|
Azl Eden Utansın
Eşkiya Ruhlu iki Kardeş
Saray'da rahat durmadı. Harput'a sürdüm. Arnavutluk durumunun bir aralık gösterdiği şekil sebebile bir kötülükte bulunmayacağına kefil olarak İstanbul'a getirdim. Yaverlik vermiştim ve kaymakamlığa (Yarbay) kadar çıkarmıştım. Gani Bey, eşkiya ruhlu bir adamdı. Kardeşi Esat Paşa da, daha temiz bir yaradılışda olmadığı gibi...
İtiraf ederim ki, ben Gani Bey'e fazla meydan vermiş olmakla uygun ve doğru bir harekette bulunmamışım... Yaşasaydı, elbette yine Harput, belki de daha uzaklara def ederdim.
Gani Beyin ölümü, ne siyasî bir olaydır, ne de bir intikam eseri. «Bursalı Hafız» adında ve kendi ayarında bir yaratıkla anlaşmışlar, öteye beriye gözdağı verip haraç alırlarmış. Bir vurgun parası yüzünden aralarında kavga çıkmış. Gani, Hafız'ı öldüreceği sırada, Hafız daha tetik davranıp Gani'yi öldürmüş. Olay bundan ibaret...
Kan davası geleneği yüzünden kardeşinin kanını gütmek zorunda olan ağabeysi Esat Paşa, Hafız'ı kovalayacak yerde, birkaç gün önce Büyükada'da Gani Bey'in saldırıya uğradığından ötürü öldürüldüğünü duyunca sevincini göstermekten başka bir kusuru ve hele cinayetle hiçbir ilişiği olmayan, Rıfat Paşa'nın oğlu Cavit Bey'i güpegündüz, köprü üstünde öldürttü. Gönderdiği katil de Hacı Mustafa adlı bir Arnavuttu.
(37) Padişahların tahtlarından indirilmelerine «hâl» denir Bir görevlinin işine son verilmesine, kovulmasına «Azl».
(38) Haydar Gani Toptanî, Abdülhamit devrinin sayılı kabadayılarından. Tüfekçilerden olup adam dövdürür, halkı yıldırırdı. Beyoğlu'nda öldürülüşü, dedikodu uyandırmıştı.
Azl Eden Utansın
Azl Eden Utansın
Rıfat Paşa'nın şahsile, ailesi fertlerini ikinci bir intikama hedef olmaktan korumak maksadile ve yine Rıfat Paşa'-nın ricası üzerine, Cavit Bey'in katiline verilmiş olan idam cezasını, süresiz küreğe çevirdim.
Ben, Esat Paşa'yı kötülükten uzaklaştırmak için, bir süre jandarma kumandanlıklarında kullanmıştım. Onu Millî Murakabe'ye kabul edenler, Gani Bey'in her surette kardeşi olan bu adama o kadar itibar ettiler ki, bir Halife'ye, ilâhi kaderin vermiş olduğu bir hükmü ulaştırmaya görevli ve içlerinde Rum, Ermeni, Yahudi cemaatlarımdan adamlar da bulunan heyet arasına girebildi ve bunların arasından, kendisine fenalık etmemiş ve birçok fenalıklarına tahammül göstermiş bir Halife'ye, bir Padişah'a edebsizce :— Seni Millet azl etti!...
demeğe imkân ve kudret buldu. Azl olunandan çok, azl eden utansın!
Selanik Göçü
Selanik Göçü
3.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi
Allah'nın rîza'sından sonra, Halk'ın riza'sı gelir. Halkın rızası yoksa, orada meşruiyyet yok demektir. Yeniden kurulan Mebusan Meclisi beni istemediğine göre, elbette saltanattan uzaklaşacaktım. Beni mahzun eden, saltanattan uzaklaşmak değil, reva görülen muameledir.
Esat Paşa'nın edeb dışı hitabından sonra, Arif Hikmet Paşa'ya döndüm : «Şeriata ve Mebusan Meclisi kararına boyun eğiyorum,» dedim. «Vicdanan müsterihim. Ancak 31 Martta patlak veren olaylarla uzaktan yakından hiçbir ilişiğim olmadı. Bunun iyice bilinmesini isterim. Milletim, sebeb olanları arayıp bulmalı, cezalandırmalıdır. Osmanlı ülkesine yapılmış büyük kötülüktür. Bunu mülküme reva görenlerden huzur-u rabbülâleminde de (Allah önünde) şikâyetçiyim! Yalnız bir ricam var : Biraderim Sultan Murad'ın da ikâmet ettiği Çırağan Sarayında son günlerimi çoluk çocuğumla geçirmek isterim. Bunu temin ediniz. Yarın sabah, bahçeden geçer, daireme yerleşirim.»
Arif Hikmet Paşa, eski yaverlerimdendi. Heyetin içinde en edebli görünen oydu. Benim hitabım üzerine, fark edilecek
kadar kızardı ve sonra : «Bu husus heyetimizin salahiyeti dışındadır. Arzuyu şahanenizi Meclise arz ederiz efendim» diyerek cevaplandırdı. Orada bulunan Başkâtip Ali Cevad Bey'e : «Takip ediniz ve neticeyi bana bildiriniz» diyerek konuşmayı bitirdim. Çıktılar.
Oğlum Abdürrahim Efendi, yanıbaşımda ağlıyordu. Harem cihetinden feryatlar yükselmekteydi. Saray avlusundan askerlerin, saray dışından da «Culûs»u ilân eden topların sesleri geliyordu. Garip bir şey, son derece rahattım. Üstümden bir dağ kalkmış gibiydi; hem de hayatım emniyette olmadığı halde... Amcam'ın basma gelenler aklımdaydı. Ab-destli olduğumu düşünmek, bana ayrı bir kuvvet verdi. Sükûnetle bekledim.
Zor Yerdeydim.
Zor Yerdeydim.
içeriye oğullarım, kızlarım, musahiplerim ve yakınlarım girip çıkıyordu. Her biri bir başka şey söylüyor, ağlıyor, üzülüyorlardı. Ben de beyhude olduğunu bildiğim halde, yine onları teselli etmeye çalışıyordum. Nihayet beklenen haber geldi : Başkâtip Ali Cevad Bey, Selânîk'de bir konağa yerleşeceğimi ve gitmek için hemen hazırlıklara girişmemi tebliğ ediyordu.
Zor bir yerdeydim. Bir başıma gitmeğe kalksam, çocuklarım buna fazı olmayacaklardı. Onları yanıma alsam, her hangi bir hadisenin gözleri önünde olmasını istemiyordum. Etrafımda çığrışan evlâtlarıma bakıp Ali Cevad Bey'e : «Her türlü şahsî teminatı veriyorum! Hiçbir şeyde gözüm yok. Milletimden son istediğim, şu birkaç zamanlık ömrümü çoluk çocuğumla Çırağan Sarayındaki dairede geçirmektir. Beni bu kadarcık isteğimden mahrum etmesinler... dedim.Başkâtibin üstüne bir lâubalilik çökmüştü. Bana cevap
verecek gibi oldu, yüzüne baktım, sustu ve çekildi. Bu hareketinden, kararın kesin olduğunu anlamıştım. Başkâtibim de mevkiini kaybetmemek için-, yeni iktidar sahiplerine şirin görünmeğe çalışıyordu. Nitekim az sonra tekrar geldi ve Selânik'e gitmek zorunda olduğumu, Ferik Hüsnü Paşa başkanlığında bir heyetin beni Saray'dan çıkarmak için beklediğini — bu sefer yüksek sesle — bildirdi. Bu davranışından belli ki heyet, kapının önündeydi. «Heyeti içeriye alınız» dedim.
Ehliyetleri Olsa Billahi Bayram Ederdim.
Ehliyetleri Olsa Billahi Bayram Ederdim.
Hakikaten başta Hüsnü Paşa olmak üzere kalabalıkça bir heyet odaya doldular. Arzumu tekrarladım. Hüsnü Paşa, son derece edebli bir dille kararın değişmesine imkân bulunmadığını, Meclis'in benim İstanbul'da kalmamı mahzurlu gördüğünü, ailemden dilediğim kimseleri yanıma alabileceğimi, gerek benim, gerek beraberimde götürdüklerimin hayatlarının, Ordunun namus kefaletinde olduğunu söyledikten sonra :
— Sultanım, —dedi— eğer sözlerime inanmıyorsanız, buyurun, tabancamı size vereyim, arabada ve bütün yol boyunca tam karşınızda oturacağım. En küçük bir emniyet-sizlik hissederseniz beni öldürün!
