Tekil Mesaj gösterimi
Alt 11-28-2008, 20:34   #3
Kullanıcı Adı
seva
Standart
Ekonomide gerçekler ve yalanlar

İdeolojik davrananlara aldırmıyorum. Ancak sözüne itibar ettiğim, mesleği akademisyenlik olan değerli bilim adamlarının bazen rakamlara takla attırarak yaptığı haksız yorumları hayretle izliyorum.
İsim vermeyeceğim. Geçen bir toplantıda solun ünlü ismi Prof. Gülten Kazgan Hoca'yı dinledim. Yaşı ilerlemiş ancak zihni oldukça dinç ve ekonomiyi günü gününe izliyor.
Öyle bir olumsuz ekonomi tablosu çizdi ki, "Samsun'a çıkıp Kuvay-ı Milliye'yi yeniden tanzim etmek gerekir." diyenler çıkabilir. Ancak benim mesleğim de ekonomi. Kendisine sorduğum soruyu burada da sorayım:
Yıl 2002. Başbakan sizsiniz. Size dense ki; "Bugün olduğu gibi, bütçe açıklarını GSMH'nin yüzde 1'ine, enflasyonu tek haneye, borçları da yüzde 45'ine düşüreceksiniz. Bunu yaparken her yıl yüzde 7 büyüyeceksiniz. Üstelik işsizliği de yüzde 12'den hiç olmazsa yüzde 9,8'e kadar düşüreceksiniz. Ancak bugün şikayet ettiğiniz cari açığı yüzde 2'nin, işsizliği de yüzde 5'in, reel faizleri yüzde 4-5 aralığına çekip sıcak para girişine de engel olacaksınız. Bunu nasıl yapardınız?" Bu soruyu kaç yerde 'kallavi' bilim adamlarımıza sordum. Cevap yok tabii. "Biz eleştiririz, öneri yapmayız." değil mi, Sayın Prof. Şükrü Kızılot?
Şimdi de okur olarak size soruyorum: Tablo-1'e bakınız. 2001 yılındaki bu verileri sizin önünüze koysalar ve "2006 yılının sonunda size böyle bir ülke vaat etsek kabul eder misin?" diye sorsalardı acaba "Sağ ol, kalsın." der miydiniz? Böyle bir ülkeyi olumlu anlamda rüyamızda görsek inanmazdık. "Bu sadece rüyalarda olur." derdik.
Konu şu: Türkiye'nin 2001 krizi sonrasında takip etme şansı olan 'en iyi yol' vardı da, takip edilmemiş değil. Hayallerinize, isteklerinize değil, gerçeklere, içinde bulunduğunuz şartlara göre, uygulanabilir olarak elde ne kalmışsa onu seçmek zorundasınız. Şunu iddia ediyorum; Kemal Derviş'in seçtiği yol dahil olmak üzere, Türkiye'nin başka seçeneği yoktu. Milli birlik ve beraberliğin sistematik politikalarla bu kadar erozyona uğratıldığı ülkede, ülke için seferberlik yapmak ve gerekli değişimi gerçekleştirmek imkansız.
Ayrıca 'uygulamadaki kaliteyi' de dikkate aldığımızda, 2002 yılından beri seçilen model son derece parlak neticeler vermiştir.
2007, 15 Temmuz itibarıyla. Kaynak DPT, Hazine, TÜİK ve MB'den derlenmiştir.
Bu tablo önemlidir. Bütün tartışmalar bu tablodaki devletin resmi verileri üzerinden yapılıyor. Bu verileri kabul etmeyenler, demek daha sağlıklı veri toplama, derleme ve işleme kurumlarına sahiptirler. Tabii böyle bir kurum ve kişi yok.
1994-2001 arasında 2,5 senede bir yaşanan, her biri yüzde 7'den daha büyük üç kriz 1990'ları kaybetmemize sebep oldu. 2002-2007 ilk çeyrek dahil aralıksız büyüyoruz. Bu büyüme ne kit 'tarlalarına', ne 'tüketim patlamasına' ve de kamu açıklarına dayanıyor. Bu büyüme ihracata, özel sektör yatırımlarına ve verimliliğe dayanıyor. Kayıp on yıl olan 1990-2000 arasında toplam faktör verimliliği (TFV) ne idi, 2002 sonrası nereye çıkmış. TFV en çok muhtaç olduğumuz verimlilik ve uzun vadede zenginleşme göstergesi. Kayıp on yıl ortalaması sadece yüzde 3,3. Bu ne demek? 100 birimlik üretiminizin sadece 3,3 kadarı verimlilik artışından, geri kalanı 23,5 birimi emek, 73,2 birimi ise sermaye artışından kaynaklanmış. İşte TFV şimdi 42'ye kadar çıkmış. Bu oranın en kısa sürede 70-80 bandına çıkması gerekiyor.

