|
Laiklik (4): Türkiye’de Laiklik
Türkiye'de laikliğin sistemin temel niteliği haline gelmesi, Fransa ve ABD örneklerinde olduğu gibi asırlara yayılan toplumsal tecrübelerin değil, sosyolojik anlamda çok küçük bir zaman dilimine sığdırılan devrimlerin neticesinde gerçekleşti. Bu farklı oluşum süreci nedeniyle, Türk laikliğinde herhangi bir Batı ülkesinde söz konusu olmayacak kimi öğelere sıklıkla rastlamak mümkün olsa da, genel anlamda Fransa'yı andıran bir yapının hakim olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Türkiye'deki laiklik anlayışının Fransız laikliğine yakınlığının nedeni, söz konusu devrimlere kapı açan ve sahip çıkan zihniyetin düşünsel anlamda Fransa'dan besleniyor olmasıydı. Bir toplumda nesiller boyunca yaşanan tecrübeler sonucunda varılan kimi subjektif doğruları bir başka topluma endoktrine etmek suretiyle aradaki asırların baypaslanabileceğini ummanın sosyolojik anlamda ciddi bir cehaletin göstergesi olduğu söylenebilir. Ancak gücü elinde bulunduranın sözünün geçtiği siyasal gelenek devrim sonrasında da yerli yerinde durduğu için, devrimin doğrularının yaşaması için gerekli olan zihniyet dönüşümü, (her devrim sonrasında olduğu gibi) devlet okullarında yapılacak olan kitlesel endoktrinasyona emanet edildi.
Laikliği kültürel bir devrimin 'mukayeseli resimleri' eşliğinde öğrenen yeni nesil, dünyanın her yerinde yaşanan her devrim sonrasında olduğu gibi, devrilenle ilgili olan herşeyin 'geçmişe ait' (ve dolayısıyla tehlikeli), mevcut düzenlemelerin ise geleceğe yönelik ve değerli olduğuna inanacak şekilde devşirildi. Çarşaf, şalvar, fes, arşın, okka ve hicri takvim gibi tehlikeli öğelere karşı, tayyör, pantolon, şapka, metre, gram ve miladi takvim gibi objektif değerlere sahip çıkan bu nesil, bu yeni kültürü yaşadığı ve yaşattığı ölçüde, gerisinde kaldığı Batı medeniyetinin seviyesine erişeceğine (ve dolayısıyla medeniyetin nitelikten ziyade seviye bazında değerlendirilmesi gereken bir kavram olduğuna) can-ı gönülden inandı. Bu uğurda karşılaşabileceği en büyük tehlike de, geçmişin yeniden hortlaması, ülkeyi geri bırakan değerlerin din kisvesi altında yeniden su yüzüne çıkmasıydı. Bu nedenle, Cumhuriyet'in okullarında yetişen yeni nesle, laikliğin bu tehlikelere karşı ülkenin bekası adına elden bırakılmaması gereken bir kalkan olduğu belletildi.
Böylesi bir kitlesel endoktrinasyonun başarılı olabilmesi için, yeni neslin, tamamen farklı değer yargılarına sahip kılınması kaçınılmazdı. Bu durum, genç zihinlere kullanıma hazır bir şekilde enjekte edilecek olan devrim değerlerinin kıymetlerinin kendilerinden menkul olmasını gerektiriyordu. Söz konusu kavramlara dair herhangi bir kültürel mirasa sahip olmayan yeni neslin, özgür düşünebilme adına bir öngereklilik olan soyutlama, analoji yapabilme gibi özelliklere sahip olma imkanı böylelikle baştan elinden alınmış oluyordu.
