HAYVANLAR ALEMİ -2
SELİM GÜRBÜZER
TERMİTLER
Genellikle termitler otçul olup, tropikal iklimde sosyal işbirliğine dayalı bir hayat yaşarlar. Termitler sosyal olmanın yanı sıra tükürük ve diğer salgılarını toprağı yumuşatmak için kullanıp sade yuva veya köşkler inşa edebiliyorlar. Hatta şahika eser diyebileceğimiz inşa ettiği mekânlarda çocuk odasından tutunda kiler, nöbetçi odaları ve mantar yetiştirme odalarına varıncaya kadar her türden bölmeler mevcuttur. Dahası hava dolaşımını sağlayacak tünellerden oluşan aircondition sistemi bile söz konusudur. Bunlar öylesine gökdelen yapmada mahirler ki Afrikalılar zaman zaman 6 metre uzunluğu bulan yuvaları yıkıp enkazdan arta kalan malzemelerden tuğla imal edebiliyorlar. Keza termitler vücutça bir santimetreyi geçmeyecek kadar küçük, ama belki de dünyanın en savaşçı ve karıncaya benzer böceğimsi hayvanlar olarak dikkat çeker. Her ne kadar beyaz karıncalar diye anılsalar da, bilakis onlar hamam böcekleriyle akraba topluluklardır. Kaldı ki en büyük düşmanları karıncalar, nasıl akraba olabilir ki.
Hele bir onların kolonisine düşmanları yanaşmaya dursun derhal ölümü pahasına da olsa adeta bir askeri manga halinde harekete geçip heveslerini kursaklarında bırakabiliyor. Bu arada termitlerin çok değişik tipleri olmasıyla birlikte imha yöntemleri cinsine göre değişebiliyor. İlginçtir Afrika termitleri ustura tarzı dişleri sayesinde düşmanını parçalarken, Malezya termitleri de bir volkan misali patlayıp düşmanını sarı renkli bir sıvının püskürüğü altında boğmakta. Hakeza kuru tahta termitleri ise koloninin gerisinde baş kısmıyla delikleri tıkayıp, böylece düşmana geçit vermemekle dikkat çeker. Yine bir başka tür Afrika ve Güney Amerika işçi termitler var ki, bunlar da bağırsaklarından saldıkları püskürtücü salgı ile saldırganları bombardımana tutup onları alt edebiliyor, ama akabinde birkaç saat içerisinde iç organları parçalanıp kendileri de ölürler.
Adı: İşçi termit.
Bunlar yiyecek toplamakla meşgul olmanın yanı sıra ayrıca yumurtadan çıkan yavru termitlerin bakımını da üstlenmiş termitlerdir. Keza işçi termitler mühendislik alanında da yetenek sergileyip, toprak veya dışkılarından yüksekliği 7 metreyi bulan görkemli inşaatlar inşa edebiliyorlar. İşçi termitler kanatsız olup, bunlar asla yumurtlamazlar. Hiç şüphesiz en büyük yardımcıları kolonideki küçük asker termitlerdir. Büyük asker termitler ise daha çok genç larvalar, kraliyet çiftinin barındığı kovan ve diğer bütün işçi termitlerin güvenliğini sağlamak misyonunu yüklenmişlerdir. Zaten bu koruma ve kollama görevi olmasa termit kolonileri her an düşman saldırılarına hedef olacaklardı. İyi ki de varmışlar. Baksanıza bunların (Büyük askerlerin) hem kılıç gibi alt çene avantajları var, hem de kendine özgü torbada muhafaza edilmiş püskürtücü sıvıya sahip donanımda mevcut, o halde niye korunmasınlar ki.
Prof. Glen Prestwick araştırma grubu ve Andre Q. çalışmaları sonucunda termitlerin ısırma, fırçalama ve püskürtme tarzında üç temel savunma silahın varlığını tespit etmişlerdir. Anlaşılan ısırgan termitler düşmanın üzerinde yara açmakla kalmayıp, aynı zamanda yara üzerine zehirli bir madde saçma hünerine sahipler. Fırça termitler de üst dudağını fırça gibi kullanıp avının gövdesine zehir sürme mahareti sergiler. Keza püskürtme donanıma sahip bir termit ise itfaiyeci gibi davranıp düşmanının üzerine koyu bir zamk fışkırtmakla meşhurdur.
Adı: Kral ve kraliçe termit.
Asıl görevi üreme işini üstlenip neslin devamını sağlamaktır. Dahası kraliçe termit her üç saniyede yumurtlamalı ki nesli devam edebilsin. Zaten bu uğurda kral ve kraliçe termitler gözaltında tutulup, ayrıca kraliyet ailesinin önemine binaen büyük itina ile ayrı bir bölmede ağırlanırlar. Hatta onlar için özel çocuk odaları bile hazırlanır.
Bu arada şunu belirtmekte fayda var, Termitlerin en büyük düşmanı hiç kuşkusuz adından dikenli karıncayiyen diye söz ettirenidir. Nasıl olsa termitlerin sindirimi zor olmadığından bunlar için büyük bir fırsat olur. Yani ağızlarında dişleri olmasa bile kısa burunları vasıtasıyla toplayıp dilleriyle öğüttükten sonra termiti rahatça sindirebiliyorlar. Hakeza aynı akıbet karıncalar içinde söz konusudur.
TATU
Adı: Tatu
Konakladığı mekân: Tropikal Amerika.
Yiyecekleri: Bitkilerin yanı sıra, omurgalı termit gibi küçücük hayvan veya hayvan leşleridir.
En dikkat çeken yönü dişsiz (diş yerine hafif köksüz çıkıntıları var) ve deri kökenli kemik bağlardan oluşan zırha sahip olmasıdır. Zaten zırh sayesinde düşmanından rahatça korunabiliyorlar. Aslında derisinin zırhlı olmasından dolayı onu görenler hareket yapamayacağını sanır, ama işin aslı öyle değil. Tam aksine gövdelerinin belli aralıklarla kemerli olması ona sağa sola eğilir bükülür manevra imkânı sağladığı gibi açılır kapanır menteşe özelliği de katar. Üstelik üzerindeki zırha rağmen çok hızlı koşup hızlıca düşmanlarının arasından bile tüyebiliyor. Hatta yakalanacağını sezdiğinde ya toprağa kendini gömer, ya da fırsat bulamazsa baş ve ayaklarını gizleyip zırha bürünmüş halde top şekil almasıyla birlikte kurtulabiliyor.
Üremeleri ise döllenmiş yumurtayı önce farklılaştırıp yumurtayı 4–12 parçaya bölmenin ardından bir batında dört yavru doğurmak tarzında cereyan eder. Keza yavrular ya hep dişi, ya da hep erkek doğmaktadır. Ayrıca savunmaya yönelik bir hayvan olması hasebiyle esas yiyeceği termit olup, bunun yanı sıra toprağı eşeleyip böcekleri ve kurtçukları bile avlayabiliyorlar. İşte tatuların zararlı böcekleri yemelerine istinaden onlar hep çevreci faydalı canlılar gözüyle bakılmıştır.
KUŞLAR
Yüce Allah (c.c); “Yer ile gök arasında musahhar ol(arak uçuş)an kuşlara bakmadılar mı? Bunları (orada) Allah-ü Tealadan başkası tutmuyor. Bundan da iman edecek bir kavim için nice ayetler (ibretler) vardır” (Nahl,79) diye beyan buyurmakta.
Kuşlar uçmalarına engel olmasın diye hafif ağırlıkta yaratılmışlardır. Aksi takdirde kendilerini savunamayacaklardı. Zaten azaları geniş ya da sert veya ikisi arası orta ağırlıkta yaratılmış olsalardı besinlerini almakta zorlanacaklardı. Özellikle gerek yürüme, gerek uçma, gerekse yere konmak için iki ayaklı yaratılmışlar. Hatta ayakları üzerinde ince ve deriden bir örtünün olması ona dayanıklılık sağlıyor. Keza ayaklarının tüyle kaplı olmaması tüylerine çamur türü şeylerin yapışmamasına yönelik bir planın gereği olarak karşımıza çıkıyor. Kanatlarının yarım daire şeklinde örülü kemiklerle donatılması ise kanatlarına çırpma manevrası kazandırmak içindir. Ayrıca beslenme esnasında her türlü olumsuzlukların yaşanma ihtimaline binaen pençeleri yere düşen bir şeyi tam manasıyla kavrasın diye hem geniş tutulmuş hem de güçlü kılınmıştır.
Bilindiği üzere kuşların ağzında diş yoktur, varsın olmasın, çokta önemi yok. Zaten bu iş için gagaları diş vazifesi görüyor ya, bu yetmez mi? Baksanıza tüyler ise dökülmeyecek şekilde dizayn edilmiş ki çıplak kalıp üşümesinler. Hatta tüyler hafif yaratılmış ki ötelere rahat uçabilsinler. Belli ki ortada ince bir plan var. Düşünsenize kanatları suyla temas ettiğinde bile titrek tüyler sayesinde su zerrelerini biranda salmanın yanı sıra tekrar normal hafif konumuna dönebiliyor. Bundan öte kuşun tüyleri arasına rüzgâr girip uçuşa engel olmasın diye az açılır donanımlı yaratılmıştır. Tüyler, aynı zamanda vücut sıcaklığını muhafaza eden klima görevi üstlenir. Peki bu durumda su kenarı veya suda yaşayan kuşların hali nice olur derseniz, malum onların kanatları hem soğuktan korunsunlar hem de su vücuduna nüfuz etmesin diye yağlı yaratılmıştır. İşte çözüm bu. Nitekim karabatak ve martıların kanatları böyledir. O halde karabatak su içerisinde üşür diye boşa heyecan yapmayalım. Onu yaratan Allah vücudunu su geçirmez yağ tabakadan donatıp onu fazlasıyla korumakta. Bir başka dikkat çeken husus ise fırtına ve yağmurun geleceğine işaret taşı sayılan martıların karaya vurması hadisesidir. Böylece denizciler bu işaret sayesinde tüm önlemlerini almış olurlar. Keza leylekler göç mevsimi göründüklerinde o an kar yağsa bile kış devam edecek anlamına gelmeyecektir. Zira onların gelişi baharın gelişi demektir. Yine deniz kuşların en büyüğü diye bilinen albatros ise üreme mevsimi geçtikten sonra okyanus ötesi gideceği menzile hiç şaşırmadan yol alabilen bir kuş olarak dikkat çeker. Bu arada her sene çiftleşip neslinin devamı adına bir tane yumurta yumurtlamayı da ihmal etmezler.