Kararı verenlerin, fikirlerini değiştirmeyeceklerini anlamıştım. Çünkü kendilerini İstanbul'da emniyette görmüyorlardı. Selanik üstünde direnmelerinin sebebi de buydu; orada çevreye hakimdiler. Kalmakta direnecek olsam, büsbütün kuşkulanacaklardı. Kendisini güvende hissetmeyen insan kadar tehlikeli bir şey olmadığını bilirim. Başka birşey söylemedim. «Peki» dedim ve üzerimiz'dekilerle çıktık, eşya almak için bekleyecek zamanları bile yoktu.Haricen, Selanik İttihatçıları ile Manastır İttihatçıları
birleşmişlerdi ama, İngilizler, Almanlarla birleşmemişlerdi Her an yeni bir patlama olabilir, ve patlamaya önayak olanlar, beni yeniden tahta çıkarmak hevesine düşebilirlerdi. Bu yüzden benim, İstanbul'dan uzak olmam gerekiyordu. Evet, bütün bunların hesabını yapabiliyorlardı ama, benim ne Almanların, ne İngilizlerin tahta çıkaracakları bir padişah olmayacağımı bilmiyorlardı! Allah hiçbir hükümdara, taç ve tahtını yabancı bir devlete borçlu olmak zilletini göstermesin!
Trende yolboyu, için için ağladım ama, kendime değilr vatanımın içine düştüğü karanlığa!.. Halbuki yerime gelenlerin, devleti götürmek için küçük bir ehliyetleri olduğuna inansam, vallahi ve billahi bayram ederdim!
Selanik'te İlk Günler
Selanik'te İlk Günler
4.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi
Selânik'de Alâtini köşkü, deniz görür, hoşça bir yerde kurulmuştur. İçinde geçirdiğim mihnet ve mahpusluk günlerini bir kenara koyabilsem, pek sevimli bir köşk diyeceğim. Fakat bu sevimli köşke bir gece karanlığında girdiğim zaman, yalnız bundan sonra geçecek hayatımın ne olacağını anlamakla kalmadım, beni buraya gönderenlerin pek perişan kimseler olduğunu hemen fark ettim. Korkuyorlardı. Her şeyden ve her şeyden korktukları için de benden korkuyorlardı. Yoksa bir padişah, tahtından indirilmiş de olsa, örtüsüz ot yataklarda yatmak için memleketin bir ucundan öbür ucuna gönderilmezdi. Ancak büyük bir korku, insanı bu kadar saygısız yapabilirdi!
Bize ilk gece yemek olarak Allah eksikliğini göstermesin bir kuru pilavla biraz yoğurt çıkardılar. Selanik
Valisi şahsım için bir tabla yemek göndermişti, geri çevirdim. Çatal kaşık, bardak olmadığı için çocuklar ve büyükler ellerile yiyebildiklerini yediler ve yattılar. Ben, eski püskü iki koltuğu birbirine yaklaştırarak uykuya çekildim. Kapılar üstümüzden kilitlendi. Yalnız benim odamda küçük bir mum yanıyordu. Mithat ve Mahmut Paşaları (39) Taife gönderdiğim zaman, oradaki ihtiyaçlarının neler olabileceğini düşünüp icabını yapmak için tehalük (heyecan) gösterdiğimi hazin, hazin hatırladım. Beni tahttan indiren Askerler de benim kanımı taşıyorlardı. Hiç vakitleri olsa, akılları başlarında olsa, padişahlarına acımasalar bile, masum çoluk çocuğa böyle davranırlar mıydı?..
Muhafızımız Fethi Bey Söz Anlar Bir Zabitti..
Muhafızımız Fethi Bey Söz Anlar Bir Zabitti..
Perde yoktu ama pencereler, pancurlar sımsıkı kapalıydı. Çocukların hava ve güneş görebilmeleri için pancurların aralanmasına ancak aylar sonra izin alabildik...
Bizi muhafazaya memur müfrezenin kumandanı Fethi Bey (Fethi Okyar) söz anlar, aklı başında bir subaydı. Benimle ve çocuklarımla münasebeti daima gereken nezaket içinde olmuştur. Zaman, zaman hepimizin ihtiyaçlarını soruyor, elinden gelenleri hemen yapıyor, gelmeyenleri de İstanbul'a yazıyordu. Fakat emrine verilmiş bazı subay ve erler vardı ki, bunların sebebsiz düşmanlıklarını anlamak mümkün değildi. Tehdidkâr (ürkütücü) tavırlarla bahçede gezinirler ve kapalı pancurlara gazap dolu bakışlarla bakarlardı.
Oğlum Abdürrahim Efendi, Kumandan Fethi Bey'in müsaadesile ara sıra bahçeye, çıkar, bu subaylarla ahbablık ederdi. İçlerinde çok iyileri olduğu gibi, bize düşman olanları da bulunduğu için, oğlumun ara sıra ağlayarak köşke döndüğünü görürdüm. Tahkik ederek öğrenirdim ki, ekmeğimle büyümüş, açtığım mekteplerde okumuş, memleketi batırmak isteyenlerin tesirinde kalarak bana düşman olmuş bu subaylar, bana sövüp sayabiliyorlardı... Ellerine fırsat geçse, va-, zifeleri bizi korumak olan bu subayların hepimizi öldürebileceklerini anladım.
(39) Taif'te boğularak öldürülen Sadrâzam Mithat Paşa ve Damad Mahmut Paşa.
Birden Bir Silâh Patladı..
Birden Bir Silâh Patladı..
Selânik'e gelişimizin üstünden bir yıl kadar geçmişti. Bir gün, balkonda ayakta duruyordum. Birden bir silâh patladı ve kurşun başımın üstündeki duvara çarpıp balkonun altındaki çakılların içine düştü. Baktım, bahçedeki taflanların arkasında bir subay vardı, saklanmıştı. Bağırdım :— Kimisin, çık dışarı!..
Önce taflanlar kımıldadı, sonra bir subay yavaş yavaş ayağa kalktı. Topçu Yüzbaşısı Salim adında biri imiş. Elin de hâlâ tabancası vardı." Bana tekrar ateş edebilirdi. Önce, balkondan çekilmeyi düşündüm, sonra işler bu raddeye gelmişse, kader-i ilâhiden kaçılamayacağını düşündüm. Subay da o sırada tabancasını mahfazasına koymuştu. Tekrar kendisine :— Ne istiyorsun?...diye sordum. Cevap vermedi. Ağır ağır bahçenin sonlarına doğru uzaklaştı. Uzaklaşırken bile yüzüme gazapla bakmaya devam ediyordu. Bu sırada silâh sesine öteki muhafızlar ve ailem yetişti. Köşkü feryatlar doldurdu. Musahibim Selim Ağa ile oğlum Abid ve Kahvecibaşım Ali Efendi o sıra bahçede geziniyorlarmış. Onlar da silâh sesi üzerine balkonun altına geldiler. Ali Efendi'ye :— Kurşun işte surda duruyor. Alıp bana getir!..
Dedim. Zavallı Ali Efendi o kadar korkmuş, ürkmüştü ki, hayatında ilk ve son defa emrimi yerine getiremedi. Her tarafı titriyordu. Sapsarı kesilmişti. Güçlükle duyulabilen bir sesle :
— Af ediniz bu naçiz (değersiz) kulunuzu sultanım, ya-pamıyacağım..
Demek kurşunu gösterdiğim yerden alırsa, kendisini öldüreceklerini sanıyordu. Can korkusunun ne demek olduğunu bilirim, kendisine kırılmadım!
Hemen Kumandanı Arattım.
Hemen Kumandanı Arattım.
O sıra, Muhafız Kumandanı Fethi Bey, gitmiş, onun yerine Kolağası Rasim Bey adında bir zabit gelmişti. Hemen Kumandanı arattım. Köşkte değildi. Haber verdiler, koştu geldi. Kendisine :
— Yüzbaşı Salim bizi vurmak istedi. Silâhile ateş etti. İşte kurşunun duvarda açtığı delik, işte kurşun düştüğü yerde duruyor. Bu ne iştir?.. Bana o kurşunu düştüğü yerden alıp getiriniz, hatıra olarak saklamak istiyorum.
- dedim. Rasim Bey, sert bir askerdi ama, terbiyeli idi. Benden özürler diledi. Salimi hemen uzaklaştıracağını ve Divan-ı Harbe vereceğini söyledi. Beni yatıştırıcı bazı sözlerden sonra, bahçeye indi, çakılların arasındaki kurşunu alıp cebine koydu ve bana getirmedi. Kendisinden bunu tekrar istediğim zaman, kurşunun bir delil olduğunu, bu sebeble teslim edemeyeceğini, bağışlanmasını istedi. Sustum, olay böylece kapanmış oldu..