Bu üretim tezgahının ortaya çıkardığı empati yoksunu insan tipi, kendisine ezberletilen iyiler ve kötüler ekseninde (slogan bazında) düşündüğünden, her konuda haklı olmakta da bir mahzur görmedi. Çarpık eğitim sisteminin düşünce özürlü çocuğu, imajlardan oluşan sığ ve dar dünyasında çağdaş olma adına kendince çok önemli bir savaş verirken, ikinci bir dünya savaşının ardından çoktan değişmiş olan dünyayı ne derece vahim bir boyutta ıskaladığının farkında bile değildi.
Bireysel Haklar
Devletçi ve kollektivist toplumlarda, iktidarı süresince gerekli gördüğü adımları atmaktan çekinmeyen, yeri geldiğinde kendi hatalarını görüp politika değiştiren, yeri geldiğinde de belli fırsatları kaçırmamak için beklenenden çok daha farklı uygulamalara giden pragmatik ve zeki bir lider öldüğünde, yerine geçen kişinin mevcut icraatları kendi kafasına göre devam ettirebilecek zihinsel kapasiteye ve politik güce sahip olması son derece önemlidir. Zira, politik ortam, iki kişinin iktidarı süresi zarfınca aynı politikalarla hareket edilmesine çoğu zaman müsait olmaz. Böyle bir durumda, iktidarı devralan kişinin kendi devrinin adamı olması, hem kendi iktidarının sağlığı, hem de ülkenin istikrarı adına şarttır.
Türkiye 1938 yılında böyle bir durumla karşılaştığında ihtiyacı olanın tam tersini yaşadı. Çünkü kişisel prensipleri kanun hükmünde olan her güçlü liderin ölümünün ardından yaşanan tecrübe, 1938 yılının ardından Türkiye için de söz konusu oldu. Ancak yeni lider, resmi ideolojiyi sırtlayacak çapta bir insan olmaktan çok uzak olduğu için, onu devraldığı şekliyle kutsallaştırdı ve bu da, hal-i hazırda zaten son derece sert olan bu yapının hepten aşırı bir uca taşınmasına neden oldu. Böylelikle Türkiye'nin düşünce dünyası 1938 yılına (ve o yılda hakim olan anlayışa) hapsedilmiş oldu.
Mussolini'nin Faşist İtalyası, Hitler'in Nazi Almanya'sı, Stalin'in komünist Sovyetler Birliği hatırlanacak olursa, 20 ve 30'lu yılların devletçi ve kollektivist dünyası daha doğru bir şekilde tasavvur edilebilir.
İkinci bir dünya savaşının ardından değişmeye devam eden dünyada, insanlar bireysel hak ve özgürlüklerini tekrar talep etmeye başladıklarında, artık sosyal ve ekonomik anlamda fazlasıyla kapalı bir topluma dönüşmüş olan Türkiye, bütün bu gelişmelerin dışında kaldı. Yurtdışına seyahat edemeyen, döviz bulundurması yasak olan, yabancı sigaraları kaçakçılardan satın almak durumunda olan Türk vatandaşı, dünyadan kopuk bir şekilde yaşadığı bu yılları, Anıtkabir'de İstiklal Marşı ve uygun adım marşlarla açılıp kapanan tek kanallı devlet televizyonunun müsaade ettiği ölçüde takip etti.
Türkçe ezanın sona ermesi istisna edilecek olursa, resmi ideoloji ilk ciddi darbelerini 1983 yılından itibaren Türkiye'nin (ilke edinilen) devletçilik zincirini kırarak tekrar dünyaya açılmaya başlamasıyla yedi. Çok seslilikten söz etmek için henüz çok erken olsa da, en azından 'resmi olmayan' seslerin de duyulmaya başlaması, (sancılı da olsa) yavaş yavaş kazanılan ekonomik özgürlüklerin sosyal açılımlarını da müjdeliyordu.
Resmi ideoloji, ikinci ciddi darbesini ise, 2000'li yılların başında yedi. Yıllardır ihlal edilen kimi bireysel hakların, Avrupa Birliği'ne uyum süreci kapsamında devrim niteliğinde kanunların meclisten geçirilmesiyle en azından kağıt üzerinde tanınmış olması, Türkiye'yi, herkesin fikirlerini özgürce ifade edebileceği bir ülke konumuna bir parça daha yaklaştırıyordu.
