AK Gençliğin Buluşma Noktası
Önden Giden Atlılar Önlerinde okyanus, Kızgın bir çöl arkada, Asıl içlerindedir, Zaptedilmez bir deniz, Önden giden atlılar...


Cevapla
Stil
Seçenekler
 
Alt 08-10-2009, 16:18   #1
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart O‘nu Tanıyanlardan
Sayın arkadaşlar bu konu da; Hocamız'ın aksiyonla dolu hayatında yolu ve kaderi pek çok insanla kesişti. Aynı acıları paylaştılar aynı güzelliklerle heyecanlandılar. Bu bölümde Gülen'in bazıları hayatta olmayan kader arkadaşlarından bir bölümünün O'nunla ilgili hatıralarını okuyacaksınız.


 


Konu Tarantula_ tarafından (08-10-2009 Saat 16:41 ) değiştirilmiştir..
  Alıntı ile Cevapla
Konuyu Beğendin mi ? O Zaman Arkadaşınla Paylaş
Sayfayı E-Mail olarak gönder
Alt 08-10-2009, 16:19   #2
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Nadi Ersoy Edirne Günlerini Anlatıyor

Nadi Ersoy Kimdir?

—Selimiye Camii'nde 35 yıldan beri sesiyle ziyaretçileri Selimiye'ye bağlayan müezzin Nadi Ersoy kimdir, kısaca aileniz ve memleketiniz hakkında bilgi verir misiniz?

1940 yılında Edirne'ye bağlı Avarız köyünde doğdum. Nüfus kâğıdında o günün şartlarında 1943 yılında yazdırmışlar. 1952 yılında ilkokulu köyde bitirdim. Köyden şehre gidip okuma imkânı kısıtlı idi. Babamın okutacak durumu yoktu. Nasıl olduysa daha sonraları Edirne merkezde bir müddet hafızlığa çalıştım. Bilahare 1956 yılında İstanbul'a giderek 6-7 yıl kadar hafızlık, Kur'an tilaveti, Arapça ve dini bilgiler konusunda bilgilerimi geliştirdim. 1963 yılı sonlarında Edirne'ye döndüm.
1964 yılında Saraçhane mahallesindeki Çakır Ağa Camii'nde ilk defa göreve başladım. Selimiye'ye 1966 yılında geçtim. 2001 yılının Ağustos ayında emekli oldum. Fakat tekrar Selimiye'ye fahri olarak dönme durumu oldu.
Fakir Bir Ailenin Çocuğuyum
Babamın adı Hüseyin, annemin ismi Naciye'dir. Babam 23 Mart 1984'te vefat etti. Hocaefendi'ye muhabbeti olduğu gibi Bediüzzaman Hazretlerine de muhabbeti vardı. Hatta evimizde Kuran hatlarıyla "vema halaktül cinne vel inse illa liya'büdun" yazılı bir levha asılı idi. Babam o zaman Bediüzzaman Hazretlerine de muhabbeti vardı. Vefatı da Bediüzzaman'ın vefatıyla tevafuk oldu. Unutamıyorum. 23 Mart 1960'da Üstad vefat etti. Babam da 23 Mart 1984'te. Annem de 2002 yılında vefat etti. Allah razı olsun onların dualarıyla bugünlere geldik.
Normal bir ailenin ferdiyim. Babam 26 yıl mandıracılık yaptı. Peynir süt işleriyle uğraştı. Köylere giderdi. Çankırı'nın Çerkeş ilçesi var, galiba oraya bile gitti. 2-3 sene oralarda kaldı. Babamın okutacak durumu yoktu, okutmayı da düşünmüyordu. Okumaya ve hafız olmaya meraklıydım.
"Valla Billa Hafız Olacağım Anne"

İlkokulu bitirdim. Köyde devamlı "valla billa hafız olacağım" diye tutturuyorum. Vallahi billahi değil, o zamanın amiyane tabiriyle işte valla billa diyorum. Anneme bastırıyorum. "Hafız olacağım be anne" Annem de kızar "Tamam be evladım tamam" derdi.
Köyümüzde Nuri Bey adında bir ağamız vardı. Kapı karşı komşumuzdu. Edirne'den hafızlar getiriyordu. Köyde hafızlar okuyor, biz de böyle salonun parmaklığından onlara bakıyoruz. Okuyan hafızların sesi çok güzel, dinleyenler de "Allah Allah" diye kendilerinden geçiyorlardı.
Ben eve geldim. Daha bir Fatihayı okumayı öğrenmişim. Bir de Bakara süresinin ilk ayetleri elif lam mim. Akşam karanlığı oldu, babam evde yok. Yine köyün birinde mandıracılık yapıyor. Akşam karanlığı hafif basmıştı. Kendi kendime yüksek sesle okuyorum. O hafızların okuyuşuna çok özendim. Okuyucu da benim, dinleyici de. "Allah Allah" diyenler de benim. Elif lam mimi okumaya başladım. Bir ara "Allah Allah" dediğim zaman söğüt kirişli tavanlar, sazlık damı caaart diye çatırdadı. Toz ve talaşlar döküldü üstüme. Bunu görünce ben kendi kendime güldüm. Aklım ermiyor ki. Benim o "Allah Allah" deyişim ve kirişin çatlamasıyla gülmeye başladım. Aklım ermiyor ama o ne çatlamak Ya Rabbi! Çaaat edince o tavanın gözeneklerinden neler döküldü be kardeşim, neler dökül bir görseniz.
Kardeşlerim korktu, annem koştu "ne oldu Nadi" dedi ve tuttu elimden doğru babaannemlere gittik. Bu sefer başladım ağlamaya. Babaannem Allahümme Salli ala seyyidina, "bu çocuk okuyacak, bir Allah dedi kiriş çatladı" diye konuşuyorlar.
İstanbul'daki Talebelik Günleri
1956 yılında köyümüze Necati Yüceer diye Bolulu bir zat geldi. İstanbul Hacı Fahri Kiğılı Hocanın Kur'an kursundan. Ramazan ayına has görev yapmaya geldi. Sesimi dinledi. Sonra "siz bayramdan sonra gelin, ben sizi Fahri Kiğılı Hocaefendi'ye kabul ettireceğim" dedi. Tamam, gitmeye karar verdik. Gideceğiz yatak hazırlandı. Babam tutturdu okutamayacağım da okutamayacağım diye. Köse Hamzabey çiftliğine çoban verecekler beni. Fakir bir ailenin çocuğuyum. Ben de İstanbul'a gideceğim diye hazırlanmışım, seviniyorum. Babam böyle deyince benim sevincim gitti. Amcam ortaya atıldı ve dedi ki "bu çocuğu ben okutacağım." Aldı götürdü beni İstanbul'a. O zamanki adı Taşlıtarla Dörtyol idi. Şimdi oralar Gaziosmanpaşa oldu. Alibeyköy falan da diyorlar.
Neyse Rahmetli Hacı Fahri Kiğılı Hocamızın Kur'an kursuna vardık. Gelen çocukları imtihan ediyorlar. Kur'an okutuyor yüzünden, böyle açıyorsun rast gele bir yerden okuyorsun. Ben de açtım ve tevafuk oldu. Tevbe suresinden sonra gelen Yunus suresi çıktı. "Bismillahirrahmanirrahim elif lam ra" ile başlıyor. Oradan ben 3-4 satır okudum. Arkadan birileri "Allah Allah!" dedi. Onlar öyle bağırınca köydeki hadise geldi aklıma. Yüz, yüz elli kadar öğrenci vardı. Okuyuşumdan sonra Hocaefendi beni kabul etti.
Kirişin Çatlamasının Hatırlattığı Şey

Çocukken köyde Kur'an okurken kirişin caart diye ses çıkarmasını unutamıyorum. Hafız olmak istiyordum. İstanbul'da Hacı Fahri Hocaefendi'nin Kursundayız. Kur'an ve Arapça okuyoruz. İsra süresinde şöyle bir ayeti kerime var. "Tüsebbihu lehüs semavatüs seb'u vel erdu ve men fıhinne ve in min şey'in illa yüsebbihu bi hamdihi ve lakil la tefkahune tesbıhahüm innehu kane halimen ğafura" (İsra-17/44)
"Yedi gök, yer ve bunların içindekiler O'nu tesbih eder; O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ancak siz onların tesbihlerini kavramıyorsunuz. Şüphesiz O, halim olandır, bağışlayandır."
Ben o zaman hafızlığa çalışıyorum Arapçadan da anlıyoruz ya manalarını da mümkün mertebe bakıyoruz. Yine "Allah" dedim ve öyle deyince aklıma köydeki o çatlayan kiriş geldi. Yahu dedim bak. Ot, hut (balık) kurt, ağaç, sinek, yaprak, toprak, böcek ne varsa hepsi kendi dilince "Allah" diyor. Bir lisanı haliyle Allah diyorlar. Hemen o kirişin çatlaması geldi aklıma. "Allah Allah" dedim. Ama o zamanki safiyane halimiz işte pırıl pırıl bir gerçeği hatırlattı dedim. Şimdi bazı yaptığımız hatalarla alude mi olduk bilmiyorum, ne bileyim Allah affetsin.
Taşlıtarla Kur'an Kursunda hafızlığımı kavileştirdim ve hafızlığımı bitirdim. Arapçadan emsile, bina, avamil, maksut, izhar okuduk. 1963 yılı sonlarında Edirne'ye döndüm.
35 Yıl Selimiye'de Kaldım
—35 yıl süreyle aynı yerde kalmanız nasıl oldu? Siz mi ayrılmak istemiyordunuz, yoksa vazgeçilmez bir yönünüz mü vardı?
1966'dan beri 35 yıl Selimiye'de kaldım. Selimiye'ye gelen ziyaretçilere camiyi anlatıyordum, ezan okuyordum.
2001 yılının Ağustos ayında emekli oldum. Fakat tekrar Selimiye'ye dönme durumu oldu. Orayla sanki bütünleşmişim. Biz kadere iman etmiş insanlarız. Hakkımızdaki hükme boyun eğmekten başka çaremiz yoktur. Sultan Selim gelmiş geçmiş, Koca Mimar Sinan gelmiş geçmiş, onlara kalmamış, bize mi kalacak. Biz de gidiciyiz elbette. İmzamı attım ve artık ayrıldım. Tekrar dönmek istemedim. Fakat bu yeni müftümüzün Edirne'ye gelmesi, Ankara'dan gelen önemli şahsiyetlerin olsun, bürokratlar olsun veya diğer yerlerden gelen insanların beni burada görmek istemesi tekrar Selimiye'ye gelmeme sebep oldu.
Saçlarıma Dokunmayın
—Saçlarınız epeyce dikkat çekici, herhangi bir tepki almıyor muydunuz?

Bazıları bir ara saçlarını kestireceksin dediler. Bir cuma günü müftülüğe gittim. Mutemet Nuri Bey, Darülhadis Camiinin imamı Mahmut Bey, Ayşe Hatun Camii'nin imamı ve birkaç kişi vardı içeride. Dedim ki "hocam siz de sıkıntıya düşersiniz ben de, bu saçlarıma dokunmayın." Başladım biraz karşı koymaya. "Saçlarını kestireceksin" diyorlar. "Hayır, saçlarıma dokunmayacaksınız" dedim. Müftü Bey, "Nadi Hocam ben müftüyüm, her yerden tebrik alıyorum, iyi ki bu adamı buraya almışsın diye. Ben yurt içinden ve yurt dışından herkesten tebrik alıyorum" dedi. Sağ olsunlar saçlarıma dokundurtmadılar. Ben kendilerinden hep teveccüh gördüm.
Tansu Hanım Okuduğum Ezanı Dinledi
—Selimiye Camii'nde siyasi liderlerden karşıladığınız oldu mu?

Başbakanlardan Tansu Hanım Edirne'ye gelmişti. Baktım yabancı polisler getirmişler başka illerden, Selimiye'nin dış bahçesine beni almıyorlar. Tanımıyorlardı, bir tanesi oradan baktı "bir dakika o buranın görevlisi girsin, bırakın onu" dedi. "Vali Koru Engin Bey gönderdi beni buraya" deyince aldılar beni içeriye.
Tansu Hanım Selimiye'yi gezdi ve mihrabın yanından döndüler. Teveccüh edip artık çıkış yapacaklardı. Bütün basın mensupları 50-60 kişi hepsi gittiler Selimiye'nin çıkış kapısına, oradan çıkarken görüntüleyecekler. Biz içeride 15-20 kişi kaldık.
Tansu Hanım tam çıkmak için teveccüh edecekleri sırada minberin yanında bir şeyler anlatılıyordu. Dursun Demir hocamız vardı. Sultanbeyli müftüsü şimdi, o zaman müftü muaviniydi. Dedi ki "Sayın başbakanım, vaktiniz müsait değil ama cami görevlimiz Nadi Bey, yanımızda, isterseniz buranın akustiği çok hoştur, kısa bir şey okusun veya anlatsın" dedi. Tansu Hanım "Buyursun" dedi. Yüksek yerde ezan okumak sünnettir. Ben o şuur içerisinde herhalde yüksekçe hemen yakın iki üç metre çıktım, kürsü sağımda kaldı orada. "Allahu ekber, Allahu ekber, Eşhedü en la ilahe illallah" dedim. Yahu kardeşim tam döneceğim bir baktım 40-50 kadar kameraman, muhabir ne oluyor diye bir bağırdılar ama o kameramanların beni yakalamak için çantalarını birbirine çarpanlar, müezzin mahfilinin o ahşaplarına kafayı vuranlar falan ortalık birden karıştı. Adamlar görüntü yakalamak için bize doğru geliyor. "Eşhedü en la ilahe illallah" dedim. Bu sefer "devam et" dediler mi bana. Ezanı sonuna kadar okudum. Üzerimde Küçük Dünyam kitabında çıkan resimdeki bordo renkli elbiselerim vardı.
Akşamüzeri haberlere bakıyorum. Ulusal televizyonlar haberi verdiler. Sadece ezanın baş tarafı vardı ve kısaca geçiştirdiler. Bir de bölgemizin televizyonu Trakya TV'ye baktım. Yemin ediyorum bunu herkes bilir herkes gördü Tansu Hanım'ın, "hayyales salah" derken gözünden amma da yaşlar akıyordu. Gözünün yaşları öyle bir akıyor ki böyle hem kendimi seyrettim hem onun ağlayışını seyrettim. Ulusal kanallar hiç buralarını göstermediler.
Şerif Ercan Bey Edirne'den milletvekili seçilmişti. Tansu Hanım'ın yanında idi. Çıkarken bana demiş ki "Hocaefendi'ye Allahaısmarladık diyelim" demiş. Müftü muavini Dursun Demir Bey vardı o sırada. Müftümüz yoktu her halde, bir yere gitti, ona vekâlet veriyor. Dursun Bey "Nadi hocam bir dakika sayın başbakanımız çağırıyor" dedi ve başbakanın yanına götürdü. Tansu Hanım elimi tuttu, tokalaştık. "Allah nefesinizi arttırsın, gelene gidene okuyun, Allah daim etsin" dedi. Böyle bir güzel dualar etti. Ve o akşam kendisini gözyaşları içinde gördüm televizyonda.