Ayrıca ilginç çeken bir başka kuş ise şüphesiz balıkçıl kuşudur. Şöyle ki balık, kurbağa, yengeç her ne varsa yakalayıp yeme becerisi sergileyebilen bir hayvan. Ayrıca sakın ola ki onun bacakları uzun ve kemikli olmasına bakıpta tüyle kaplı olmamasına üzülmeyin. Tabiî ki tüysüz olması onu her an ısı kaybına uğratacağı muhakkak. Fakat demokrasilerde çareler tükenmez derler ya, aynen öyle olduğu üzere zaman zaman tek ayak üzerine durup kendince çözüm bulmuş bile.
Peki, kuşlar bitip tükenmek bilmeyen bu enerjiyi neye borçlular derseniz gayet basit. Vücudunda bulunan radyatör görevi yapan soğutma sistemi sayesinde elbet. Bu sistem olmasa tıpkı bir araç motorunun ısınmasıyla birlikte patlama söz konusu olacaktı ki, kuşu yaratan hiç kuşkusuz ona has radyatör donanımı ihsan etmeyi de ihmal etmeyecektir. İşte bu iş için akciğerle irtibatı kesmeyecek hava torbaları (radyatör) bu vazifeyi fazlasıyla yerine getirmeye yetiyor artıyor da. Böylece hava torbaları bir yandan vücutta fazla ısıyla nemi atarken, diğer yandan ise karbondioksit verip yerine oksijen alımını sağlar. Bu arada kuşun kalbi motor rolü, göğüs azaları ise uçuş malzemesi görevi üstlenir. Derken bu donanıma sahip kuşlar tıpkı kuzey kutup dairesi civarında kuşlar gibi yuvalarını yaptıktan sonra güneye doğru uçarlar. Fakat konakladıkları yerlerde yaz bitimiyle birlikte tekrar dönüş yaparlar. Belli ki yapılan tüm göç uçuşları için takriben çeyrek milyon defa kanat çırpmak gerektirir ki; bu yüzden kuşlara pilotların piri dersek yeğdir.
Kuşlar tek kanaldan hem dışkısını, hem yumurtasını dışarı çıkarması bile sıradan bir olay gibi gözükmüyor. Dolayısıyla kuşlar yumurtlar, fakat doğurmazlar. Zaten bir kuş yavrusunu karnında taşıyacak nitelikte yaratılmış olsa taşıma zorluğundan uçması mümkün olmayacaktı. Bu arada Allah-ü Teala yarattığı kuşa yumurtası üzerinde kuluçkaya yatma içgüdüsü ve yavrularıyla aynı mekânı paylaşmasına yönelik otlardan yuva yapma becerisinin yanı sıra kuluçka evresinin son demlerinde gagasıyla yumurtaları parçalayıp yavrusunu besleme ilhamı da vermiştir. Böylece her yıl dünya üzerinde milyarlarca kuş hayata veda edip yerine yenileri gelmekte. Yani yumurtalar aracılığıyla her yaz gök kubbeyi hoş seda ile şenlendiren canlar uçuşmakta.
Gerçekten yumurta deyip geçmemeli. Çünkü kuş yumurtası harika bir sanat ürünü. Öyle ki yumurta gözenekler açık tutulabildiği gibi kapanıyor da. Niye derseniz, özellikle suda yüzen kuşların bu sisteme çok ihtiyaçları var. Aksi takdirde suyun gözeneklere girmesi sonucu civcivin oksijensizlikten dolayı boğulması söz konusu olacaktır. Sadece yumurta kabuğundan su sızsa gam yemeyiz, bakterilerin fırsattan istifade içeri dalmaları her an mümkün olabiliyor. Dolayısıyla tedbir babından gözenekler kapanır açılır şekilde tasarlanmıştır.
Kuşlar rızk aramak uğruna diyar diyar uçmaktan bir an olsun geri durmazlar. Kuşun yemek borusu kursak taşlığına kadardır. Bu yol boyunca kademeli bir şekilde yiyecekler usul usul geçmekte olup, topladığı danelerin doğrudan doğruya taşlığa gitmenin önü kesilir. Yani kursak bir noktada alınan gıdayı hem depo etmeye, hem de mideye indirmeye yarar. Bu alınan gıda solucanda olsa fark etmez derhal kursağa indirilir.
Yarasa, Huma gibi kuşlar yükseklerden uçarken gündüz değil geceleyin dışarı turlamaktalar. Mesela yarasa turlarken gözleriyle değil vücutlarında yer alan radar sistemiyle etrafı kolaçan etmekte. Yani radar sistemi sayesinde neşrettiği yüksek frekanslı ses dalgalarının nesnelere çarpmasıyla birlikte geri dönen ekostik yankıyla yönlerini tayin ederler. Böylece rızklarını havada uçma esnasında böcek avlayarak temin ederler. Hatta vampir yarasalar da vardır. Bunlar malum hayvanların kanlarını emerek beslenirler. Neyse ki hayvanın kanını emerken acı ve sızı vermiyorlar. Tam tersi sızıverme bir yana büyük bir ustalıkla toplardamarı bulup anestezi işlemine benzer bir metotla yarmaktadır. Yarasaların en irisi ise tilki yarasalar olup beslenme kaynakları çiçek ve meyve olmaktadır. Ayrıca bu tiplerin diğer yarasalardan farkı gözlerinin keskin olmasıdır. Fakat bunların radar sistemleri fazla gelişmemiştir.
Bütün kuşların tüyleri senede bir dökülüp yerine yenisi gelmekte. Dolayısıyla tüy deyip geçmemek gerekir, yenilenmesi önemini ortaya koyuyor zaten. Zira baykuş tüylerinin yumuşak ve uzun olması yavaşça süzülerek uçsun diyedir. Şahinin tüyleri kısa olup ona hızlı uçuş kabiliyeti sağlamak içindir. Keza karabatak kuşunun rızkı da su olması hasebiyle tüy ona yüzme ve dalgıçlık kabiliyeti verir. Bu arada dalgıçlıktan söz etmişken dalgıç kuşlarının çürüyen otlar üzerinde mesken tuttuklarını, su kuşların ise su üzerinde yüzen bir mekânda kuluçkaya yattıklarını bilmekte fayda var..
Kuşlar aynı zamanda yuva yapmakta mahir canlılardır. Hele bunlar arasında bir kuş var ki dokumacılara adeta parmak ısırtan cinsten. Şöyle ki etrafında topladığı saman çöplerini ilmikleyip halka halinde yuva örüyor. Tahmin etmişsinizdir, bu kuş adı üzerinde dokumacı kuştan başkası değildir. Ördüğü yuvanın giriş kapısı altta olup yumurta ise antrenin rafında muhafaza altına alınmıştır. Hatta düşmanlarına yem olmamak için yuvasını tersine örecek kadar emniyeti elden bırakmadıkları gözlemlenmiştir. Yuva derken elbette sadece dokumacılık akla gelmemeli. Zira Afrika ve Asya’da yaşayan gugukgiller cinsinden bir kuş var ki; yerleştiği ağaç kovuğunu erkeğin getirdiği çamuru tükürüğü ile bulamaç haline getirdikten sonra yuvasını ağzıyla rahatlıkla sıvayabiliyor. Öyle ki sıvaya sıvaya sadece başını çıkartacak kadar bir pencere (delik) bırakır. Böylece yavruları yumurtadan çıkacağı ana kadar erkeğinin getireceği gıdaları delikten başını çıkartmak suretiyle almaktadır. İşte erkeğin dış işlere bakması, eşinin ise iç işlere adaması denen olay bu olsa gerektir. Keza bir başka kırlangıca benzeyen bir kuş türü var ki; tükürüğü kaya yüzeyini yapışkan hale getirir. Derken yarım daire şeklinde tükürüğün kalınlaştığına iyice emin olduktan sonra yumurtalarını o alana (belirlediği kaya yüzeyine) bırakıp neslin devamını bu yöntemle devam ettirir. Yine bir bambaşka tümsek yapan bir kuş var ki; o da çürüyen bitki artıklarından tümsekli yuvalar inşa etmekte mahir usta bir kuş. Hatta inşa ettiği tümseğin tepesinde nöbet duran (gözetim kulesi) erkeğin gözetimi altında yumurtalarını bile muhafaza edebiliyor. Hâsılı tüm verdiğimiz örneklerden anlaşılan şu ki; kimi kuş yumurtalara bir ağaç kovuğu, kimi yumurtalara bir kaya parçası üzerine çizilen yapışkan bir daire, kimi yumurtalara da tümsekler mekân olabiliyormuş.
Güvercinler üç aylık olduklarında uzak diyarlara uçup tekrar evine dönmesini bilecek şekilde eğitilirler. Eğitimini tamamlayan güvercin sahibi tarafından özgür bırakılsa da 2400 kilometre uzaklığı bulan diyarlara uçuşun ardından evine dönebiliyor. Belli ki onu yaratan güç pusulasız evine dönmesini sağlayacak ilham kuvveti vermiş. Bu arada insanında hakkını yememek gerekir. Zira insanoğlu güvercinlerin bu özelliklerinden hareketle onları haberleşme aracı olarak kullanmayı bilmiştir. Yine güvercinin bir başka ilginç özelliği kuluçka esnasında yumurtaya tam olarak yapışık kalmamasıdır. Çünkü tam yapışık kuluçkaya yatsaydı vücut teri yumurtayı bozup, böylece yavru oluşamayacaktı. Demek ki her şey bir hesap ve plan içerisinde cereyan ediyor.
Malum kartallar güçlü pençeleriyle kaplumbağayı göklere çıkarıp bir dağın veya kayanın üzerine geldiğinde avını bırakıp parçalanmasını sağladıktan sonra kendisine ziyafet çekebiliyor. Hatta Filipinler'de bir kartal türü var ki avlama sanatının üstünlüğüne atfen maymun yiyen kartal olarak anılır. Kartalların en büyüğü ise Güney Amerika’da yaşayıp son derece kuvvetli pençeleri ve çevik hareketleriyle dikkat çekenidir. Bunlar aynı zamanda maymun yakalamakta mahir hayvanlardır. Ayrıca bir de balıkçıl kartallar var ki; bunlar bir yandan su üzerinden 30 metre yükseklikte çemberimsi daire çizip uçarken, öte yandan su altında balıkları nokta atışı maharetle radar misali yerini belirleyip avını avlamakla meşhurdurlar. Kartallar için en veciz söylenilecek bir kelam varsa, o da “Kartallar yükseklerden uçar” sözüdür.
