![]() |
#1 |
![]() ![]() 1982 Anayasası'nın hangi olağanüstü şartlarda ve hangi olağanüstü yöntemlerle kabul edildiği herkesin mâlûmudur. Bu Anayasa, yapılış şartlarının icabı olarak, otoriter, vesayetçi ve devletçi bir zihniyeti yansıtmıştır. Anayasacılığın genel anlamı, bireyi devlet otoritesine karşı korumak ve bu amaçla devlet iktidarını sınırlandırmak olduğu halde, 1982 Anayasası, âdeta devleti bireye karşı korumak amacını gütmüş; devlet otoritesi ile birey hürriyetleri arasındaki hassas dengeyi devlet otoritesi lehine bozmuştur. Bu nitelikleri itibarı ile 1982 Anayasası, kabul edildiği günden itibaren ciddî eleştirilere konu olmuş ve 13 defa, bazıları kapsamlı olmak üzere, değişikliklere uğramıştır. Bu değişikliklerin dışında, çeşitli siyasî partiler (SDHP ve DYP) ve sivil toplum kuruluşları (TÜSİAD, TOBB, Türkiye Barolar Birliği) ya mevcut Anayasada radikal değişiklikler öneren, ya da tümüyle yeni bir anayasa yapılmasını amaçlayan taslaklar hazırlamış ve kamuoyuna sunmuşlardır. Bu süre içinde Anayasada yapılan değişikliklerin hemen hemen tümü, demokratikleşme yolunda olumlu adımlar oluşturmakla birlikte, gene genellikle kabul edildiği üzere, 1982 Anayasası'nın otoriter ve vesayetçi ruhunu tamamen tasfiye etmek mümkün olmamıştır. AK Parti'nin talebi neydi? Bugün içinde bulunduğumuz anayasa yapımı süreci, kamuoyunca da bilindiği gibi, 8 Haziran 2007 tarihli kabullerinde Sayın Başbakan Erdoğan'ın bana, bu amaçla kurulacak bir bilim kuruluna başkanlık etmemi önermesi ile başlamıştır. Yaklaşık aynı tarihlerde yayımlanan AK Parti seçim beyannamesi, milletimize yeni bir anayasa yapılması taahhüdünde bulunmuş ve bu anayasanın genel parametrelerini şöyle belirlemiştir: "Yeni anayasa, Cumhuriyetimizin değiştirilemez temel nitelikleri olan demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerini tam olarak hayata geçirmeli, bireylerin haklarını en etkili şekilde korumalı, temel hak ve özgürlükleri 'İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin ve 'Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin getirdiği ilke ve standartlarda güvence altına almalıdır. Hazırlanacak yeni anayasa, kısa, öz ve açık olmalı; yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiler parlamenter sistem esas alınarak açık, net ve anlaşılabilir bir şekilde belirlenmeli; bu çerçevede cumhurbaşkanının konumu ve yetkileri yeniden tanımlanmalı; temsili demokrasiden katılımcı demokrasiye geçiş sağlanmalıdır. Yeni anayasa en geniş toplumsal uzlaşmayla hazırlanmalıdır." Bu parametreler benim ve çalışma arkadaşlarımın zihinlerindeki ideal anayasa parametrelerine uygun düştüğü için, bu görevi memnuniyetle ve gururla kabul ettik ve çalışmalarımızı 28 Ağustos tarihinde tamamlayarak, AK Parti Genel Başkanlığı'na takdim ettik. Taslak, halen AK Parti'nin yetkili kurullarınca değerlendirilmektedir. Çalışmalarımızın hemen başından itibaren, taslağın gerek içeriğine, gerek hazırlanış yöntemine bazı çevrelerden eleştiriler gelmiştir. Bazıları hukuk fakülteleri birinci sınıf öğrencilerini dahi hayrette bırakacak nitelikteki bu iddialar, 2007 ilkbaharından beri devam etmekte olan ve ünlü 184-367 tartışmasında düğümlenen hukuk savaşlarının başka bir düzlemde sürdürülmesinden gayrı bir şey değildir. Bu iddialardan biri, yeni bir anayasa yapılmasının âcil bir ihtiyaç olmadığı, 1982 Anayasası'nın geçirdiği değişikliklerle evrensel demokratik standartlara zaten ulaşmış olduğu, gerekirse birkaç maddesinde düzeltmeler yapılabileceği, esasen konunun 2007 seçim kampanyasında tartışılmış bulunmadığıdır. Oysa, yeni bir anayasa taahhüdü, AK Parti'den başka, MHP ve DP'nin de seçim beyannamelerinde yer almıştır. 