızın ritim dengesini sağlıyorlar. Demek oluyor ki; tüm bu ayarlamalar ve bu muazzam düzen, ilahi sözleşmeye uygun tarzda dizayn edilmiş durumda. O halde bizi dünyada denge içinde tutan Rabbimize ne kadar şükretsek az. Sadece bu ritm dağda, taşta değil tabii, her ne yaratılmışsa hepsinin kendine özgü bir ritmi var elbet. Bazen akan bir ırmağın hışıltısı, bazen bir kuşun ötmesi, bazense rüzgârın esmesi müziğin doğmasına ilham olmuş ta. İşte bu sebeple müzik insanlık kadar eskidir diyebiliyoruz. Zira insan daha konuşmaya başlamadan duygularını duygu seliyle söylemeye çabaladığı enstrümanın adıdır müzik. Belli ki duygular sese dönüşürken ses ise notayla tarifini bulur. Anlaşılan duyguları anlatmada kelimeler aciz kalıyor, ama ses öyle değil. Sesle tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynayabiliyorsun. Ses ana sütü gibi ak ve pak, müzik ise onun işlenmiş manevi halidir. Bu yüzden Hz. Mevlana musiki ve semayı ilahi aşka giden yolda vasıta olarak görmüş. Ki; müziğin müridleri vecde getirdiği bir gerçek. Mevlana’nın müridleri cezbe ile raks ettiği bir vaka. Hatta bu ilimle hafızlarımız gönüllerimizi terennüm etmişte. Belli ki Mimar Sinan’ın elinde taş nasıl mana kazanıyorsa, musiki de dergâhlarda sofileri cezbe ve raksa (semazene) motive ediyor, cenk meydanlarında askerleri coşturarak gaza ruhunu canlandırmakta. Bilindiği üzere Mimar Sinan elinde taş cami kubbesinde yankılanacak bir şahesere dönüşebiliyor. Şöyle ki kubbeye yerleştirilen taşlar bir anda ses dalgalarını bir uçtan diğer uca taşıyacak tarzda donatılmışlardır. Böylece kamet getiren bir müezzin, aşır okuyan bir imamın sesi hoş bir seda olarak kubbede gönülleri şad edecek derecede yankılanmakta. Aslına bakarsak bizim en önemli müziğimiz Ezan-ı Muhammediye’dir. Aynı zamanda Peygamberimiz (s.a.v)’in “Kur’an’ı güzel ses ve kaideye bağlı ahenkle okuyun” teşviki tecvid ve kıraat ilmi doğmasına vesile olmuş. Kelimenin tam anlamıyla herkes sevdiği için dinler, gönül ferman dinlemez derler ya onun gibi bir şeydir müzik. Bu arada sese aracılık yapan dil’in hakkını da teslim etmek gerekir. Dil sadece sese mi aracılık yapar, elbette ki hayır. Yediğimiz gıdaların ekşi, tatlı, acı olup olmadığını ayırt edici özelliğe de sahip. Dilimizin ön tarafı acıya, yan kısımlar ekşi, arka tarafı ise tatlıya duyarlıdır. Görüyorsunuz ortada bir dil var, ama damak tadını ayıracak reseptör (alıcı) hücreler maharette donatılmış. Subjektif olarak düşündüğümüzde ise dil yarası gönül kırabildiği gibi, tatlı bir sözle de yılanı bile deliğinden çıkarabiliyor. O halde sen sen ol gönül yapmaya bak, sakın ola ki yıkıcılardan olma. Konuşma ile ilgili en önemli organ şüphesiz gırtlağımızdır. Mühim olmasına mühimde, yapısı gereği solunum yolu başlangıcında bulunması hasebiyle çok ekstra özellikleri olmayan, sade, sıradan bir adale ve kıkırdak görünüme sahip bir organımızdır. Fakat böylesine basit sandığımız bu organımız yaptığı hüner bakımdan aslında büyük bir organımızdır. Çünkü nefes almak için havaya muhtacız. Bir anlamda gırtlağımızdaki havanın ses telleri ile titreşip sesli mesaja