Kargaların gıdası genellikle leş ve hayvan tersleridir. İlginçtir erkek kargalar dişi kargalarla bir arada pek bulunmazlar. Zekâ yönünden ise insansı davranış sergilerler. Nitekim Habil kabil olayında; Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman bir anda ortada kalan cesede ne yapacağını düşünürken birde ne görsün yanı başında bir karga toprağı eşeleyip avını gömüyor. Tabii bu durum karşısında Kabil; “Bir karga kadar bile olamadım” deyip mezar kazmayı keşfetmiştir.
Bir dölengeç kuşu düşünün ki göklerde uçuşurken aşağılarda ne var ne yok iyi görebiliyor. Nitekim insanların bıraktıkları her ne varsa ardından toplamayı da ihmal etmezler. Dikkat edin ardından diyoruz, yani kesinlikle kendisini koruma adına insan önünden yiyecek toplamazlar.
Dünyanın en büyük dağ kuşları hiç kuşkusuz And akbabasıdır. Onlar And dağlarında uçarken öte yandan keskin gözleriyle aşağıları taramayı da ihmal etmezler. Böylece aşağılarda birçok ölmüş hayvan leşleri onlar sayesinde temizlenmiş olur.
Ya cennet kuşlarına ne dersiniz. Adı üzerinde cennet. Yani hem adı güzel hem de kendisi. Vatanı ise Yeni Gine, Kuzey Amerika ve civarı adalarıdır. Bir başka özellik ise erkeğin dişisinin dikkatini çekmek adına hem süslenmesi hem de nağmeler dökmesidir. Hatta kuyruğundaki renkli sorguçlarını yelpazelendirip izdivacını ilan etmekten geri durmaz da. Onlar işte bu yönleriyle dünyanın en güzel kuşları olmayı çoktan hak ettiler bile.
Kuşların uçmayanları da var elbet. Üstelik sayıları bir hayli kalabalık ta. Mesela deve kuşu bunun tipik misali olup temel gıdası bitki olmaktadır. Keza yediği gıdaları yuttuğu taşlarla öğüterek hallederler.
Hâsılı kelam; kuşlar semada uçan mükemmel uçaklar olmanın yanı sıra bazı türleri var ki; hem iyi bir dalgıç, hem de denizde iyi yüzen bir gemidir.
PAPAĞAN
Genelde bir insan hep aynı şeyleri söylediğinde sıkılıp hemen; “Papağan gibi tekrarlama” uyarısında bulunuruz ya, nedeni gayet basit. Çünkü papağan böyle bir hayvan, ağzından taş patlasın 40–50 kelimelik bir cümle çıkartabiliyor. Hele hele evcil olarak kafesinde esir yaşadığında taklit özelliği daha da derinlik kazanır. Fakat çevrede özgürce uçuştuğu zamanlarda bu özellik yoktur. Dolayısıyla insan gibi düşünüp konuşan bir varlık değil, sadece taklit yapmak özelliği olan bir hayvan. Belli ki cümle âlemde düşünerek konuşma kabiliyeti sadece insana has kılınmış.
Papağanları dişisinden veya erkeğinden ayırmak için en pratik yol, şayet erkeğin sevgi gösterisi karşılık bulursa anlayın ki karşıtı dişidir, karşılık bulmayıp sinirlenirse erkektir. Zaten karşılık bulduğunda son derece birbirlerine bağlı ve sadakatli olurlar.
Papağanların ayakları dört parmaklı olup, aynı zamanda ağaçlara tırmanmada gagası yardımcı olmaktadır. Nitekim gagasının kalın ve kıvrık olması hem çiçek, meyve ve tohum gibi yiyecekleri kırmada tabla ödevi görmekte, hem de dokunma işlevi kazandırır. Kanatları ise kısa olup çok iyi uçuculardır. Peki ya tüyler? Malum tüylerin yeşil, kırmızı, mavi, sarı, beyaz ve siyah olması hasebiyle seyredenleri kendine cezp eder. Aman efendim seyirde ne demek, seyrine doyum olmaz da. Genellikle barındığı mekân ya ağaç kovuklarıdır, ya da kaya yarıklarıdır. Üremeleri ise yumurtlama yöntemiyle gerçekleşir. Keza bunca güzel yönlerine rağmen olumsuz bir yönü yok mu? Elbet var. Mesela bilinen psittakozu (papağan hastalığı) hastalığı papağanlar vasıtasıyla geçtiğinden bu yönüyle de zararlı olabiliyor.
AĞAÇKAKAN
Ağaç gövdeleri onun için hem bir yuva, hem barınma, hem de beslenme kaynağıdır. Üç fonksiyonu yerine getirebilmek için gereken donanım fazlasıyla kendisinde mevcut. Ağacı oymak için güçlü bir gaga, tutunmak için uzun dilinden çıkardığı yapışkan madde, tırmanmak için kuvvetli tırnak ve ağaca dolanması içinde kuyruk ihsan edilmiştir. Hele bir ağacı oymaya dursun, sanırsın ki inşaatta çalışan işçilerin keser sesleri. Oysa bu ses 800 metre uzaklıkta bile duyulabilen ağaç kakana özgü çalışma sesleridir. O aynı zamanda ağacı kakalamakla kalmayıp ağaç kabuğu içerisindeki böcek ve kurtları da avlar. Öyle ki bir saniyede 15–20 vuruş yapar. Düşünsenize normalde bir insan o vuruşları yapsa beyin kanamasından gitmesi an be an mümkünken, ağaçkakan güçlü beyin yapısı sayesinde beyin travması yaşamamaktadır. Anlaşılan boyun kasları son derece güçlü kılınmış ki beyin kanaması tehlikesiyle karşı karşıya kalmasın. Yani Rabbül âlemin onu her bakımdan korumaya çoktan almış bile.
Ağaçkakanların bir diğer dikkat çeken yönü ise üremek için ağaç gövdeleri üzerinde oydukları oyuklardır. Oyuklar içerisine 3–4 arasında bıraktıkları yumurtaları erkekler döllemenin yanı sıra, yumurtadan çıkacak yavruların bakımını daha çok erkekler alakadar olur.
PELİKAN
Adı: İri kuş türü.
Konakladığı mekân: Tropikal Amerika kıyılarında yaşarlar.
Yiyecekleri: Avladıkları balıklar.
Halk arasında gagasının kaşığa benzemesinden olsa gerek kaşıkçı kuşu diye anılır. Sadece gaga olsa iyi, gagasının altında ayrıca balık avlamaya elverişli ağ da var. Bu heybe sayesinde hem kendisi beslenir, hem de yavrusu. Pelikan gerektiğinde yediği besin cinsine göre renk bile değiştirebiliyor. Her şeyden öte onları en ilginç kılan avlama sanatıdır. Zira önce işe heybesine su almakla iş koyulur, sonra su dolu heybeye balıkların düşmesini bekler. Derken heybeye düşen balıkları gagasının her iki yanından boşalttığı suyla kıskıvrak yutup muradına ermiş olur. Belki de onun böyle bir avlama metodu sergilemesi insana ilham olmuş olsa gerekçi balıkçılar avlamada daha çok ağ kullanırlar. Üremeleri ise koloni halinde olup, ayrıca yumurtalama da söz konusudur. Nitekim ebeveynler yumurtadan çıkan yavruların tam geliştiğine kanaat getirdikten sonra onları kendi kaderleriyle baş başa bırakıp terk ederler. Böylece kendi başlarına kalan pelikanlar birkaç haftaya kalmadan uçuş bile yapacak seviyeye gelirler.
PENGUEN
Adı: Penguen
Cinsi: Kuş
Yiyecekleri: Deniz ürünleri.
Yaşadıkları bölgeler: Kutup ve soğuk bölgeler.
Penguenler kuş cinsi olmasına rağmen uçamıyorlar. Olsun önemi yok, onlarda denizde yüzüş uçuşu yapmaktalar. Hele bir ayakları var ki; sanki bir palet. Üstelik bu paletler ve kuyrukları bir dümen görevi yapıp, bu sayede balık veya karides türü deniz canlıları avlamaya yarar. Hatta rızkı uğruna denizlerde aylarca kalabildikleri gibi daha sonraları kayalık tepelere doğru tırmanıp buralarda mesken tutabiliyorlar. İlginçtir erkek penguenler dişi penguenleri kendilerine çekmek için habire taş hediye ederler. Belli ki taş hediyenin ötesinde bir anlam içeriyor. Zira taşlar sıcak havalarda karların erimesine karşılık tedbir açısından gereklidir. Bu yüzden önemine binaen yuvanın temeli için hediye olarak taş seçilmiş. Yani izdivaç için çakıl taşı bulmak bir vazife. Hatta bu izdivacın ardından yuvasında yumurtlayan penguenler yumurtaları erkeklere emanet edip rızık aramak için denize bile açılırlar. Anlaşılan o ki erkeğin görevi yumurtaların üzerinde iki ay boyunca yatmak ve yavrunun yumurtasından çıkmasına yardımcı olmaktır. Bazen erkek penguenin etrafta hava almak için dolaştığı da görülür, ama yine de ekseriyetle gününü yumurtanın başında geçirmektedir. Ta ki yumurtanın kuluçka devri yaklaşana kadar bu durum devam eder. Dişi penguen ise yuvasına döndüğünde yavrusunun dünyaya gelişini beraberinde getirdiği balıkları takdim ederek kutlar. Derken yavrusuna bakmak üzere nöbeti babasından devr alır. Böylece iki ay boyunca bitap düşen erkek penguen açlığını gidermek adına denize koyulup güç tazeler. Ardından tekrar anne penguenden emaneti teslim alır. İşte bu karşılıklı nöbetleşme sayesinde iyice yetişkin hale gelen yavru penguenin artık bir noktada tek taraflı beslenmeyle yetersizliği ortaya çıkar. Ki; bu durum karşısında baba ve anne penguen, yetişkin yavrusunu diğer penguenlerin arasına bırakıp birlikte denize açılma gereğini duyarlar. Döndüklerinde bunca penguen arasında evlatlarını karıştırmadan seçip tekrardan bağrına basmaları görenleri ister istemez hayretler içerisinde bırakır. Ne diyelim, galiba anne ve baba şefkati bu olsa gerektir.