Evet dolar, YTL karşısında değer kaybettiği için dolar cinsinden milli gelir artışı olduğundan daha fazla görünüyor. Ancak dolar zirve yapıp ülke umutsuz karanlığa girince "Oynamıyorum, dolar artmasaydı işler bu kadar kötü olmazdı." diyebilmiş mi idik? Dolar artınca borcu ödemekte nasıl zorlandıysak, dolar düşünce de dış borcumuzu ödemekte öyle kolaylık yaşıyoruz. Kontratlar dolar cinsinden yapılırdı. Her gittiğimiz yerde dolar ve Euro dayatmasından bıkmış usanmıştık. Çoğu kez ev sahibi ve kiracı arasında bu yüzden kavgalar çıkardı. Tasarrufların yüzde 70'i dolar, yüzde 30'u TL idi. Şimdi rakam tam tersine. Kendi mili paramızı kullandığımız günleri gördük. Bunun nesi kötü?

Borcun millî gelire oranı yüzde 45'e geriledi
Gelelim borç meselesine. Tablo-3 ve 4'te gösterildiği üzere devletin borçlarının dolar cinsinden artışı artık kontrol altına alınmıştır. YTL cinsinden hâlâ artmaktadır, ancak artış oranında belirgin bir azalma olmuştur. Gidişat kesinlikle artışın yerini somut azalmaya bırakacağını göstermektedir. Ancak borç olgusuna kasıtlı yanlış bakıyorlar. Şirketiniz yoksa, aile bütçeniz var. Siz sadece alınan borçlara mı bakarsınız, yoksa alınan borçlar ile ne yapılmış, borcun maliyeti nasıl değişmiş ve bu borçlanmanın size getirisi nedir diye hiç bakmaz mısınız? Alınan borçla ne yapılmış diye sorduğunuz zaman karşınıza Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) geliyor. GSMH yıl içinde oluşturulan katma değer demek. Üretim de istihdam da buradan sağlanacak demektir. Net kamu borç stokunun GSMH'ye oranına bakmak şarttır. Diğer göstergeler doğru değildir. Tablo-1'de borçların yüzde 97'den yüzde 45'e kadar düştüğü açıkça görülüyor. Uluslararası standartların bile çok altında. Bütçe açığında da uluslararası standartların çok altına indik. Zor şartlarda ve oldukça kısa zamanda.

Kamu borçlarında durum buyken, milletin kafayı taktığı esas konu dış borçlar. Kamunun dış borcu yıllardır yerinde sayıyor. Dolar cinsinden artmıyor. 65 milyar dolar civarında sabitlenmiş. Bu arada IMF'ye olan 24 milyar dolarlık borç da ödenerek bugün 8-9 milyar dolara düşürülmüş. Beyler; IMF'den kurtulmak, öncelikli olarak borcu ödemekle ve bitirmekle olur. Dağa taşa daha büyük bir bayrak gererek değil. Esas milliyetçilik ülkeyi borç alacak hale düşürmemektir. Urgan atarak ve terörist başından karanfil alarak ulusalcı olunmuyor.
Devletin dış borcu artmıyor. Ancak özel sektörünki artıyor. Bakın özelin dış borcu 122 milyar dolar kadar. Bunun yaklaşık 40 milyar doları (azalıyor) kısa vadeli. Bunu da bankalar ve şirketler aşağı yukarı eşit olarak paylaşıyor. Bu bir risk. Ancak piyasa ortamında şirketler kendi riskini alıyor. Yapacak bir şey yok. Devlet garantisi yok. Bu önemli. Alan şirket ve veren şirket düşünsün. Ancak işte iki tarafın da çok güvendiği bir ekonomik yapının varlığı son derece önemli. Yine dikkat ediniz, dış borç stokundaki değişim oranı çok önemli bir sürece işaret ediyor. Türkiye'nin dış borçlanma oranı önemli ölçüde geriliyor. 2002'de yüzde 15 oranında dış borç artış oranı varken, şimdi yüzde 5'e kadar düşmüş. İhtiyaçlar azaldıkça, yerli kaynaklar devreye girdikçe, maliyetler düşüp vadeler uzadıkça elbette insanlar iç piyasaya yönelecekler. Ancak bunun için henüz erken.