Konu Tarantula_ tarafından (08-10-2009 Saat 16:23 ) değiştirilmiştir..
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:21   #3
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
İKİNCİ BÖLÜM

Fethullah Gülen Hocaefendi İle—Edirne'de Fethullah Gülen Hocaefendi'yle beraberliğiniz olmuş, ilk defa nasıl tanıştınız?

1960'lı yılların başında Tunagür hoca buradayken ben İstanbul'daydım. Fethullah Hocaefendi'ye çok muhabbet gösterdiğini duydum. İstanbul'da okurken izinlere gelir Edirne'de camilerde müezzinlik yapardım. Bu izinlere geliş gidişlerimde Fethullah Gülen Hocaefendi'nin adını duymaya başladım. O zaman Üçşerefeli Cami'de imamlık yapıyormuş. Ben de arasıra Üçşerefeli'ye gider onun vaazlarını dinlerdim. Üçşerefeli Camii vilayetin merkezinde olduğundan onun vaazlarına gidenler dikkatimi çekiyordu. İsimlerini pek hatırlayamayacağım ama unutamadığım biri vardı. Hâkim Servet Bey adında bir zat vardı. O ve arkadaşları, meslektaşları cuma günleri özellikle Hocaefendi'yi dinlemeye giderlerdi. Bunlar benim dikkatimi çekiyordu. Fakat ben Hocaefendi'nin yanına sokulamıyordum o ilk zamanlar. Zaten İstanbul'da okuyordum. Bir türlü yanına sokulup tanışmak kısmet olmadı. İzinlere geldikçe onu takip ediyordum. O zamanlar Ahmet Kızılkök adında bir arkadaşımız vardı. Hacı Osman Nuri amcanın oğluydu. Biraz hareketli ve afacan biriydi. Hacı Osman Nuri amca, oğlu Ahmet hakkında Hocaefendi'ye giderek "şu çocukla biraz ilgilenir misiniz" demiş. Ben de Ahmet'i hep Hocaefendi ile görüyordum. Bir müddet sonra Hocaefendi'nin askere gittiğini duydum. O askerdeyken ben İstanbul'daydım. Fakat çok geçmedi 1963 yılı sonlarında ben Edirne'ye geldim.
—Esas Hocaefendi ile ilk defa yüz yüze karşılaşmanız ne zaman oldu? Askerden sonra mı görüştünüz?
Yıl 1964 idi. İyi hatırlıyorum. "Bisan" marka bir bisikletim vardı. Çok da yeniydi. Temiz ve gıcır gıcırdı. Edirne merkezde bulunan Eski Cami'nin alt kısmı o zamanlar otobüs durak yeri idi. Ben de bisikletimle dolaşıyorum. Orada biraz durdum. Ne maksatla gittiğimi bilmiyorum. Vesaitler gelip gidiyordu. Bir minibüs geldi ve ben de orada duruyordum. Hiç unutmuyorum. Taunus marka mavi bir minibüs yanaştı ve durdu. Yolcular inmeye başladı. Ben de sanki gözüm yolculara takılıp kalmış gibi inenleri seyrediyorum. İne ine kim insin dersiniz? Bir baktım Fethullah Gülen Hocaefendi...
Askerden önce kendisine olan muhabbetim ve biraz sempatik davranması nedeniyle o anki duygularımı tam ifade edemeyeceğim ama kendilerini bir anda görünce "Hocam!" diye seslendim. Daha minibüsten yeni inmiş bir iki adım atmıştı. Sesimi duyunca şöyle yarım daire geri döndü ve bana doğru baktı. Hiç unutmuyorum. Üzerinde kareli gri ceket ve gri pantolondan oluşan bir takım elbise vardı. Elinde tek fermuarlı koltuk altında taşınan siyah bir çantacığı vardı.
Hayrola Hocam nereden geliyorsunuz dedim. "Terhis oldum, askerden geliyorum, burada ilk sizi görüyorum" dedi. O esnada biraz ayaküstü hasbihal ettik ve ben yanından ayrıldım.
O sıralarda Suat Yıldırım hocam da Edirne'de müftü imiş. Fakat ben daha o sıralarda görevli değildim. Hocaefendi ile Suat Bey görüşüyorlar, ikisi de bir evde kalmaya karar vermişler. Rahmetli Mehmet Yerli ağabeyimizin tek atlı bir arabası vardı. Mehmet Yerli ağabeyimiz Hocaefendi'yi askerden önce de iyi tanıyor, vaazlarını takip ediyor ve muhabbeti çokça idi. Askerden döndükten sonra da Hocaefendi'nin peşini bırakmayanlardan biriydi.
Suat Bey'le beraber bir evde kalıyorlarmış. Mehmet Yerli ağabeyimiz bana "hocamlara filan yerde bir ev bulduk, fakat ikinci katta gürültülü bir yerdi, oradan başka bir yere taşındılar" dedi. Ali Paşa'dan Kaleiçi muhitine çıkarken sağ tarafta köşede küçük bir evdi. Eşyaların taşınmasında Mehmet ağabeyimiz yardımcı olmuş. Darülhadis Camii'nin yanında, Tunca settinin hemen yakınında bir ev bulmuşlar. Suat hocamla beraber oraya taşınmışlar. Ben de merak ediyorum. Kalktım gittim yanlarına. İlk gidişimden itibaren sıkça gitme lüzumu duymaya başladım. Çünkü Suat hocamla beraber Fethullah Gülen Hocaefendi bizim için bulunmaz bir fırsattı.
Hocaefendi'den Ders Okuduk

İstanbul'daki hafızlık eğitiminden sonra 1963 sonlarında Edirne'ye döndüm. Hocaefendi askerliğini bitirmiş, 1964 yılında Edirne'ye tekrar gelmişti. Baktım Arapça okutuyor. Mülteka ve kafiye. Ben yine de gelince belli bir yerlerden başladım. İsrafil Konuk var burada Erzurumlu. Hocaefendi'nin hemşerisi olur. Darülhadis Camii'nde Kur'an-ı Kerim okuyoruz, öyle bir manalandırıyoruz ki kırık mana denilir buna. Hoca olduk gibilerinden İsrafil'e vuruyorum ben. "Yahu İsrafil hocam, hoca olduk gittik, bak ne güzel de manâ veriyoruz" diye takılıyorum. İstanbul'da okuduğumun çok faydasını gördüm. Fakat o zamanlar mevlitlere gitmeye başlayınca halkın teveccühü, Selimiye'nin meşguliyeti vesaire derken Arapçayı unuttum gitti.
—Sizin göreve başlamanız ne zaman oldu?
Fethullah Gülen Hocaefendi Darülhadis Camii yanındaki evde kalırken ben de o sıralarda görev aldım. İlk görev yerim Edirne'nin biraz kenarında olan Saraçhane mahallesinde bulunan Çakır Ağa Camii veya İsmail Ağa Camii diye bilinen camide oldu. 1964 yılında orada göreve başladım.
Hocaefendi ve bazı arkadaşları ara sıra topluca benim camiye namaz kılmaya geliyorlardı. Ben aslında müezzindim ama imam bazen bana görev verirdi ve namazı kıldırırdım. Hocaefendiler de geldiği zaman arkamda namaz kılarlardı. Cumartesi Pazar günleri olduğundan biraz da kalabalık gelirlerdi. Esnaftan insanlar da vardı yanında. Namazdan sonra mesire yerlerine, Meriç ve Tunca kıyılarına giderlerdi. Fakat ben onlardan biraz geri kaldım. Sanki onlarla gitmek istemezdim. Hakkı Topçu ağabeyimiz vardı. Halen sağdır kendileri. Ona dedim ki "abi ben gelemeyeceğim, benim mevlidim var" dedim. Cemaat caminin önünde konuşurken Hocaefendi'nin benim bu gelmek istemeyişimi hemen duydu. Şöyle geriye doğru döndü ve "Azalt azalt" dedi. Yani mevlide gitmeyi azaltmamı istiyordu. Ama ben sesimi çıkarmadım. Onlar gittiler mesire yerine. Ben de mevlidime gittim. Onların gittiği yeri bildiğimden mevlitten sonra arkalarından gittim. Kendilerini buldum orada. Eğer bir eser okunacaksa benim okumamı arzu ediyorlardı. Ben okuyordum, cemaat dinliyordu.
Ihlamuru Çok Severdi
—Hocaefendi'de o zamanlar gördüğünüz ve ilginizi çeken hususiyetleri nelerdi?

Fethullah Gülen Hocaefendi'ye gidiş gelişlerim, mevlitlerden sonra, akşamları, yatsıdan veya öğleden sonraları hep devam etti. Hocaefendi asker öncesi Üçşerefeli Cami'de idi. Askerden sonra ise Darülhadis Camii'ne gelmişti. Salih hoca vardı. Darülhadis'in kadrolu imamı idi. Fakat rahatsızdı kendileri, sıhhati elvermiyordu görev yapmaya. Hocaefendi onun vazifesini devam ettirmeye çalışıyordu. Salih hocanın maaşından da cüzi bir şeyler veriliyordu kendisine. Hatırladığım kadarıyla 80 lira kadar bir maaştı bu. Fakat bu maaş almaya giderken de ben onu yalnız bırakmazdım. Herhalde bana biraz fazla teveccüh gösteriyordu. Ben de arkasından kalmazdım. Bazen bana "memlekete anneme babama biraz harçlık göndereceğim, buluşalım" derdi. Ben göreve gider gelirdim ve postanenin önünde buluşurduk. Tabii şöyle bir yönü vardı. Bayanlarla konuşup görüşmekten utanır, çok çekinir, sıkılırdı. Ben havale kâğıdını alıyordum. Bir kenarda beraber dolduruyorduk. O rakam hala hatırımdadır. 40 lira gönderiyordu memlekete, annesine babasına. Orada işimiz bitti mi beraber çıkardık.
O ıhlamuru çok severdi. Ben de çayı çok severim. "Hadi gidelim birer ıhlamur içelim" derdi. Bense o zaman kokusundan mı hoşlanmıyordum nedir bilemiyorum fakat "hocam ben ıhlamuru sevemiyorum, çayı severim" derdim. Her fırsatta karşılaştığımızda yine çarşıda "gel birer ıhlamur içelim" diye bana takılırdı.
İnce Ruhlu ve Düşünceli İdi
Derken bir gün Ahmet Kızılkök arkadaşımızın nişanlılık veya evlilik hazırlıkları başladı. Ahmet arkadaşımıza bir hediye almamız gerekiyordu. Hocaefendi ile çarşıda buluştuk. Uygun bir hediye alıp Ahmet'in evine götüreceğiz. Ne alalım, ne götürelim diye vitrinleri dolaşıyoruz. Tablo, çaydanlık takımı, vazo veya bardak takımı gibi şeyler gözümüze çarpıyor. Fakat bunlar sanıyorum Hocaefendi'ye az geliyordu. Hediye deyip geçmek istemiyordu. Bazen şunun fiyatını sor bakalım derdi. O zamanlar fırınlı aygaz ocakları yok. Dörtlü sade ocaklar var. Onlardan soruyoruz. Ben sordum. 8 veya 9 lira dedi. Fiyatını öğrendik. Fakat alalım da diyemiyor. Bu sefer yine "hadi ıhlamur içmeye gidelim" demez mi... İyi tamam, hadi gidelim. Eve gidiyorduk. Bir iki sefer böyle vitrinlere bakmamız oldu. Fakat benim aklım çok sonra çalıştı, daha doğrusu jeton çok geç düştü. Hocaefendi o ocağı almak istiyordu fakat herhalde parası yeterli değildi. Kendi kendime tamam biz bunu alalım, karar verdik.
Bir ikindi vaktinden sonra buluşup hediyeyi alıp Ahmet Kızılkök arkadaşımıza götüreceğiz. Hediyenin üzerine bir kâğıda "Nadi Ersoy-Fethullah Gülen" diye yazmış. Dedim hocam "böyle olmaz". Ben yukarda siz aşağıda, olmaz öyle dedim. Ben önce Fethullah Gülen sonra Nadi Ersoy yazıyorum dedim. Neyse hediyeyi paketlettik ve Ahmet'e götürdük. Karanfiloğlu'nda bir evde oturuyorlardı. Hatta o ev hala duruyor. Osman Nuri amcayla biraz sohbet ettikten sonra hediyemizi oraya bıraktık ve kendi kaldığı eve döndük.
Selimiye'ye İmam Olmamı İstiyordu
—Neden hep müezzinlik yaptınız, imamlık düşünceniz olmadı mı?