YARASA
Bakmayın onun öyle kör gözlüm olmasına. En üst seviye diyebileceğimiz radar sistemine sahip programı sayesinde gören gözlere taş çıkartacak cinsten bir hayvan. Nitekim kanatlarıyla yaydığı dalgaların etrafındaki nesnelere çarpması sonucu yansıyan ses dalgaları hem avını yakalamaya yetiyor hem de yönünü (ekolokasyon) belirleyebiliyor. Üstelik beslenme adına çıkarttıkları sesler yirmi binin üzerinde ultrasonik ses dalgaları oluşturduğu için insanlar tarafından çoğu kez duyulmaz da. Beslenmesi genellikle sinek türü zararlı böcekler olup geceleyin ortaya çıkarak rızkını düzenli uçuşlarıyla gerçekleştirirler. Hatta bir saat içerisinde 300 civarında böcek avlayabiliyorlar. Böylece çevreye çok faydalı bir hizmette bulunmuş oluyorlar. Yarasaların bir de kan emen türleri var ki, bunlar için özellikle sıcakkanlı hayvanlardan at ve sığır kanı iyi bir gıda kaynağı olur. Öyle ki vampir yarasalar üst üste ardı sıra kan içmediği zaman ölebiliyor. Barındıkları mekânlar ise karanlık mağaralardır. Yarasalar aynı zamanda hemen hemen dünyanın her tarafında sürüler halinde göç ederek yaşayabilen doğurgan hayvan olup, yazın faal, kışın ise kış uykusuna yatarak hayatlarını geçirirler. Uyurken de baş aşağı uyurlar. Çünkü bu pozisyon beyne kan akışının gitmesini sağlar. Üremeleri çiftleşme şeklinde olup erkek ve dişi yarasalar sadece izdivaç durumlarda bir araya gelirler. İlginçtir doğurduğunda tek bir yavru doğurup, o da birkaç haftaya kalmadan uçuş kabiliyeti kazanabiliyor. Hayat süreleri ise 20 yılı bulur.
ÖRDEK GAGALI PLATİPUS (Ornitorenk)
Birisi çıkıp gelse dese ki bana bir hayvan gösterin ki; o hem memeli, hem sürüngen, hem de yüzücü özellikleri bir arada olan bir hayvan olsun. Tabii böyle bir teklif karşısında daha önceden hayvanlar âlemine ait bir ansiklopedi karıştırmadıysak, derhal bak kardeşim bizimle dalgamı geçiyorsun der, belki de o adamı tınmayız. Evet, tüm bu özellikleri bir arada bulunduran hayvan var. Olur ya bir gün onu kimi zaman kuş gibi kuluçkaya yatıp yumurtlarken, kimi zaman ördek gibi gaga ve perdeli ayakları sayesinde suya dalıp solucan veya küçük balık avlarken, kimi zamanda memeli bir hayvan gibi yavrusunu kucağına almış beslerken görürseniz sakın şaşmayın. Bu sözünü ettiğimiz kompleks hayvan Avustralya’da yaşayan ördek gagalı platipus(Ornitorenk)’dır elbet. Bir elde on marifet sözü sanki bunun için söylenilmiş. Baksanıza savunma silahı bile var. Zira ayak ektremitelerinin altında zehirli dikenleri sayesinde bir çırpıda düşmanını bertaraf edebiliyor. Ayrıca ayaklarının kuşlarda olduğu gibi tırnaklı olması hasebiyle gerek nehir tabanı, gerekse yeraltında bir köstebek misali toprağı eşeleyip kanal açabilme avantajına da sahip. Böylece kazdığı yer veya çukura yumurtalarını bırakıp kuluçka süresinin tamamlanmasıyla birlikte yavrularını dünyaya getirme imkânına kavuşurlar. Peki, bu kadar pek çok özelliği bir arada barındıran bu hayvanı sınıflandırırken hangi sınıfa dâhil edeceğiz sorusu geldiğinde, ne cevap vereceğiz derseniz, malum her şeyde olduğu gibi uzmanına başvurmak gerekir. Nitekim Zoologlar yavrusunu sütle beslediğinden hareketle memeli grubuna dâhil etmişlerdir. Böylece bu sınıflandırmayla iki arada bir derede kalmaktan kurtulmuş oluruz.
TAVUK YUMURTASI
Yumurta deyip geçmemeli, incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzun farkına varırız. Öyle ki yumurta dış kabuğu 15 bin adet mikroskobik gözeneklerle donatılmış durumda. İlk bakışta gözeneklerin varlığı mikropların girmesi için kolaylık gibi görünse de, hiçte göründüğü gibi değil. Zira gözenekler protein yumağıyla kaplıdır. Dolayısıyla her türlü enfeksiyona karşı geçit verilmediği gibi aynı gözenekler muhtemel darbeler karşısında dış kabuğa esneklik sağlayıp yumurtanın bir çırpıda kırılmasını önler. Keza yumurta uç kısmın sivri, alt kısma doğru ise yassı küremsi yapıda olması kabuk kısma dayanıklılık kazandırdığı apayrı bir gerçek olarak karşımızda durmakta. Ayrıca civciv için yumurtanın iç kısmı karanlık bir mahzen olmanın ötesinde sanki bir cennet yurdu. Baksanıza söz konusu mekân civcivin beslenmesine yönelik mineral ve vitamince zengin yaşanılabilir bir ortam olmanın yanı sıra aynı zamanda embriyolojik gelişimini tamamlayacağı iyi bir vatan hükmünde. Yani bu mekân hayat kaynağıdır. Madem dış âlem bir planın eseri yaratılmış, o halde iç âlemde yumurta akı ve sarı renkli sıvı ile dolu bir başka âlem olarak göz dolduracaktır. Ki; öyledir zaten. Yani iç ve dış birbirini tamamlamış haldedir. Peki, ya yumurta akı, malum o da civciv için adeta su kaynağıdır. Sarı renkli sıvı (vitellüs) ise protein ve vitamin içerikli olup, civcivin beslenmesi için hazırlanmıştır. Bu arada, civciv bu karanlık oda da nasıl nefes alıyor derseniz, cevabı gayet basit, başta da belirttiğimiz üzere gözenekler sayesinde hava alıp dışarı karbondioksit salıvermek suretiyle. Belli ki fiziki kurallar yumurta içinde geçerli bir kanun. Şöyle ki; adına difüzyon denilen yayılma yöntemi sayesinde yoğunluğu az oksijen molekülleri yoğunluğu daha fazla karbondioksit moleküllerin çekim etkisi altına girerek gereken işlem tamamlanır.
Tavuğun kuluçka dönemi rast gele bir sayı ile endeksli olmayıp tam tamına 21 gündür. Yani civcivin yumurtadan çıkışı 21 sayısıyla programlanmış. Hatta civcivin embriyolojik gelişimi belli bir hesabın gereği alacağı oksijen ve tüketeceği karbondioksit önceden belirlenmiş bile. İnsanoğlunun çoğu kez planladığı projeler fiyaskoyla neticelense de, bu civciv olunca iş değişiyor. Zira yumurtanın ebadında en ufak bir değişiklik olmaması bir ölçüyü ortaya koymaya yetiyor artıyor da. Dolayısıyla son derece düşündürücü bu mucizevî nizam karşısında O'nun huzurunda “Allah” demekten başka daha ne diyebiliriz ki. Ayrıca kuluçka süresince yumurtanın su kaybı % 16’dır. Belli ki söz konusu %16’lık su kaybı civcivin yumurtadan çıkacağı zaman başını bir boşluk içerisinde hareket ettirip kabuğu kırmak için düşünülmüş bir tasarımdır. Dahası Allah-ü Teala nemli ortamlarda yumurta kabuğundan su buharını atmanın zorluğunu ezeli ilmiyle bildiğinden su buharını tasfiye edecek düzenekle yumurtaya biçim vermiştir. Böylece civciv her halükarda yaratılış programın gereği delik açıp yumurtadan rahatlıkla çıkabilecek duruma gelebiliyor. Derken yumurtadan çıkar çıkmaz yürüyüp annelerinden her hangi bir eğitim almaksızın yemlemeye bile koyulabiliyor. Her şeyden öte şunu belirtmekte fayda var; tavuklarda bir anne yüreğine sahipler. Baksanıza civcivleri koruma süresince tehlike sezdiğinde gerektiğinde canı pahasına da olsa hayatını feda edebiliyorlar.
Ayrıca Avustralya’da Mallee adında bir erkek tavuk var ki neslini devam ettirmek adına mezarımsı çukur kazmayı kendine görev addeder. Dişi ise kazılan çukura yaklaşık 30–35 kadar yumurta bırakmakla erkeğin bu arzusunu yerine getirmiş olur. Fakat burada akla takılan bir soru var ki; anne tarafından yumurta bırakılması iyi hoşta bunların belli bir ısıda kalması gerekmez mi? Elbette gerekir. Şöyle ki bu noktada erkek tavuk hiç üşenmeksizin kum, toprak, bitki parçası her ne varsa gerekli lojistik malzemeleri taşımaktan geri kalmaz. Dolayısıyla içimizden gel keyfim gel diyensimiz geliyor. Zira dişi tavuklar bu konuda çok rahatlar. Niye rahat olmasınlar ki, nasıl olsa çukurların başında gece gündüz 2 aya süreli bekleyen erkek tavuklar var. Keşke her baba Mallee tavuğunun babası gibi olsa da gerçek anlamda “Cennet anaların ayağının altında” hadisi şerifi bir başka mana kazanabilse.