1982 Anayasası'nın, geçirdiği olumlu değişikliklere rağmen, otoriter, vesayetçi ve devletçi zihniyetinden tümüyle kurtulamadığı, bu nedenle yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu da genellikle kabul gören bir iddiadır. Yukarıda değinilen, TÜSİAD (1992), TOBB (2000) ve Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007) taslakları, mevcut Anayasa'da kısmî iyileştirmeler yapılmasını değil, tümüyle yeni bir anayasanın meydana getirilmesini amaçlamışlardır. SDHP'nin 1993 yılında önerdiği taslak da, 1982 Anayasası'nın 96 maddesinin değiştirilmesini ve 23 maddesinin ilgasını öngörmesi itibarı ile, aslında yeni bir anayasa önerisi sayılabilir. Türkiye Barolar Birliği'nin Kasım 2007 tarihinde güncelleştirdiği yeni anayasa önerisi, tamamen paylaştığımız şu gözlemlere yer vermektedir: "Aslında, daha az demokrasi/daha çok otorite; daha az hukuk/daha çok devlet gibi bir bakıma, 'azlar ve çoklar' kısır döngüsüne dayanan 1982 Anayasası, Türkiye gibi birikimli ve girift yapılı bir toplum ve ülkeye 'dar' gelmiştir... (Y)üz elli yıllık anayasal ve siyasal tarih, 1982'nin, bireyleri ve örgütleri 'zapt-u rapt' altına almayı hedefleyen kurum ve organları ile dondurulmuştur... 1982 Anayasası'nın getirdiğinden çok götürdüğü, yeniliğinden çok çağ dışılığı öne çıkmaktadır... Yaşadığımız olumsuzlukların, çirkin görüntülerin kaynağı... 1982 Anayasası'nın anlayışı, yazımı, dili, mantığıdır... Bu sebeple on iki değişiklik görmüş olmasına karşın tamir edilememiştir. Ve dikiş tutmaz hale gelmiştir." Anayasanın yapım sürecine ilişkin ikinci bir itiraz, şu anda görevde bulunan TBMM'nin yeni bir anayasa yapamayacağı, bunun ancak bir kurucu meclis eliyle yapılabileceği iddiasıdır. Önerilen kurucu meclisin niteliğine ilişkin görüşler çeşitlidir. Bazıları, halen görevde olan TBMM'nin yanında ayrıca bir kurucu meclis kurulmasını, bunda sivil toplum kuruluşlarının, uzmanların ve toplumdaki güçleri ne olursa olsun bütün siyasî partilerin temsil edilmesini, hattâ bu mecliste görev alanların daha sonra hiçbir siyasî faaliyete katılmayacaklarına dair taahhütte bulunmalarını önermektedirler. Uygar ve demokratik ülkelerde bir benzeri olmadığını sandığım böyle bir kurucu meclisin, temsilîlik sıfatını nereden alacağı, hangi siyasî parti veya sivil toplum kuruluşlarının temsil edileceğine kimin hangi kriterlerle karar vereceği, kurucu meclisle görevdeki TBMM arasındaki ilişkilerin ne olacağı, kurucu meclisin hazırlayacağı önerinin TBMM bakımından sadece bir ön-taslak mı yoksa bağlayıcı bir metin mi oluşturacağı, cevaplandırılması güç, hattâ imkânsız sorulardır. Aslında kurucu meclis, esas itibarıyla, demokratik siyasî rejimin ihtilâl, darbe, iç savaş, bölünme, yabancı işgal veya totaliter yönetim gibi, ciddî bir anayasal kesintiye uğradığı durumlarda başvurulan bir yöntemdir. Bu durumlarda yeni anayasayı yapacak meşru bir organ ve meşru usûller mevcut olmadığından, böyle bir yönteme başvurulması zorunludur. Demokratik siyasî hayatın kesintiye uğramadan normal şekilde sürdüğü durumlarda ise, seçilmiş yasama meclisinin, mevcut Anayasa'daki anayasayı değiştirme kurallarına uymak şartıyla, anayasada istediği değişiklikleri yapabileceği tabiîdir. 