dönüşmesi onun sayesinde anlam bulmaktadır. Bu yüzden olsa gerek ses tellerimiz nefes yoluna konuşlandırılmış. Yani bu teller gırtlak dediğimiz solunum borusunun ağzında yer alıp, konuşurken akciğerden atılan havanın gırtlakta ki telleri kasıp hava tam ağızdan çıkacağı sırada titreştirdiği gerçeği ile yüzleşiriz. İşte bu titreşimle birlikte nefes borusundan her tonda ses tonları çıkabiliyor. Hatta akciğere gidip gelen her soluğumuz ses yolunda ufak tefek kasların hamlesi ve beyinden aldığı talimat doğrultusunda daracık boşluktan geçip hava zerreciklerinin yardımıyla ses tellerini titreştirir. Öyle ki dil, dudak, çene, boğaz ve ağız boşluğu ve kulak hep birlikte ortak otomatik çalışan bir senfoni oluştururlar adeta. Mesela dişlerimiz dökük olsa bu büyük senfoninin yara alıp sözlerin peltek haline nasıl dönüştüğünü göreceğiz demektir. Ya işitme! O da malum olduğu üzere ses titreşiminin kulak tarafından duyum algılanması hadisesidir. Şöyle ki; saniyede 1–15 kez titreşim yapan bir ses insanda etki yapmamasına rağmen biz yine de onu titreşir halde izleriz. Şayet bu titreşim saniye de 16–65 arası gerçekleşirse müziğe aksedecek nota seslerine dönüş yapar ve biz o zaman duyarız da. Oldu ya titreşimler 16–40 bine çıkıverdi, bu durumda ister istemez biz onu sadece ses olarak işitiriz. Peki, kırk bin üzeri olanlar nasıl işitilir derseniz, malum kırk binden milyona kadar olan titreşimleri alacak donanıma sahip organımız yok zaten. Dolayısıyla bu tür seslerin varlığından bile haberdar olamayız, ama gözümüzün önünden geçen bir elektriksel bir olay olarak algılarız. Üç milyon üzeri olanlar ise gözümüze ışık olarak yansımakta ve milyar kereleri bile katlayan bir hararet şeklinde kendini hissettirmektedir. Anlaşılan o ki frekans değiştikçe maddenin özelliği de değişmekte, derken kimi kulağımıza bir ses, kimi gözümüzde tüten bir ışık, kimi ise derimize hararet tarzında armağan edilmekte. Bu arada kasların hakkını da teslim etmek gerekir. Çünkü kasların işleyişinde bir eksiklik veya arıza olsa pepelik baş gösterecektir. Ya da boğazımız rahatsızlık olsa ses tellerimiz kısık çalışacak. Keza ses tellerimiz gevşediğinde 80 adet titreşim yaparak sesimiz kalınlaşır, gerildiği anda da 1000 titreşim yaparak ince ses olur. İşte bas ve tiz denilen akordeon düzeneği bu olsa gerektir. Zira etrafımızda on binlerce ses titreşimi var, dolayısıyla insanda bu düzeneğin olması gayet tabiidir. Tıpkı parmak izlerinde olduğu gibi ses telleri de her insanda farklıdır. Yani iki ses hiçbir zaman birbirinin aynısı değildir. Belli ki farklı tonlar insanların birbirlerini tanımasını kolay kılmak için yaratılmıştır. Hatta ses farklılıkları suçluların yakalanmasında önemli bir delil teşkil etmektedir. Demek ki soluduğumuz havayı oluşturan her zerre ses tellerini titreştirdiğinde bazen bir konuşma, bazen müzik şeklinde ruhumuzu celp eder. Böylece her alıp verdiğimiz nefese hava cıva diyenler, sanırım soluduğumuz her nefesin sese dönüşürken havanın boş olmadığını anlayacaktır. Kaldı ki gökyüzünde moleküller rasgele dolaşmayıp tam tersi belli bir plan dâhilinde