Ben Çakır Ağa Camii'ndeki vazifeme devam ediyordum. Hocaefendi, bir ara bana gösterdiği teveccühten olsa gerek yedi yol ağzında büyük çınarın altında otururken "Suat Bey'e söyleyeyim de sizi Selimiye'ye imam olarak alsın" dedi.
Ben imamlık mesleğini severim, onu yapanlara karşı saygım vardır. Fakat imam olmak istemiyordum. İmamlığa yatkın biri değilim, kendimi o mesleğe layık görmüyordum. Ne bileyim işte sakalım yok, sürekli kravat takarım, saçlarım uzun ve biryantinli, gözlüklerim desen havalı. Her gün bir elbise değiştiriyorum, İstanbul'dan özel terzi getirttiğimi meslektaşlarım biliyor. Terzi geliyor birkaç gün buralarda kalıyor ve benim elbiselerle ilgileniyor. Hocaefendi de bu durumlarımı zaten biliyor. Çok havalı veya fiyakalı görünüyorum. Ama buna rağmen yine de Hocaefendi'nin bana teveccüh göstermesi dikkatimden kaçmıyordu. Mesela özel berbere gidip saçlarımı şöyle kes, böyle tara, işte şöyle kıvırcık olsun gibi acayip hassas biriyim. Kıvırcık saçları da severdim doğrusu. Bütün bu hallerime rağmen, süslü püslü dolaşan bir müezzin ve görevli olarak niye bana bir şey demiyor diye merak ediyordum.
O "Suat Bey'e söyleyeyim sizi imam yapsın" deyince biraz üzüldüm. Eyvah şimdi saçlarım uzun, kestirmem gerekecek, belki sakal da bırakmam gerekecek. O kadar rahat hareket edemeyeceğim diye düşünmeye başladım. O zaman etrafta sakallı imamlar veya Hocaefendiler görüyordum. Ben hiç sesimi çıkarmadım. Amma nasıl oldu bilemiyorum. Herhalde benim vaziyetimi anladı veya teklif etmedi, o mesele öyle kaldı.
—Peki, neden size karşı Hocaefendi'nin olumsuz bir tavrı olmadı mı?
Fethullah Gülen Hocaefendi bana neden bu kadar değer verdi. Hakkım olmadığı halde neden bu kadar teveccüh gösterip beni aynen kabul etti. İşte şimdi yıllar sonra ben şifreyi çözdüm. Hocaefendi Edirne'den gittikten sonra durumu çaktım. O yıllarda diyorlardı ki "aman onun yanına sokulma, bak sosyete kesimi seni seviyor, her gün mevlitlere gidiyorsun, onunla (Hocaefendi) görünürsen böyle yerlere gidemezsin, seni dışlarlar, yakalanacaksın, şöyle olacak böyle olacak." Hep bana böyle dediler. Ben yine Hocaefendi'den kopmadım ayrılmadım. Hamdi ağabeyler ev tutalım dediler, kabul ettim, ev tuttuk ve beraber kaldık Hocaefendi ile. Tamam, çay içmeyse çay içme, onları ben davet ettim, yine davet etmeye de hazırım. Demek ki Hocaefendi bizim dış görünüşümüze bakıp dışlamamış. Olduğum gibi kabul etmiş.
Titiz ve Temizdi
—Hocaefendi'nin dış görünüşü itibariyle, giyinişi, temizliği ve davranışları hakkında o ilk yıllardaki izlenimleriniz nelerdi?
Ben Hocaefendi'den mi öğrendim ütü yapmasını ve düzenli olmayı bilemiyorum. Fakat hakikaten çok titiz ve düzgün giyinir, dışarıda milletin içinde çıkarken çok dikkatli olurdu. Gri bir pantolonu vardı. İki günde bir sıkça yıkardı onu. Tuvalete girerken paçalarını yukarıya kadar sıvar, böyle çok titiz ve hassas davranırdı. Yine de sıçramış veya yürürken yolda bir pislik değmiş olabileceği endişesiyle pantolonunu sıkça yıkardı. Ütüsü yoktu ama ütülü dursun diye pantolonunu yatağın altına koyardı. Allah Allah! bu hale şaşıyor ve üzülüyordum. Ama yine de o pantolon yatağın altında gerçekten ütülü gibi çıkardı. Ayağına giydi mi gerçekten ütülü gibi dururdu. Bilemiyorum, kumaşından mıdır, kalitesinden midir nedir. Kırışık ve hoş görünmeyen şeylerden son derece çekinirdi. Onun bu dikkatli yaşayışı ve düzenli görünüşü bana da sirayet etti gibi geliyor bana. Onu devamlı temiz, titiz ve düzgün görüyordum.
Mesela bir şey aktarayım. Birisi ona fildişi renginde, iri örgülü bir takke hediye etmiş. Başına takmış, bir yakışıyor ki sormayın. Yahu dedim hocam "nerden buldunuz bu takkeyi, çok güzel yakışmış." Ben öyle deyince hemen başından çıkardı "al senin olsun" dedi. Yok dedim, hocam şimdi bu takke benim saçlarımı bastırır, görünüşünü bozar ama size o kadar güzel yakışıyor ki sizde kalsın dedim. Onun cüssesi, yapısına çok uyuyordu, yakışıyordu. Zaten ne alsa, ne giyse kendisine yakıştırmayı bilirdi.
Ben de o takkenin bir benzerini saçlarımı bozmayacak şekilde naylondan bir takke yaptırdım. Kenarlarını da özel örgüyle kıvırttım terziye. Giydim baktım, artık Hocaefendi'ye şimdi benzedim dedim. Bakalım bu takkeyle beni görünce ne diyecek diye merak ediyorum. Çok fedakâr yanları dikkatimi çekiyordu. Hele "hocam şunu nereden aldın" demeye gör. Hemen alır size verir. Ben şahsen kendimi zorluyorum, böyle bir şey yapamam.
Taşlık'taki Evde Beraber Kaldığımız Günler
Hocaefendi Kırklareli'ndeyken Edirne'yi boş bırakmadı. Haftada bir gelir giderdi. Bizim bir Hamdi Esenkal ağabeyimiz vardı. Taşlık mahallesinde bakkaldı kendisi. Emekli öğretmen Raif Esenkal ağabeyimizin kardeşi olur. 15 sene kadar oldu vefat edeli. Ben o zaman Yeni Maarif bölgesinde oturuyordum ve evli değildim. Hamdi ağabey bir gün "Hocaefendi'nin tayini çıktı biliyorsunuz, haftada bir Edirne'ye gelip gidiyor, burada sohbetlerine devam ediyor. Cuma günü ikindiden sonra Edirne'ye gelecek, burada arkadaşların yanında kalması uygun olmaz, ona bir ev tutsak, ne dersin" dedi. Ne demek dedim. Elbette tutarız hem de kirasını da ben veririm dedim. Aynen böyle dedim. Kabul ettim ve kirayı ben vereceğim dedim. Neyse Hamdi Esenkal ağabeyimizin orada bir ev tuttuk. Haftada bir akşamüzerleri o eve geliyordu kendisi. Ben de aynı evde kalıyorum. 1965 yılının sonbaharından itibaren o evde kalmaya başladım ben.
Edepli Olmayı Ondan Öğrendim

Bekâr olduğum için evin çeki düzenini ben yapıyordum. Gece saat 01:30'lara kadar sohbet ve muhabbet ediliyor. Misafirler gittikten sonra yatma zamanı gelirdi. Ancak yine biz kendi aramızda sohbete devam ederdik. Evin iki odası vardı. Birinde sohbet ediliyor, birini de onun yatması için ayırmıştım. Ben de aynı odada yatardım aslında. O odaya nikelaj bir karyola, yeni bir halı, tüller, perdeler, gaz sobası, yani herşeyi tam yaptırdım. Karyolayı ben Hocaefendi'ye ayırdım. Ben de yere bir yatak yaptım, yere yatacağım. Yataklar hazırlandı. Yine muhabbete devam ediyoruz. Artık dayanamadım. "Hocam saat kaç oldu, artık yatalım, yatmanın zamanı geldi, ben yatacağım" dedim.
Afedersiniz benim bazen böyle çıkışlarım olurdu. Ama o aramızdaki samimiyetin ve yaşça da yakın olmamızın bir neticesi idi. Hocaefendi benim art niyetimin olmadığını bilir. Emri vaki değil de benim bir üslubumdu herhalde. Bilemiyorum nereden alıyordum bu cesareti. Ona "hocam yetti artık, uyku zamanı geldi, yatalım artık" derdim. Siz karyolaya, ben de yere yatacağım dedim. Yok yatmaz. Karyolada yatmak istemiyor. Kenarda oturuyor. Derken yerdeki yatağa yatmaya razı oldu amma tam yatacak, yorganı çekecek üstüne. Ben de karyolanın kenarında oturmuşum herhalde. Bir türlü yorganı üstüne çekip uzanıp yatamıyor. Bir baktım yüzü kıpkırmızı, alnındaki damarı çatlayacak gibi. Ikınıyor, sıkılıyor, öte kıvranıyor, beri kıvranıyor. Bir türlü uzanıp yatamıyor. Hemen farkına vardım, durumu anladım ben. Benden çekiniyor. Aynı yerde yatmayı, benim yanımda ayaklarını uzatıp yatmayı edebine sığdıramıyordu. Dedim hocam bir dakika! Siz buradaki karyolada yatın, ben de yerdeki yatakları alayım dedim. Ve yatağı yorganı kaptığım gibi diğer odaya geçtim. Allah dedim. İnşallah rahat yatmıştır. Onu o odada bıraktım.
Sabah oldu. Namazlarımızı kıldık, tesbihatları yaptık. Birkaç bahis okuduk eserlerden. Bu arada ders dinlemeye gelenler oldu. Kısa bir sohbetten sonra onlar dağıldılar. Biz kahvaltı hazırlamak için mutfağa geçtik. O zaman aygaz ocakları yoktu. Pompalı gaz ocakları vardı. Ocağı yaktık. Tarhana pişiriyoruz. O tarhana pişiriyor, ben ocağı pompalıyorum, bazen o gaz pompalıyor, ben tarhana karıştırıyorum. Birkaç hafta böyle devam ettik.
Hocam Şu Benim Evlilik İşine Bir Baksanız?
—Hocaefendi'ye kendi özel meselelerinizi açtığınız olur muydu?