1982 Anayasası da, 4'üncü (ilk üç maddenin değişmezliğini öngören hüküm) ve 175'inci (anayasa değişikliğinin yöntemini düzenleyen hüküm) maddelerine uyulması şartıyla buna açıkça cevaz vermiştir. Bu konuda, 1992 yılında TÜSİAD adına, Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in başkanlığında dokuz kişilik bir bilim kurulunun hazırladığı Anayasa önerisindeki şu gözlemlere katılmamak mümkün değildir: "Anayasada değişiklikler yapmaya yetkili bir organın yeni bir anayasa yapma konusunda da yetkili olduğu hususunda kuşku yoktur... Kısacası, bugünkü TBMM bir 'kurucu meclis' sıfatıyla seçilmiş olmadığı halde, yeni bir Anayasa yapmaya yetkili bir 'asli kurucu organ' yetkisi kullanabilir. Zaten bunun aksini düşünmek, Anayasa yapıcılığı yetkisini yalnız kurucu meclislere ya da ihtilal sonrasının olağanüstü iktidarlarına tanımak olur ki; bu, tarihsel gerçeklerle uzlaşmadığı gibi, şiddet yolunu önermek anlamına dahi gelir. Oysa, pek çok ülkede yeni anayasalar, normal zamanlarda ve olağan yasama meclisleri tarafından hazırlanabilmiştir." İlk üç maddenin değiştirilmezliği konusunda ise aynı öneri, gene tamamen paylaştığımız şu düşünceleri ifade etmektedir: "Türkiye Devleti'nin Cumhuriyet olduğu yolundaki hükmün değiştirilmezliği, anayasa geleneğimizin temel unsurudur. Bunun dışındaki anayasa hükümlerinin değişmezlik kapsamına alınması ise, 12 Eylül rejimi koşullarında yapılan 1982 Anayasası ile olmuştur. Bu hükümler arasında, değiştirilmesi gerçekten yasaklanacak olanlar bulunabileceği gibi, bu nitelikte sayılamayacak kurallar da olabilir. Bu konuda, asli kurucu organ yetkisini kullanan bir meclisin kendini bağımsız hissetmesi doğal ve gereklidir." Bununla ilişkili bir iddia da, görevdeki TBMM'nin Anayasa'yı değiştirebileceğini kabul etmekle beraber, ilk üç maddenin "noktasına ve virgülüne" dahi dokunamayacağı görüşüdür. Oysa, Anayasa'nın 4'üncü maddesi, 2'nci maddenin "noktasına ve virgülüne" dokunulmasını değil, "2'nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri"nin değiştirilmesini yasaklamaktadır. Anayasa hukukçularımızın büyük çoğunluğu, bu nitelikleri zayıflatmamak şartıyla, 2'nci maddede iyileştirici değişiklikler yapılabileceğini kabul etmektedir. Bu anlayışla bilim kurulumuz, 2'nci maddede "insan haklarına saygılı" deyimi yerine, daha güçlü bir yükümlülüğü ifade eden "insan haklarına dayalı" deyiminin kabulünü ve aşırı derecede sübjektif ve yoruma bağlı olan "toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde" ifadesi ile, "başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan" ibaresinin çıkarılmasını önermiştir. Maddede geçen "toplumun huzuru", "millî dayanışma" ve "adalet" kavramlarının, Cumhuriyetin 4'üncü madde ile korunan niteliklerden olmadığı, aksine bu niteliklere yapılan vurguyu zayıflatıcı mahiyet taşıdıkları düşünülebilir. Üçüncü maddede önerilen değişiklik ise, "dili Türkçedir" ifadesinin, "resmi dili Türkçedir" şeklinde değiştirilmesinden ibarettir ki, bunun da sosyolojik ve hukukî bir gerçekliği ifade eden salt biçimsel bir değişiklik olduğu açıktır. Zaten yürürlükte olan maddenin başlığı da "resmi dil" deyimini kullanmaktadır. Son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, yukarıda değinilen TÜSİAD, TOBB ve Türkiye Barolar Birliği (2001 ve 2007) taslaklarının hepsinde, 2'nci ve 3'üncü maddeler, yürürlükteki hükümlerden çok farklı biçimde düzenlendiği gibi, Başlangıç bölümü de tamamen yeni olarak kaleme alınmıştır. Yukarıdaki iddianın bir uzantısı telâkki edilebilecek olan, Başlangıç bölümünün değiştirilemeyeceği görüşü de, bütün teorik gerekçeler bir yana, Türkiye'nin anayasa pratiği ile de geçersiz kılınmıştır. Çünkü Başlangıç bölümü, şimdiye kadar, 1995 ve 2001 yıllarında olmak üzere, iki defa değiştirilmiştir. Taslak tamamlanmadan kamuoyuyla paylaşılmaz Anayasanın yapılış yöntemine ilişkin itirazların biri de, yeni anayasa çalışmalarında AK Parti'nin inisiyatif almış olması ve çalışmaların sadece bir ön-hazırlık mahiyetindeki akademik bölümünün "kapalı" ya da "toplumun gözlerinden uzak" cereyan etmesidir. Yukarıda değinildiği gibi, 1982 Anayasası'nın kabulünden bu yana, çeşitli siyasi partiler ve çeşitli sivil toplum kuruluşları birçok anayasa taslağı veya önerisi hazırlamışlardır. Bugün de bir siyasi partinin böyle bir taslak hazırlanmasına öncülük etmesinin yadırganacak hiçbir yanı olamaz. Üstelik, bugünkü parlâmento aritmetiği AK Parti'ye bu konuda özel bir sorumluluk yüklemektedir. Çünkü Anayasamıza göre (m. 175) TBMM'ye bir anayasa değişikliği teklifinin sunulabilmesi için, TBMM üye tamsayısının üçte birini oluşturan en az 184 milletvekilinin imzası şarttır. Mevcut parlâmento aritmetiğinde bu rakamın AK Parti'nin katılımı olmaksızın bulunabilmesi, matematiksel olarak imkânsız olmasa bile, politik bakımdan tümüyle ihtimal dışıdır. Akademik nitelikteki hazırlık çalışmalarının veya parti-içi değerlendirmelerin, televizyon projektörleri altında veya günlük basın bültenleriyle gerçekleştirilemeyeceği ise, herhalde her akıl ve insaf sahibinin teslim edeceği bir hakikattir. Şu ana kadar gerçekleştirilen anayasa hazırlık çalışmalarının hiçbiri de, taslak tamamlanıp kamuoyuna sunulana kadar aleniyet içinde cereyan etmemiştir.
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() 2 Anayasa taslağının, kısmen içeriği, fakat daha çok hazırlanış yöntemi ile ilgili olarak, zaman zaman karşılaştığı eleştirilerden biri de, AK Parti seçim beyannamesinde ve daha sonraki çalışmalarda telâffuz edilen "sivil" anayasa deyimine ilişkindir. Burada kastedilen, elbette, Anayasa'nın serbest ve dürüst seçimler yoluyla seçilmiş, dolayısıyla millî iradeyi hakkıyla temsil eden bir yasama meclisi tarafından serbest tartışmalar ve uzlaşmalar yoluyla yapılmasıdır. Diğer bir deyimle Anayasa'nın, belli güçler tarafından tepeden inmeci yöntemlerle dayatılması değil, toplumun beklenti ve taleplerine uygun şekilde ve geniş bir toplumsal katılımla hazırlanmasıdır. Anayasa yapımı tarihimize baktığımızda, 23 madde ve bir "madde-i münferide"den oluşan kısa ve kısmî nitelikteki 1921 Anayasası hariç, diğer anayasa yapımı süreçlerinin bu tanıma uymadığı, tarihsel bir gerçekliktir. 