Olayın belki çok daha kritik başka bir yönü var. 'Borç da alma, iş de yapma' şeklinde bir mantık var. Bu mantık içe kapanmacı sol bürokrasinin 'fukara mutlu millet' yutturmacasıdır. Türkiye fakir bir ülkedir. Nüfusu çok genç ve kalabalıktır. Küreselleşme çağında insanların beklentileri yüksektir. Bunun için hızlı büyüyeceğiz, çok yatırım yapacağız. Ulusal tasarrufumuz şimdilik yetmediği için de şu anki son derece uygun uluslararası piyasalardan bolca borçlanıp kalkınacağız.



Şimdi size yanda bir tablo veriyorum. Japon, Alman ve Amerikan şirketlerinin zamanında borçlanma eğilimlerini gösteriyor.
Gördüğünüz gibi şirketlerin kaldıraç oranı (yani borcun öz sermayeye oranı) oldukça yüksek. Hele Almanya ve Japonya'da borçlanma işin esası. Ancak bunlar yabancılardan değil, iç piyasadan borçlanmışlar. Tabii para varsa ve maliyeti de yeterince düşükse içeriden alırsınız. Dışarıda bol, vadesi uzun ve maliyeti düşük parayı neden borç almayasınız? İşte son yıllarda kârı katlanan büyük şirketler borç almaktadır.

Bu şirketler kârlarıyla övünürken, baldırı çıplak ideologlar onlar adına adeta yas tutmaktadırlar. Hükümete vuracaklar, milletin kafasını karıştıracaklar ya. Suçunu da hükümete yüklemektedirler. Oysa suçlu yok, başarı var. Bu ortamı meydana getiren siyasi aktörlere teşekkür etmek gerek. Bakın Türk şirketlerinin kaldıraç oranları hâlâ çok düşük. Daha da borçlanabilirler. Ancak temkinli gidiyorlar, dikkat ediyorlar. Ayrıca Türk şirketlerinin kârlılık oranları da toparlanmaya başlamış.

Cari açık, ancak ekonominin rekabet gücü artınca düşer
"Paramız çok değerlendi, çünkü aşırı yüksek reel faiz ödeniyor, değerli YTL sebebiyle de cari açık artıyor." deniliyor. Tek tek gidelim. 2001 yılında Türkiye cari fazla veriyormuş da şimdi aşırı cari açık veriyormuş. 2001 yılındaki cari fazla veren ülkede yaşamak isteyenlere uğurlar olsun. Türkiye ekonomisi ne zaman krize girse, bunun anlamı üretimin ve ithalatın durmasıdır. İşte cari fazla bu durumda veriliyor. Ancak işsizlik de tarihî rekorları bu yüzden kırıyor. Cari fazla veren Türkiye'nin işsizlik rakamı yüzde 12. O da resmi olan. Bir akademisyenin çıkıp '2001 özlemi' ile konuşması utanç verici. İki, Türkiye'nin cari açık vermesinin sebeplerini sokaktaki çocuk da biliyor artık. Türkiye üretim ekonomisini kurabilmiş midir? 2001'den beri yaşanan süreç, üretim ekonomisini oturmak zamanı mı idi, yoksa batan bir devletin maliyesini kurtarmak, yüzde 60 bandındaki enflasyonu ve yüzde 96'lardaki faiz oranlarını düşürmek mi idi? Bir demeden iki denir mi? Ekonomide sıralama, öncelikler diye bir sorunumuz yok mu idi? Kaynak kısıtı denen şey ne anlama gelir?
Değerli para cari açığa sebep olur da, değersiz para (sürekli olarak yapılan devalüasyonları hatırlayın) cari açığı kapatır mı? Hayır! Kapatsa idi, 1990'lardan beri ödemeler dengesi sıkıntısı yaşamaz, bugün de cari açık, rekabet ve katma değer sorununu konuşuyor olmazdık. Türkiye'nin ithalat bağımlılığı bugünün sorunu değil. Tarihsel olarak var olan bir sorun.
Cari açık, Türk parasının değeri düşünce değil, verimliliği artınca, yeni pazarlar bulunca, rekabeti öğrenince, ulusal marka oluşturmasını öğrenince, maliyet düşürme nedir kavrayınca kapanacak. Yukarıda verimlilik artışından bahsetmiştim. Son yıllarda yeni pazarlar bulma konusunda ne kadar yol aldık, herkes görüyor. Kürşad Tüzmen vizyonuyla Dış Ticaret Müsteşarlığı, Rifat Hisarcıklıoğlu azmiyle ve kararlılığıyla TOBB, vatanseverliğin nasıl olacağını en iyi gösteren Türkiye İhracatçılar Meclisi, TUSKON ve MÜSİAD gibi sivil toplum öncüleriyle Türkiye tam bir pazar patlaması yaşıyor. Sonuç da ortada. İhracat artış oranı Kasım 2006'dan beri ithalatın üzerinde. Cari açık da net olarak düşme eğilimine girdi. Şekillere bakınız. Kendi ülkesinin sevincinden nefret eden aydınlar başka ülkelerde de var mıdır?
Başka bir yalan faizlerle ilgili. Nominal faizlerin nereden başlayıp nereye düştüğüne Tablo-1'den bakınız. 2001'de yüzde 96'dan şimdi yüzde 17,5'e kadar gerilemiş. Reel faiz oranı ne kadar? Bunu da Tablo-2'de görüyorsunuz. Kriz ortamında Türkiye tam yüzde 34 reel faiz ödüyordu. Şimdi Hazine'nin en son verilerine göre 2005 yılından beri yüzde 8 civarında. Nisan 2007 itibarıyla yüzde 7,4. Henüz açıklanmadı, temmuz sonu itibarıyla bu daha da düşecek.
Benzer ülkelere göre Türkiye hâlâ daha yüksek faiz ödüyor. Doğru. Ama aynı yerden ve aynı yıkıntıdan gelmiyoruz ki? Kendi içimizdeki seyir ne kadar muazzam, görmemek için kör olmak lazım. Faiz oranları ne zaman dünya ortalamasına gelir? Ne zaman enflasyon yüzde 4'lerde sabitlenir, ulusal tasarruflar yatırımları finanse eder, bütçe açığı yüzde 2-3'ü, borç stoku GSMH'nin yüzde 30'larını geçmez ise, işte o zaman Türkiye'nin faizleri de benzer ülke düzeyine düşer. Türkiye bir beş yıl daha aynı istikrarı korursa işte o günleri görür.