hareket etmektedir. Yapılan deneylerle ses dalgalarının kaynağa dayalı yayılan dalgalar veya girişim yapan dalgalar denilen iki ana eksen üzerinde cereyan eden dalgalar olduğu tespit edilmiştir. Hatta sesi yansıtan ikinci tabakanın hemen yakınımızda diyebileceğimiz birkaç kilometre yüksekte olduğu, üçüncü tabakanın uzun dalgalara asla geçit vermeyip orta boydakilere yarı geçirgenlik tanıdığı, kısa dalgaları kontrole tabii tutmadan tamamen geçirdiği bilim adamlarımızın çalışmalarıyla aydınlığa kavuşturulmuştur. Deneyler sonuç itibariyle iyonosferin tek başına bir anlam ifade etmediğini, bünyesinde üç katmanla birlikte işlev gördüğünü net bir şekilde ortaya koymuştur. Kaldı ki gelinen noktada radyo dalgaların analiz çalışmalarına tabii tutulması sonucunda yıldızların yaşından tutunda, çapı dâhil birtakım nice bilmediğimiz bilgilere ulaşılabiliyor artık. Hatta bugün Sonografik alet sayesinde parmak izlerine benzer bir değişik ses spektrogram yöntemiyle ses izleri belirlenebilmektedir. Bunu ilk defa keşfeden Dr. Lawrence Kersta’dır. Şurası muhakkakSonograf veya osilograf cihazını ilginç kılan şey; gelen ses dalgalarının şiddet, frekans ve yükseklik eğrisini ölçüp, ekranda matematiksel görüntü almasıdır. Dolayısıyla günümüzde mahkeme kararı ile ses kayıtları dinlendiğinde analizi yapılan birtakım ölçümler suç delili olarak kabul görmektedir. Çünkü her tür insanın ses grafik eğrileri ve ses basıncı tıpa tıp aynı değildir. Ancak bu iş için en az on kelimenin alınması gerekir ki mukayeseye yönelik gerçek suçlu teşhis edilebilsin. Bu arada ses bantlarının işlevi ile ses spektrografisinin işlevini birbirine karıştırmamalı. Nitekim ses bandıyla sesin fonksiyonu değiştirilebiliyor, ama diğerinde bu pek mümkün gözükmüyor. Bu yüzden ses bantları mahkemece suç delili olarak çoğu kez kabul görmemektedir. Ses aynı zamanda fıtridir. Zira Yüce Yaratıcı kadına ince erkeğe kalın olacak şekilde tanzim etmiş. Yarasalar yüksek frekanslı radar cihazları vasıtasıyla yaydıkları ses dalgaları kabiliyetlerinden dolayı hem etrafındaki cisimlerin uzaklığını tespit edebiliyorlar, hem de harika uçuş örnekleri sergilemekteler. İşte bu yaydıkları radara benzer ses dalgaları sayesinde karanlıkta kör uçuşları onlar için hiçte zor olmamaktadır. Belli ki uçakların uzaktan tanınması için icat edilen radarlar yarasalardan alınma bir sistemin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza çamurlu suda yaşayan bazı balık türlerinin etrafa saldıkları elektrik sinyalleri de aynı işlevi görmektedir. Hatta sesi olmadığı zannettiğimiz birçok eşyada bile ses var elbet. Tabii bunun kriteri ne derseniz, şimdilik eşyanın diliyle ilgili bir husus olduğunu söylemekle yetiniriz. Kaldı ki eşyanın diline vakıf olmak marifet ehlinin işi, zaten bu bizi aşan bir boyut. Biz ancak görünür dünyada yansıyan her sesi şiddet, yükseklik, tını gibi fizyolojik özelliklerine bakarak ayırabiliyoruz sadece. Her şeyden öte ses âlemiyle birlikte kendi sesimizin bestekârlığına talip olduğumuzu ve ilahi bestenin de tercümanlığına adadığımızın farkına varırız. Baksanıza hayvanların