Belki şahsî kusurumdur. Belki yiğit yaratılmamışım; fakat yalnız «öldürmek» kadar, «öldürülmekten» de korkarım! Ne bir cana dokunabilirim, ne canıma dokunulmasına razı olabilirim. Hayatta tek istediğim şey rahat döşeğimde ölmektir. Öyle olduğu halde, birçok defalar ölümle yüzyüze
geldim. Ermeni Komitacılar üstüme bomba ile saldırdıkları zaman, Caminin önü mahşere dönmüştü. Havada kol, bacak uçuyordu. Tuhaftır, korkmadım. Arabaya atlayıp atları sürerek Saray'a tek başıma gittim. O andaki bütün gailem, ölenler ve yaralananlardı. Yüzbaşı Salim'in kurşunu da bir arşın tepemde duvarı deldiği zaman, katiyyen korkmamış-tım, telaşa kapılmamıştım. Ama, yine söylüyorum, öldürülmekten her zaman nefret ettim ve korktum. Ama o saat çatıp gelince, hiçbir şey duymuyorum.
«Ölüm Vuslattır.»
«Ölüm Vuslattır.»
Bunları yazmaktan maksadım, hayatım ve ailemin hayatı, Meşrutiyet Devleti'nîn ve Ordu'nun kefaleti altında olduğu halde, öldürülmek tehditlerinden ve teşebbüslerinden uzak yaşamadığımı anlatmak içindir. Şahsî servetimi Ordu'ya bağışlamamı ısrarla istedikleri günlerde de aylarca, «çoluk çocuğumla birlikte öldürüleceğim» tehdidi altında yaşadım. Sinni kemale (olgunluk yaşına) ermiş bir insan için ölüm vuslat'dır (Allaha kavuşmak) fakat, nedense öldürülmek benim için hayat boyunca bir nefret ve korku kaynağı olmuştur. Beni baskı altında tutanlar, her halde bu hissimi keşf etmişlerdi.
Alâtini Köşkünde geçen hayatımın güzel tarafları da vardı. Çoluk çocuğumla başbaşa yaşamak, onların küçük dertlerine derman olmak veya olamadığım için üzülmek, güzel şeylerdi. Kızlarım mandolin çalarlar, şarkı söylerlerdi. Onlar şarkı söylerken denizi seyr etmek ve koyu bir çay içmek benim için saadetin ta kendisiydi. Yeterli âletim olmadığı için ince marangozluk yapamıyorum diye üzüldüğüm günler bile hafızamda güzelce kalmıştır. Olayların ehemmiyeti, buudlarım (boyutlarını) değiştirmişti. Hükümdar iken, Yemen İsyanını ehemmiyetli görürdüm; ülkemin sorumlulu-
ğundan uzaklaştıktan sonra mesela, Muhafız Kumandanımız Fethi Bey'in yerine başka bir kumandanın gelmesi benim için ve hepimiz için «ehemmiyetli» oluverirdi.
Bize okumak için kitap, gazete verilmezdi. Bu yüzden dünyada olup bitenlerden habersiz yaşıyordum. Benim gibi, bütün hükümranlık yıllarında istihbarata büyük ehemmiyet vermiş bir insanın, mahallesinde olup bitenlerden bile haberdar olamaması cidden çok sıkıntılı bir şeydir. Zamanla buna da alışır gibi oldum. Fakat oğlum veya musahibim bahçede gezerken subaylardan bir şey öğrenmiş ise, bu sözlerin hikmetini (gerçeğini) anlamak için tefsir üstüne tefsir (yorum) yapardım. İnsan kolay kolay alıştığı şeylerden uzak-laşamıyor...
İkindi ezanı okunuyor. Bugün de bu kadarla kalsın. Hatırıma gelen bazı şeylere, inşallah yarın devam ederim.
Padişahın Şahsi Serveti Alınıyor
Padişahın Şahsi Serveti Alınıyor
5.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı
Benden sonra Yıldız'ın (Sarayı) hazinesinden başka, eşyalarının da yağma edildiklerini işitmiştim. Buna Biraderim Padişahın nasıl göz yumabilmiş olduğunu hâlâ anlamıyorum. Çünkü bunlar Milletin malı idi, onları saklayıp gözetmek de — hükümet kadar— Padişahın da vazifesiydi. Her neyse.. Selânik'e geldiğim zaman, beraberimdeki birkaç parça mücevherle, İsviçre ve Berlin Bankalarındaki nukût (para), esham ve tahvilattan başka hiçbir servetim yoktu. İttihatçılar, bu sefer de bu paraya göz diktiler.
Bir sabah Muhafız Kumandam Fethi Bey'in beni görmek istediğini söylediler, «buyursun» dedim. Geldi. Evza-u etvarı (davranışı) hürmetkar, konuşması nazikti. İlk evvel hâl ve hatırımı sordu. Bir şeye ihtiyacım olup olmadığım öğrenmek istedi. Bu meyanda izhar ettiğim (açıkladığım) bir iki arzumu hemen yerine getireceğini vaad ettikten sonra, başını önüne eğerek bir müddet sustu. Bir şey söylemek istediğini, fakat nereden gireceğini düşündüğünü hemen anladım.
Sözü bu kerre memleketin durumuna, Ordu'nun ihtiyaçlarına, hazinenin memur aylıklarını bile veremeyecek hâle geldiğine getirdi. Hele Ordunun ihtiyaçlarını sayıp dökerken, bir Erkân-ı Harp (Kurmay) vukufu içinde dile getiriyordu. Sözünü şöyle bağladı :
— Ordu, yardımlarınıza muhtaçtır.Benim gibi mahlul (düşürülmüş) bir padişah Orduya nasıl yardım edebilirdi! Çoluk çocuğumla birlikte sürülmüş, bir köşke haps edilmiştik. Gazete okumaya bile hakkımız yoktu. Devletin verdiği 1000 lira ile yaşıyorduk. Bu, yaşamamız için bile yetmiyordu. Teaccüple (hayretle) sordum :Nasıl yardım?..Bankalardaki nukût ve tahvilatınızı Ordu'ya bağış
lamak suretile..
«Çoluk-Çocuğum Ne Olacaktı!»
«Çoluk-Çocuğum Ne Olacaktı!»
Beni tahttan indirdikleri, Selânik'e gönderdikleri, köşkün pancurlarını açmamıza bile izin vermedikleri zaman şa-şırmamıştım da, bankalardaki mevduat ve tahvilatımı benden istedikleri zaman hakikaten şaşırmıştıtaı. Çünkü bunlar, benim Şehzadeliğimde bile sahip olduğum servetin yarısı de-ğildi. İhtiyaç oldukça, şahsî servetimi severek devlet ve millet işlerinde kullanmış, bunu geri almayı hiçbir zaman düşünmemiştim. Şimdi, elimdeki son istinadgâhımı da (dayanağımı) almak istiyorlar ve beni amansız bırakmaya hazırlanıyorlardı. Kendimi düşünmekten çoktan el çekmiştim. Fa-
kat çoluk çocuğum ne olacaktı?.. Geniş bir aile babası idim. Onların hayatlarını düşünmek vazifemdi. Elimdeki kırpıntı kabilinden servet, onların geleceklerini emniyet altına almak şöyle dursun, günlük gailelerini bile bertaraf edemezdi. Bunları — hiddete kapılmadan — yavaş yavaş, Fethi Bey'e anlattım. Sonra dedim ki :— Biraderim Sultan Reşat Hazretleri benim hâlimi bilir.
Devletimden esirgenecek bir kuruşum bile yoktur. Bunların
hepsini Orduya versem, bir bölüğün bile ihtiyaçlarını ancak
karşılamış olurum. Devleti Osmaniye benim üç beş kuru
şumla ayakta kalamaz!
Fethi Bey, başını önüne eğmiş, beni dinliyordu. Hiçbir .şey söylemedi. Sonra kendisine sordum : — Bu, Biraderimin emri midir?...Ordu ye Hükümetin sizden ricasıdır efendim, dedi.Peki, çoluk çocuğum ne olacak?..Zatı Devletinizin ve evlâdü ayalinizin hayat ve maişet
leri, Devlet ve Ordunun kefaletleri altındadır.Cevap verirken, «Devlet»i, «Ordu»dan ayırdığına dikkat ettim. Ordu, devlet içinde devletmiş gibi konuşuyordu! Bundan çıkan manâ : Bugün İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin Devlet olduğu, Hükümet, Meclis-i Mebusanın sivil kuvvetini, ORDU'nun da askerî kuvvetini temsil ettiğiydi.. Demek «Hanedan» süsten ibaret kalmıştı. Dehşete gark oldum.. Bu, Osmanlı tarihinde ilk defa, «Gayr-i mesul» (sorumsuz) bir heyetin, Devlet'i toptan ele geçirdiğini gösteriyordu.