FLAMİNGO
Flamingolar hem uzun ve ince bacaklara sahip, hem de uzun eğri bir boyuna sahip, ördek ve kaz benzeri tüyleriyle dikkat çeken rosa renkli bir kuş cins hayvandır. Geniş perde ayakları sayesinde tek ayak üzerine durmakta, hatta uyuyabiliyor da. Kendisinin ördek ve kazlardan bariz farkı yediği gıdadan ötürü ya da karotin miktarının azlığı veya çokluğuna bağlı olarak tüylerinin renk almasıdır. Böylece onu seyre dalanların zihninde pembemsi harika renk cümbüşüyle bezenmiş kanatlı hayvan olarak yer edecektir. Demek ki işin sırrı karotin renk maddesinde gizliymiş. Yani karotin miktarı az ise kırmızı tondaki renkler beyaz olmakta, karotin çok ise doğal rengine bürünmekte. Mesela Flamingonun yediği gıda karides ise karanfil renk alır. Keza onu ilginç kılan bir başka özellik ise kıvrık gagasıdır. Nitekim kıvrık gagası sayesinde adeta sağlı sollu hareketlerle suyu vakumlayıp filtre edebiliyor. Böylece su içerisindeki minicik canlılar onun gıdası olur. En dikkat çeken yönü ise beslenme uğruna su içerisine başını suya daldırarak suyu bir radar gibi taramasıdır. Derken süzdüğü suyu dışarı tahliye etmek suretiyle kendisi için gereken rızka kavuşur. Üstelik bu işlemi çamurlu su içerisinde narin tüylerini kirletmeksizin gerçekleştirdiği gibi, söz konusu çamur yığınları üzerine yumurtlayabiliyor da.
BALIKLAR
Bizler uykudayken üzerimize su damlasa hemen uyanıveririz. Oysa balıklar öyle değil, yaşadığı ortam tanıdık olması hasebiyle ta ki su türbülansa uğrayana dek rahat rahat uyuyabiliyorlar.
Malumunuz Afrika’nın kavurucu sıcaklarında sular çekilip yerini kuraklığa bırakabiliyor. Bu durum elbet göz ardı edilemezdi. Bu yüzden burada yaşayan balıklar akciğerli yaratılmışlardır. Öyle ki yazın sular çekilince akciğerli balıklar kendilerini derenin çamuruna gömüp koza şeklinde yuvasında yaşayabiliyor. Hatta inşa ettiği yuvanın tepesinden bir havalandırma aspiratörü açıp nefes almakta. Bu arada yağmurlu havalarda önceden vücudunda depo ettiği yağlar sayesinde yuvasında birkaç ay canlılığını nötr halde korumasını bilecektir. Ne zamanki yağmurlu mevsimler başlar o zaman tekrar dirilişe geçerler.
Bazı balıklar var ki; ne pulu var, ne çenesi, ne de yüzgeci var. Varsa yoksa sabit bir ağzı mevcut. Bu balık taş-emen balıktan başkası değil elbet. Tabiî adı taş-emen, ama gerçekte taş filan emdiği yok. Sabit ağzı sürekli açık olduğundan dili üzerindeki bıçak görevi yapan dişler avına tutunmaya yarar. Yeter ki gözüne kestirdiği bir balık olsun, hemen bu donanım sayesinde avını elde edip, öylece beslenmiş olurlar. Solunumu ise her zaman ki gibi solungaç vasıtasıyla gerçekleşir, ama solungaç yapısının diğer balıklardan farkı ağız kısmında değil vücuduna konumlandırılan keseler içerisinde olmasıdır. Belki de böyle donanıma sahip olmasaydı kanını emdiği hayvanı bırakmak mecburiyetinde kalacaktı. Bu arada keskin dişleri veya keskin dilinin yanı sıra kendini savunabilmesi içinse vücudu yapışkan kılınmıştır. Bu yapışkanımsı madde sıvı her halükarda hazır tutulur. Demek ki fiziki olarak garip gibi görünse de aslında güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Allah garipleri sever zaten.
Bazı balıklar var ki; oltalarıyla avını avlamaktalar. Zira bu tanıma uygun baş kısmında etsi tel çıkıntılar var olup, çıkıntıların ucunda ise kanca vardır. İşte o bu donanıma sahip olmanın gereği avını yuvasının önünde pür dikkat bekleyip, tuzağa düşürmenin derdindedir. Nitekim küçük balıklar kancaları solucan zannedip ağızlarına alınca neye uğradıklarını şaşkınlığı içerisinde yutuluverirler. Bu yüzden bu tip balıklar bilim dünyasında kurbağa balık olarak anılırlar.
Balıklar yumurtlayarak üredikleri gibi köpek balığı, balina, yunus balığı ve kıkırdaklı balık gibi balıklar da doğurarak ürerler. Yumurtlayarak üreyen balıkların izdivaçları ise tam bir romantik figürler eşliğinde geçmektedir. Öyle ki su içerisinde erkek ve dişi balıklar yüzgeçleri veya vücudundan saldıkları birtakım sinyaller eşliğinde birbirlerini cezp etmekteler. Böylece dişi balıklar yumurtalarını oldukça romantik bir ortamda suya bırakmak zorunda kalırlar. Peki dişi balık bunu yapar da, erkek balık boş durur mu, elbet durmaz. Onlar da spermalarını gönderip döllenme olayına katkıda bulunurlar. Gerçekten tefekkür anlayışı doğrultusunda düşündüğümüzde minicik spermlerin engin deniz sulara veya akarsulara salıverildiğinde yumurtayı nasıl bulduğu konusu başlı başına bir mucizevî rabbaniye hadise olarak değerlendiriyoruz. Malum bazı balıklar da spermalarını su içerisine bırakmaktan ziyade dişilerin yuvalara yumurtasını bırakmasını sağlayacak yuvalar hazırlamayı tercih ederler. İlginç olan daha birkaç ayı bulmadan döllenmiş yumurta kabuğundan çıkan küçük balıkların hiçbir eğitim almadan derhal yüzmeye başlayıp avlamaya koyulmasıdır. Belli ki onun eğitimi çok önceden Yüce Allah tarafından tamamlattırılmış olsa gerek ki tereddütsüz kendilerini derin sulara daldırmaktan hiçbir güç alıkoyamıyor. Keza yine kedi balıkları denen erkek balık türleri var ki; yumurtaları ağızlarında taşımaktalar. Ta ki yavrular dünyaya teşrif edene kadar bu durum büyük bir titizle devam eder de. Bir başka ilginç balık ise oltalı balıktır. Erkek oltalı balık ergin hale geldiğinde vücudunu kendi cinsinden bir dişi balıkla birleştirip tek vücut halde bir arada hayat geçirebiliyor.
Bir insan çıka gelip erkek balık doğurur mu sorusu sorsa verilecek cevap elbette hayır olacaktır. Fakat istisnai bir durumda olsa böyle bir balık var. Şöyle ki; dişi balık erkek balığa; “Benim görevim yumurtlayacağım yumurtayı senin üreme kesene bırakmak olup, bundan sonrası sana kalmış” bir imayla 'hadi bana eyvallah' deyip uzaklaşabiliyor. Neyse ki erkek balık terk ediliş hüznünü üreme kesesinde bir müddet beklettiği yumurtalarının larvaya dönüştüğü 6–8 hafta sonunda yavrularını dünyaya getirmenin sevinciyle unutabiliyor. İşte bu sözünü ettiğimiz canlı denizatı'ndan başkası değildir. Demek ki erkeklerde doğurabiliyormuş pekâlâ.
Yıllık bitkiler olduğu gibi yıllık balıklarda vardır. Adından da anlaşıldığı üzere bunların ömürleri bir yıllıktır. Nitekim denizatları ve golyan balıkları kaya, dere ve ırmaklarda mesken tutan yıllık balıklardır. Sular kesilince ister istemez ömürleri de tükenmiş olur. Neyse ki yağmurların yağmasıyla birlikte çamur içerisinde saklı tutulan yumurtalardan çıkan yavru balıklar ebeveynlerinin neslini devam ettirecek hamleyi gösterip hayata göz kırpabiliyorlar.
Bazı balıklar var ki; denizin 450 metre derinliğinde tenha yerlerde yaşayabiliyorlar. Fakat tenha yerler olması dolayısıyla bedenleri güçsüzdür. Bu yüzden enerji kaybına uğramaksızın yiyeceklerini ilk fırsatta elde etmeleri gerekmektedir. Ki; zaten öyle de yaratılmışlardır. Rabbül âlemin sıfır ihtimalde olsa yiyeceğini garantiye alması bakımdan ağızlarını vücutlarından büyük yaratmıştır. Hatta denizin derinliklerinde yaşayan bu balıkların vücutlarının her iki yanında ışık saçan fenerler (uzuvlar) yaratmış ki kendi aralarında tanışıp kaynaşıp üreyebilsinler. Belli ki bu donanım süs olsun diye yerleştirilmemiş, belli bir maksada yönelik donatılmıştır. Bilindiği üzere okyanusun dip kısımları zifiri karanlık içerisindedir, ama bir şekilde aydınlatılması gerekir ki söz konusu balık yol alabilsin. Dahası Rabbül âlemin bu canlıya foto fosfor denen aydınlatıcı organ takmakla onu korumaya almıştır. Böylece vücuduna yerleştirilen fener maharetiyle mavi renk ışık yayıp, hem kendini korumakta, hem de rahatça dolaşabiliyor. Bizler ilk lambayı bulan Edison’la övüne duralım, meğer bu balık yaratılışından buyana ışık saçıyormuş ta bizim haberimiz yokmuş.
Avustralya’da bir balık var ki; suda yüzdüğü gibi su dışında da yürüyebiliyor. Yani karadayken solungaçlar adeta ayak görevi yapmaktadır. Hatta bizde çok söylenen bir söz var ya “Hamsi kavağa çıkar mı?” diye. Elbette çıkmaz, ama bu söz konusu balık alçak ağaçlara tırmanıp saatlerce konaklayabiliyor.
Köpek balıkları korku filmlere konu olan balıklardır. En tipik özelliği deniz dibine batmaksızın dosdoğru ilerleyebilmesidir. Nasıl oluyor da batmıyor derseniz vücutlarında bulunan hava kesecekleri sayesinde elbet. Dolayısıyla sürekli hareket etmek zorundalar. Çünkü hareket ona manevra alanı kazandırıyor. Aksi takdirde denizin dibine çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, solungaçlar arasında hava dolaşımı olmayacağından boğulma tehlikesi yaşayacaklardı. Fakat bazı köpek balıkları denizin dibine çökseler de etkilenmezler. Hatta kış uykusunu geçirip baharla birlikte uyanıp işbaşı yapanlarda var. Netice itibariyle her iki durumda köpek balıkların yüzgeç ve kuyruk kısımları su içerisinde türbülans oluşturduğundan diğer küçük balıkların arkası sırası takılmasına vesile olacaktır. Yani bilmeden de olsa onlara su içerisinde rehber olmuş olurlar. Özellikle köpek balıkların üzerine yapışarak seyahat edip keyfini çıkaran adından remora diye söz ettiren küçük balıklar bunun tipik misalini teşkil eder. Tabii köpek balıkların marifetleri bunlarla sınırlı değil, aynı zamanda keskin gözlerle uzak mesafeyi görebildikleri gibi herhangi bir canlının kokusunu çok uzaklardan alabilen güçlü duyusu var. Derken birçok yetenekleri sayesinde milyonlarca deniz altında ölmüş canlılara ait artıklar temizlenmiş olur.