Türkiye'de Batılılaşmayı en çok diline dolayan resmi ideoloji yanlılarının, Avrupa Birliği'nin taleplerini yıllarca halktan gizlemiş olmaları, militanca ve militaristçe destekledikleri laiklik ilkesine olan inançlarının bireysel haklar için söz konusu olmadığı şeklinde de yorumlanabilir. Düşüncenin önündeki engellerin kaldırılması, özürlülere, kadınlara, Kürtlere yapılan ayrımcılıklara son verilmesi, zorunlu askerliğin kaldırılması, işkenceye bir son verilmesi ve (aman Türk halkı duymasın!) hayatın her alanında, başını nereye çevirse insanların karşısına çıkan ve Avrupalılara George Orwell'in 1984 adlı romanını hatırlatan görüntülerden vazgeçilmesi gibi talepler yıllarca halktan gizlendi. Bir kısmı da hala gizleniyor.
Laiklik, böyle bir ortamda, Türk siyasi hayatının son derece hayati bir noktasında belirleyiciliğini korumaya devam ediyor. Bu durumun en büyük nedeni, resmi ideolojinin fazlasıyla tesiri altında olan kesimler için laikliğin (ve tabii ki kendi kafalarındaki laikliğin) en büyük siyasal önceliğe sahip olmasında yatıyor.
Laikliğe rejimin tehlikede olmasına vurguda bulunularak sahip çıkıldığı ve bu çerçevede bireysel hakları hiçe sayan taleplerde bulunulduğu dikkate alınacak olursa, Türkiye'de hakim olan (ve cumhuriyet olarak nitelendirilemesi siyaset bilimi açısından mümkün olmayan) politik sisteme 'laik cumhuriyet' adına sahip çıkmak isteyenlerin 'Türkiye laik kalsın da, özgürlük varsın olmasın' şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım içerisine girdikleri söylenebilir.
Türkiye'de Laikliğin Gündeme Geldiği Konular
Yapılan anket sonuçlarına göre, Türkiye'de laikliğin tehlikede olduğunu düşünenlerin oranı sadece %2,5. Bu marjinal sayılabilecek orana rağmen laikliğin en çok karşımıza çıkan gündem maddelerinden biri olması, resmi ideolojiyi koruma görevini üstlenen ordunun belirleyici gücünden ileri geliyor.
Laikliğin gündeme geldiği konulara ve bu konuların halkın farklı kesimlerince ele alınış şekillerine bakıldığında, düşünce geleneğiyle değil, kültür devrimiyle gelen (ve militarist bir anlayışla korunan) Türk laikliğinin nev-i şahsına münhasır nitelikleri iyice belirginleşiyor.
Laikliğin (özellikle 80'lerden sonra) en çok gündeme geldiği konu, üniversite eğitimi almak isteyen başörtülü öğrencilerin engellenmesi oldu. (Yine aynı anket sonuçlarına göre, türbanı sorun olarak görenlerin oranı %1,7.)
Başörtüsü, Fransa'da dini sembol olduğu gerekçesiyle ilk ve orta dereceli okullarda, haç ve kipa ile birlikte yasaklandı. Türkiye'deki laik kesim ise, başörtüsünün 'dini' değil, siyasi bir sembol olduğu gerekçesiyle her türlü kamu kuruluşunda yasaklanmasını talep ediyor. Bununla birlikte (sakal haricinde) diğer dini ya da siyasi sembollere bir yasaklama getirilmesinin düşünülmemiş olması, konunun sembollerden ziyade kültür devriminin devirdiği değerlerle ilgili olması ihtimalini kuvvetlendiriyor. Başörtüsü yasağını savunmak üzere dile getirilen kimi argümanların 'Cumhuriyet kazanımları' ve 'Atatürk devrimleri' nazara verilerek ifade edilmesi, bu yönüyle daha dürüstçe bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir.