Türkiye'nin, başarıları örtmeye değil, takdir etmeye ihtiyacı var
Yer kalmadığı için birkaç cümle ile ilave edelim:
1- Türkiye'de yabancılara bir avuç toprak satılmıştır. Her hükümet döneminde bu kadar zaten oluyor. Ancak oran çok düşük. "Memleket satılıyor." diyenlerin ispat etmesi gerekiyor. Tapu Kadastro'dan geçen sene açıklama yapıldı. Önceki gün Başbakan, "GAP'tan, Harran'dan bir karış toprak satılmadı." diyor. İftirayı atıp, duygusal halkımızın milliyetçiliğini kamçılayanlar iddialarını ispatlayacak belge sunmuyorlar. Bir okurum "Hocam satılmadığını bana ispatlasana." diyor. Pes doğrusu. İddiayı yapana inanıp moralini bozuyor, olmayan şeyin ispatını başkasından bekliyor.
2- Şirketler patır patır kapanmıyor. 2007'nin ilk altı ayında açılan ve kapanan şirket sayısı yüzde
3. Ekonomi değişiyor. Kimileri şirketini kapatıyor, kimileri yeni açıyor, sektör değişiyor vs. Kapanan ve açılan şirketlere birlikte bakılmalı, sektörel analizi dikkatlice yapılmalı.
3- Çek-senet protestoları artıyormuş. Bu normal. Her ekonomide var. İş hacmi artarken bu da artar. Önemi olan yine 'rasyo' analizi. Bankaların tahsili gecikmiş alacakları (TGA) ve temerrüde düşen rakamlarına bakıyoruz, son derece düşük. Öyle olmasa idi millet kapı kapı dolaşıp kredi vermeye çalışır mıydı? Bankalar neden üst üste rekor kâr rakamları açıklıyor?
Mevzu şu, Türkiye son derece kötü bir yakın geçmişten geliyor. Başarıları örtmeye değil, takdir etmeye muhtacız. Daha çok çalışmak, istikrarı korumak, destek olmak ve fikir üretmek zorundayız.



İBRAHİM ÖZTÜRK

Konu seva tarafından (11-28-2008 Saat 20:36 ) değiştirilmiştir..
seva isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla