Tekil Mesaj gösterimi
Alt 04-13-2010, 19:26   #9
Kullanıcı Adı
montenegro
Standart
c) İslam Toplumunda Pratik Olarak İşçi ve İşveren Münasebetleri

İslam'ın çizdiği motif içinde işçi ve işveren, aynı cesedin uzuvları gibidir. Aralarında nefret, adavet, kin ve şekâvet yoktur. Çünkü, işçi de, işveren de meslek ahlâkına riâyet eder ve birbirinin hukukunu gözetirler.

Evet, işçi hakkını teri kurumadan alır; alır ama, aynı zamanda başında bulunduğu tezgahı çalıştırıp, işini itkan üzere (hakkını vererek) tamamlar ve işverenin hakkını da gözetir. Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanları içinde en iyi kazanç, hassasiyetle işin üzerinde durularak ve işverene saygı gösterilerek elde edilen kazançtır. Müslüman işçi, yaptığı işi Allah'a, Rasûlü'ne ve bütün mü'minlere arz edecek şekilde yapar. Böyle birinin işverenin hakkına tecavüzü imkansızdır. Bu anlayışta olan biri, ne vakit zâyi eder ne de harcaması gereken emeği esirger. Çünkü o, yapacağı her şeyin teker teker hesabının sorulacağı bir güne inanmaktadır.

Müslüman işverene gelince; emri altında çalıştırdıkları onun kardeşleridir. Yediğinden yedirir, giydiğinden giydirir ve onlara gücünün üstünde yük yüklemez. O, işçi kardeşlerinin haklarını Allah'ın hakları olarak görür ve Allah'ın hakkını ayırmadan ağzına götüreceği her lokmanın kendisine haram olduğu şuurundadır. İşverenin, evvelâ işçinin hakkını belirlemesi, takvime bağlaması şarttır. Dolayısıyla, şayet işveren, işçisine kendi hayat standardına uygun bir ücret ödeyemiyorsa, onu belli nisbetlerde işine ortak eder.

İslam'da, emeğe daha iyi şartlar sağlamak amacıyla işi durdurmak demek olan “grev” ve işçilerin alacakları kararlara baskı yapmak için, işveren tarafından işyerinin kapatılması manasına gelen “lokavt” teşvik edilmez. Çünkü, grev yalnız üretici ve tüketiciyi değil, işçileri de etkilemektedir; grevden ötürü işi durdurmakla işçinin kendisi de kayba uğramaktadır. Bir manada grevin zıttı olan lokavtta da, üretim durmakta ve işsizlik sorunu baş göstermektedir. Böylece grev ve lokavt sonucu, karşılıklı menfaatler zedelenmekte ve bu durum, önü alınamayan sosyo-ekonomik tepkilerin ve hatta kavgaların ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

Elbette beşerî münâsebetler içinde bazı uyuşmazlıklar olacaktır. Dolayısıyla, kendilerini mağdur kabûl eden insanların müracaat edecekleri bir mercî mutlaka bulunmalıdır. İşte, İslam'da bu gâyeye mâtuf hizmet amacıyla kurulan Hisbe teşkîlâtı vardır. İslam dünyasında, Peygamber Efendimiz devrinden itibaren varlığı bilinen hisbe, umumi manada “iyiliği emir ve kötülüğü nehiy” müessesesidir. Hisbe, İkinci halife Hazreti Ömer zamanında tam teşkilatlı bir müessese haline gelmiş ve cemiyet huzurunun sağlanmasında son derece önemli rol oynayan bir kurum olmuştur. Genel asayişi temin etmenin yanısıra, zarurî ihtiyaç maddelerinin halkın eline uygun ve ucuz bir şekilde geçmesini sağlamak maksadıyla esnaf ve diğer ticaret erbâbını kontrol altında tutma ve işçi-işveren arasındaki meseleleri çözme de onun vazifeleri arasındadır.