Bu açıdan, başörtüsü karşıtlarının, 'Atatürk, Türk gençlerinin böyle giyinmesini istemezdi' şeklindeki argümanları, her ne kadar ülkenin sağ partileri tarafından göz ardı edilse de, yüzlerce tarihi vak'a ile sabit olan bir gerçeğin ifadesidir. Evet, Atatürk, Türkiye'de muhafazakar bir partinin güçlenmesini de, Batılı bir görünüm kazanmasını istediği Türkiye'nin sokaklarında başörtülü insanların sayısının giderek artmasını da, üniversite mezunu kızların önemli bir yüzdesinin başörtülü olmasını da istemezdi. Önderlik ettiği kültür devrimiyle de – her Türk vatandaşına ilkokul birinci sınıftan itibaren öğretildiği gibi – halkın kimi kıyafetleri giymesini yasaklarken, kimi diğerlerini giymelerini kanunla teşvik etmişti.
Kemalist kesim, Türkiye'de uygulanan laikliğin niteliğini gayet iyi bilse de, halkın genelinin zihin dünyasında bu konunun netlik kazanmış olduğunu maalesef söylemek pek mümkün değil. Hürriyet gazetesi yazarı Tufan Türenç'in, DYP'li kadınlarla yaptığı bir söyleşinin ardından bir başörtülü bayanla arasında geçen diyalogu aktardığı 'Türbanlı yaşam karanlıkla aydınlığın sınırıdır' başlıklı yazısındaki ifadeleri, bu duruma bir örnek olabilir:
DYP'li kadınlarla yaptığımız söyleşiden sonra bazı soru sormak isteyenler çevremi sardı.
Aralarından biri türbanlıydı. Ötekileri bastırıp sorusunu yöneltti:
"Ben türbanlıyım ama Atatürk'ü çok seviyorum. Ona bağlıyım ve ben Atatürkçüyüm. Sakın türban takıyorum diye Atatürk karşıtı olduğumu sanmayın. Türbanlı bir insan Atatürk'ü sevemez mi?"
Anadolu insanının dürüstlüğü ve içtenliğiyle soruyordu.
Kendisine şu yanıtı verdim:
"Sever... Sizin de Atatürk'ü sevdiğinize inanıyorum. Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki şu tesettürlü haliniz Atatürk'ü hiç mutlu etmezdi. O, Türk kadınının uygar ülkelerin kadınları gibi giyinmesini, onlar gibi çağdaş yaşam sürdürmesini isterdi. Ömrü boyunca da bunun için uğraştı."
Bütün bunlarla amaçlanan, yine Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok ders kitabında ifade edildiği gibi, Türk insanının Batılıların nazarındaki imajının değişmesi, bize baktıklarında 'Onlar da artık bizim gibi' demelerinin sağlanması ve Batılılaşan Türk halkının Avrupayla entegre olmasıydı. Bu tavrı Gülay Göktürk, şu cümlelerle ifade ediyor:
Yıllardır Avrupa Birliği'ne girmek için yapılan bütün tanıtım çalışmalarında verilmeye çalışılan temel mesaj "Yok aslında birbirimizden farkımız" mesajıydı zira. Türk kadınının "Avrupalıdan daha Avrupalı" olduğunu ispatlamak için, öğrenimleri, yabancı dile hakimiyetleri, giyim kuşamları, hal ve tavırlarıyla Avrupalı hemcinslerinde hayranlık uyandırmayı başaracak az Türk kadını heyeti taşımadık Avrupa'ya. Türbanlı kadınları ise kedi pisliğini saklar gibi saklamaya çalıştık. Onlar eşlerinin kolunda Avrupa'ya gidiyor ve imajımızı bozuyor diye az "rencide" olmadık!