1924 Anayasası'nı hazırlayan İkinci Dönem TBMM, Halk Fırkası'ndan başka hiçbir partinin katılmadığı 1923 seçimleri ile oluşan ve içinde örgütlü bir muhalefetin bulunmadığı bir tek-parti meclisidir. Bu Meclis'i oluşturan milletvekillerinin her türlü tartışma dışında olan vatanseverlikleri, devrimci ruhları ve Anayasa görüşmelerinin serbest bir tartışma ortamı içinde geçmiş olması, bu gerçeği değiştirmez. 1961 ve 1982 Anayasalarının nasıl yapıldığı ise, hâfızalarda çok daha canlıdır. Her iki durumda da Kurucu Meclislerin tek bir üyesi bile, genel oya dayanan, serbest ve yarışmacı seçimlerden çıkmamıştır. Her iki durumda Kurucu Meclis'in bir kanadını, askerî müdahaleyi gerçekleştiren askerî güç oluşturmuştur. 1961 Kurucu Meclisi'nin sivil kanadı olan Temsilciler Meclisi esas itibariyle korporatif yöntemle, 1982 Kurucu Meclisi'nin sivil kanadı olan Danışma Meclisi ise tümüyle atama yoluyla oluşmuştur. Temsilciler Meclisi'nde, o tarihte seçmen kütlesinin yaklaşık yarısını temsil eden DP'den tek bir üye yer almamış, Danışma Meclisine ise hiçbir siyasî parti üyesi dâhil edilmemiştir. 1982 Anayasası'nın yapımı sürecinde son sözü Millî Güvenlik Konseyi söylemiş, Danışma Meclisi'nin rolü, adına uygun olarak, bir danışmanlık fonksiyonundan öteye geçmemiştir. 1982 Anayasası'na ilişkin halkoylamasında "münhasıran Anayasa taslağının geliştirilmesi maksadı"na yönelik görüşlerin ifadesine izin verilmiş; "halkın vereceği reyin nasıl olması gerekeceği hususunda etki yapacak herhangi bir telkinde" bulunulması yasaklanmış ve Devlet Başkanı Sayın Kenan Evren'in Anayasa'yı tanıtma konuşmalarının "hiçbir suretle eleştirileme"yeceği ve "bunlara karşı yazılı veya sözlü herhangi bir beyanda bulunula"mayacağı kararlaştırılmıştır. Nihayet, 1982 Anayasa halkoylaması Evren'in tek aday olarak katıldığı Cumhurbaşkanı seçimi ile birleştirilmiş ve halkoylamasından hayır sonucu çıktığı takdirde askerî yönetimin devam edeceği ima edilmiştir. Bütün bu anılar hafızalarda canlı iken, Türkiye Barolar Birliği'nin 2007 önerisinin gerekçesinde ifade edilen bu Anayasalardan hiçbirinin "askerlerin belirlediği Anayasalar" olmadığı, "her birinde belirleyici rolü belli sivil kesimler"in oynamış bulunduğu, askerlerin rolünün "sivillerce hazırlanan modellerin aracısı olmaktan öteye geçme"diği yolundaki görüşler, gerçekten hayret vericidir. 1961 ve 1982 Anayasalarının yapım süreci ile kıyaslandığında, başlangıç noktasında bulunduğumuz anayasa yapımı sürecinin sivil, demokratik, çoğulcu, şeffaf ve katılımcı niteliğinden kuşku duyulamaz. Taslak Anayasa ve başörtüsü sorunu Anayasa taslağının içeriğine gelince, bu konuda yöneltilen başlıca eleştiriler, ayrıntılar bir yana bırakılırsa, birkaç başlık altında toplanabilir: (a) Taslak, lâikliği zayıflatmakta, hattâ içini boşaltmaktadır; (b) Taslak, Atatürk ilkelerini Anayasa'dan tasfiye etmeyi amaçlamaktadır; (c) Taslak, yargıyı siyasallaştırmakta, onu siyasal iktidarın etkisine açık hale getirmektedir; (ç) Taslak, bir yandan Cumhurbaşkanı'nın halkça seçilmesini öngörürken, öte yandan onun yetkilerini azaltmak gibi bir çelişkiye düşmektedir; (d) Taslak, bütün bu düzenlemeleri ile, çoğulcu demokrasiden çoğunlukçu demokrasiye geri dönüşü ifade etmektedir. Bu eleştiriler teker teker ele alınacak olursa, Taslak'ın lâikliği zayıflattığı iddiasının hiçbir dayanağı yoktur. Lâiklik açısından 1982 Anayasası'nda korunup da Taslak'ta korunmayan hiçbir husus mevcut değildir. Aksine, din ve inanç hürriyetini düzenleyen 24'üncü maddede, din değiştirme hürriyetinin açıkça zikredilmesi; ibadet hürriyetinin sınırlandırılmasında 14'üncü madde gibi çok muğlak bir hüküm yerine, 1961 Anayasası'na benzer şekilde kamu düzeni, genel sağlık, genel ahlâk ve başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması gibi çok daha somut kriterlere atıfta bulunulması; ve en önemlisi, din kültürü ve ahlâk öğretimi dersinden muafiyet imkânının tanınması gibi, lâikliği daha da güçlendirici unsurlar mevcuttur. Eğer lâikliğin zayıflatılmakta olduğu iddiasının mesnedi, yükseköğretim kurumlarında hiç kimsenin kılık ve kıyafetinden dolayı öğrenim hakkından yoksun bırakılamayacağı yolundaki önerimiz ise, bunu da haklı bulmaya imkân yoktur. Kız öğrencilerin başlarını örtüp örtmemeleri, bir lâiklik sorunu değil, bir bireysel tercih ve insan hakları sorunudur. Kimsenin bu öğrencileri, dinî inançları ile öğrenim hakkı arasında tercih yapmaya zorlama hakkı yoktur. Lâikliğin bir unsuru ayrım gözetilmeksizin herkesin din ve vicdan hürriyetine sahip bulunması olduğuna göre, böyle bir düzenleme lâikliğe aykırı değil, aksine onun bir gereğidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin Türkiye'deki başörtüsü yasağını Sözleşme'ye aykırı bulmayan Leyla Şahin kararı karşısında Türkiye'nin Anayasa'sını değiştirmek suretiyle dahi bu yasağı kaldıramayacağı iddiası ise, ya Avrupa insan hakları koruma mekanizmasının mahiyeti konusunda tam bir bilgisizlikten, ya da daha büyük ihtimalle maksatlı bir çarpıtma gayretinden kaynaklanmaktadır. Bir yasağın Sözleşme'ye aykırı bulunmaması, ilgili devletin o yasağı sürdürmeye mecbur olması anlamına gelmez; çünkü Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, azami hürriyet alanlarını değil, asgari hürriyet alanlarını belirlemektedir. Bu yasağı sürdürüp sürdürmemek, tamamen ilgili devletin takdirindedir. Nitekim Avrupa Konseyi üyesi devletlerin hiçbirinde, üniversiteler düzeyinde böyle bir kıyafet yasağı yoktur. Taslağın, Anayasa'dan Atatürkçülüğün izlerini silmeyi amaçladığı iddiası da, aynı derecede mesnetsizdir. Taslağın Başlangıç bölümünde "Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün gösterdiği çağdaş uygarlık hedefi ve ebedî barış idealine olan bağlılık" vurgulandığı gibi, 2'nci maddede "Atatürk milliyetçiliğine bağlı" ifadesi muhafaza edilmiş, milletvekili (m. 58) ve Cumhurbaşkanı (m. 80) yeminlerinde "Atatürk ilke ve inkılâplarına bağlı"lık ifadeleri yer almıştır. Bir karşılaştırma yapmak gerekirse, Türkiye Barolar Birliği'nin Ekim 2007 tarihli taslağında "Atatürk ilkeleri" ve "Atatürk milliyetçiliği" deyimleri sadece Başlangıç bölümünde yer almış, maddelerde bu kavramlara yer verilmemiştir. Aslında, Anayasa'da Atatürk'ün manevî mirasına bağlılığın tescil edilmesi ile, Atatürk ilkelerinin uyulması zorunlu hukukî