«Gayr-i Mes'ul Bir Heyet Devleti Toptan Ele Geçirm
«Gayr-i Mes'ul Bir Heyet Devleti Toptan Ele Geçirmişti.»
Sükûnetimi muhafaza ederek sordum : — Devlet adına kim, Ordu adına kim bana bu teminatı verecek?..
Fethi Bey, sözün nereye vardığını hemen fark etti. Telaşla toparlanarak :— Malum-u devletiniz, İstanbul'dan ayrılırken hayatını
zı Ordu tekeffül etmişti. Bu sebeble böyle konuştum. Elbet,
Devletin teminatı altında bulunacaksınız..Ben vahameti görmüştüm. Ortada Devlet yoktu. Böylece, benden sonra olup bitenleri de bu konuşmadan öğrenmiş oluyordum. Bütün dikkatimi toplayarak sordum :— Ordu adına kim, Devlet adına kim sizi bu hususu teb
liğe memur etti?..Fethi Bey'in iyice canı sıkılmıştı. Konuştukça bazı şeyleri ağzından kaçırmakta olduğunu fark etti. Kendisinden beklemediğim bir sertlik içinde kısaca cevap verdi :— Bunları açıklamaya mezun değilim. Vazifem size bir
tebliğde bulunmak ve fikrinizi öğrenmektir. Cevabınız ne
ise, bunları bağlı bulunduğum makama yazacağım!..Öğreneceklerimi zaten öğrenmiştim. Devlet kalmadıktan sonra, Devlet adına konuşanların isimlerini öğrenmenin hiçbir faidesi yoktu. Son derece mülayim davranarak konuştum :
Ha Kendi Evlatlarım, Ha Millet, Farkı Yoktur..
Ha Kendi Evlatlarım, Ha Millet, Farkı Yoktur..
— Evlâdım! Biz geldik, işte gidiyoruz. Dünya malında gözümüz kalmamıştır. Allah'a şükür, hiçbir zaman da olmuş değildir. Benim üç buçuk kuruşum, ha sulbümden (benden) hasıl olmuş evlatlarıma, ha ecdadımdan tevarüs ettiğim evlatlarıma kalmış, bunun hiçbir farkı yoktur. Benim evlatlarım da Devletin evlatlarıdır. Görüyorsunuz, evlenme çağına gelmiş yetişmiş kızlarım var. Okumak çağına erişmiş oğullarım var. Bunlar devletin kızları, oğullarıdır, iyi yetişmelerinden ben değil, devlet istifade edecektir.
Padişahlığım sırasında bunların durumunu düşünmüş, kızlarıma birer damat aramıştım. Sözlüdürler. Benim, Biraderim hazretlerinden ve Hükümet ye Ordudan talebim şudur ki, bu kızlarımın evvela buradan çıkmalarına, sonra da evlenmelerine izin versinler. Oğullarımın da tahsil ve terbiyeleri temin olunsun... Bundan ötesi kolaydır. Söylediklerimi lütfen bağlı bulunduğun makama yaz. Benim bu dileğimle alâkadar olsunlar ve tez vakitte bana sevindirici bir haber getir.. Fethi Bey tereddüt içinde sordu :Banka mevduat ve tahvilâtınızı Orduya teberru ettiğinizi yazabilir miyim?..O kolay şeydir. Önce bu ricalarımı lütfen yazınız.Çıkarken memnun değildi. Benden istediği cevabı alamamıştı. Ben ise hiç memnun değildim. Hem Devletimin içine düştüğü çukuru görüyor, hem çoluk çocuğumun nafakasına göz dikildiğini öğreniyordum.
Çocuklarımın İstikbalini Düşünüyorum.
Çocuklarımın İstikbalini Düşünüyorum.
Bir hakikattir ki, Selânik'e geldiğim ilk gündenberi, çocuklarımın ve bilhassa kızlarımın istikbali, beni baba olarak çok meşgul etmiştir. Kızlarım sözlü idiler. Abdürrahim Efendi, tahsil çağına gelmişti. Kızlarımı bir an önce evlendirmek, bu suretle benimle mahpus hayatı yaşamalarından kurtarmak istiyordum. Gerçi onlar, benimle beraber olmaktan memnun görünüyorlar, çektikleri acıları bana duyurmamaya çalışıyorlardı ama, ben nasıl bir sıkıntı içinde olduklarını yakinen biliyordum. Bu sebeble Fethi Bey'e söylediklerim bir hakikatin ifadesiydi.
Hükümetle veya Saray'la muhabere etmem mümkün değildi. Ancak muhafızım Fethi Bey vasıtasile 3. cü Ordu ile irtibat kurabiliyordum. Böylece bir mektup yazdım. Bu mektubumda, tahsil çağım geçirmekte olan Abdürrahim efendinin İstanbul'da bir mektebe yerleştirilmesini, kızlarımın, sözlüsü olan Ahmet Eyyup Paşazade Fuat, Sait Paşazade Fuat ve Ahmet Nami bey'lerin birer hafta ara ile Se-lanik'e gelmelerine izin verilmesini ve Muhafız Kumandanı Fethi Beyin dairesinde bir imam tarafından evlendirilerek köşkten ayrılmalarına müsaade edilmesini istedim.
Bu mektubumun karşılığını bekledim günlerden birinde Fethi Bey geldi:— Ferik Hadi Paşa Hazretlerinden bir telgraf aldım,
dedi. Hükümet, Yabancı bankalardaki nükût ve Eshaminizin (Hisse senetleri) Selânik'e celbine karar vermiş ve bu
vazifeyi Maliye Vekili Cevit Beye tevdi etmiştir. Bu hususta tanzim edilmiş bir Vekâletname var, imza buyurmanızı rica için tasdi, ettim!
Benden Korkacak Kadar Zayıftılar!»
Benden Korkacak Kadar Zayıftılar!»
Etvar-ı evzaı ile (Durumu, tutumu) yine nazik, fakat bu kere «asker» di. Rasta (sağlam) olmaktan çok, müte-hakkim görünüyordu. Vaziyetin nezaketini hemen kavradım. Elimdeki servet büyük değildi. Öyleyse, bunu ordu için kullanmaktan -çok, beni istinatgâhsız (dayanaksız) bırakmak istiyorlardı. Öyle ise, bu servetle bir işe teşebbüs edeceğimden korkuyorlardı. Yine öyle ise, iktidarı ellerinde tutanlar, benden korkacak kadar zayıftılar!Benim, Ordu'dan bazı ricalarım olmuştu Fethi Bey?...Hükümet ve Ordu, arzularınızı yerine getirmeğe ha
zırdır! Zatı Devletleriniz Vekaletnameyi imza buyurunuz,
gerisini bendeniz temin ederim!.İşi olup bittiye getirmek niyetindeydiler. Sükûnetle cevap verdim :— Sinni âhire (Son yıllara) vasıl olmuşum. Bu para be
nim için değildir. Söylediğim gibi çoluk çocuğumun sefalete
duçar olmaması içindir. Buna şahsen karar vermek hakkını
kendimde bulmuyorum. Görüşeyim, size haber veririm.
Çekilmesi gerekirken, tereddüt etti ve tekrar konuştu:
— Ne zaman cevap verebilirsiniz acaba?.. Çünkü Ordu
benden acele neticeyi bekliyor. Müsaade buyurursanız, tan
zim edilmiş vekaletnamenin suretini de takdim edeyim.Cebinden bir zarf çıkardı ve yemek masasının üstüne bıraktı. Ayakta söyleyeceklerimi bekliyordu:— Herhalde uzun sürmez!.
dedim. Askerce bir selam verip odadan çıktı.
«Getirdikleri Hürriyet - Müsavat - Adalet İşte Buy
«Getirdikleri Hürriyet - Müsavat - Adalet İşte Buydu!..»
Hemen Vekaletnameyi tetkik ettim. Bu Vekâletname Maliye Vekili Cavit Bey'e, gerek Doyçe Bank, gerek Kredi Li-yone ve varsa, diğer ecnebi bankalardaki bütün tıükût ve tevdiatıma, benim malik bulunduğum hukuku aynen devr ediyordu. Eşhas-ı bilâda (vatandaşlara) MEŞRUTİYET'in tanıdığı hakları acı acı gülümseyerek hatırladım. Bir de bana «Müstebit» diyorlardı. Ben bütün müddeti saltanatımda hiç bir kimsenin bir çöpüne bile dokunmayı aklımdan geçir-memiştim. Onlar, bir sabık Padişahın elindeki üç beş kuruşu almak için Hükümet kararı alıyorlar ve bunun adına Meşrutî idare diyorlardı! Getirdikleri HÜRRİYET, MÜSAVAT, ADALET buydu!