Bu yaklaşımı körükleyen zihniyetin kıymeti kendinden menkul önkabulleri doğru şekilde tespit edilirse, laikliği en büyük öncelik olarak kabul eden Kemalist kesimin Türkiye'deki kimi gelişmelerden neden bu denli rahatsız olduğu daha iyi anlaşılabilir.
Zira, laiklik konusunda duyarlı olan kesimin (bugün itibariyle) en çok rahatsız olduğu bir diğer konu, başbakan başta olmak üzere hükümet yetkililerinin eşlerinin başörtülü olmaları.
Başörtülü insanların Türkiye'yi temsil edemeyecekleri önermesi etrafında geliştirilmeye çalışılan argümanların hemen hepsi Bekir Coşkun'un 'İstemem' başlıklı yazısındaki şu cümlelerle özetlenebilir:
Ben o görüntülere razı değilim.
Bunu içime sindiremem ve kabul edemem.
Böyle temsil edilmeyi reddediyorum.
...
Kim, nasıl isterse başını-saçını örtebilir. Türban da takabilir, tesettüre de girebilir.
Kimse buna karışmıyor.
Ama kimse türbana-tesettüre bürünüp "Laik Türkiye Cumhuriyeti"ni temsil edemez.
Bu anlayış, Türkiye'de başörtülü başörtüsüz herkesin yaşayabileceği, ancak iş temsili demokrasiye gelince, sadece başörtüsüzlerin Türkiye'yi temsil edebileceği, hatta 'eşi' başörtülü olanların dahi Türkiye'yi temsile hakları olmadığı varsayımlarından hareketle şekilleniyor.
Böyle bir kafa yapısının ürünü olan mantık hatalarına değinmeye herhalde gerek yok. Ancak bu konunun gözden kaçırılan önemli bir yönü daha var.
Özgür ülkelerde, devlet, bir arada yaşayan insanların, haklarını teminat altına alma amacıyla, kendi elleriyle tesis ettikleri bir kurumdur. Hükümet ise, haklarını korumak isteyen bu insanların üzerinde anlaştıkları kuralların işleyişini sağlamakla mükelleftir. Bir başka deyişle, hükümet yetkilileri, halkı yöneten değil, halka hizmet eden kimselerdir. Bir başka deyişle, hükümet yetkilileri, halkı değil, halkın işlerini yönetirler. Bu nedenle de, özgür ülkelerde, halk iradesinin delegasyon süreci sonrasında tecelli etmesinden kasıt, halkın doğru bulduğu politikaların, bu işi en iyi yapacağına inandıkları kişilerce hayata geçirilmesi sürecinden ibarettir.
Eğer özgür bir ülkeden söz ediyorsak, temsili demokrasi ile temsil edilen, halkın inandığı politikalardır, halkın kendisi değil. Çoksesliliğin esas olduğu özgür ülkelerde, başbakanın ya da diğer hükümet yetkililerinin - isteseler bile - kişisel hayatlarında yaptıkları sayısız seçimlerle herkesi birden aynı anda temsil etmeleri zaten mümkün olmaz.
Israrla bu türden talepleri gündeme getiren Kemalist laik kesim, özgürlük ve çokseslilik kavramlarına aslında ne kadar yabancı olduğunu da göstermiş oluyor. Bu uzlaşmaz tavır neticesinde de, bireysel haklar ve çokseslilik kavramları bir yana, kendi kafalarındakinin haricindeki laiklik anlayışlarını dahi dikkate almak istemiyorlar.
Çoğu zaman öfke dolu ve empati yoksunu olan her tepkileri de, '[Bir Kemalist] herşeyden önce laiktir. Dinden uzaklaşılmasını ister, ilerlemeye inanır, rasyonalizme tapar. Ama rasyonel hiçbir eleştiriyi de kabul edemez.' diyen Şahin Alpay'ı her seferinde bir kez daha haklı çıkarıyor.
|