kurallar, anayasa yargısında başvurulacak ölçü-normlar olarak formülleştirilmesi apayrı konulardır. İkinci anlayış benimsendiği takdirde, devletçilik, devrimcilik ve halkçılık gibi ilkelerin de uygulanmasının sürdürülmesi gerekecektir ki, bunun çağdaş demokratik siyasal hayat bakımından yaratacağı sıkıntılar ortadadır. Devletçilik bugün dünyanın hemen tümünde geçerliliğini kaybetmiş bir politikadır. Devrimcilik, Türk devriminin ilk onyılları bakımından büyük önem taşımakla birlikte, demokratik bir siyasal sistemde değişimin devrim yoluyla değil, ancak evrim yoluyla gerçekleşebileceği açıktır. Halkçılık, 1920'lerde siyasal demokrasi anlamında kullanılmış olmakla beraber, 1930'lardan itibaren sınıf farklılıklarını ve sınıf mücadelesini reddeden, özü itibariyle otoriter bir dayanışmacılık doktrini niteliği almıştır. Atatürkçülüğün özünü oluşturan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve lâiklik ilkeleri ise, zaten Anayasa taslağının çeşitli maddelerinde somutlaşmıştır. Taslağın yargıyı siyasallaştırma ve siyasal iktidarın etkisine açma amacını güttüğü iddiaları da, gerçeklerden uzaktır. Taslakta Anayasa Mahkemesi'nin 17 üyesinden dokuzunun diğer yüksek mahkemeler, sekizinin de TBMM tarafından belirli vasıfları haiz kişiler arasından beşte üç çoğunlukla seçilmesi öngörülmüştür. Anayasa yargısını benimseyen ülkeler arasında hâkimlerin seçimi sürecinden parlâmentoyu tümüyle dışlayan tek ülke, 1982 Anayasası ile Türkiye'dir. Bu ülkelerde Anayasa Mahkemesi hâkimlerinin ya tümü parlâmento (Almanya, Macaristan, Polonya) veya önemli bir bölümü (İspanya'da 12 üyeden onu, İtalya'da 15 üyeden onu) parlâmento ve hükümet gibi siyasal organlarca seçilmektedir. Fransa'da Anayasa Konseyi'nin dokuz üyesinden üçünü Cumhurbaşkanı, üçünü Millî Meclis Başkanı, üçünü Senato Başkanı seçmektedir. ABD'de Yüksek Mahkeme üyeleri, Senato'nun onayı ile Başkan tarafından seçilmektedir. Bu sistemin gerekçesi, kanunları iptal etmek gibi çok güçlü bir yetkiye sahip olan anayasa mahkemelerinin demokratik meşruluğunu güçlendirmektedir. Türkiye'de de 1961 Anayasası'nın 15 üyeden beşinin TBMM tarafından seçilmesini öngördüğü, TÜSİAD (1992) ve Türkiye Barolar Birliği (2007) taslakları ile Anayasa Mahkemesi'nin kendi önerisinde de, daha sınırlı ölçüde olmakla birlikte, TBMM ve Cumhurbaşkanı'nca seçilecek üyelere yer verildiği hatırlanmalıdır. Taslak, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun 17 üyesinden beşinin de birinci sınıfa ayrılmış hâkim ve savcılar arasından TBMM'ce seçilmesini önermektedir. Bunun da amacı, yargıyı siyasallaştırmak değil, Kurul'un demokratik meşruluğunu güçlendirmek ve yargı mesleğinin tümüyle bir kapalı kast haline gelmesini önlemektir. Venedik Komisyonu'nun yargısal atamalara ilişkin 2007 tarihli raporu, hiçbir Avrupa ülkesinde bizim Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na tekabül eden yüksek yargı konseyi üyelerinin tümünün hâkimlerin kendileri tarafından belirlenmediğini ortaya koymuştur. Türkiye'de de 1961 Anayasası'nın 1971 değişikliğinden önceki metnine göre, Yüksek Hâkimler Kurulu üyelerinin üçte biri TBMM tarafından seçilmekteydi. Çoğulcu demokrasiye geçiş Cumhurbaşkanının halkça seçilmesi öngörülürken yetkilerinin azaltılması, ilk bakışta bir çelişki gibi görünse de, Avrupa'da böyle bir sistemin Avusturya, Finlandiya, İrlanda ve İzlanda gibi birçok örneği vardır. Aslında 1982 Anayasası'nın, sorumsuz fakat geniş yetkili bir Cumhurbaşkanlığı makamı yaratmak suretiyle, ne parlamentarizme ne yarı-başkanlık sistemine uyan anormal bir yapıya vücut verdiğinde bütün anayasa hukukçularımız ittifak halindedir. 