Vaziyet hem ciddi, hem vahîmdi. Tasarruf, DEVLET adına yapılıyor, Vazıülyedlik hakkı (El koyma) Ordu'ya bırakılıyordu. Böyle bir hareket, yalnız Tarih-i Osmanî içinde değil belki tarih-i âlem (Dünya tarihi) içinde dahi görülmemişti!
Bana baş vurmadan bu varlığın elde edilmesi için bankalar ve bankaların bağlı bulundukları devletler nezdinde bazı teşebbüslerde bulunmuş olacakları hatırıma geldi. Demek bu yoldan bir netice alınamayınca, vekâlet yolunu ihtiyar etmek gerekmişti.
Bu günler, hayatımın en elîm (acılı) günleriydi. Yalnız ben değil, evlad-u ayalim de (çoluk çocuğum) tazyik ediliyordu. Muhafız zabitler (subaylar, eğer istedikleri parayı Ordu emrine vermezsem, köşkün Osmanlı donanmasile topa tutulacağını, hepimizin yok olacağını söylemekten perva etmiyorlardı.
Gerçi Vekâletname, bu servetin bana teslim edilmesi üzre Cavit beye selâhiyet veriyordu. Fakat, benim gibi eli kolu bağlanmış, bir köşke hapsedilmiş kimsenin bu parayı muhafaza edebileceği, kimseyi inandırmazdı.
Çoluk-Çocuk Ağlaşıyorlardı.
Çoluk-Çocuk Ağlaşıyorlardı.
Bir aile divanı kurarak vaziyeti kendilerine izah ettim. Bu paranın bana değil, kendilerine ait olduğunu ve kararın da benim tarafımdan değil, kendileri tarafından verilmesi iktiza ettiğini anlattım. Çoluk - çocuk ağlaşıyorlardı. Hepimizi Öldürülmek korkusu sarmıştı. Öldürülmektense, istedikleri paranın verilmesinin daha münasip olacağını beyân ettiler. Hiç bir şey söylemeden odama çekildim.
Üstüme çullanılarak benden istenen servet, herkesin marufudur (bildiği) gerçi, fakat şahid-i âdil olan Tarih huzurunda tadat (saymak) edeyim; bunlar, Şehzadeliğim sırasında sahip olduğum servetin yarısının çok dûnundaydı (altında). Cülus bahşişini kesemden verdiğim gibi, devletin her müzayakasında (sıkıntısında) kesemden sarf ettim ve bunları geri almak aklımdan bile geçmedi. Bugün «Servet» diye sıkboğaz ettikleri şeyler de, yine Devleti Osmani'nin tealisi (ilerlemesi) için sarf edilmiş paraların, birtakım hisse senetlerinden ibaretti. Selanik Limanı'nın yapılması için hisse senetleri çıkarılmıştı, yardım maksadile bunlardan bir kısmını, şahsi servetimle satın almıştım.
Anadolu Şimendüfer yolunun ilerlemesi için sermayeye ihtiyaç vardı; bu maksatla da tahvilât çıkarılmıştı, bunlardan da mubayaa ederek memleketime hizmet ettim. Çoluk çocuğumun, Avrupa'da ikmali tahsil etmeleri maksadile Kredi Liyone bankasına elli bin lira yatırmıştım. Avrupa'ya gittiklerinde bu paradan istifade edeceklerdi.İşte bugün servet diye benden istenen buydu!.
Memleketimden esirgeyeceğim hiç bir şeyim yoktur. Severek bu son üç beş kuruşumu da verebilirdim. Fakat Hayatımız bile emniyet altında değildi. Bizi korumakla vazifeli olanlar, bizi ölümle, topa tutmakla tehdid ediyorlardı! Kendi hayatımdan geçtim, fakat çoluk-çocuğumun hayatı ne olacaktı?..
Teminatı, Millet Meclisi Vermeliydi...
Teminatı, Millet Meclisi Vermeliydi...
Saraydan ayrılırken, Ordu, benim ve benimle birlikte olanların hayatlarını şeref sözü ile garanti etmişlerdi. Fakat çok geçmeden bu garantiyi verenler, bizi topa tutacaklarını söyleyebildiklerine göre, teminâtın kifayetsiz olduğu anlaşılmıştı. Mademki Meşrutî bir idare vardı; bu teminâtın Meclis tarafından verilmesinden daha doğru ne olabilirdi?'Bu sebeble bazı şartlar tesbit ettim.Evvela, kızlarımın evlenmeleri ve oğullarımın tahsili temin olunacaktı, Saniyen, ikamet etmekte olduğum Alâtini köşkü namıma satın alınacak ve tamiratı lâzimesi yapılacaktı. Salisen, Evlâd-ü îyalimin refah ve maişetleri temin olunacaktı. Rabian, bendegânımın (yakınları) hürriyeti şah-siyeleri iade olunacaktı. (40) Hâmisen, Eyyamı mahdudemi (sayılı günlerimi) kimseye muhtaç olmadan geçireceğim bir meblâğ (para) tahsis olunacak ve hayat emniyetim kefalet altına alınacaktı.
Bunları Fethi beye bildirdim. Üstünden bâr-ı azîm (büyük ağırlık) kalkmışcasına ferahladı, bunların temin olunacağını söyledi. Kendisine, bu teminatın Meclis-i mebu-san tarafından verilmesini istediğimi de ilâve ettim ve kendisine bir arzuhal (dilekçe) uzattım. Bu : (Devlet ve Millet ve Mebusan ve Askere hitaben arz-ı halimdir) ibaresile başlayan bir dilekçe idi. Bu dilekçemin, Mebusan meclisinde okunmasını ve istediklerimin sarih olarak tekeffül edildiğinin bana yazı ile bildirilmesini istiyor, sonra da servetimi sön kuruşuna kadar Ordu'ya hediye etmeye hazır olduğumu anlatıyordu.
Fethi bey, dilekçeyi aldı gitti. Ben merakla neticeyi bekliyordum. Bir gün Fethi bey hemen beni görmek istediğini bildirdi. «Buyursun» dedim. Odaya girdiği zaman, yüzünün asık ve sararmış olduğu gözümden kaçmadı. Demek iyi haberler getirmiyor.
(40) Abdülhamid ile birlikte Selânik'e gitmiş olanlar da şahsî hürriyetlerini kullanamamakta, köşkten dışarı çıkamamakta, aile ve yakınları ile görüşememekteydiler. Bu yoldaki başvurma-larına da itibar edilmemekteydi.
Bir Hacâlet Belgesi
Bir Hacâlet Belgesi
— Mahmut Şevket Paşa Hazretlerinden bir şifre aldım. Takdim ediyorum.
dedi ve çözülmüş bir şifreyi bana uzattı. Hayretlere gark olarak okuduğum şifre aynen şudur; bundan, Rabbime şekvam (şikayetlerim) baki, tarih-i âdile tevdi ediyorum.Şifre :
Harbiye Dairesi 6011
Üçüncü Ordu Kumandanlığına
C. 24 Haziran sene 325.
(Sadeleştirilmiştir.)«Geçenlerde Hakan-ı Sabık'ın verdiği cevapta mevcut var-lığmı İkinci ve Üçüncü orduların noksanlarının ikmali için
verdiği ve Alâtini köşkünün namına Batın alınmasile ölümünde yine hükümete bırakılmasına razı olunmak için askerin şeref ve namusuna sığındığı bildiriliyordu. Şimdi, başka şartlar döşenerek kaytarılıyor; Hakanı müşarünileyhin hayatlarına Osmanlı Ordusu teminattır. Bu teminat varken, Büyük teşrii kuvvetlerden (Yaşama gücü) ibaret olan Ayan Meclisi ve Mebusan meclisinden teminat isteniyor ve kendi» lerinin bugün de Osmanlı ordusunun muhafazası altında bulundukları hatırlanmıyor.
Osmanlı Ordusu hayatlarına teminât iken başka garantiler istemesinin, Ordunun şeref ve namusuna dokunacağı _ve her yıl değişmekte olan Ayan ve Mebusan Başkanları tarafından bu yolda verilecek bir teahhüt yazısının, hakiki bir kıymet ve ehemmiyeti olmayacağı unutuluyor. Bu hâlin, ordu subaylarınca duyulması takdirinde yaratacağı kötü tesirlerin dereceleri iyice düşünülmelidir.»
Burası da böylece bilinmelidir ki kendilerinin vefatı halinde, Bankalar mevduatının hükümetçe elde edilmesi kendiliğinden doğacaktır. Bu telgrafın kendilerine ulaştırılmasile birlikte, Müşarünileyhe tekrar müracaat buyurunuz; Almanya'dan getirtilen banka memurları daha uzun bir zaman bekleyemeyeceklerinden, evvelce bildirildiği gibi, memurları huzuruna kabul ile kendilerine verilecek hesapna-meyi (bilanço) imza edip etmeyeceklerini kesin olarak öğreniniz; namuslu insanların öğütlerine kulak asmayarak şu felaketli hale düşmelerine sebep olan tereddütlü mizaçlarım bırakıp, erkekçe davranmalarım halisane arz eyleyiniz, Cevabınızı bekliyorum, efendim. 25. Haziran. Sene 325.