Hocaefendi hafta sonları Edirne'de kalır, hafta başında da Kırklareli'ne dönerdi. Haftalar böyle geçerken bir gün yine aynı evde sohbet ediyoruz. O günlerde ben şimdi evli olduğum eşimle tanışmıştım. Bir sabah tarhana karıştırırken konuşuyoruz. Tam fırsatını buldum. Çünkü ders veya sohbet ederken yanında başkaları olduğundan özel bir soru sormak hoş değildi. Dedim ki "hocam ben bir kızla tanıştım, benden ayrılmıyor ve bu kız peşimi bırakmıyor. Acaba istihareye yatmanız mümkün mü" dedim. Bir şey demediler, olumlu karşılar gibi bir durumları vardı. Neyse o hafta Kırklareli'ne döndü. Ertesi hafta geldi. Yine kahvaltı hazırlama faslındayız. İkimiz de ayaktayız, tarhana kaynatıyoruz. Sordum ben. "Ne oldu hocam bizim bu kız işi, size bir şey sormuştum, istihareye yattınız mı" dedim. Biraz gülümsedi bir şey demedi. Ben de üstelemedim.
Daha sonraki hafta geldiğinde yine sordum. Yine bir şey demedi. Üçüncü hafta geldiğinde yine sordum. Fakat o günlerde Hocaefendi bir dertten muzdaripti. Alerji gibi bir rahatsızlık durumu vardı. İnsanların yanında bir şey yapmazdı ama yalnız kaldığında kollarını ve vücudunu kaşırdı. Çok ızdırap çektiği halinden belliydi. O hali gözümün önünden gitmiyor. O zaman siyah bıyıklı, esmer bakışlı bir hali vardı. Üçüncü hafta yine sordum. "Hocam bizim iş ne oldu, bir şey söylemiştim size, hatırlamış olmanız lazım" dedim. Bu sorum üzerine gülümsedi, bıyıkları şöyle kavis yapar gibi oldu. Ben sevindim tabii. Herhalde olumlu bir şey gördü, galiba şimdi söyleyecek dedim. Bana verdiği cevap ne olsa dersiniz?
"Sorma Nadi Efendi, üç hafta boyunca kaşındım" dedi. Ben de "eh be hocam, bu kadar olur, bir hafta, iki hafta, üç hafta geçti, bir baksanız olmaz mı şu işe" dedim. Nasıl bağırıyorum ona, görmek lazım. O anı Hocaefendi mutlak surette hatırlar. Şimdi oturup düşünüyorum, nasıl öyle çıkışmışım, nasıl öyle söylemişim bilemiyorum.
Evlilik ve Çocuklar
—Peki, daha sonra evliliğiniz nasıl oldu, ne zaman evlendiniz?
Neyse zaman zuhur geçti ben bu hanımefendi ile 1967 yılı Haziran ayında evlendim ve çoluk çocuğa karıştık. Evlendiğimiz günlerde de Arap-İsrail savaşı vardı. O günleri unutamıyorum. Tanıştığımız hanımefendi ile bir buçuk yıla yakın sözlü kaldık. 4 Nisan 1967'de nişanlandık ve 7 Haziran 1967'de de evlendik, düğünümüz oldu. Benim evlendiğim yıldan bir yıl önce 1966 yılı Mart ayında Hocaefendi Kırklareli'nden İzmir'e tayin oldu. Evliliğimizden sonra dört tane kızım oldu. Hepsi evlendiler ama biri ayrıldı. Beş tane torunum var.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:24   #4
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
—Hocaefendi Edirne'den Kırklareli'ne oradan da İzmir'e gittikten sonra bir ziyaret veya görüşmeniz oldu mu?
Hocaefendi İzmir'e gidince Edirneli arkadaşlar ve Hocaefendi'nin burada beraber olduğu insanlar 1967 yılında İzmir'de ziyarete gitmeye karar vermişler. Tam da benim evlendiğim günlerde idi. Bunlar rahmetli Hamdi Esenkal ve abisi Raif Esenkal, Hakkı Topçu, kabzı mal Turgut Efendi, Hacı Muhip Efendi karar vermişler Hocaefendi'yi ziyaret edecekler. Bana 'sen de geleceksin, sen gelmezsen olmaz, biz Hocaefendi'ye haber verdik, ziyaretinize geleceğiz dedik' dediler. Ben de 'daha yeni evliyim, hanımım yalnız, gelirsem onu köye götürmem gerekecek, ben gelemeyeceğim' dedim. Benim gibi birkaç kişi daha gelemeyeceğini ifade etti. Fakat bunlar beni ikna etti ve ben İzmir'e gitmeye karar verdim. Hemen köye haber verdim, babam geldi Edirne'ye bizim hanımı aldı götürdü köye. Biz de arkadaşlarla yola koyulduk ve İzmir Kestanepazarı'na gittik. Yol uzun, yolculuk yorucu bir iş. Şimdiki gibi hızlı vesaitler yok. Yollar desen şimdiki gibi değil. Zar zor gidiliyor.
İzmir'e vardık. Kestanepazarı'nda kaldığı küçük tahta kulübesini bulduk. Ben çay yapmaya karar verdim. Yoldan geldik yorulmuşuz. Dedim ya çayı çok seviyorum diye. O zaman sarı-kahverengi paketli Rize çayları vardı. Kalabalığız diye ben de çokça çay koydum demliğe. Demli çayı seviyorum. Mehmet Örs diye bir arkadaş vardı. Kendisi Edirnelidir ama İzmir'e taşınmıştı. Ertesi sabah kalktık. Hocaefendi çaydanlığı boşaltacak. Demliği bir türlü boşaltamıyor. Çok çay atmışım, demliğin dibine çökmüş. Hocaefendi Mehmet Örs'e 'Mehmet kardeş bizim Nadi hoca epeyce çay koymuş demliğe, boşaltamıyorum' dedi. Hakikaten de fazla koymuşum, belki paketin yarısını kullanmışım. Neyse Hocaefendi sallaya sallaya çay posasını boşalttı.
Edirneliler Risale-i Nur'u Ezbere Bilir
—İzmir'de ziyaret esnasında unutamadığınız hatırınızda kalan hadiseler var mı?
İzmir'de bulunduğumuz akşam bizi aldılar götürdüler Mustafa Birlik ağabeyimizin evine. Çok kalabalık bir ziyaretçi topluluğu vardı. Belki yüze yakındı. Oturduk, sohbet yapıldı, kitaplardan bir şeyler okundu. Çaylar içildi. Burada parantez sadedinde bir şey hatırlatmak istiyorum.
Biz Edirne'de Darülhadis Camii'nde Hocaefendi ile kitaplardan bir yer okuduğumuzda kaldığımız yerin ipini çekip kapatırken Hocaefendi 'Suat Bey, bende hafıza olsa burayı ezberlerdim' derdi. Biz hemen atlardık tabii. Neresi hocam orası? Bakıyorduk tamam şu sayfa. Üç gün içinde ben o sayfayı Kur'an ezberler gibi ezberliyordum. Geliyorum kaldıkları eve. Evde bazen sadece Suat Bey olurdu. Hocam ben burasını ezberledim, ezberden okumak istiyorum, bir dinler misiniz derdim. Tam okuyorum. Bu arada Hocaefendi çıkar gelir. Suat Bey durumu izah eder. Hocam işte 'siz geçen gün, bende hafıza olsa burayı ezberlerdim demiştiniz ya, işte Nadi Efendi de gitmiş o sayfayı ezberlemiş gelmiş' derdi. Hadi bakalım bir de Hocaefendi'ye okuyordum ezberden. Bunu şundan anlattım.
Şimdi Mustafa Birlik ağabeyin evinde sohbet ederken çaylar içildi, bitti. Tam o esnada elektrikler pat diye gitti. Hepimiz karanlıkta kaldık. Bir iki kişiden eyvah elektrikler gitti diye sesler duydum. Aradan 5 saniye geçmedi Hocaefendi'nin sesi duyuldu. 'Edirneliler Risale-i Nur'u ezbere bilir' diye bir cümle söyledi. Ben yanında oturuyorum. Tabii bunu duyunca herkes sus pus oldu. Edirneli arkadaşlardan biri 'hadi bakalım Nadi hoca' dedi. Ne okuyayım, ne edeyim derken o esnada İşaret-ül İcaz kitabından ibadet bahsi geldi aklıma. Aslında ikinci lema, altıncı söz, Ezher üniversitesi hocalarından Mısırlı Şeyh Bahid Efendi'nin Üstad hakkında söylediği 'Anadolu'nun sarp yalçın kayalıklarından İstanbul'a gelen adam' diye bahsettiği yerler aklımdaydı. Ezberlemişim oraları. Bu kısım özellikle Hocaefendi'nin hoşuna gider orayı okumamı isterdi. Sohbette bulunan arkadaşlara nereden okuyayım diye sordum. Belki Hocaefendi'nin de istediği bir yer vardır diye düşündüm. Kimseden de ses çıkmayınca birden ibadet bahsi geldi aklıma. Oradan okumaya başladım. 'Ya eyyühennâsü'büdu rabbekümüllezi halakaküm vellezine min kabliküm lealleküm tettekûn. Yani 'Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz' (Bakara suresi-2/21) İkinci ayete geçtim. 'O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler ve gıdalar çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın' (Bakara suresi-2/22) şeklinde ayetlerin meallerini verdikten sonra geçiyordum. Yine devam ediyordum. 'Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren sadece ve sadece ibadettir' dedikten sonra birkaç saniye duruyordum. Bu okuyuşum, tarzım ve hareketlerim herhalde böyle Hocaefendi'nin hoşuna gidiyordu. Çünkü Edirne'deyken de böyle dinliyordu beni. Camime gelir cemaatle namaz kılar ve beni okuduğum sureleri dinlerdi. Yine bir soluk aldıktan sonra devam ediyorum. 'Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan, nehiylerinden sakındırmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümlerle terbiye ve takviye edilmezse eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale Âlem-i İslam'ın hali hazırdaki vaziyeti şahittir' dedikten sonra burada duruyordum. Hocaefendi bunun üzerine bazı izahatlarda bulunuyordu. Bu ezberden okuduğumuz bir iki sayfanın açıklaması vesairesi 15-20 dakika bilemedin yarım saat tuttu. Sohbetin sonuna geldim ve 'fatiha' deyiverdim ki ışıklar birden yanıverdi.
Biz Edirneliler olarak ertesi gün geri döndük. Yolda gelirken arkadaşlardan biri 'Nasıl hafızım haberin var mı, dün İzmir'deki sohbet esnasındaki ışıkları mahsus söndürdüler' demez mi. Allah Allah... olacak iş değil. Hakikaten de ışıkları mahsus söndürmüşler ki bizi konuştursunlar. Ben işte oradaki Hocaefendi'nin 'Edirneliler Risale-i Nur'u ezberden okur' demesini hiç unutamıyorum.
Yaşar Tunagür ve Fethullah Hocaefendi'nin Hutbeleri
—Risale-i Nur'dan ezberlediğiniz yerler var, hitabetinizde de sanki Hocaefendi'nin bir tesiri var gibi. Ne dersiniz?
1960'lı yılların başında Tunagür hoca buradayken ben İstanbul'daydım. Fethullah Hocaefendi'ye çok muhabbet gösterdiğini duydum. İstanbul'da okurken izinlere gelir Edirne'de camilerde müezzinlik yapardım.
Bazen hutbelere çıkardım. Çok rahat okurdum. İzmir'de Hocaefendi'ye ziyarete gittiğimiz zaman bakkal Hamdi Esenkal abi büyük bir teyp getirmişti. Hocaefendi'nin kasetlerini dinliyordum teypten. Kısa zamanda aklımda kalmaya başladı ve Hocaefendi minberde ne söylemişse burada ben de minberde aynısını söylemeye başladım.
'İbadallah' Allahın kulları... 'ittegullahe ve atiû' Allahtan korkun ve ona itaat edin. 'İnnallahe ye'müru bil adli vel ihsani ve ita izil kurba veyenha anil fahşai vel münkeri vel beğy' Şüphesiz Allah dosdoğru olmayı, kafana göre doğruluğu değil, Kur'ana göre doğru olmayı ve istikametle Resulüllah'ın gösterdiği dürüstlükle ve yakınlarına birşey vermekle, vermenin en güzeli bozuk taraflarını tamir edip İslami örnekleri vermekle ve en şümüllü manasıyla insanlara emrediyor. İnsanın el ulvisi İslamın emirlerini lutfedip ihsan etmekle...
Bu cümleleri daha önceden hayal meyal hatırlıyorum. Yaşar Tunagür Hoca hutbeden inerken bunları okuyordu. Fethullah Hocaefendi de bunun aynısını yapıyordu ama Hocaefendi daha tafsilatlı okuyor açıklıyordu. O zamanlarda Yaşar Tunagür'den bunları duyuyordum.
1962-63'lerde o zaman görevde değildim ben. İstanbul'dan izne gelmiştim. Selimiye'de bir cuma namazına gittim. Aman Ya Rabbi, Yaşar Tunagür hoca Selimiye'yi doldurmuş. O yıllarda Selimiye'yi doldurmak öyle kolay iş değildi. Allah'ım Ya Rabbim. Bir doktor Nadir bey vardı arka taraflarda bölmelerin yanında yere oturmuş, ellerini kilitlemiş ayakları üzerinde Yaşar Hocayı dinliyordu. O adamın hali gözümün önünden gitmiyor, pür dikkat Yaşar Hocayı dinliyordu. Yaşar Hocanın da mikrofonda bir sesi vardı ki caminin dış bahçelerinden bile rahat dinleniyordu. O günlerde Yaşar Hocayı dinliyorduk hep. Yani cumanın haricinde bile konuşurdu Yaşar hoca, cemaat öğlen vaktine yarım saat kala Selimiye'ye dolardı. Yaşar beyin vaazlarını dinlemeye millet çok erken geliyordu. Cemaatte bir ağır başlılık vardı. Paldır küldür hareket eden yoktu. Abdest alanlar hemen camiye dalıyorlardı, dışarıda muhabbet eden, lak lak eden falan yok. İçeriye girme hazzıyla sessiz ve edepli bir şekilde gelirdi millet. O zaman öyleydi. Yaşar Hocanın manevi bir atmosferi oluşmuştu Selimiye'de.
Hocaefendi Selimiye'ye Ziyaretime Geldi
—Hocaefendi daha sonraları Edirne'ye geldiği olur muydu?
Hocaefendi'nin Edirne'ye benim gördüğüm gelişi şöyle oldu. Bir defasında çarşıda dolaşıyordum. Selimiye'deki imam ve müezzin odası için çay takımı, kaşık bardak bakıyorum. Ama en güzelini arıyorum. Kaliteli, iyi ve güzel olsun istiyorum. Tepsisi gümüş olsun istiyorum. Tam aradığım gibi bir takım buldum. Bir ikindi vaktinden sonra Selimiye'ye gittim. Hatta aldığım dükkândan 'hocam siz zahmet etmeyin, biz bir elemanla size bırakırız' dediler. Sağ olsunlar getirdiler Selimiye'ye. Ben onları bir güzel gıcır gıcır yıkadım, peçetelerle kuruladım. Tepsiye dizdim ve götürdüm bizim imam odasına koydum.
Ertesi günü yine Pazar günüydü herhalde. Camiye gittim. Camideki görevli arkadaşlar 'Fethullah Hocaefendi buralarda, gördün mü' dediler. Yapmayın yahu dedim. Her defasında böyle oluyor. Nerde falan filan derken şadırvanda olması lazım dediler. Ben de hemen bir havlu hazırlayayım dedim. Hatta kendi kendime 'niye ben böyle hazırlıklı bulunmuyorum' dedim. Güzel bir beyaz havlu almıştım. Hatta ilk aldığımda onu da güzelce yıkamış kurulamış ve kaldırmıştım. Havluyu götürdüm Hocaefendi'ye ve kurulandı kendileri. Bu sefer bir arkadaş o havluyu elimden almak istedi. Ben de kızdım ona, 'her defasında böyle yapıyorsunuz' dedim. Hocaefendi o havluyla kurulandı diye onu elimden almak istedi.
Derken Hocaefendi içeriye girdi. Bizim imam odasına oturuyoruz. Orada bir telefon vardı, o dikkatini çekti. O sırada benim bir gün önce aldığım çay takımı ve bardakları da gördü. 'Nadi Efendi bunlar da ne böyle' dedi. Dedim hocam 'ben bunları daha dün almıştım, gıcır gıcır yıkadım, kuruladım, buraya dizmiştim, ilk çay size mi nasip olacakmış' dedim. 'Ama bak bu sefer ıhlamur yok ona göre. Çok açık çay yapacağım, sizi hiç rahatsız etmeyecek tamam mı?' dedim. 'Tamam, olur' dedi. Yaptım çayı, güzelce demledim. Bu arada kimsenin haberi yok Hocaefendi'nin geldiğinden. Telefonla birkaç arkadaşa haber vereyim dedim. Mobilyacı Ali Osman Efendi adında bir ağabeyimizin bir telefonu vardı bende. Tuttum onu aradım. 'Ali Osman Efendi bak Fethullah Hocaefendi burada Selimiye'de benim yanımda, buradan ötesi size ait, artık Hüseyin Top hocaya mı haber verirsin, Hakkı beyi mi, Yüksel beyi mi, kime verirsen ver' dedim. Aman Allah'ım 15 dakika içinde Selimiye'ye bizimkiler akın ettiler. Biz bu arada onlar gelinceye kadar çaylarımızı içtik ve caminin girişinde başka bir odaya geçtik. Çayı da az yapmıştım, bir iki kişi oluruz diye. Fakat ne hikmetse o çaydan çoğu arttı.
Üç Saniyede Yer Açtılar Bana
—Hocaefendi Kırkpınar güreşleri dolayısıyla 1995'te Edirne'ye gelişinde kendisiyle görüştünüz mü?
Ben yine Pazar günleri izin kullanıyordum. Dışarı çıktım ve minibüse binerek Selimiye tarafına doğru gittim. Eski Cami'nin altındaki durakta minibüsten indim. Caminin alt tarafındaki merdivenleri tırmanırken birden karşıma biri çıktı. Biraz dolgun, tıknaz, hafif saçları dökülmüş bir arkadaş bana 'selamün aleyküm Nadi Bey' dedi. Allah Allah şaşırdım kaldım. Yanında da genç bir talebe vardı. Aleyküm selam dedim.
'Tanıdınız mı beni' dedi. Kim bilir acaba İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya Beyefendi olmasın dedim. Yok dedi. Ben Suat Yıldırım demesin mi? Amman hocam yahu dedim, kaç yıl oldu görüşmeyeli, bir sarıldım boynuna. 'Hocaefendi buralarda gördün mü?' dedi. Yok, hocam nerde göreyim, daha şimdi indim minibüsten dedim. Her defasında böyle oluyor, sıkıntılı oluyorum, atıyorum kendimi dışarıya bakıyorum Hocaefendi gelmiş. Allah Allah, var bunda bir şey dedim. Suat hoca 'hadi gidelim o zaman, ben seni görüştüreyim' dedi. Selimiye'ye doğru yürürken bir baktık ki yanımızdan arabalar geçiyor. Suat hoca 'dönelim, Hocaefendi buraya geliyor, Kervansaray oteline geçecek' dedi. Biz Kervansaray'ın önüne gelinceye kadar onlar çoktan indiler. 150-200 kişi kadar var. Kameralar, gazeteciler, kalabalık bir insan grubu var. Ben Suat beyle gidiyorum. Kervansaray otelinin içindeki bahçeye girdik. Hocaefendi ve etrafındakiler bahçede yarım daire kadar yürüdüler. Suat Bey benim sol elimi bir yakaladı 'gel seni Hocaefendi'ye götüreyim' dedi. Kalabalığı yararak yanına vardık. Orada Hocamla selamlaştık, beş on saniye ayaküstü musafaha ettik. Derken bahçedeki tur tamamlandı ve yukarı kata çıktık. Tabii etraf çok kalabalık, orada kanepe gibi bir oturma yeri hazırlanmış. Sağında Suat Bey, solunda Hüseyin Top hocamız beraber aynı kanepeye oturdular. Ben gençlerin arkasında kaldım. Ayakta durup onların omuzlarından Hocaefendi'yi görmeye çalışıyordum. Hocaefendi oturduğu yerde şöyle bir yanına baktı, bir de başını kaldırarak benim olduğum tarafa doğru kaldırdı. Başını kaldırır kaldırmaz bir hareketlenme oldu. Herkes kime ve nereye doğru baktığını merak ediyordu. Sonra bana doğru baktığını anladılar. Üç saniye içinde hemen anında bir koridor açıldı. Yanına davet etti. Suat beyle kendi arasına oturttu beni. Çok hafif bir sohbet ettik, halimi hatırımı sordu. Sonra 'Nadi Efendi bir sesini dinlemek istiyorum ama aşır mı okursun, bir ilahi mi okursun' dedi. 'Aşır da okurum hocam ama malum benim bir defterim vardı, siz oraya bir Risale-i Nur'dan nurlu birkaç parça diye güzel bir şey yazmıştınız. Ne yazık ki ben o defteri birine göstermiştim, elimden aldı ve o da kaybetmiş. Sizin o deftere yazdığınız güzel bir kaside vardı, fakat son satırlarını hatırlıyorum. Onu ben mevlitlerde yüzünden bakar okurdum. Bilmem gerisini bir daha yazar mısınız' dedim. Aklımda kalan son iki satırı şöyleydi. 'Ya Rabbi ala habibike yelteci, yercü minke keramet la tahimi, vela havle fettahel Ya enisi-l münibi' deyince 'tamam hatırladım' dedi. Hatırladınız amma ben o defteri kaybettim hocam, yine bir ara bir şeyler karalar mısınız' dedim. Biz kendi aramızda böyle konuşuruz. Derken bu sohbet faslından sonra Kur'an'dan Fetih suresinin ilk sayfası ile ikinci sayfanın başına kadar bir aşır okuduktan sonra 'fatiha' dedik ve oradan kalktık.
Hocaefendi yine arkadaşlarıyla Edirne'yi gezmeye devam etti. Ardından Selimiye Camii'ne geçtik. Sanıyorum Kırkpınar güreşleri esnasında idi. Küçük Dünyam'da çıkan resimlerden birinde ben de varım. Çünkü Hocaefendi'yi Selimiye'de gezdirirken ben de vardım.
—Hocaefendi'ye bu kadar yakın davranmanız çevrenizde nasıl bir etkisi oldu?
Hocaefendi'nin rahatsızlığı, alerjisi vardı ya, hani kaşınıyor demiştim. Bakkal yoğurtları dokunduysa falan diye düşündük. Benim bisikletten sonra gazlı bir motorum oldu. Bakırcığı (bakraç) motorun koluna takardım. 2-3 kilo alüminyum bakraç idi. O yoğurt dolu bakracı doğru Hocaefendi'ye götürürdüm. 'Hocam taze, taptaze, annem dün köyde hazırladı, size gönderdi' diyordum. Bazen birileriyle köye haber gönderiyordum, yarın geleceğim annem yoğurt mayalasın diyordum. Hemen köye gidip alıp getiriyordum yoğurdu. Ve işte o yıllarda Hocaefendi'yi ben yalnız bırakmadım. Ama bazı imam efendiler onun yanına şucu bucu diyecekler diye sokulmuyorlardı. Ben onu yalnız bırakmadım. Eğer fedakârlık denecekse böyle bir fedakârlığımı mı gördü herhalde, bilemiyorum.
—Hocaefendi ile irtibatınız devam ediyor mu, selamlaşıyor musunuz?
Geçenlerde ABD'ye bir arkadaş ziyaretine gitmiş. Hocaefendi ona buradaki eski arkadaşlardan Mehmet Yerli ve diğerlerini sormuş. Selam söylemiş, sağlığımızı sıhhatimizi sormuş. 'Bizim Nadi hoca nasıl?' demiş. Sağolsunlar, bizleri unutmuyorlar...
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:24   #5
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM


—Hocaefendi Edirne'den Kırklareli'ne oradan da İzmir'e gittikten sonra bir ziyaret veya görüşmeniz oldu mu?


Hocaefendi İzmir'e gidince Edirneli arkadaşlar ve Hocaefendi'nin burada beraber olduğu insanlar 1967 yılında İzmir'de ziyarete gitmeye karar vermişler. Tam da benim evlendiğim günlerde idi. Bunlar rahmetli Hamdi Esenkal ve abisi Raif Esenkal, Hakkı Topçu, kabzı mal Turgut Efendi, Hacı Muhip Efendi karar vermişler Hocaefendi'yi ziyaret edecekler. Bana 'sen de geleceksin, sen gelmezsen olmaz, biz Hocaefendi'ye haber verdik, ziyaretinize geleceğiz dedik' dediler. Ben de 'daha yeni evliyim, hanımım yalnız, gelirsem onu köye götürmem gerekecek, ben gelemeyeceğim' dedim. Benim gibi birkaç kişi daha gelemeyeceğini ifade etti. Fakat bunlar beni ikna etti ve ben İzmir'e gitmeye karar verdim. Hemen köye haber verdim, babam geldi Edirne'ye bizim hanımı aldı götürdü köye. Biz de arkadaşlarla yola koyulduk ve İzmir Kestanepazarı'na gittik. Yol uzun, yolculuk yorucu bir iş. Şimdiki gibi hızlı vesaitler yok. Yollar desen şimdiki gibi değil. Zar zor gidiliyor.
İzmir'e vardık. Kestanepazarı'nda kaldığı küçük tahta kulübesini bulduk. Ben çay yapmaya karar verdim. Yoldan geldik yorulmuşuz. Dedim ya çayı çok seviyorum diye. O zaman sarı-kahverengi paketli Rize çayları vardı. Kalabalığız diye ben de çokça çay koydum demliğe. Demli çayı seviyorum. Mehmet Örs diye bir arkadaş vardı. Kendisi Edirnelidir ama İzmir'e taşınmıştı. Ertesi sabah kalktık. Hocaefendi çaydanlığı boşaltacak. Demliği bir türlü boşaltamıyor. Çok çay atmışım, demliğin dibine çökmüş. Hocaefendi Mehmet Örs'e 'Mehmet kardeş bizim Nadi hoca epeyce çay koymuş demliğe, boşaltamıyorum' dedi. Hakikaten de fazla koymuşum, belki paketin yarısını kullanmışım. Neyse Hocaefendi sallaya sallaya çay posasını boşalttı.
Edirneliler Risale-i Nur'u Ezbere Bilir
—İzmir'de ziyaret esnasında unutamadığınız hatırınızda kalan hadiseler var mı?

İzmir'de bulunduğumuz akşam bizi aldılar götürdüler Mustafa Birlik ağabeyimizin evine. Çok kalabalık bir ziyaretçi topluluğu vardı. Belki yüze yakındı. Oturduk, sohbet yapıldı, kitaplardan bir şeyler okundu. Çaylar içildi. Burada parantez sadedinde bir şey hatırlatmak istiyorum.
Biz Edirne'de Darülhadis Camii'nde Hocaefendi ile kitaplardan bir yer okuduğumuzda kaldığımız yerin ipini çekip kapatırken Hocaefendi 'Suat Bey, bende hafıza olsa burayı ezberlerdim' derdi. Biz hemen atlardık tabii. Neresi hocam orası? Bakıyorduk tamam şu sayfa. Üç gün içinde ben o sayfayı Kur'an ezberler gibi ezberliyordum. Geliyorum kaldıkları eve. Evde bazen sadece Suat Bey olurdu. Hocam ben burasını ezberledim, ezberden okumak istiyorum, bir dinler misiniz derdim. Tam okuyorum. Bu arada Hocaefendi çıkar gelir. Suat Bey durumu izah eder. Hocam işte 'siz geçen gün, bende hafıza olsa burayı ezberlerdim demiştiniz ya, işte Nadi Efendi de gitmiş o sayfayı ezberlemiş gelmiş' derdi. Hadi bakalım bir de Hocaefendi'ye okuyordum ezberden. Bunu şundan anlattım.
Şimdi Mustafa Birlik ağabeyin evinde sohbet ederken çaylar içildi, bitti. Tam o esnada elektrikler pat diye gitti. Hepimiz karanlıkta kaldık. Bir iki kişiden eyvah elektrikler gitti diye sesler duydum. Aradan 5 saniye geçmedi Hocaefendi'nin sesi duyuldu. 'Edirneliler Risale-i Nur'u ezbere bilir' diye bir cümle söyledi. Ben yanında oturuyorum. Tabii bunu duyunca herkes sus pus oldu. Edirneli arkadaşlardan biri 'hadi bakalım Nadi hoca' dedi. Ne okuyayım, ne edeyim derken o esnada İşaret-ül İcaz kitabından ibadet bahsi geldi aklıma. Aslında ikinci lema, altıncı söz, Ezher üniversitesi hocalarından Mısırlı Şeyh Bahid Efendi'nin Üstad hakkında söylediği 'Anadolu'nun sarp yalçın kayalıklarından İstanbul'a gelen adam' diye bahsettiği yerler aklımdaydı. Ezberlemişim oraları. Bu kısım özellikle Hocaefendi'nin hoşuna gider orayı okumamı isterdi. Sohbette bulunan arkadaşlara nereden okuyayım diye sordum. Belki Hocaefendi'nin de istediği bir yer vardır diye düşündüm. Kimseden de ses çıkmayınca birden ibadet bahsi geldi aklıma. Oradan okumaya başladım. 'Ya eyyühennâsü'büdu rabbekümüllezi halakaküm vellezine min kabliküm lealleküm tettekûn. Yani 'Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz. Umulur ki, böylece korunmuş (Allah'ın azabından kendinizi kurtarmış) olursunuz' (Bakara suresi-2/21) İkinci ayete geçtim. 'O Rab ki, yeri sizin için bir döşek, göğü de (kubbemsi) bir tavan yaptı. Gökten su indirerek onunla, size besin olsun diye (yerden) çeşitli ürünler ve gıdalar çıkardı. Artık bunu bile bile Allah'a şirk koşmayın' (Bakara suresi-2/22) şeklinde ayetlerin meallerini verdikten sonra geçiyordum. Yine devam ediyordum. 'Akaidi ve imani hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren sadece ve sadece ibadettir' dedikten sonra birkaç saniye duruyordum. Bu okuyuşum, tarzım ve hareketlerim herhalde böyle Hocaefendi'nin hoşuna gidiyordu. Çünkü Edirne'deyken de böyle dinliyordu beni. Camime gelir cemaatle namaz kılar ve beni okuduğum sureleri dinlerdi. Yine bir soluk aldıktan sonra devam ediyorum. 'Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan, nehiylerinden sakındırmaktan ibaret olan ibadetle, vicdani ve akli olan imani hükümlerle terbiye ve takviye edilmezse eserleri ve tesirleri zayıf kalır. Bu hale Âlem-i İslam'ın hali hazırdaki vaziyeti şahittir' dedikten sonra burada duruyordum. Hocaefendi bunun üzerine bazı izahatlarda bulunuyordu. Bu ezberden okuduğumuz bir iki sayfanın açıklaması vesairesi 15-20 dakika bilemedin yarım saat tuttu. Sohbetin sonuna geldim ve 'fatiha' deyiverdim ki ışıklar birden yanıverdi.
Biz Edirneliler olarak ertesi gün geri döndük. Yolda gelirken arkadaşlardan biri 'Nasıl hafızım haberin var mı, dün İzmir'deki sohbet esnasındaki ışıkları mahsus söndürdüler' demez mi. Allah Allah... olacak iş değil. Hakikaten de ışıkları mahsus söndürmüşler ki bizi konuştursunlar. Ben işte oradaki Hocaefendi'nin 'Edirneliler Risale-i Nur'u ezberden okur' demesini hiç unutamıyorum.
Yaşar Tunagür ve Fethullah Hocaefendi'nin Hutbeleri
—Risale-i Nur'dan ezberlediğiniz yerler var, hitabetinizde de sanki Hocaefendi'nin bir tesiri var gibi. Ne dersiniz?

1960'lı yılların başında Tunagür hoca buradayken ben İstanbul'daydım. Fethullah Hocaefendi'ye çok muhabbet gösterdiğini duydum. İstanbul'da okurken izinlere gelir Edirne'de camilerde müezzinlik yapardım.
Bazen hutbelere çıkardım. Çok rahat okurdum. İzmir'de Hocaefendi'ye ziyarete gittiğimiz zaman bakkal Hamdi Esenkal abi büyük bir teyp getirmişti. Hocaefendi'nin kasetlerini dinliyordum teypten. Kısa zamanda aklımda kalmaya başladı ve Hocaefendi minberde ne söylemişse burada ben de minberde aynısını söylemeye başladım.
'İbadallah' Allahın kulları... 'ittegullahe ve atiû' Allahtan korkun ve ona itaat edin. 'İnnallahe ye'müru bil adli vel ihsani ve ita izil kurba veyenha anil fahşai vel münkeri vel beğy' Şüphesiz Allah dosdoğru olmayı, kafana göre doğruluğu değil, Kur'ana göre doğru olmayı ve istikametle Resulüllah'ın gösterdiği dürüstlükle ve yakınlarına birşey vermekle, vermenin en güzeli bozuk taraflarını tamir edip İslami örnekleri vermekle ve en şümüllü manasıyla insanlara emrediyor. İnsanın el ulvisi İslamın emirlerini lutfedip ihsan etmekle...
Bu cümleleri daha önceden hayal meyal hatırlıyorum. Yaşar Tunagür Hoca hutbeden inerken bunları okuyordu. Fethullah Hocaefendi de bunun aynısını yapıyordu ama Hocaefendi daha tafsilatlı okuyor açıklıyordu. O zamanlarda Yaşar Tunagür'den bunları duyuyordum.
1962-63'lerde o zaman görevde değildim ben. İstanbul'dan izne gelmiştim. Selimiye'de bir cuma namazına gittim. Aman Ya Rabbi, Yaşar Tunagür hoca Selimiye'yi doldurmuş. O yıllarda Selimiye'yi doldurmak öyle kolay iş değildi. Allah'ım Ya Rabbim. Bir doktor Nadir bey vardı arka taraflarda bölmelerin yanında yere oturmuş, ellerini kilitlemiş ayakları üzerinde Yaşar Hocayı dinliyordu. O adamın hali gözümün önünden gitmiyor, pür dikkat Yaşar Hocayı dinliyordu. Yaşar Hocanın da mikrofonda bir sesi vardı ki caminin dış bahçelerinden bile rahat dinleniyordu. O günlerde Yaşar Hocayı dinliyorduk hep. Yani cumanın haricinde bile konuşurdu Yaşar hoca, cemaat öğlen vaktine yarım saat kala Selimiye'ye dolardı. Yaşar beyin vaazlarını dinlemeye millet çok erken geliyordu. Cemaatte bir ağır başlılık vardı. Paldır küldür hareket eden yoktu. Abdest alanlar hemen camiye dalıyorlardı, dışarıda muhabbet eden, lak lak eden falan yok. İçeriye girme hazzıyla sessiz ve edepli bir şekilde gelirdi millet. O zaman öyleydi. Yaşar Hocanın manevi bir atmosferi oluşmuştu Selimiye'de.
Hocaefendi Selimiye'ye Ziyaretime Geldi
—Hocaefendi daha sonraları Edirne'ye geldiği olur muydu?

Hocaefendi'nin Edirne'ye benim gördüğüm gelişi şöyle oldu. Bir defasında çarşıda dolaşıyordum. Selimiye'deki imam ve müezzin odası için çay takımı, kaşık bardak bakıyorum. Ama en güzelini arıyorum. Kaliteli, iyi ve güzel olsun istiyorum. Tepsisi gümüş olsun istiyorum. Tam aradığım gibi bir takım buldum. Bir ikindi vaktinden sonra Selimiye'ye gittim. Hatta aldığım dükkândan 'hocam siz zahmet etmeyin, biz bir elemanla size bırakırız' dediler. Sağ olsunlar getirdiler Selimiye'ye. Ben onları bir güzel gıcır gıcır yıkadım, peçetelerle kuruladım. Tepsiye dizdim ve götürdüm bizim imam odasına koydum.
Ertesi günü yine Pazar günüydü herhalde. Camiye gittim. Camideki görevli arkadaşlar 'Fethullah Hocaefendi buralarda, gördün mü' dediler. Yapmayın yahu dedim. Her defasında böyle oluyor. Nerde falan filan derken şadırvanda olması lazım dediler. Ben de hemen bir havlu hazırlayayım dedim. Hatta kendi kendime 'niye ben böyle hazırlıklı bulunmuyorum' dedim. Güzel bir beyaz havlu almıştım. Hatta ilk aldığımda onu da güzelce yıkamış kurulamış ve kaldırmıştım. Havluyu götürdüm Hocaefendi'ye ve kurulandı kendileri. Bu sefer bir arkadaş o havluyu elimden almak istedi. Ben de kızdım ona, 'her defasında böyle yapıyorsunuz' dedim. Hocaefendi o havluyla kurulandı diye onu elimden almak istedi.
Derken Hocaefendi içeriye girdi. Bizim imam odasına oturuyoruz. Orada bir telefon vardı, o dikkatini çekti. O sırada benim bir gün önce aldığım çay takımı ve bardakları da gördü. 'Nadi Efendi bunlar da ne böyle' dedi. Dedim hocam 'ben bunları daha dün almıştım, gıcır gıcır yıkadım, kuruladım, buraya dizmiştim, ilk çay size mi nasip olacakmış' dedim. 'Ama bak bu sefer ıhlamur yok ona göre. Çok açık çay yapacağım, sizi hiç rahatsız etmeyecek tamam mı?' dedim. 'Tamam, olur' dedi. Yaptım çayı, güzelce demledim. Bu arada kimsenin haberi yok Hocaefendi'nin geldiğinden. Telefonla birkaç arkadaşa haber vereyim dedim. Mobilyacı Ali Osman Efendi adında bir ağabeyimizin bir telefonu vardı bende. Tuttum onu aradım. 'Ali Osman Efendi bak Fethullah Hocaefendi burada Selimiye'de benim yanımda, buradan ötesi size ait, artık Hüseyin Top hocaya mı haber verirsin, Hakkı beyi mi, Yüksel beyi mi, kime verirsen ver' dedim. Aman Allah'ım 15 dakika içinde Selimiye'ye bizimkiler akın ettiler. Biz bu arada onlar gelinceye kadar çaylarımızı içtik ve caminin girişinde başka bir odaya geçtik. Çayı da az yapmıştım, bir iki kişi oluruz diye. Fakat ne hikmetse o çaydan çoğu arttı.
Üç Saniyede Yer Açtılar Bana
—Hocaefendi Kırkpınar güreşleri dolayısıyla 1995'te Edirne'ye gelişinde kendisiyle görüştünüz mü?

Ben yine Pazar günleri izin kullanıyordum. Dışarı çıktım ve minibüse binerek Selimiye tarafına doğru gittim. Eski Cami'nin altındaki durakta minibüsten indim. Caminin alt tarafındaki merdivenleri tırmanırken birden karşıma biri çıktı. Biraz dolgun, tıknaz, hafif saçları dökülmüş bir arkadaş bana 'selamün aleyküm Nadi Bey' dedi. Allah Allah şaşırdım kaldım. Yanında da genç bir talebe vardı. Aleyküm selam dedim.
'Tanıdınız mı beni' dedi. Kim bilir acaba İstanbul Müftüsü Selahattin Kaya Beyefendi olmasın dedim. Yok dedi. Ben Suat Yıldırım demesin mi? Amman hocam yahu dedim, kaç yıl oldu görüşmeyeli, bir sarıldım boynuna. 'Hocaefendi buralarda gördün mü?' dedi. Yok, hocam nerde göreyim, daha şimdi indim minibüsten dedim. Her defasında böyle oluyor, sıkıntılı oluyorum, atıyorum kendimi dışarıya bakıyorum Hocaefendi gelmiş. Allah Allah, var bunda bir şey dedim. Suat hoca 'hadi gidelim o zaman, ben seni görüştüreyim' dedi. Selimiye'ye doğru yürürken bir baktık ki yanımızdan arabalar geçiyor. Suat hoca 'dönelim, Hocaefendi buraya geliyor, Kervansaray oteline geçecek' dedi. Biz Kervansaray'ın önüne gelinceye kadar onlar çoktan indiler. 150-200 kişi kadar var. Kameralar, gazeteciler, kalabalık bir insan grubu var. Ben Suat beyle gidiyorum. Kervansaray otelinin içindeki bahçeye girdik. Hocaefendi ve etrafındakiler bahçede yarım daire kadar yürüdüler. Suat Bey benim sol elimi bir yakaladı 'gel seni Hocaefendi'ye götüreyim' dedi. Kalabalığı yararak yanına vardık. Orada Hocamla selamlaştık, beş on saniye ayaküstü musafaha ettik. Derken bahçedeki tur tamamlandı ve yukarı kata çıktık. Tabii etraf çok kalabalık, orada kanepe gibi bir oturma yeri hazırlanmış. Sağında Suat Bey, solunda Hüseyin Top hocamız beraber aynı kanepeye oturdular. Ben gençlerin arkasında kaldım. Ayakta durup onların omuzlarından Hocaefendi'yi görmeye çalışıyordum. Hocaefendi oturduğu yerde şöyle bir yanına baktı, bir de başını kaldırarak benim olduğum tarafa doğru kaldırdı. Başını kaldırır kaldırmaz bir hareketlenme oldu. Herkes kime ve nereye doğru baktığını merak ediyordu. Sonra bana doğru baktığını anladılar. Üç saniye içinde hemen anında bir koridor açıldı. Yanına davet etti. Suat beyle kendi arasına oturttu beni. Çok hafif bir sohbet ettik, halimi hatırımı sordu. Sonra 'Nadi Efendi bir sesini dinlemek istiyorum ama aşır mı okursun, bir ilahi mi okursun' dedi. 'Aşır da okurum hocam ama malum benim bir defterim vardı, siz oraya bir Risale-i Nur'dan nurlu birkaç parça diye güzel bir şey yazmıştınız. Ne yazık ki ben o defteri birine göstermiştim, elimden aldı ve o da kaybetmiş. Sizin o deftere yazdığınız güzel bir kaside vardı, fakat son satırlarını hatırlıyorum. Onu ben mevlitlerde yüzünden bakar okurdum. Bilmem gerisini bir daha yazar mısınız' dedim. Aklımda kalan son iki satırı şöyleydi. 'Ya Rabbi ala habibike yelteci, yercü minke keramet la tahimi, vela havle fettahel Ya enisi-l münibi' deyince 'tamam hatırladım' dedi. Hatırladınız amma ben o defteri kaybettim hocam, yine bir ara bir şeyler karalar mısınız' dedim. Biz kendi aramızda böyle konuşuruz. Derken bu sohbet faslından sonra Kur'an'dan Fetih suresinin ilk sayfası ile ikinci sayfanın başına kadar bir aşır okuduktan sonra 'fatiha' dedik ve oradan kalktık.
Hocaefendi yine arkadaşlarıyla Edirne'yi gezmeye devam etti. Ardından Selimiye Camii'ne geçtik. Sanıyorum Kırkpınar güreşleri esnasında idi. Küçük Dünyam'da çıkan resimlerden birinde ben de varım. Çünkü Hocaefendi'yi Selimiye'de gezdirirken ben de vardım.
—Hocaefendi'ye bu kadar yakın davranmanız çevrenizde nasıl bir etkisi oldu?
Hocaefendi'nin rahatsızlığı, alerjisi vardı ya, hani kaşınıyor demiştim. Bakkal yoğurtları dokunduysa falan diye düşündük. Benim bisikletten sonra gazlı bir motorum oldu. Bakırcığı (bakraç) motorun koluna takardım. 2-3 kilo alüminyum bakraç idi. O yoğurt dolu bakracı doğru Hocaefendi'ye götürürdüm. 'Hocam taze, taptaze, annem dün köyde hazırladı, size gönderdi' diyordum. Bazen birileriyle köye haber gönderiyordum, yarın geleceğim annem yoğurt mayalasın diyordum. Hemen köye gidip alıp getiriyordum yoğurdu. Ve işte o yıllarda Hocaefendi'yi ben yalnız bırakmadım. Ama bazı imam efendiler onun yanına şucu bucu diyecekler diye sokulmuyorlardı. Ben onu yalnız bırakmadım. Eğer fedakârlık denecekse böyle bir fedakârlığımı mı gördü herhalde, bilemiyorum.
—Hocaefendi ile irtibatınız devam ediyor mu, selamlaşıyor musunuz?
Geçenlerde ABD'ye bir arkadaş ziyaretine gitmiş. Hocaefendi ona buradaki eski arkadaşlardan Mehmet Yerli ve diğerlerini sormuş. Selam söylemiş, sağlığımızı sıhhatimizi sormuş. 'Bizim Nadi hoca nasıl?' demiş. Sağolsunlar, bizleri unutmuyorlar...