1982 Anayasası'nı yapan gücün, Cumhurbaşkanlığı'nı seçilmiş iktidarlar üzerinde bir denetim ve vesayet makamı olarak gören anlayışından kaynaklanan bu durum, yetki ve sorumluluğun paralelliği gibi kamu hukukunun en temel ilkelerinden birine aykırıdır. Bunun yürütme organı içinde yarattığı sürtüşmeler ve sıkıntılar, 1982 Anayasası döneminde göreve gelen bütün Cumhurbaşkanlarının görev sürelerinde gözlemlenmiştir. Taslak, Cumhurbaşkanı'nın yetkilerini parlamenter bir devlet başkanının daha çok sembolik nitelikteki yetkileri düzeyine indirmek suretiyle, bu anormal duruma son vermektedir. Cumhurbaşkanı'nın halkça seçilmesi ise, en son ve vahim örneğini 2007 ilkbaharında görmüş olduğumuz tıkanmaları önlemeyi amaçlamaktadır. Dolayısıyla, Türkiye Barolar Birliği 2007 taslağında yer alan, Cumhurbaşkanı'nın halkça seçiminin rejim üzerinde "yozlaştırıcı sonuçlar" yaratacağı, rejimin "çoğunlukçu demokrasiye kaya"cağı, bunun "ne parlamenter sistemle, ne başkanlık ya da yarı-başkanlık sistemi ile bir ilgisi"nin olduğu yolundaki görüşleri paylaşmak mümkün değildir. Bu eleştiriler ancak, Cumhurbaşkanı'nın bugünkü yetkileri muhafaza edilseydi, doğru olabilirdi. Taslağın öngördüğü hükümet sistemi, parlamenter modele, 1982 Anayasası'ndakinden çok daha uygundur. Nihayet, bütün bu görüş ve eleştirilerin ışığında, Taslak'ın gerçekten de çoğulcu demokrasiden çoğunlukçu demokrasiye bir kayışı yansıtıp yansıtmadığını tartışmak gerekir. Çoğunlukçu demokrasi, iktidarda olan siyasal gücün az çok sınırsız hâkimiyeti anlamına gelir. Bağımsız yargının ve güçlü bir Anayasa Mahkemesi'nin mevcut olduğu, başta ifade hürriyeti olmak üzere temel hakların genişletildiği ve güçlendirildiği, siyasi partiler üzerindeki yasakların hafifletildiği, hukuk devleti önündeki bütün engellerin kaldırılarak idarenin tüm işlemlerinin yargı denetimine açıldığı bir sistemi çoğunlukçu demokrasi olarak tanımlamak elbette mümkün değildir. Bu eleştirileri dile getiren Barolar Birliği taslağının, halk oylaması ve halk teşebbüsü gibi gerçekten de çoğunlukçu demokrasinin araçları olan yarı doğrudan doğruya demokrasi yöntemlerine yer vermesi, izahı güç bir çelişkidir. Eğer çoğulcu demokrasiden anlaşılan, 1982 Anayasası'nın kendisine özgü mantığı ile yarattığı yapay vesayet kurumlarının denetiminde bir rejimse, bunun milletlerarası literatürdeki adı, çoğulcu (plüralist) demokrasi değil, ancak sınırlı, ya da yarı (semi) bir demokrasidir. (Bu yazı dizisi, Kamu Araştırmaları Vakfı (KAV) tarafından 1 Kasım 2007 tarihinde Ankara'da düzenlenen "Sivil Anayasa Sempozyumu: Türkiye Anayasasını Arıyor" konulu toplantıda yaptığım konuşmanın genişletilmiş versiyonudur.) PROF. DR. ERGUN ÖZBUDUN - BİLKENT ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ |
|
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|