Evet, bazı sistemlerin, ortaya bir kısım “güçler” çıkarıp bu güçlerin çarpışma usûl ve vasıtalarını tanzim ile meşgul olmasına karşılık, İslam dini taraflar arasında denge ve uyum sağlayarak müntesiplerinin menfaatlerini birleştirmeye çalışır. İktisadî hayatta işsizliğe mani olmayı ve üretimin devamını sağlamayı esas hedef yapar; insanları bu hedefe yönlendirirken, muhtemel anlaşmazlıklara karşı, taraflara mutlaka bir çözüm yolu sunar ve bir tarafın diğerini ezmesine, toplum yapısının zarar görmesine asla izin vermez. Dahası, getirdiği esaslarda efendi-köle, memur-işçi, zengin-fakir ayırımı yapmaz ve böylece toplum fertleri arasında bir kaynaşma ve yakınlaşma sağlar.

Öyle ki, müslüman toplumda halk, devleti ve ricâl-i devleti omuzlarında taşır. Devlet ve rical-i devlet de, tebaanın fahrî hizmetçiliğini yapar; merhametli bir çoban ya da şefkatli bir baba gibi, saadet ve hazlarını, güttüğü ve yeddiğinin saadet ve huzurunda bulur.

Böyle bir toplulukta bütün müesseseleriyle maarif, fazilet duygusunu geliştirir; sevgi ve mürüvvet kapılarını açar; insanlığa şefkati ve herkesle anlaşıp uzlaşmayı öğretir. Onu, merhametsiz emellerden, süflî duygulardan, insanlık için yüzkarası olmaktan ve her türlü hoyratlıktan korur; bilhassa mukaddes mefhumlarına karşı saygılı yetiştirir.

Dahası bu aydınlık insanlar, toplum içinde kendini güçsüz gören gayr-i müslim azınlıkların, çocukların, alîllerin, yolda kalmışların, işsizlerin görülüp gözetilmesi konusunda köklü ve kalıcı tedbirler alır, değişik yardım fonları oluşturur ve bunlarla herkesin elinden tutmaya çalışırlar.

Zengin-fakir dengesi açısından da İslam'ın getirmiş olduğu, içtimâî hayatı düzenleyici pek çok esas vardır. Zekât, sadaka, kurban, kefâret, hibe, karz-ı hasen bu cümleden sayılabilecek akla gelen ilk esaslardır. Tarihin şehadetiyle sabittir ki, bunlar hayata hayat olduğu dönemde, günümüzde olduğu gibi ne içtimaî tabakalar arasında uçurumlar vardır, ne de bu tabakaların birbirlerine beslemiş oldukları kin ve nefret. Çünkü, müslümanlar kendi aralarında adeta -tabir caizse- Allah'ın tevzî memurları gibi davranırlar; hakkıyla zekatlarını ve gerektiğinde de sadakalarını muhtaç olan kişilere oluk oluk akıtırlar. Bu itibarla da, İslam toplumunda, bir zümrenin alabildiğine zengin ve müreffeh, diğer bir zümrenin de fakir ve aç olması söz konusu değildir. Zira, bu sistemin sâlikleri, Peygamber Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) isnad edilen, “Komşusu aç iken kendisi tok olan bizden değildir” esprisini çok iyi idrak etmiş ve pratik hayatta da bunu büyük ölçüde uygulamışlardır.

Evet, İslam'da sadece haklara riayetle yetinilmez; Müslümanlara ait mal-mülk gibi şeylerde başkalarının da hakkı olduğu mülâhazasıyla hareket edilir; kibir ve çalım duygusuna, minnet ve başa kakma düşüncesine girilmeden bu haklardan bütün muhtaçların istifade etmesi sağlanır.