Hareket Ordusu Kumandanı
Birinci Ferik
Mahmut Şevket*
Demek Devlet Yoktu
Demek Devlet Yoktu
Bana: «Ya paranı, ya canını» deniyordu ve bu şifre telgrafın altında da Osmanlı Devletinin birinci Ferik mertebesine yükselttiği «Hareket Ordusu» kumandanının im/ası vardı: Mahmut Şevket Paşa!
Yıkılmıştım. Beni, öldürmekle tehdid ettikleri için değil, bir ordu kumandanının kendisini Meclisi mebusan ve Ayandan da üstün gördüğü ve bunu böyle görmeyenlere şaşacak kadar ileri 'gidebildiği için yıkılmıştım. Demek Devlet yoktu! Saray da, Hükümet de, Mebusan ve Ayan meclisleri de yoktu... Hatta ve hatta Ordu da yoktu!.. Sadece ikinci ve üçüncü ordular var ve bunların bağlı olduğu Hareket Ordusu vardı. Onun kumandanı bana: «Öldüğün zaman bu para nasılsa elimize geçecek, bizi buna zorlama, gönül rızanla ver de elimizi kana bulamayalım» diyor, diyebiliyordu!
Fethi beye baktım. Yüzü sapsarı, başını yere devirdi.
— Getir Vekâletnameyi, imzalayacağım!., dedim.Hiç bir boz sarf etmeden kâğıdı önüme koydu, imzaladım. Büküp cebine koyarken birden ayaklarıma kapandığını gördüm.
— Bu türlü hizmetleri yapacak tıynette insan olmadığıma inanınız Hakanım.
Ağlıyordu. Tutup ayağa kaldırdım. Sırtını sıvazladım. Gözlerinde yaşlarla çekilip gitti.
Allah bana bu günleri göstereceğine, keşke canımı alsaydı! Seccadeyi serdim, namaza durdum. Gözlerimden sel gibi yaş gidiyordu. Ta be sabah başımı secdeden kaldırmadım: «Yarabbi, sen devletimi eşkıyanın şerrinden koru!.. Yarabbi, senden başka mesnedimiz kalmamıştır!.. Yarabbi, bana başka felâket gösterme!.. Dini mübin-i islâmı küffar elinde kahrolmaktan yalnız sen kurtarabilirsin!..»Yazık ki Yüce Rabb'im duamı kabul etmedi, bana nice,
nice felaketleri daha seyrettirdi. «Ne günahım vardı acaba, ne günahımız vardı,» diye düşünüyorum!..
Servet, Orduya Teslim Ediliyor.
Servet, Orduya Teslim Ediliyor.
7.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı
Olup bitenlerin gerisini yazmaya hiç hevesim yok... Fakat madem başladım, anlatayım. Ertesi günü Fethi Bey beni ziyarete geldi, meğer ziyaretinin sebebi veda imiş... Anlaşılan imzamı almakla vazifesini yerine getirmişti ki, yerine Kolağası Rasim Celaleddin adında biri tayin edilmişti. Daha önce de söylemiştim, tıpkı çocuklarım gibi, benim gözümde de ehemmiyetli hadiseler mahiyetlerini değiştirmişlerdi. Muhafız Kumandanlarının birinin gitmesi, ötekinin gelmesi hepimizi birden ilgilendirdi. Acaba daha sert bir rejime mi tâbi tutulacaktık?.. Çünkü gelen kumandan, sert çehreli bir askerdi.
Fakat ben, bir şey istemeğe hakkımız olmadığım, verilenle yetinmeğe mecbur olduğumuzu anlamıştım. Onun için Fethi beyin gitmesi, Rasim beyin gelmesi mühim değildi. Taksiratımız ne ise, onu çekecektik. İşte bu yeni kumandan Rasim bey, bir gün odama geldi ve yarın, banka memurlarının, nükût esham ve tahvilâtları bana teslim edeceklerini haber -verdi. Demek bankalar, imzaladığım Vekâletnameyi muteber (geçerli) saymamışlar ve tevdiatımı bana teslim etmeyi şart koşmuşlardı. Bunun, benim için farklı bir tarafı yoktu. Bu işe beni sokmasalar, daha memnun olurdum. Çünkü bu gaileden ailem perişan olmuştu. Abdürrahim Efendi oğlum, sinir nöbetleri geçiriyordu. Üstelik sarılık olmuştu. Kızlarımın durmadan burnu kanıyordu. Refikam yatağa düşmuştu. Banka memurlarının gelmesi demek onların bir kere daha heyecanlanması demekti.
Banka Memurları:
Banka Memurları:
«Ekselansları İle Başbaşa Kalmalıyız,» Dediler.
O sabah; muhafız subayları sivil elbiseler giydiler. Bütün gece yatak odalarının önündeki bahçede dolaşıp durmuşlar, ağır sözler söylemişler, hepimizi tehdid etmişlerdi. Gözümüzü kırpmadan sabahı bulmuştuk. Sabah namazından sonra oğlum Abdürrahim Efendi'yi çağırdım. Yatıştırıcı bir sesle, kendisine aile servetimizi Ordu'ya hibe edeceğimizi, benden sonra ailenin en büyüğü olduğu için yanımda bulunmasını söyledim. Gözyaşları içinde bağışlanmasını istedi. Subayları görmekten korkar olmuştu. Bunun üzerine 5 yaşındaki Abid Efendi'yi yanıma aldım ve yemek salonunda banka memurlarını karşıladım.
Banka memurları ile birlikte Alman Konsolosu da gelmişti. Üçüncü Ordu Kumandanı Hadi Paşa ile Ali Riza Paşa ve muhafız kumandanı Kolağası Rasim bey, arkasında yürüyorlardı. Kendilerini birinci kat yemek salonunda karşıladım, içeriye Doyçe Bank mühürü ile mühürlü on dört çanta getirildi. Banka memurları birden dönüp paşalara:
— Ekselansları ile yalnız görüşmek mecburiyetindeyiz. Bu sebeble bizi başbaşa bırakmanızı rica ederiz, dediler.
Konsolos da aynı sözleri tekrarladı. Hadi ve Ali Riza paşalar birbirlerine baktılar, sonra ikisi birden Rasim beye döndü. Vazifelerinin o esnada hazır bulunmak olduğunu anlamıştım. Müdahele edecek oldum; Konsolos büyük bir saygı içinde, bunun bir usul meselesi olduğunu kafi bir dille anlattı. Paşalar çekildiler. Ben de bizi, merdiven başından seyr eden çocuklara elimle işaret ederek odalarına girmelerini sağladım.Kendisini, Doyçe Bankın 2. ci direktörü olarak tanıtan bir
memur, vekâletname icabı getirdikleri çantaları açacaklarını ve içindekileri birer birer sayıp teslim edeceklerini söyledi. Ancak, buna başlamadan önce, içinde bulunduğum şartlar sebebile, bu mevduatımı isteyip istemediğimi bana açıkça sordu ve şunu ilâve etti: «Rızanız yoksa, bize şifahen vereceğiniz emirleri harfiyen yerine getireceğiz.»
Hemen Çantalar Açıldı.
Hemen Çantalar Açıldı.
Serbest irademle mevduatımı bankalarından çektiğimi, kendisine cevaben bildirdim. Sonra yanımda oturan küçük oğluma dönüp sordum:— Öyle değil mi, Âbid efendi?Zavallı masum gözlerimin içine bakıyordu. Başımı salladım, o da salladı. Sonra memurlara dönüp şimdi «vazifenizi yapınız» dedim. Hemen çantalar açıldı, birer birer sayıldı, zabıtlar tutuldu. Bunları imzaladım. Büyük bir hürmet, ama tuhaf bir üzüntü içinde, çıkıp gittiler.
Sonradan, çocuklardan öğrendiğime göre, paşalar odadan çıkınca, bahçedeki subaylar paşaların etrafım sarmışlar, bizi nasıl yalnız bıraktıklarını yüksek sesle ve ayıplar dille sormuşlar, paşalar şaşırıp kalmış, banka memurları çıkınca, başta Hadi pasa, koşarak içeri girdi. Ben kendisine:
— İste bunlardır, lütfen kaldırsınlar!dedim. Subaylar, bir yağma heyecanı içinde çantaları bir anda ortadan kaldırdılar. Biz de böylece biraz ferahlıya-bildik. Kızlarım evlendiler, benimle Selânik'e gelenlerden bazıları İstanbul'a dönebildi, ben de huzur içinde şükran secdesine kapandım.