Balinalar dişli ve normal balina olmak üzere iki kategoride incelenirler. Dişli olanlar dişleri gelişmediği içindir bu ad verilmiştir. Olsun önemi yok dişin vazifesini gören üst çenelerinden sarkan inci diş tabakaları yeterince elek vazifesi gördüğü için diş olsa da olur olmasa da, zaten gerekte yoktur. Çünkü suyu emdiği zaman süzgeçten sadece planktonlar geçebilmekte, diğerleri ise otomatikman tasfiye edilirler. Böylece planktonlar balinaya gıda olur. Sonuçta her iki tür balina da okyanusu beraberce turlamakta. Yine her iki türün kuyrukları kürek şeklinde olduğundan su içerisinde rahatlıkla yol kat edebiliyorlar. Hatta turladıklarında arkadaşlarından herhangi birinin başına bir şey gelse derhal yardımına koşmayı da ihmal etmezler. Bu arada balinaların her dalışlarında burun deliklerinden içeriye asla su kaçmaz. Çünkü su altındayken burun mekanizmanın içerisinde tıpkı baraj kapaklarının kapanmasını andırır açılır kapanır kapakçıklar vardır. Anlaşılan su üzerinde açılabilen kapakçık su altında beslenme moduna geçtiğinde kapanıp, böylece nefes borusuna su kaçmasının önüne geçilir. Balinalar aynı zamanda deryayı umman misali okyanus ötesine kilometrelerce seyahat edebilen mavi derin suların mavimsi dev balıkları olarak dikkat çekerler. Öyle ki pusulasız toplam 8 bin kilometreyi bulan bir seyahat gerçekleştirebiliyorlar. Keza Som balıkları da öyledir. Malum Som balıkları nehirlere yumurtalarını bıraktıktan sonra deniz yoluyla okyanuslara açılmaktan geri durmazlar. Yumurtlama dönemi gelip çattığında ise doğdukları nehirlere tekrardan pusulasız sıla-i rahim yapabiliyorlar. Belli ki onun pusulası Kenan illerinde Yakup (a.s)’ın Yusuf’un kokusunu almasına benzer bir yöntemle gerçekleşmekte. Her ne kadar seyahatleri meşakkatli olsa da yolculuk esnasında hele bir çağlayan görmeye dursunlar hemen 4–5 metreyi bulan bir sıçrayışla kendilerine ziyafet çekebiliyorlar.
Okyanusların belki de en hızlı balıkları yelken balıklardır. Baksanıza Florada yakınlarında ele geçen bir yelkenli balığın saatte 110 kilometre hızla yüzdüğü tespit edilmiştir. Belli ki ona hız kazandıran güç yüzerken yaklaşık 1 metrelik yelken kanatlarını katlayıp vücuduna yapışık kılmasından dolayıdır. Yani bir yandan yelkenler fora misali maraton hızıyla ilerlerken, diğer yandan durma esnasında yelken yüzgeçler tekrar eski konumuna geçip böylece alabora olmaktan kurtulabiliyorlar.
Bir mürekkep balığı var ki; mürekkepli kalemle yazı yazarken kendini hatırlarız. Oldu ya düşmanı bir ahtapot misali kavramayacak bir boyda ise Allah’tan ümit kesilmez dercesine adına yakışır bir tavırla mürekkep püskürtüp hızla izini kaybettirebiliyor. Hatta öyle cinsleri var ki; su içerisinden fırlamasıyla havada uçması bir olmaktadır. Böylece adını en hızlı hareket edebilen hayvanlar arasına yazdırır.
Bazı balıklar var ki; göğüs yüzgeçleri çok gelişmiş, aynı zamanda iç organlarında büyükçe hava keseleri bile mevcut. Kelimenin tam anlamıyla bu donanıma sahip balıkları uçan balıklar diye anarız. Andığımız bu uçan balıklar kendilerini savunmasız kaldıklarını hissettiklerinde derhal kuyruklarını kuvvetli bir şekilde çırptığında sudan fırlayıp yüzgeçleri havada kanat olmakta. Hatta uçuşları 200–300 metreyi bulmaktadır.
Avrupa ve Kuzey Amerika'nın nehir ve derelerinde bulunan yüzlerce türden oluşan balıklar var ki; doğup büyüdükleri vatanlarını terki diyar eyleyerek denizlere açılıp, hedef tayin ettikleri Atlas okyanusunun Sargasso denizine ulaşmaktalar. Sargasso denizinin tipik özelliği bolca yosun kaplı olmasıdır. Özellikle yumurtlamak için burası son menzil olmaktadır. Tabii sadece yumurtlamak değil kendileri içinde son menzildir. Derken görevini en iyi şekilde yapmanın huzuru içerisinde son duraklarında hayata veda ederler. Bu sözünü ettiğimiz canlı yılan balıklarından başkası değildir elbet. Ölümü pahasına gerçekleştirdiği bu seyahat belli ki ona has kılınmış.
Bazı balıklar var ki; elektrik üretmekteler. İnsanoğlu elektriği bulmakla övüne dursun bunu yaratılışın gereği yapan balıklar bu işi çoktan halletmişler bile. Zira bu tip balıklar yumuşak başının her iki tarafına yerleştirilmiş kastan yapılı aküleriyle elektrik akımı üretip avını derhal şoklayıp öldürebiliyorlar. Öyle ki 200–300 voltluk bir akımla düşmanı neye uğradığını farkına varmadan mevta olur. Mesela 650 voltluk deşarj gücüne sahip yılan balıkları bunun tipik misali sayılırlar. İlginçtir elektrik şoklarından hemcinsleri değil, kendi dışında ki avları ciddi manada zarar görür.
Balığında ayı cinsi olur mu demeyin sakın. Çünkü Antarktika da yaşayan böyle birkaç tür memeli ayı balığı var zaten. Aslında adından ayı balığı diye söz ettirmek bir kenara, bu hayvan nasıl olur da buzla kaplı bölge de biricik besin kaynağı olan balığa ulaşabiliyor, asıl irdelenmesi gereken husus bu olsa gerektir. Yani söz konusu balığın avını nasıl avlar esprisinin gizemi diş yapısında gizli. Şöyle ki; buz üzerinde dişleriyle kesip açtığı hava delikleri sayesinde suya dalış yapıp yarım saatlik turlama süresince su içerisinde avladığı avlarla beslenmesini temin ettiği gibi, ilginçtir bu zaman diliminde tekrar yolunu şaşırmadan açtığı deliklerden kendini dışarı atabiliyor. Bir başka ilginç yanı ise vücutlarında yağ deposu olmadığı halde karlar buzlar ülkesinde üşümeden hayatını devam ettirmesidir. Elbette ki onu Yaratan Allah şimdilik sırrına vakıf olmadığımız bir donanımla onu üşütmeyecektir. Bize sadece hikmetinden sual olunmaz misali amenna saddak demek düşer.
BALİNA
Yeryüzünün en iri memeli hayvanı olan balina, takriben 90 türüyle gruplar halinde okyanusun o derin soğuk sularında yüzebilen son derece zeki dev bir memeli balıktır. Bizim gibi çok sayıda kılları olmasa da belli ki onu belli bir derecede sıcakkanlı tutan üzeri kalın bir yağ tabakasıyla kaplı deriye sahip olmasıdır. Anlaşılan 30 metre boy uzunluğuna sahip 200 ton ağırlında ki bu hayvan, üzerini saran kalınca giysi sayesinde ister soğuk, ister sıcak olsun fark etmez 70–90 yıllık ömrü boyunca ısı sıcaklığı sabit kalacak şekilde yüzebiliyor. Hatta hangi şartlarda olursa olsun okyanusun o derin sularında turlarken bile yavrularına kendi bünyesinde depoladığı yağ oranı bakımdan zengin sütünü emzirebiliyor. Belli ki Allah tarafından yavru balina sütten kesildiğinde derisi kuzey denizlerin soğuğuna karşı buz kesilmesin diye anne sütü yağ yönünden zengin ayarlanmış. Balina aynı zamanda yavrularını senede bir defa doğurma özelliği ile de dikkat çeken bir hayvan. Genellikle yavrusunu doğurmak için bulunduğu konumdan uzaklara göç edip sığ suları tercih etmektedir.
Bazı balina türleri var ki; dişleri mevcuttur. Dolayısıyla bu türler beslenmek için dişlerini kullanırlar. Bazı türler var ki dişleri yoktur. Bu tür balinaların tipik özelliği ise 3 oda ağız dolusu suyu damaklarında bulunan üç yüze (300) yakın pullar vasıtasıyla süzüp mikro canlıları (planktonlar) alıkoymalarıdır. Derken çene içerisine sarkmış uzun ve sert yapılı bu sistem üzerine dizili incecik pullarla kaplı yüzgeç donanımı sayesinde planktonlar rahatlıkla sindirilebiliyor. Baksanıza Allah öyle bir donanım yaratmış ki balina vücuduna aldığı suları bir yandan çeneleri vasıtasıyla bir anda boşaltırken, diğer yandan filtre edilmiş sudan arta kalan milyarlarca planktonu midesine indirebiliyor. Tabii ki sindirilmek üzere alınan sadece küçük mikro canlılar değil, aynı zamanda güçlü çene yapılarıyla köpek balıklarını bile parçalayıp avlayabiliyorlar.
Yunus balığı ile balinalar çoğu kez diğer balıklarla karıştırılsa da her iki balıkta kuyruklarının yatay olmasıyla ayırt edilirler. Zira yüzdüklerinde tıpkı insan gibi yüzmekteler. Solunumları ise akciğerle olup, su yüzeyine çıktıklarında karbondioksit verip oksijen almaktalar. Hatta su altında uzun süre nefes alamadan kalabiliyorlar. Zaten vücutlarının 200 ton ağırlığında olması enerjisini az tüketmesine neden olmakta ve böylece solumayı geciktirmesine yaramaktadır. Tekrar solunuma ihtiyaç duyduğu zaman başının üst tarafındaki soluk delikleri vasıtasıyla oksijen depo edip besin aramak için yeniden zaman kazanabiliyor. Hatta suya girdiğinde bu delikler otomatik olarak kapatıldığından boğulma diye bir dertleri olmaksızın derinlerde seyri âlem eyleyebiliyorlar.