Bu ilahî sistemde, işverenlerin mütekebbir (kibirli zorba) olmaları, servet ve mal yığmaları, sadece kendi saadetlerini düşünmeleri hoş görülmemiştir. Bütün bir millet olarak, elemleri de lezzetleri de paylaşma anlayışı geliştirilmiştir. Onun içindir ki, Hazreti Ebû Bekir bütün servetini milletin saadeti için harcamış, -ilk halife olmasına rağmen- vefât ettiğinde geriye kalan tek elbisesiyle gömülmüştür. Hazreti Ömer, kıtlık olduğu zaman, -ki o gün bir devlet reisidir- ekmeğini sirkeye batırıp yiyerek hayatını devam ettirmeye çalışmıştır. O, halîfe ile hizmetçisinin bir tek bineği nöbetleşe kullanıp, deveye sıra ile binmelerini hiç de fevkalâdeden bir hâdise olarak görmemiş ve öyle mütevazıâne davranmıştır. Ebû Ubeyde b. Cerrah, ordusu açlığa mârûz kaldığı bir dönemde, kendisi de, askerleri gibi bir-iki hurma ile iktifâ etmiştir. Hazreti Ebû Zer, bir gün eline geçirdiği elbiselik kumaşı ikiye bölmüş, bir parçasını kendisine, diğer parçasını da eli altındaki işçiye parçalı olarak elbise yaptırmıştır. Bu davranışının nedenini soranlara o, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in hadisi ile cevap vermiştir: “Onlar, sizin himayenize verilmiş kardeşlerinizdir; yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, tâkatlerinin üstünde iş yüklemeyin, zor bir iş tahmil ederseniz onlara yardımcı olun.”

Sözlerimin sonunda şunu ifade etmeliyim ki; anlatmaya çalıştığım bu hakikatler, ütopik bir hayatın destanlaştırılmasından ibaret değildir; aksine, asırlarca gaddar bir dünyanın en acımasız darbeleri karşısında dahi sarsılmayan ilâhî bir sistemin resmidir. Evet, Farabî, Medinetü'l-Fâzıla'sında ütopiktir. Eflatun bir ütopya yazarıdır. Fakat, Medine'de yaşananlar bir vak'adır. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) çok kısa bir zaman içinde, işte böyle fazîlet atmosferi haline gelen bir site devleti kurmuştur. Şayet, bugün umumi manada müslümanların hali bu tablodaki fotoğrafa uymuyorsa, bu meseledeki kusur İslam'a değil, dinini bilmeyen ve onu hayata hayat kılmayan müslümanlara aittir.

Hasılı, İslam'a göre; düşüncede, tasavvurda ve akîdede istikâmet kazanmadıktan sonra, iktisadî meselelerin sağlam bir zemine oturması ve ahenk içinde yürütülmesi mümkün değildir. Emek ve sermaye ilişkisinde de durum aynıdır. İşveren ve işçi, biri ücreti verirken, diğeri çalışırken hep Allah'ın murâkabesi altında oldukları şuurunu bir an bile akıllarından çıkarmamalı ve yaptıklarını hep bu şuur içinde yapmalıdırlar. O zaman sermaye ve emeğin her ikisi de kudsîleşir, sömüren-sömürülen çatışma ve çelişkisi de tamamen ortadan kalkar. Böyle bir toplulukta, işveren işçinin yanındadır; ona ailenin bir ferdi gibi davranır; yemesinde, giymesinde ve meşru bütün isteklerinde yardımcı olur. İşçi ise, işin ve işverenin yanındadır; servet ve patron düşmanlığından uzaktır; sa'yin ve gayretin misali olma yolundadır. İşin en iyisini ortaya koyarken ve kan-ter içinde cehdedip boğuşurken, yüceler âleminde kendisine alkış tutulduğunun ve Hak katında takdir edildiğinin farkındadır, dolayısıyla da, yaptığı her şeyi gönül hoşnutluğu içinde ve ibadet neşvesiyle yapmaktadır.
montenegro isimli Üye şimdilik offline konumundadır   Alıntı ile Cevapla