Doyçe Banktaki varlığımın kendi rızam ve muvafakatim ile münhasıran ikinci ve üçüncü orduya bağışladığımı bildirir el yazımla bir mektup istendi, yazdım. Onlar da bana, isteklerimin yerine getirileceğini bildiren mazbatalar imzaladılar. Ayrıca üçüncü ordu kumandanlığından da bir teşekkür mektubu aldım.
Bütün bunların hiç bir değer taşımadığım biliyordum, biliyorum. Fakat tarihtir, saklıyorum. Benim hesabım ruzî mahşerde görülecektir!
Hatıra Yazmak Yüzünden.
Hatıra Yazmak Yüzünden.
7.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı
Ben Saray'da yaşamaya ve pek dışarı çıkmamaya alışık olduğum için, köşkte fazla sıkılmıyordum. Fakat bizimle birlikte gelen musahipler, kâtipler, şehzadelerim sıkılıyorlar, köşkün bahçesine olsun çıkmayı nimet biliyorlardı. Kumandandan kendileri için müsaade istedim. Nezaret altında hava alabiliyorlar, güneş görüyorlardı. Yalnız bunların içinde Ali Muhsin bey adlı kâtibim, bahçeye çıkacağına, herkesin köşkten ayrıldığı saatte yanıma geliyor, eski günleri benimle konuşmaktan zevk alıyordu. Bir gün bana:
— Bu hatıralarınızı niçin yazmıyorsunuz, Sultanım? dedi.
33 yıllık saltanatımda öyle hadiseler geçmişti ki, bunların iç yüzünü yalnız ben biliyordum; veya benim çevremde bir kaç kişi.. Ben yazmaz, onlar söylemezlerse, tarih bu hakikatleri nereden öğrenecekti? Bir gün Ali Muhsin beye:
— Ben söyleyeyim, sen yaz...
dedim. Çok sevindi ve hemen kalemi kâğıdı alıp yanı başıma diz çöktü. Hatırıma gelenleri anlatıyor, o da kâğıda geçiriyordu. Artık, herkesin bahçeye çıktığı zaatleri hemen birlikte geçiriyorduk. Zaman zaman kendisine, muhafızların bu yazılardan kuşkulanacaklarını ve iyi saklamasını ten-
bih ediyordum. O da merak etmememi söylüyor ve yaslan bilmediğim bir yerde saklıyordu.
Ali Muhsin Bey, Hapis Ediliyor
Ali Muhsin Bey, Hapis Ediliyor
Derken Ramazan geldi. Yazılara ara verdik. Bir müddet Ali Muhsin beyi göremedim. Yanıma gelmiyordu. Merak edip soruşturdum, çocuklar ramazan itikâfına (41) girdiğini söylediler. Alt odaların birinde su ve ekmekle oruç tutuyor, dua ediyor, kimse ile görüşmüyormuş.. Müsterih oldum ve Ali Muhsin bey'i biraz daha takdir ettim.
Bir gün oğlum Abdürrahim efendi, Ali Muhsin beye acıdığından mı, yoksa boş bir sırasına gelip ağzından kaçtığından mı bilmiyorum, köşkün mahzeninde haps edildiğini söyleyiverdi. Şaşırdım. Kendi halinde bir kâtibin haps edilmek gibi nasıl bir suçu olabilirdi?.. Subaylardan birini çağırıp sordum, «Hastadır Hakan'ım dedi, doktor kendisini tedavi ediyor, mahzende değil, bizim aramızdadır, merak buyurmayın.»
Meğer öğretmişler de bana bu yolda malûmat vermiş!.. Ramazan ilerliyordu. Ali Muhsin bey hatırımdan çıkmıyordu. Sordukça, sağlığının düzeldiğini, yakında iyileşeceğini söylüyorlardı. Nihayet, dayanamadım. Rasim beyi çağırıp sordum. Önce, söylemek istemedi. Üsteledim. «Kendisine hatıralarınızı yazdırıyormuşsunuz... Bunu yapmak yasaktır. Maiyyetinize bu yasağı hatırlatmış olmamıza rağmen Ali Muhsin bey bunu dinlememiş ve hatıralarınızı yazıp karyolasının altında saklamış. Ele geçti. Durumu 3. ncü Orduya yazdım, cevap bekliyorum,» dedi.
(41) Kendilerini Allah'a adayan Müslümanlar. Ramazandan üç ay önce başlayarak üç aylık veya Ramazan boyu sürdürerek bir aylık itikâfa girerken, yâni o süre içinde kimse ile konuşmaz, su ve kuru ekmekle yaşarlar, yalnız Allah'a dua ederler.
«Demek Hatıraları Ben Yazsam, Mahzene Beni Kapatac
«Demek Hatıraları Ben Yazsam, Mahzene Beni Kapatacaklardı.»
Bu kerre şaşırmak sırası bana -geldi. Hatıralarımı yazmak suç ise, bunun, maiyyetime değil, bana söylenmesi gerekirdi. Bu hatıraları Ali Muhsin bey değil de ben kaleme almış olsaydım ve ele geçseydi, demek beni mahzene atacak ve haps edeceklerdi! Rasim Beye bunu söyledim. Özür diledi. Vazifesini yaptığı için bağışlanmasını istedi.
Ben Ali Muhsin beyin serbest bırakılmasını, aramıza dönmesini, üst makamlardan gelecek emirlere göre hareket edilmesini )Rica ettim. Söz verdi. «Serbest bırakacağım, fakat aranıza dönemez,» dedi. Razı oldum.
Çocukların bana haber verdiklerine göre, ertesi günü Ali Muhsin beyi serbest bırakmışlar, fakat köşke dönmesine izin vermemişler. Nereye götürüldüğünü, nerede yaşadığını bilmiyorum. Yalnız Doyçe Bankdaki varlığımı üçüncü ve ikinci ordulara teberru ettikten sonra kızlarımın ve maiyye-timdeki bazı kimselerin İstanbul'a dönmelerine izin verdikleri zaman, tirene binenler .arasında, zavallı Ali Muhsin bey de varmış!.. Tirende bile bizimkilerle görüşmesine müsaade etmemişler.
Anlıyorum ki, Ali Muhsin beye bazı teklifler yapılmış ve bu namuslu adam tekliflerini kabul etmediği için bizden uzaklaştırılmıştır. Yoksa böyle bir şey olmasa, niçin İstan-bula dönen musahiplerimle bile görüştürmesinler?..
Şimdi Beylerbeyi sarayında bu hatıralarımı musahibime yazdırırken acı acı düşünüyorum; acaba bu son yıllarımın sadık bendesi de bir gün benim hatıralarımı kaleme aldığı için yakalanacak ve haps edilecek mi?.. Kim bilir!.. Acaba beni bu kadar çenbere alanlar, hatıratımdan ürkenler, her şeyi diledikleri gibi değiştirebileceklerine inanıyorlar mı?.. Sultan Hamit, otuz üç yıl, dünyanın gözü önünde yaşadı. Ne yaptıysa, ne ettiyse, herkes gördü, herkes kendisine göre değerlendirdi. Ben, yanlış anlaşılacağım için bunları yazmıyorum; tarihe kolaylık olsun diye yazıyorum. Ne ben, ne onlar tarihi değiştiremeyiz. Tarih hükmünü verecektir. Fakat onların bu korkulan, kendilerini daha bugünden ele vermiş oluyor.Rabbim insanları, kendi vicdanlarile cezalandırmasın!.. Bu, cezaların en büyüğüdür!
ilâve :AIi Muhsin beyi benim hâtıralarımı yazdı diye hapsettiren kumandan, hâlâ benim muhafızımdır. Selanik'ten isteyerek yanımda getirdim. Bana hürmetkar, fakat hizmet ettiklerine sa-dıktır! Zamanı saltanatımda tanımış olsaydım, ben de kendisini zindancı yapmakta tereddüt etmezdim. Bu işini zevk duyarak yapıyor! Bir gün bu hatıratı ele geçirirse, bu satırlarımdan acaba memnun mu yoksa mahzun mu olacaktır?
Sultan Reşat Selanik'e Geliyor.
Sultan Reşat Selanik'e Geliyor.