İlginçtir o kocaman gövdesinin yanında gözler küçücük kalmaktadır. Zaten denizin derinliklerinde göze de pek ihtiyaç yoktur. Çünkü derinliklere inildikçe ışıksızlık hâkim olmakta. Dolayısıyla görme eyleminin yerine ses dalgalarını kullanmayı tercih ederler. Hele bir nesneye dokunmaya dursunlar, anında nesneden yansıyan titreşimle yön tayin edebiliyorlar. Böylece bu ses dalgaları sayesinde etrafında her ne varsa bu dalgalara çarptıklarında anında haberdar olurlar. Anlaşılan şu ki görme duyuları çok zayıf, ama neyse ki işitme melekeleri güçlü. Her ne kadar dış kulak vazifesi yapan gözlerin arka kısmında iki delik varsa da asıl duyumu sağlayan iç kulak bölümüdür. Öyle ki kilometrelerce uzaklıkta ses dalgalarını tıpkı yarasalarda olduğu gibi algılayabilecek donanıma sahipler.
YUNUS BALIĞI
İnsanların açık denizlerde büyük bir hayranlıkla seyrettiği zararsız en zeki hayvanlardır. O da tıpkı balina gibi doğurgan memeli bir balık olarak dikkat çeker. Peki, doğurgan olmak iyi has hoşta, doğurgan memelilere has birtakım özellikler su içerisinde nasıl gerçekleşir sorusu zihnimizi meşgul edecek gibi. Neyse fazla zihnimizi meşgul etmeden bu meseleyi örneklendirmeye koyulalım. Mesela memelilere özgü soluklanmayı ele aldığımızda, Yunus balığı yavrusunun solunumunu düzenli aralıklarla sürekli su yüzüne çıkartarak gerçekleştirdiğini görüyoruz. Hatta emzirme esnasında bile yavrusunun ikide bir hava alması için nefeslendirmeyi de ihmal etmediğini gözlemliyoruz. Çünkü yunuslar akciğer solunumu yapan hayvanlar, buna mecburlar. Her şeye rağmen yine de vücut kaslarında bolca bulunan miyoglobin maddesi sayesinde derin sularda uzun süre nefes almadan yüzebiliyorlar. Malum biz insanlarda bile miyoglobin proteini var, ama sayıca az olması dolayısıyla uzun süre su altında kalamayız.
Yunus balıkları kendi aralarında ki iletişimleri kuş seslerini andırır bir sesle kurmaktalar. Hatta iyi bir eğitimden geçirildiyseler rahatlıkla insanlarla bile diyalog kurabiliyorlar. Yani birkaç kelimede olsa ağzından ses çıkarabiliyorlar. Bu yüzden insanlar onları hep uysal bir hayvan olarak bağrına basacaktır. Ömür süresi ise 25–35 yıl arasında değişebiliyor. Ayrıca burunları uzamış gaga görünümün yanı sıra, her iki çenesinde çokça dişleri olan ve sırtlarında ise tek yüzgeçleri ile dikkat çekerler. Zaten bu özelliklerinden dolayı balıklardan farklı değerlendirilirler, ama yine de insanlar onu hep balık olarak anarlar. Yine Yunuslar'ın en dikkat çeken yönü hiç şüphesiz sıçrama teknikleridir. Beslenmeleri etçil olup, en favori besin kaynağı balık veya mürekkep balıklar oluşturur.
Hazır Yunus balığından söz etmişken Yunus Peygamberimizin kıssasını da bu arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki; Hz. Yunus (a.s)’da İsrail oğulları Peygamberlerindendi. Ninova halkına Allah’ın buyruklarını iletmek için görevlendirildi, ama imana gelmedikleri gibi yine bildik putlara tapmaya devam ettiler. Bu durumda Yunus (a.s); “Eğer iman etmezseniz Allah 40 güne kadar Ninova Şehrini yerle bir ederek batıracak” diye tehditte bulundu. Ninova halkı hiç aldırış bile etmedi.
Hz. Yunus (a.s) kavmine kırılıp küstü, hatta Allah’tan izin almadan Dicle Nehri kenarına gelip bir gemiye binerek oradan uzaklaştı. Oysa Allah tarafından izin almadan kavmini terk etmesi caiz değildi. Derken gemiye bindi, epey yol kat ettikten sonra gemi bir anda duruverdi. Gemi bir türlü hareket edemiyordu, belli bir yere sabit kalmıştı çünkü.
Gemide bir Müneccim: ‘İçimizde bir suçlu var, kura çekelim kime düşerse onu denize atalım.’
Kura çektiler, kurada Yunus’a çıkmıştı.
Hz. Yunus (a.s):
-Evet! Efendisine itaat etmeyen suçlu adam benim.
Bu sözleri sarf eder etmez Yunus (a.s) kendisini suya attı. Kendisini denize atar atmaz bir balık yuttu onu. Yunus (a.s) balığın karnında pişmanlığını belirten; “Allah’ım sen her şeyden münezzehsin, ben gerçekten zalimlerden oldum! (Lailahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin)” sözlerini sürekli tekrarlayıp durudu. Tabii bu sözler artık Yunus’un zikri olmuştu, Allah’ta bu zikrin hatırına tövbesini kabul etti. Balık emri ilahi gereği hemen karnından taşıdığı Peygamberi çıkarıp denizin kenarına bırakıverdi.
Hz. Yunus’un gemiye bindiği gün gökyüzü kararmaya başladı. Ninova halkı paniklemişti. Şehir zifiri karanlığa bürünmüştü adeta. Hz. Yunus’un haber verdiği musibetin geleceğini anlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Yunus’u aramaya koyuldular fakat bulamamışlardı. Çünkü Yunus (a.s) onları terk etmişti. Ninova halkı çaresiz oracıktan derhal ayrılarak Tövbe tepesine çıkmanın akabinde feryat figan edip Allah’tan aman dilediler. Neyse ki Allah-ü Teala affedip dileklerini kabul etti. Hz. Yunus denizde ki hayat serüvenin dönüşünde kavmini tövbe etmiş bir şekilde bulunca seviniverdi. Derken ilahi hükümleri kavmine öğretiverir. Bir süre azaptan uzak kaldılar. Sonraları ise hem doğu, hem de batı da büyük olaylar vuku buldu. Ne mutlu Yunus balığına ki Yunus Peygambere hizmet etmiş.
AHTAPOT
Deniz altında yaşayan canavarımsı bir hayvan. Bakmayın siz onun öyle canavar görünümlü olmasına, çoğu küçük omurgasız hayvanlardır. Üstelik balık gibi yüzememekteler. Hareketini baş kısmına endeksli tentikül denilen 8 kol sağlamaktadır. Aslında ona dokunulmadığı müddetçe çekingen, korkak ve bir o kadar da uysal bir hayvan olduğu anlaşılıyor. Bir dokun bin işit derler ya, aynen onun gibi birisi dokunmaya dursun, bak o zaman kızılca kıyameti. Değim yerindeyse dünyanın kaç köşe bucak olduğunu gösteren bir tavır sergiliyor. Ki; bu durum karşısında onu rahatsız etmeye kalkışanı dokunaçlarıyla abluka altına alıp deniz içerisinde kendince bedel ödettirebiliyor. Yani tentiküller üzerinde bulunan vantuzlar avına hem tutunmaya yaramakta, hem de emme görevi yapmaktadır. Hatta vantuzlar sayesinde tutundukları yerde hareket manevrası kazanıp ilerleyebiliyorlar.
Ahtapotun asıl savunma silahı hiç kuşkusuz derisinin üzerinde sıralı halde bulunan sarı, kahverengi pigment hücreleridir. Kendisini güvencede hissetmediğini anladığında her türden renk değiştirme avantajını kullanıp bulunduğu alanın rengine bürünerek ten avlanmaktan kurtulabiliyorlar. Kolları kopsa bile kertenkelede olduğu gibi kopan kısmın yerine bir yenisi eklenir.
Engin deniz sularında hızla ilerlemesini sağlayan vücut üzerinde bulunan salkım saçak kollar değil, arkalarından çıkarttıkları gaz sayesinde gerçekleşip bir füze misali mesafe kat edebiliyorlar. Tabiî ki önce deniz suyunu emer ve sonra arkasından çıkarttığı gaz ve etki-tepki sistemine dayalı fizik kanunu ile bu işi başarırlar. Yani içerisine çektiği suyu püskürtüp kendisinin ileri doğru itilmesini sağlar. Ayrıca püskürtülen suyla birlikte etraf bir anda alabora olduğundan düşmanının kaçmasına vesile olup bu arada kendisini de gizlemiş olur.
SÜNGERLER
Süngerler deniz diplerine yapışık kalan nazlı gelin türünden hayvanlardır. Her ne kadar ilk başta hayvan mı, yoksa bitki mi diye tartışılsa da 1825 yılında yapılan çalışmalar sonucunda vücutlarına alınan suların değişikliğe uğrayıp dışarı çıkması onun bir hayvan olduğunu ele vermiştir. Öyle ki; dışarı çıkan suyun kokusuna yanaşamayan birçok deniz hayvanının yanına sokulamadığı fark edilmiştir. Bilhassa balıklar bu kokudan çok rahatsız olurlar. Belki de böyle olmasaydı savunmasız kalan bu hayvanın nesli kesilmiş olacaktı. Sonuçta bu hayvanın ne ağzı var, ne de dili. Keza iç organı da yoktur. Demek ki uzuvsuz hayvanda olabiliyormuş. Madem öyle, nasıl geçiniyor sorusu ister istemez aklımızı kurcalayacaktır. Onu yaratan bu özelliklerine uygun olarak hem bakterileri, hem de deniz altında canlıların vücutlarından dökülen artık veya dışkıları rızkı olarak tayin etmiştir. Anlaşılan deniz suyu su olmanın ötesinde besin deposu olarak ta süngerlerin ihtiyacını karşılayan besi kaynağıdır.
Bunların üremeleri de ilginç. Baksanıza eşeysiz ürüyorlar. Yani dişi yumurtalar ve erkek sperm hücreleri tek bir süngerden çıkmakta, fakat farklı zamanlarda sahne alırlar. Spermalar çıktığında su akıntıları eşliğinde bir başka süngerin bağrına transfer edilir. Belli ki Yüce Yaratıcı sperma hücrelerinin rotasını şaşırmamak için onu taşıyacak hücreleri de beraberinde yaratmış. Böylece taşındığı yerde yumurtalar arasında vuslat hâsıl olup yeni bir süngerin doğması gerçekleşir.