bile kendine has bir takım ses melodileri söz konusudur. Mesela hayvanlar içerisinde en tanıdık ses “miyav ve mır-mır” sesidir ki bu ses kediye özgü kılınmıştır. Öyle ki bu iki ses üst üste bulunup, birincisi üstte, ikincisi ise alttan çıkmaktadır. Bilim adamlarını şaşkına döndüren bu ses tiplemesinin sırrı daha henüz çözülmese de belli ki kedi karnını doyurduktan sonra bir köşeye çekilip kendi hal lisanıyla mır-mır diyerek Allah’ı anmanın derdinde. Dahası köpek zahiren sahibine bağlılığından dolayı bir an olsun Yaratanı unutmuş olabilir, ama kedi öyle değil, sahibi ister doyursun ister doyurmasın zahiren her halükarda bir an olsun gaflete dalmamakta. Zaten dinimizde köpek necis kabul edilmekle birlikte kedi, tavuk, inek gibi hayvanlar temiz hayvanlar olarak addedilmektedir. Böylece kedi sayesinde yegâna sadakat gösterilmesi gereken gerçek sahibimizin Allah olmalıdır mesajını almaktayız. Kuldan beklemekten ziyade Allah’tan beklemek en doğru yol olsa gerektir. Cırcır böceklerini bilirsiniz. Özellikle yaz aylarında etraf karanlığı büründüğünde bağlarımız, bahçelerimiz cırcır ötüşleriyle şenlenir. Belli ki Yüce Allah erkek cırcır böceklerinin kanatlarının alt kısmını keman gibi ses çıkartması için pürüzlü yaratmış, keman yayı görevi yapmak için de kanatlarının üstünü halk etmiştir. Bu yüzden onların ötüşlerine mest oluruz. Onun ötüşleri bile hava tahmin raporunun işareti. Çünkü cırcır böcekleri ötmüyorsa anlayın ki hava sıcaklığı 55 Fahrenhayt derecesinin altına düşmüş demektir. Tüm bu örneklerden anlaşılan o ki bülbüle kuş diliyle sevgisini nasıl dile getireceğini, kurbağaların “vak, vak” sesleriyle baharı birlikte nasıl karşılayacaklarını, aslanın tıpkı bir savaş meydanında olduğu gibi zafer eşliğinde nasıl nara atıp kükreyeceğini, filin hortumuyla zurna sesini andırır bir şekilde nasıl homurdanacağını öğreten Allah, aynı zamanda insanoğluna bu tip örneklere bakıp müziğe ait tüm enstrümanları keşfet dercesine içimize ilham yerleştirmiştir. Her ne kadar bir kurbağanın “vak, vak” sesleri, bir kuzunun “me, me” diye melemesi, bir kuşun cıvıltı şeklinde “cık, cık” ötmesi ve yaz akşamlarında cırcır böceklerin kemanımsı sesler çıkarması sıradan bir ses gibi algılansa da aslında kendi araları iletişimi sağlayan manalı sesler olduğunu anlıyoruz. Elbette ki bu hayvanların ağzından çıkan sesler kelime değil, adı üzerinde ses diyoruz. Kaldı ki kelime üretemeyen hayvanların hal lisanına vakıf peygamberler ve evliyaların olduğu artık bir sır değil. Zira Hz. Süleyman(a.s) Sebe halkına dini tebliğ için yola koyulup Taif yakınlarında karınca vadisine vardıklarında bir anda önlerine rızık peşinde koşan karınca ordusuna denk gelmişlerdi. Orada Kraliçe karıncadan bir ses gelmişti. Bu sesleniş maiyetindeki karıncalara hitaben “Ey karıncalar! Yuvalarınıza dönün. Aksi takdirde Süleyman ve ordusu, farkına varmadan sizi çiğneyebilir” tarzındaydı. Tabii bu durum karşısında Hz. Süleyman (a.s) kendine yakışır bir vaziyette Allaha yönelip; “Ey Rabbim! Bana, anne ve babama lütfettiğin bu kadar nimetlerine şükretmemi ve geri kalan ahır ömrümde Senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de cennetinde iyi kulların arasına kat” diye münacatta bulundu. İşte günümüz insanı bu kıssadan ziyade Hz. Süleyman (a.s) ile kraliçe karınca arasındaki iletişimi daha çok önemsedi. Çünkü arada ne alıcı var ne de verici. Dolayısıyla burada kraliçe karıncanın emri altındaki karıncalara hitabını nasıl işittiği ya da o lisana nasıl vakıf olabildiğini insanoğlu ancak telsiz telefonları ve radarları keşfettikten sonra ancak bir nebze olsun bu mucizevî iletişimin ne manaya geldiğini fark edebilmiştir. Nasıl ki; beşeri münasebetlerde mukavele ne ise, Yaratan ile yaratılan arasında sözleşme de o dur. Ve bu sözleşme vardır ve haktır. Rabbül Âlemin ezeli ilmi ve takdiriyle insanı ruhlar âleminden âlemi bekaya (sonsuz âleme) doğru bir süreç yaşatacak bir şekilde yaratmış, dünya’yı da ezel ve ebed arasında köprü kılmıştır. Bu arada Dünya dönmeye devam ediyor, dahası devran da dönüyor. İşte bu döngü içerisinde Rabbimiz sözleşmenin gereğini yapanlara; “Melekler, canlarını hoşluk ve rahatlık içinde alırlar. Selam size, yaptıklarınıza karşılık girin cennete derler” (Nahl,32) beyanıyla yüreklere su serpiyor. Demek ki; birinci sözleşmemiz Elest-i bezminde Allah’ın kıyamete kadar gelecek ruhlara; —Ben sizin Rabbiniz değil miyim? İlahi hitabı karşısında ruhların; —Evet, Rabbimizsin demesiyle gerçekleşmiştir. Ruhlar ne zaman ki toprakla buluştu, işte o günden bugüne “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” söyler dururuz hep. Ancak cansız sandığımız toprak nasıl olurda ruhla birlikte canlılık kazanıp Allah-ü Teala’nın fermanına muhatap kıvamına geliyor tarzındaki soruların üzerinde her nedense kafa yormuyoruz. Belli ki kulun Rabbi ile ezelde yaptığı birinci sözleşme şifre niteliğinde mucizevî bir olaydır. Mevla’mız, Ana rahminde dokuz aylık embriyonik safhalarla kulunu kendisini tanıyacak şekilde donatarak, adeta bunları sana lutfettim o halde gereğini yap diye ikinci akitleşmemiz gerçekleşmiştir. İşte insan embriyosunun geçirdiği safhalarının varlığını ortaya koyan ayette Yüce Yaratan: “...Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır” (Zümer suresi ayet: 6) beyan buyurup, bu sessiz sandığımız döngüde kendisini hatırlatacak donanımlara dikkatimizi çekmektedir. O halde dikkat çekmek Allah’tan, zikretmek bizden olsun. Vesselam. http://www.facebook.com/pages/Alperen-G%C3%BCrb%C3%BCzer/141391522610124?sk=wall
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() Kaleminiz daim olsun Alperen üsdat çok güzel bir yazıydı...Yarayıcının sonsuz kudretini idrak edenlerden olup, ezel ve ebed arasındaki dünya hayatını hakkıyla idrak edenlerden olmak duası ile
|
|
![]() |
![]() |
![]() |
#3 |
![]() Bilmukabele. Değerli paylaşımın için teşekkür ederim.
http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#4 |
![]() Fan sayfanı beğendim Alperen üsdat
![]() |
|
![]() |
![]() |
![]() |
#5 |
![]() Allah razı olsun. Çok sağolun.
http://www.facebook.com/pages/Selim-G%C3%BCrb%C3%BCzer/270156429678799?sk=wall |
|
![]() |
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|