8.Nisan.l333 (1917) Beylerbeyi Sarayı
Bir gün odama Rasim bey girdi ve mûtadın hilâfına bana bir kaç gazete getirdi. Ne kadar şaştığımı söylemeğe lüzum görmüyorum. Çünkü buraya geldiğim gündenberi de-faatla (bir çok defa) gazete verilmesini her iki muhafız kumandanından da rica etmiştim. Her ikisi de birer bahane bulup vermemekte İsrar ettiler. Hatta Rasim bey benim İsrarım üzerine : «Âl'i penahım, beni mazur görünüz! Bu günlerde çıkan gazeteler o mertebe aleyhinizde yazıyorlar ki, bunlara ben dahi tahammül edemiyorum. Kerem ediniz, sizi müteessir görmeğe gönlüm razı olamaz!» gibi sözlerle, güya beni vikaye (korumak) ediyormuş gibi davranarak maa-zeret dermeyân (ileri sürmek) etti, ben kendisine gülerek:
— Aman Rasim bey, ben zamanı saltanatımda bile nice yazılar okudum ki, şenî küfürler dolu idi, yine de aldırmadım. Eğer mahzâ (sadece) maazeteriniz buysa, hiç mühim değil, beni, memleketimin ahvalinden mahrum etmeyin!»dedim.Fakat bütün bu konuşmalar hiç bir şeyi değiştirmemişti. Şimdi Rasim Bey'in yanıma gazetelerle geldiğini görünce, mühim Vak'alar olduğunu anladım. Bana gazeteleri verdikten sonra, Zatı Şahane'nin (Padişah) bir seyahate çıkacaklarını, Rumeliye müteveccih olan bu seyahat sırasında Selânik'e de uğrayacaklarını söyledikten sonra, şahsi merakı imiş gibi göstererek, bunu nasıl karşıladığımı sordu. Çok münasip karşıladım. Bu seyahatin memleket için hayırlı olacağını umduğumu da söyledim. Gitti.
Seyahat Günü Geldi Çattı
Seyahat Günü Geldi Çattı
Aradan bir kaç gün geçtikten sonra, Tahsin Paşa gel'dî. Bu Tahsin Paşa, alaydan yetişmedir. Arnavuttur. Kaypak bir yaradılışı vardı. Bu yüzden kendisini Halep'e sürmüştüm. Bana kırgındır. Benim de kendisine muhabbetim olmadığını saklayamam. Biraderim Hazretlerini kıskanacağımı sandığı için midir nedir, seyahati pek şatafatlı bir dille anlattı. Ben de kendisine, Biraderim Hazretlerinin muvaffakiyetlerini kendi muvaffakiyetim kadar arzuladığımı söyleyerek, hayırlı olmasını diledim. O da -geldiği gibi- şatafatlı tavırlarla çıktı, gitti.
Beni neye hazırlamak istediklerini pek kavrayamadım. Biraderim, ülkenin hükümdarı idi, kendi ülkesinde bir seyahate çıkıyordu. Selânik'e de uğrayacaktı. Memleketimde olup bitenlerin hiç birinden bir haber sızdırmadıkları halde, bu haberi türlü vesilelerle ve türlü yollarla bana duyurmak
istemelerini neye bağlayabilirdim? Ülkede maazallah bir muharebe olmuş olsa, Padişah elbette geziye çıkmazdı. Olsa olsa, bir huzursuzluğu bastırmak için olabilirdi. Rumeli üzerinde bir seyahat olduğuna göre, acaba yeni hoşnutsuzluklar mı belirmişti?.. Bu mevzuda hiç bir hükme var amadan seyahat günü geldi çattı.
Şehir ve liman donandı, bizim köşk de donandı. Bir sabah, Biraderim Zat-ı Şahane'yi getiren donanmanın limana girmek üzere olduğunu haber verdiler. Dürbünle seyretmeğe başladım. Muhafız subayları da donanmayı görebilmek için, balkona çıkmalarına izin vermemi rica ettiler. Memnuniyetle kabul ettim. Hep birlikte gözlemeğe başladık. Hakikaten güzel bir şenlikti. Donanma top atışlarile şehri selamlıyor, şehir top atışlarile donanmaya cevap veriyordu. Nihayet şehrin biraz açığında demirlediler.
Halit Ziya Bey Geliyor.
Halit Ziya Bey Geliyor.
Subaylar, görevleri başına döndü, ben oğlum Âbit efendi ile hâlâ balkondaydım. Ne kadar zaman geçti bilemiyorum, Nuri ağa, Padişah-ı Âlempenah'ın şehre çıkmadan önce, Başkâtibi Halit Ziya Bey'le (42) selâmı şahanelerini bana iblağ» etmek istediğini ve 'kabul etmek isteyip istemediğimi sordu. Hadi Paşa hazretlerile birlikte muhafızlar bölümünde emirlerimi bekliyormuş!
Hiç, bir Padişahın elçisi kabul olunmaz mı?.. «O nasıl söz» diye Nuri Ağa'ya çıkıştım. Zavallı boynunu büküp «emirlerin bu yolda olduğunu» söylemekle iktifa etti. Biraderim hazretlerinin bu nezaketine, Allahülâzim (Allahın büyüklüğü) minnettar kaldım. «Şeref bahşederler, buyursunlar» dedim...Nuri Ağa çıktı, ben de arkasından dış kapının önündeki
(42) Halit Ziya Uşaklıgil.
mermer merdivenlerin başına kadar yürüdüm. Çünkü gelen, her ne kadar Saray Başkâtibi ise de gönderen Devlet-i aliy-yenin padişahı idi; Bizzat teşrif ediyor demekti.
Muhafız Kumandanlığı dairesinden; önde Halit Ziya bey, arkasında Hadi Paşa ve Kumandan Rasim bey çıktılar. Merdiven başında beni bekler görünce, üçünün da şaşırdıkları belli oldu: Başkâtip, hemen saray usulü resmi tazimini yaptı. Paşa ve Kumandan askerce selamladılar, içeri aldım. Başkâtibi sağ başıma oturttum, diğerlerine de oturmalarını işaret ettim. Başkâtip Halit Ziya bey, Biraderimin selâmı şahanesini iblağ ederek söze başladı. Zat-ı şahane'nin hatırımı sorduğunu, bu seyahatin Arnavut kulları arasındaki nifakı bastırmak ve Rumeli ahâlisini yakından görmek için ihtiyar ettiğini söyledikten sonra, benim fikrimi almak istediğini de sözlerine ekledi.
Ben de «taraf-ı şahanemden getirilen selamlara iltifatlara hususi suretde teşekkür ettim. Zat-ı Hazret-i Padişahi'ye ihtiramat-ı fâikamın (üstün saygılarımın) ve samimi şükranlarımın arz edilmesini kendisinden rica ettim. Sonra kısaca Rumeli'nin siyasi halini anlattıktan sonra, bugünlerde yapılan seyahatin son derece faydalı olacağına kani bulunduğumu ve muvaffakiyetlerine duacı olduğumla sözlerimi bağladım.
Seyahat Günü Geldi Çattı
«Taraf-ı Şahaneye Arz Edersiniz,» Dedim.
Başkâtip, Zat-ı Hazret-i Padişahî'nin her hangi bir arzum olup olmadığını öğrenmek istediğini söyledi. Elbette söylenecek pek çok şey vardı. Ancak böyle bir fırsattan yararlanarak bunları saymayı doğru bulmadığım için, şükranlarımı teyit (pekiştirmek) ettim ve oğlum Âbit efendinin tahsiline başlayabilmesi için İstanbul'da kendisine münasip bir mahal gösterilmesini, mesela bu iş için Maslak köşkünün hatırımdan geçtiğini söyledim.
Üzerimde son derece iyi tesirler bırakan Başkâtip Halit Ziya bey, Maslak köşkünün boş olduğunu, tahsisi mümkün olabileceğini söylemez mi?.. Bana acaba kendi re'yinin Biraderim Hazretlerinin tensibinden üstün olduğunu mu anlatmak istiyordu?.. Mahluğ (düşürülmüş) bir padişah da olsam, Biraderim hazretleri bu derece söz sahibi olmaktan çıkmış da olsa, bunu Âl-i Osman mensubu olarak kabul edemem! Ben başkâtipten bir talepte bulunmadım. Kendisinden bir ihsan da kabul edecek değilim! Bu yüzden kısaca: «Taraf-ı Şahaneye arz edersiniz» dedim. Halit Ziya beyin yüzü kızardı. Ne demek istediğimi anlamıştı. Fakat Hadi Paşa ve Ra-sim bey son derece rahattılar...
Abit efendiye ait içinde bir kaç parça mücevher ve as-ham bulunan çantanın (43) bulunması yolundaki maruzatımı da bitirdikten sonra, yine geldikleri gibi, kapıya kadar teşyiğ (uğurlamak) ederek birbirimizden ayrıldık.
Gerek bana verilen öç beş gazeteden ve gerekse Rasim Bey'in, Tahsin Paşa'nın, Başkâtip Bey'in kırık dökük bilgilerinden, ülkemi fena akibetlerin beklediğini anlamakta güçlük çekmedim. Bana, dua etmekten gayri yapacak iş kalmıyordu. Ben de onu yapmakla iktifa ettim.
|