Malum süngerlerin vücutları silisyum ve kalsiyum karbonat bileşimleriyle desteklenmiş kalın kalkerli veya kireçli tabakayla donatılmıştır. İşte bu tabaka sayesinde kışın ayazından kendilerini korudukları gibi, baharın gelişiyle birlikte hücreler yeniden canlılık kazanıp süngere dönüşebiliyor. İşte denizleri temizleyen aynı zamanda mutfağımıza da konuk olup kap kaçağımızı temizleyen süngere ne kadar teşekkür etsek azdır diye düşünüyorum.
DENİZ ANALARI
Denizanaları şeffaf kubbemsi yapıda deniz suyu hayvanlarıdır. Bunlar arasında bazı türler var ki; ışın bile saçabiliyor. Genel itibariyle denizanaları kubbemsi şemsiyelerinin altında dokunaçlarıyla dikkat çekerler. Belli ki söz konusu dokunaçlar ona büyük bir avantaj sağlayıp, düşmanından kendini kurtarmasına yaramaktadır. Sakın ola ki onun şeffaf ve narin yapıda uysal olmasına bakıp zarar veremeyeceğini düşünmeyin. Oysa Yanlış hesap Bağdat’tan döner misali bir dokunmaya dursunlar bir anda dokunaçlarından saldığı zehirli sıvı avcının hevesini kursağında bırakıp felce uğratabiliyor. Zehiri olmayan türleri ise ışın saçıp kendini korumaya alıyor. Bizim deniz kıyılarımızda ki denizanaları her ne kadar büyük çapta tehlike teşkil etmese de yine de onların bulunduğu ortamlardan uzaklaşmakta fayda var. Hiçbir şeyler yapmasalar bile en azından vücutta yakınma ve kaşıntıya neden oldukları kesin. Hatta dünya üzerinde öyle yerler var ki buralarda yaklaşık 10 metre ebatı bulan denizanaları insana dokunmasıyla birlikte ölüme yol açabiliyor. Bu yüzden onlar hem tehlikeli varlıklar, hem de bir o kadar güzel görünüm türde olan canlılardır.
DENİZ POLİPLERİ
Belgesel izlemişseniz eğer deniz altında birbirinden harika ağaç ve çiçek modelleri dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Bu modellerin arka planında asıl rol oynayan mimari mühendis dünyanın en basit yapılı hayvan diyeceğimiz poliplerdir elbet. Bunlar da Denizanaları gibi şeffaf görünümlü hayvanlardır. Demek ki görünüşlerine bakıp, bunlardan iş çıkmaz dememeli. Zira onlar bir eser meydana getirirken malzemesi deniz yosunlarından elde ettikleri oksijen ve deniz suyu içerisinden temin ettikleri kalsiyumdur. Dahası bunlar oksijeni ve kalsiyumu en iyi şekilde kullanabilen canlılardır. Tabii polip bunları alırken zaman içerisinde vücudunun etrafı kalkerleşip kabuk halini alır. Derken kendisini tabaka tabaka saran kabuk arasında sadece dışarıya sarkan dokunaçlar kalır. İyi ki de dokunaçlar var. Çünkü bu dokunaçlar sayesinde deniz içerisindeki küçük organizmaları kendi bünyesi içerisine alıp beslenebiliyor. Polipler genelde bir arada koloni halinde yaşayan canlılar olup öldüklerinde ardından sert kabuklarından inşa edilmiş insanı cezbeden ağaç ve çiçek görünümlü birbirinden güzel eserler kalır. Bu arada yaşayan polipler ölenlerin inşa ettikleri kireçleşmiş eserler üzerinde barınıp zaman içerisinde barındıkları mekânları kendilerinin kattıkları ürünlerle birlikte gökdelen tarzı eserlere dönüştürürler. Madem hücrelerin bölünmesiyle dokular çoğalıyor, dokulardan organlar, organlardan bir canlı oluşuyor, o halde ölenin ardından emaneti devr alan her bir polip kendisine tevdi edilen mirası saraya çevirmesini bilecektir. Derken bu arada dalgıçlara gün doğup, deniz dibinde devasa büyüklükte ağaç yapılı manzarayı seyri âlem eyleyeceklerdir. Mercan adaları der dururuz ama belli ki bu söz konusu adalar bir çırpıda oluşmamış. Yılların birikimi diyebileceğimiz poliplerin bir emeği olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki; mercanların yıllara meydan okumanın neticesinde kıyılarda kayalıklar bile oluşabiliyor.
SU AYGIRI
Su aygırı ismiyle müsemma, yani Afrika’nın büyük göllerinde ve nehirlerinde yaşayan toparlak vücuda sahip, 4 ton ağırlığında kısa bacaklı iri bir hayvandır. İri vücudu üzerinde kocaman kafa, kalın boyun, iri dudaklar vardır. İlginçtir burnu tepede olmakla beraber burun delikleri önde olan bir görünüm sergiler. Bacakları kısa olması dolayısıyla karnı yere değecek izlenimi verir. Ayaklarında ise dört parmak vardır. Bu görünümüyle su kıyısında hantal yürümesine rağmen su içerisinde iyi bir yüzücü örneği sergilemesi görenleri şaşkına çevirmektedir. Hatta suya her dalışlarında kafasını su yüzeyine çıkarttıklarında şarıl şarıl su sesleri eşliğinde etrafa su püskürtebiliyor. Bu arada baş tepesinde ki fırlak gözlerinin olması etrafı kolaçan etmesini kolaylaştırabiliyor. Timsahla su aygırını kıyasladığımızda; timsaha nazaran su aygırı daha güçlü olduğu gözlemlenmiştir. Nitekim beraberce bulundukları göllerde timsahlar su aygırı karşısında “burada kral sensin” dercesine son derece tazim içerisinde yüzmekteler. Çünkü su aygırının bir timsahı delip deşik edecek kadar uzunluğu 60 santimetreyi bulan köpek dişleri vardır. İşte söz konusu bu dişler sayesinde su altındaki bitkileri kökleriyle birlikte koparıp beslenebiliyorlar. Böylece nehir ve göller su aygırlarınca hem temizlenmekte, hem de su yataklarının tıkanmasının önüne geçilmektedir. Dolayısıyla onlara iyi bir çevreci hayvan gözüyle bakabiliriz. Ağız yapısı derseniz dillere destan. Zira kara hayvanları içerisinde ağız büyüklüğü bakımdan onun rekorunu kıran hayvan şimdiye kadar pek rastlanılmamıştır. Suda yaşayan memeli hayvan bakımdan ise balinadan sonra ikinci sırada yer alır. Belli ki devasa dudakları ot ve yaprakları ağzına almak için vazife görür. Hele bir su içerisinde yüzüşleri var ki usul usul ve aheste aheste ilerlemeleriyle dikkat çekerler. Karada ise bir insan kadar hız kat ederler. Yine de onlar zorunlu kalmadıkça sudan dışarıya çıkmayı pek sevmezler. Karaya daha çok geceleyin düz çimenlerde otlamak için, ya da doğum zamanı çıkmaktalar. Hatta seyahat etmekten de haz etmezler, genelde bulunduğu yerde kalmayı yeğlerler. Hele bir esnemesi var ki, gören uykusuz sanır. Oysa dişlerini diğer su aygırlarına göstererek her an kavgaya hazır olduğu mesajını verir. Döllenmesi ise su içerisinde gerçekleşip, hamilelik süresi insanda olduğu gibi dokuz aydır. İlginçtir yavrusunu karada kamış yatağının içerisinde doğurmaktadır. Derken yavru su aygırı hiçbir eğitim almadığı halde sanki daha önce öğrenmiş iyi bir yüzücü edasıyla annesiyle birlikte su altına dalabiliyor.
TİMSAHLAR
Timsah gerek su üzerinde gerekse karada hızla hareket edebilen Afrika nehirlerinin bir diğer pullu sürüngen dev hayvanı olup, aynı zamanda su aygırlarının da düşmanıdırlar. Gerçi bu hayvanlar büyük olanlarına dokunmaktan çekinirler, ama yavru olanları afiyetle yemekten geri durmazlar. Hele ceylan ve benzeri kara hayvanlar akarsu kenarına su içmek için gelmeye dursun, bir anda timsahın kuyruk darbesine maruz kalıp kendini hem suda bulmakta, hem de avlanıp yem olmaktadır. Böylece timsah avını avlayıp afiyetle beslenmenin ardından güneş altında “gel keyfim gel” dercesine güneşlenmeyi de ihmal etmez. Yani ehli keyf hayvanlardır.
Ayrıca timsahlar ekinlere zarar vermekle dikkat çekmektedir. Dolayısıyla çiftçiler ekinlerden timsahları arındırsalar bile bu sefer de bir başka kriz baş gösterip su aygırların çoğaldığı gözlemlenmiştir. Demek ki ekolojik dengeyle pek oynanmaya gelinmiyor.
Bu arada timsahların en çok muzdarıp olduğu şey diş etleri arasına dolanan sülüklerdir. Neyse ki Gergedan ve manda olayında olduğu gibi onların da imdadına yağmur kuşları koşmaktadır. Zira timsah ağzını gören dehşete kapılsa da bu kuşlar hiçbir endişeye kapılmaksızın ağzının içerisine kadar girip timsahın muzdarip olduğu sülükleri hem temizlemekte hem de kendisine ziyafet çekmektedir. Derken karşılıklı jest diyebileceğimiz bu durumdan her iki hayvanda kazançlı çıkıp, karşılıklı hoşça vedalaşırlar. İşte hayvanlar arasında karşılıklı iş bölümünün tipik misali bu olay olsa gerektir. Keza bu iş bölümü bazı balıkların üzerinde parazit yaşayan canlıları temizleyen küçük balıklar içinde geçerli bir kuraldır. Bu arada timsah üremesinin yumurta yoluyla olduğunu da unutmamak gerekir.
Bakmayın siz timsahın canavar görünümlü olmasına. Gerektiğinde onlar şike varı da olsa gözyaşı dökebiliyor. Belli ki halk arasında “Timsah gözyaşları dökmeyin” sözü boşuna söylenilmemiş.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/med...selim+gurbuzer