Konu Tarantula_ tarafından (08-10-2009 Saat 16:27 ) değiştirilmiştir..
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:30   #6
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Çamlıöz Kardeşler Edirne Günlerini Anlatıyor



1952'den 1958'e kadar altı senedir Erzurum'daki medreselerde okuyordu. Gitmediği medrese, görmediği hoca kalmamıştı. Artık Erzurum ona kifayetsiz gelmeye başlamıştı. Arkadaşları arasında çekememezlikler oluyordu. Genç Fethullah Gülen ilim ve tahsil hayatını daha büyük yerlerde devam ettirme düşüncesindeydi. Fakat annesi buna karşı çıktı ve onu Edirne'deki akrabaları Hüseyin Top Hocaefendi'nin yanına gitmesini söyledi. Böylece kaderin ona çizdiği yola çıkmış olur. 47 yıl önce yine böyle bir ramazan mevsimiydi. Fethullah Gülen Hocaefendi. Elinde tahta bavuluyla Erzurum'dan yola koyulmuş ve Edirne'nin yolunu tutmuştu. Ramazan yaklaşıyordu. Bir an evvel gidip akrabası Hüseyin Top'u bulmalı ve bir vazifeye başlamalıydı. Öyle de yaptı. Önce gitti Hüseyin Top'u buldu ve müftülükte yapılan bir imtihanla ramazanda imamlık yapma hakkını elde etti. Aslında taşradan gelenleri Edirne'nin köylerine ramazan hocası olarak gönderiyorlardı. Fakat bu genç hoca daha başkaydı. Müftü yardımcısı İbrahim Efendi'ye verdiği cevaplarla dolu, dolu olduğu kadar olgun, vakur ve vazifesine düşkün biri olduğunu gösteriyordu. 'Bunu köylere göndermeyelim, burada Edirne'nin içinde bir vazife verelim' denildi. Yıldırım Mahallesi muhtarlığına verilmek üzere hemen bir görev yazısı hazırlandı. Görev zarfı genç Fethullah Gülen'in eline tutuşturuldu. Akmescit Camii'nde göreve başladığı kendisine orada söylendi. Tahta bavulunu alarak Yıldırım Mahallesi'ndeki Akmescit Camii'nin yolunu tuttu. Orada Şaban hocayı buldu. Kalacak yer ayarlandı. Bir ay boyunca ramazan imamlığı diye gittiği Edirne'de 1959'dan 1965'e kadar arada iki sene askerliği hariç tutarsak tam dört yıl kaldı. Kader onun yolunu bir başka çiziyordu.

Burada öncelikle Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Erzurum'dan ayrılıp Edirne'ye gidişini Mehmet Kırkıncı Hocaefendi'den aktarmak istiyoruz. 1959 yılında ramazan ayı yaklaşırken henüz 19 yaşındaki genç Fethullah Hocaefendi, Mehmet Kırkıncı Hocaefendi'ye gelerek Erzurum'dan ayrılmak istediğini söyler. Mehmet Kırkıncı Hocaefendi bu hadiseyi şöyle anlatıyor:[1]
'Ramazan'a 15 gün vardı. Fethullah Hocaefendi bana gelerek: 'Bizim Edirne'de bir akrabamız var, oraya gidip biraz vazife yapmak istiyorum. Ramazan'ı orada geçirdikten sonra gelirim' dedi. Ben de 'Olur' dedim. 'Yalnız mısın?' dedim. 'Evet' deyince de arkadaşımız Hatem'le beraber çıkmasını söyledik. Edirne'ye ilk çıkışı böyle oldu. Sonra anladık ki oradaki müftü efendi onu bırakmamış ve dört yıla yakın orada kaldı.

Bir mektup yazıp selam etmiş. Mektupta 'Hocama selam edin, buradaki müftünün (Edirne müftü vekili İbrahim Efendi ve Hüseyin Top) hatırı için biraz kalayım, ben gene gelirim' diyordu. Öyle rahatsız oldum, öyle rahatsız oldum ki... Gönlüm çok bağlı ona yani. Kurban bayramına birkaç gün kala izne geldi. 'Hocam Müftü Bey beni yalnız koymadı' dedi. Zübeyr Ağabey'e de anlattım bunu. 'Getir İstanbul'a, bize misafir olsun' dedi. Sonra askere gitti, bölük kumandanı sevdi. Ardından İzmir'e geçti. Orada da İzmirliler alıkoydu.'
Şimdi de Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 47 yıl önce ilk defa göreve başladığı Akmescit günlerine ait iki hatırayı dikkatlerinize arz edeceğiz. Bunlar Muhip ve Mehmet Çamlıöz kardeşlerin bizzat yaşadığı ve şahit olduğu hatıralardır.
Mehmet Çamlıöz Anlatıyor

Fethullah Gülen Hocaefendi 1959 yılı Ramazan ayından önce Edirne'ye gittiğinde akrabası Hüseyin Top Hoca ona sahip çıktı. Müftü vekili İbrahim Efendi'nin huzurunda imamlık imtihanına sokarak vazife verildi. İlk vazifesi Yıldırım Mahallesi Akmescit Camii'nde ramazan hocalığı yapmaktı. Henüz askere bile gitmemiş genç Fethullah Hocaefendi ilk vazife yaptığı bu Akmescit Camii'nde cemaatle hemen kaynaştı ve onlarla sohbetlere başladı. Orada ramazan boyunca bir ay gibi kısa bir müddet kalmasına rağmen sözleri, davranışları ve temizliği çok dikkat çekti. Muhip ve Mehmet Çamlıöz kardeşler Yıldırım Mahallesinde oturuyor ve babaları Halil Çavuş da mahalle ihtiyar heyetinde birinci aza idi. Ramazan ayı boyunca Hocaefendi'nin vaaz ve sohbetlerini bırakmayan Muhip Çamlıöz ve kardeşi Mehmet Çamlıöz Hocaefendi'nin peşini bırakmamışlardı. O günlerde askerden yeni gelmiş olan Mehmet Çamlıöz Fethullah Hocaefendi'ye akşamları yemek götürüyordu. Fakat Hocaefendi yalnız yemek istemiyor 'gel beraber yiyelim' diyor ve oturup beraberce iftar ediyorlardı. Mehmet Çamlıöz o günleri şöyle anlatıyor:
—Öncelikle aileniz ve kendiniz hakkında bilgi verir misiniz?

5 Mart 1936 Edirne doğumluyum. Babamın adı Halil, annemin adı Zehra hanım. Babama Çavuş Ağa da derlerdi. Biz iki kız, iki erkek dört kardeşiz. En büyüğümüz ablam, Muhip ağabeyim, ben ve en küçüğümüz de kız. Yıldırım Hacı Sarraf mahallesinde oturuyoruz. 1949'da ilkokulu bitirdim. 1950'de sanat okuluna kaydoldum fakat okulu bitiremedim. Maalesef buradan mezun olamadım. Ortaokul diplomasıyla kaldık.
Sanat okulunu bırakınca Alpullu[2] Şeker Fabrikasında marangoz atölyesinde çalışmaya başladım. Benim askerlik yaklaşırken 1955 yılında ağabeyim asker oldu. Ağabeyim askere gidince babam bana mektup yazdı. Çiftçilik yapıyoruz o zaman, hayvanımız falan da var. Babam 'Burada yalnız kaldık ağabeyin askere gitti, ne olur eve gel, bizim size ihtiyacımız var' diye yazınca şeker fabrikasını bıraktım ve Edirne'ye geldim. Ağabeyim askerdeyken benim de askerliğim çıktı. Fakat ağabeyim askerde diye benim askerliğimi bir sene tehir ettiler. Ağabeyim askerden gelince 1957'de bu sefer ben askere gittim. 1959 yılı Ramazan[3] ayı girmeden terhis oldum.
—Fethullah Hocaefendi'yle tanışmanız nasıl oldu?

1959 yılı Ramazan ayına tekabül eden günlerde askerden terhis olmuş ve artık Edirne'deydim. Hüseyin Top Hocamız, Fethullah Hocaefendi'yi mahallemize ramazan hocası olarak getirdi. Önceki senelerde olduğu gibi her sene ramazan hocası gelirdi.
Hocaefendi bizim Yıldırım mahallesine geldiğinde ilk akşam bizde misafirdi. Ben de evdeydim. O akşam Allah ne verdiyse yedik. Babam bana 'hoca seninle beraber kalsın' dedi. Fakat Hocaefendi kabul etmedi. 'Kesinlikle olmaz, biz ev tuttuk, ben o eve gideceğim' dedi. Sahur yemeğini vermemiz lazımdı. 'Bana bu yemeklerden bir parça koyun ben giderken götürürüm' dedi. Önce teravih namazına gittik. Teravihten sonra kaldığı evine gitti, ona ayırdığımız yemeği de götürdü. Bir iki akşam da evlere yemeğe götürdük onu.
Bir akşam babama ' Çavuş Ağa beni evlere götürmeyin, göndermeyin, çok müsriflik oluyor. Çok yemek yapıyorlar, bu da bana zor geliyor, Allah ne verdiyse siz bana birazcık gönderin, bir çorba, bir yemek yeter' diyor.
O Ramazan ayında da ilk defa Hocaefendi ile tanışmış olduk. Ramazan boyunca akşamları Hocaefendi'ye yemek götürülmesi gerekiyordu. Çünkü Hocaefendi'nin kendi başına yemek yapacak imkânı yoktu. Kap kacak ve yemek malzemesi gibi şeyleri tedarik etmesi zordu. İmkânlar kısıtlıydı. Sanıyorum parası da yoktu. Edirne'ye henüz yeni gelmişti. Elinde bir tek tahta bavulu vardı. O mahallede kalıp kalmayacağı belli değildi. Nitekim Ramazan ayından sonra da Üçşerefeli'ye geçti zaten. O zaman evvelki senelerde olduğu gibi gelen hocaların yemek ve barınma işleriyle babam ilgileniyordu. Bizim evde pişen yemeklerden Hocaefendi'ye yemeği ben götürüyordum. Mahalleden de sırayla Hocaefendi'nin yemeğini karşılıyorduk.
Hocaefendi o zamanlar bizimle çok iyi görüşüyor ve sıcak davranıyordu. Büyük insanlarda görebileceğimiz bir olgunluk vardı üzerinde. Askerden daha yeni gelmiştim. Kur'an ve dini bilgilerimiz yoktu. Kendisi askere gidinceye kadar iki sene boyunca ona talebelik yaptım. Kur'an okumayı ve alfabeyi o öğretti bize, Allah razı olsun. Babam Hocaefendi'yle çok iyi görüşürdü. Hüseyin Top hocamız babama 'Çavuş Ağa, bu getirdiğim arkadaş çok titiz, boğazını pek sevmez ama ne olur temiz olsun, bir kap olsun fazlaya kaçmasın' diye tembih ediyor. Babam bunu öğreniyor ve ona göre davranıyordu.
Rahmetli babam bana 'Bak oğlum şöyle bir durum var. Mahallemizde ihtiyar insanlar var, bunlar hocaya her gece yemek götüremezler, bunların yemeklerini sen götürür müsün hocaya?' dedi. Niye götürmeyeyim, tabi ki götürürüm dedim. 15 gün boyunca Hocaefendi'nin kaldığı eve akşamları yemek götürürdüm. Kalanını da sahurda yerdi, sahur için ayrıca yemek istemezdi.
Yemekteki müsriflik olayına gelince, yemek götürdüğüm zaman bana 'ne olur sen de kal, beraber yiyelim' derdi. Hocam bir kişilik yemek getirdim, ben de yersem aç kalırsınız derdim. Sen merak etme bize yeter derdi. Ondan sonra birkaç akşam fazla yemek getirdim, beraber yedik. Onun yediklerini görünce 'Hocam senin iki seferde yediğini ben bir seferde yiyorum' dedim. Sen gençsin, ben senden yaşlıyım derdim. Hocaefendi ile aramızda iki yaş vardı. Ondan iki yaş büyüktüm ama büyük olan, büyükçe davranan oydu
—Hocaefendi Ramazan boyunca nerede kalıyordu?

İlk geldiğinde 15 gün kadar Akmescit Camii'nin yakınındaki evde kaldı. O ev Fevzi Balnik isminde bir amcaya aitti. O amca da Hüseyin Top'un kayınpederinin abisi. O evde Şaban hoca ile beraber kalıyorlardı. Şaban Hoca şu an hala sağ. Emekli oldu. Akmescit Camiine giderken yolun üzerindeydi ev. O evi sonradan Şaban hoca aldı. İşte Hocaefendi orada 15 gün kaldı. Ondan sonra Fatma Hanımın evine geçmişti.
Hocaefendi geldikten 15 gün sonra mahallemizden yaşlı bir kadın olan Fatma teyze babama gelerek 'Hocayı ben misafir edeyim, yemeğini ben vereyim, kimse gücenmesin darılmasın, benim böyle bir sevap işlemeye çok ihtiyacım var' diyor. Babam da bunu Hocaefendi'ye söylüyor.
Bu kadın çok oldu öleli, torunları var şimdi. İsmi Fatma Lap idi. Hocaefendi bu yaşlı teyzenin teklifini kabul ediyor. Gidip evini görüyor. Hocaefendi'ye ramazanın son 15 gününde o kadıncağız yardımcı oldu. Kadınlar Hocaefendi'nin sohbetlerini camide duyunca 'Ne olur sabahları bize bir saat ya da yarım saat vaaz ver' demişler. Hocaefendi o teyzenin isteği üzerine vaaz vermeyi kabul ediyor. 15 gün Fatma Hanımın evinde kadınlara vaaz verdi.
—Hocaefendi'nin o zamanki duruşu, hali tavrı nasıldı?
Ramazanda geceleri teravih namazından sonra odasında toplanırdık, sohbet ediyordu bize. Soru soranlara cevaplandırıyordu. Vakurdu, sinirlenmezdi, çok sakindi. Aynen bugünkü gibi gözlerimin önünde duruyor. Şimdiki hali daha sarışın fakat o zamanlar karagözdü yani. Ramazan boyu hep aynı pantolonu, aynı ceketi giyerdi ama görsen sanki hiç giyilmemiş gibiydi. Artık gece mi temizlerdi, gündüz mü temizlerdi bilemem ama giyimi çok temizdi. Ona 'Hocam nasıl yapıyorsun, ceketin, gömleğin, pantolonun hep ütülü' derdik. Siz ona karışmayın derdi bize.
—Hocaefendi Ramazan ayı dolayısıyla geçici imamlık için geliyor fakat buradan onu salmak istemiyorlar. Ramazanın sonunda valizini hazırlamış Erzurum'a dönmek üzereyken esnaf veya mahalleliler -babanız da onların içinde olabilir- gitmemesi yönünde baskı yapıyorlar. Bu olayı hatırlıyor musunuz?
O kısmı pek hatırlamıyorum. Burada kalmasının nedeni Hüseyin Top idi zannediyorum. Onun akrabasıymış. Burada Yıldırım'da bir ay kalınca mahallenin ileri gelenleri Hocaefendi'yi kaçırmak istemediler. Konuşmalarıyla, davranışlarıyla çok beğenildi. Hatta onu evlendirmek bile istediler. Ama Hocaefendi kesinlikle kabul etmedi.
Hüseyin Top Hocam, Yıldırım'dan evlenmişti. O zaman kimin kızını isteseler Hocaefendi'ye verirlerdi burada. Babam, Hocaefendi'ye gidip 'böyle bir teklif var, ne diyorsun' diye fikrini soruyor. Fakat kabul etmiyor. Öyle bir şeyi kesinlikle kabul etmiyorum ve öyle bir niyetim yok diyor.

Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 1959 yılı Ramazan ayında Edirne'de görev yaptığı Akmescit Camii
-Hocaefendi sizin mahalleden ayrıldıktan sonra 1961 Kasım ayında askere gidene kadar Üçşerefeli Cami'de kalıyor. Yine irtibatınız devam etti mi?
Hocaefendi Üçşerefeli'ye gidince fazla sık görüşmüyorduk. Vaazlarına sohbetlere ve derslerine gidiyorduk tabii. O zaman Ekrem Aktaş Hoca vardı Eski Cami'de. O çok ateşliydi, hatta bir ara cezaevine de girmişti.
Üçşerefeli'ye gidince Hocaefendi'ye Kaleiçi'nde bir ev kiralamışlar. Kaleiçi'nde o eve gelip giderken kadınlara rastlıyormuş. Bunu Hüseyin Top Hocaya söylüyor 'ben burada kalamayacağım, çok sıkılıyorum, caminin penceresi büyük, orası bana yeter' diyor ve orada iki sene kadar kalıyor.
1960 sonunda Lalapaşa'ya gittim. Ondan sonra Hocaefendi ile irtibatımız kesildi. Lalapaşa'da 14 sene kaldım. Bir sene Tekirdağ'da kaldım. 8 sene de Lüleburgaz'da kaldım. 1982 yılında emekli oldum.
-Edirne'de Hocaefendi ile birlikte olan insanlardan kimleri hatırlıyorsunuz?
Mesela Muhip ağabeyim var. Hocaefendi'yi çok sever. Hocaefendi buradan İzmir'e gidince onu ziyarete bile gittiler. Kabzımal Turgut abi, Hamdi Esenkal, Karaağaçlı Mehmet Yerli, İsmail Gönülalan bunların hepsi Hocaefendi'yi çok seviyorlardı. İki ayağı kesik Ahmet Bey adında topal bir arkadaş vardı. Allah rahmet eylesin vefat etti, onun arabasıyla bir kaç kez İzmir'e gittiler. Ahmet Bey talebelere yardımcı olurdu. Vefat edeli bir sene oluyor.
-Hocaefendi askere giderken uğurlayanların içinde siz de var mıydınız?
Hayır, yoktum o zaman ben Lalapaşa'ya gitmiştim. Ondan sonra bir daha Hocaefendi ile yüz yüze görüşmek nasip olmadı. Edirne'ye geldiğinde de görüşemedik. İrtibatımız olmadı. Muhip ağabeyim ziyaretine gittiğinde selam söylerdik. 'Size yemek taşıyan kişi benim kardeşim Mehmet, size selam gönderdi' dermiş.
Netice İtibariyle

Evet, 47 yıllık serüvenin ilk durağı olan Edirne Akmescit'ten iki tablo gözlerimizin önüne geldi. Hayatının baharında, 19 yaşında, kara trenle Edirne'ye doğru elinde tahta bavuluyla çıktığı yolculuk halen devam ediyor. Hüzünler, gurbetler, hapisler, mayınlı tarlalar, kürsülerdeki göz yaşları, yokluk ve zorluklar hep o tahta bavulunun içinde... İşte o serüvenden bazı dönemeçler...
  • Yedi sene Edirne ve Kırklareli hayatı, (1959-1966)
  • Dört sene İzmir Kestanepazarı hayatı, (1966-1970)
  • Bir seneye yakın muhtıra ve tutukluluk dönemi (1971)
  • Üç seneye yakın Edremit hayatı, (1972-1974)
  • İki sene Manisa hayatı, (1974-1976)
  • Dört sene İzmir Bornova hayatı (1976-1980)
  • Dokuz sene cami kürsülerinden uzak kaldığı 12 Eylül dönemi, (1980-1989)
  • Üç sene başta İstanbul olmak üzere Türkiye'de cami cami dolaşıp fedakar Türk insanının ufkunu dünyaya açtığı vaaz ve sohbetler dönemi, (1989-1991)
  • 1991'lerden itibaren Ebedi Risalet sempozyumlarıyla başlayan ve bir ömür boyu ruhunda, gönlünde mayaladığı Türkiye'nin dünyada saygın bir yere sahip olma düşüncesi için eğitim faaliyetlerini teşvik ettiği bir dönem başladı. 1994'ten itibaren de dünyada gittikçe artan medeniyetler çatışmasına bir set oluşturması amacıyla hoşgörü ve diyalog adımlarını atması, gazetelerde, televizyonlarda ve Yazarlar Vakfı'nın iftarları gibi değişik platformlarda yaptığı konuşmalarla gündemin en dikkat çekenleri arasında yer aldı. (1991-1999)
  • 1999'dan bu yana, son sekiz seneden beri de ABD yaşamak zorunda kalması. Bütün bunlar Edirne Akmescit'te başlayan serüvenin birer halkası... Bundan sonrasını da Allah bilir... (1999-2006)
İşte size 47 yıllık bir serüven... Hepsi o tahta bavulunun içinde taptaze duruyor.
19 yaşında, hayatının baharında, kader onu diyardan diyara savuruyor,
Evler, evlenmeler, makamlar mansıplar peşinden koşturuyor,
Oysa o, milletinin ve ülkesinin derdinde yanıp kavruluyor,
İnsanlar onu anlatıyor. Hadiseler onu anlatıyor,
19 yaşında Akmescit'te bir delikanlı geleceğe böyle başlıyor.

Muhip Çamlıöz Anlatıyor

—Muhip Çamlıöz kimdir, biraz kendinizden ve ailenizden bahseder misiniz?

Ailem muhacir, biz Edirne'de doğup büyüdük. 1934 doğumluyum. Babamlar Edirne'ye Yunanistan'dan gelmişler. Yatak yorganlarını bir at arabasına yükleyerek göç etmeye çalışmışlar. O zamanlar sınırdan geçiş yasak. Yunanlı bir komşumuz babamları arabayla Bulgar tarafına geçiriyor. Bulgar tarafında bir hafta kalmışlar tel örgülerin arkasında. Salmayın diyorlarmış. Sonra Ankara'ya telefonlar edilmiş. Cevapta 'Sizi Türkiye'ye alırız ama toprak falan veremeyiz' denmişler. Bizimkiler de buna dünden razı. Ankara'ya 'biz canımızı kurtarmak istiyoruz' demişler.
Edirne'de ilk önce Kumlu Mahalle'ye gelmişler. Şimdi oturduğumuz Yıldırım Mahallesi o zaman yeni yeni mahalle olmaya başlamış. Bizim oturduğumuz tarafta önceleri Yunanlılar varmış. Onlar buradan kaçınca babamlar onların bıraktığı boş evlerden birinde kalmışlar. Ondan sonra Yıldırım mahallesine geçmişler.
Muhacir olarak geldikten sonra hep çiftçilik yapmışlar. O zaman fakirlik çok, iş yok, güç yok. Buradan Karaağaç'a gitmek için Meriç'ten ve Arda nehrinden geçerken elbiselerini soyunup, kafalarının üzerine koyarak karşıya geçiyorlarmış. Karaağaç'ta devlet demiryollarında iş bulmuşlar. Akşam da yine aynı şekilde Meriç nehrinden geçerek eve dönüyorlar. Ormandan odun topluyorlar. Böylelikle geçinip gidiyorlar. Hayvan edinmişler, bir kaç dönüm de tarla edinmişler. Amcamla babam beraberlermiş. Sadece amcama 14 dönümlük yer vermişler. Çiftçilikle geçimlerini sağlamışlar.
—1950 yılında Adnan Menderes dönemi başlıyor. Ezan yeniden asli hüviyetinde okunmaya başladı. O dönem nasıldı anlatabilir misiniz?
Uzun yıllar kapalı kalan camiler her yerde yavaş yavaş açılmaya başladı. Her sene buraya Ramazan ayında iki tane hoca gelirdi. Babamlar ücretli olarak tutardı. Babam mahallenin ihtiyar heyetindeydi. Millette bir sevinç vardı İslamiyet'e karşı. Gelen hocalar önce müftülükte imtihana giriyordu. Serez'li[4] bir müftümüz vardı. Hüseyin Top sonradan geldi. Gelenleri imtihan edip birer birer camilere gönderiyorlardı. Elhamdülillah camiler dışarıdan gelen hocalarla doldu. Boş camilerimiz yeniden hayat buldu.
—Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 1959 yılında Edirne'de ilk defa sizin mahallede Yıldırım Akmescit Camii'nde göreve başlıyor. Onu nasıl tanıdınız?

1959 yılında ramazan dolayısıyla buraya geldi. Çok gençti. İlk imamlık yaptığı yer burası oldu. Hüseyin Top o zaman Edirne'de imamdı. Onun akrabasıymış. Burada vazife almasında Hüseyin Top hocamızın yardımı olmuş. Zaten kendisi buraya yakın olan Yıldırım Camii'nde vazifeli idi. Müftülükte yapılan imtihandan sonra buraya göndermişler. Biz de o vesileyle tanımış olduk. İlk günlerde burada mahallemizde Kara Fevzi diye bilinen Fevzi Balnik adında yaşlı bir amcanın evinde oturdu. O amcanın yaşlı bir hanımı vardı. Onlar bir odada oturuyordu. Onun evinde biz de diğer odada oturup ders yapıyorduk. Orada akşamları toplanırdık. Bize ders ve sohbet yapardı. Bir iki arkadaşımız vardı, onlar da gündüzleri Kur'an-ı Kerim öğreniyorlardı Hocaefendi'den.
Akşamları vaaz veriyor namaz da kıldırıyordu. Ramazan sonrası da buraya gelip gitti. Üçşerefeli'ye verildikten sonra da bizi bırakmadı, tekrar buraya vaaz etmeye gelirdi. Akmescit camiinde sadece o ramazan ayında kaldı.
Bizler çiftçilikle geçiniyoruz. Elhamdülillah Risale-i Nurları ve Hocaefendi'yi tanıdıktan sonra kendimizi kurtardık. Yoksa namaz falan yoktu bizde. Babamlar Yunanistan'da hocalardan dualar falan öğrenmişler ama ibadet şuuru diye bir şey yoktu yani.
Henüz 19 yaşında bir delikanlı olan Fethullah Gülen Hocaefendi yanında sadece bir iki eşyasını taşıdığı tahta bavulundan başka bir şeyi yoktur. Akmescit'te Fevzi Balnik adında bir amcanın evinde kalacağı yer ayarlanmıştır. Ramazan ayında tutulan imam veya hocanın yeme-içme, barınma ve temizlik gibi ihtiyaçları bütün mahalleliler tarafından sırayla giderilirdi. Yıldırım Hacı Sarraf Mahallesi muhtarlığında birinci aza olan Muhip Çamlıöz'ün babası Halil Çavuş bu işlerle bizzat ilgileniyordu. Hocaefendi ramazan boyunca doyurulacak ve ihtiyaçları karşılanacaktı. Çünkü Hocaefendi'nin bir düzeni ve ev ortamı yoktu. Kaldığı yer yaşlı bir amcanın verdiği tek odalı yerdi. Ne yemek yapacak eşyası, ne de parası vardı. Zaten Hocaefendi de boğazına düşkün değildi. Biraz çorba ve tek çeşit yemekle hem iftarda hem sahurda yetiniyordu. Hatta onu da yemeği getiren arkadaşla yiyordu.
—Hocaefendi'yle alakalı unutamadığınız bir hatıranız var mı?
Onu çok sevdiğimiz için sürekli dinlemeye gidiyorduk. Kardeşim Mehmet, ramazanda ona yemek götürürdü. Gerçi bunlar önemli değil, küçük şeyler. Her sene yaptığımız şeylerdi. Babam mahallenin ihtiyar heyetinde âza idi. O vazifeden çekildikten sonra o görevi bana bıraktı. Her gece bir aileye söylerdi. 'Bu gece hocanın yemeği sende' diye tembihlerdi. O gece hocaya akşam yemeğini o kişi hazırlayacaktı. Her gün öyle sırayla mahallede yemek götürürdük Hocaefendi'ye. Bu yemek götürme işi sadece Hocaefendi'ye ait bir şey değildi. Ondan önceki senelerde de gelen hocaların yemeğini de mahalleli temin ederdi. Bu bir gelenekti bizim için. Ayrıca kalacak yeri de mahalle ihtiyar heyeti hazırlardı.
Hocaefendi bu mahalleye geldiğinde biz yeni yeni namaza başladık, Müslümanlığı ondan öğreniyorduk. Vaazları ve sohbetleri bizi camiye çekti. Ondan evvel hiç bir şey duymadık ve görmedik. Trakya halkı hep böyleydi, dinde çok zayıftı. Burası çok harp görmüş. Yunan Harbi, Bulgar Harbi, Alman Harbi ve hep savaş görmüş buranın halkı. Osmanlının medeniyet kurduğu yer burası. Buradaki gibi camiler Anadolu'da yok. Harplerde camiler boş kalmış, din görevlisi kalmamış. Şahsi düşüncem savaşlardan kaçmışlar din görevlileri. Kalsalardı camilerimiz boş kalmazdı. Baştakilerin de vazifesi camileri yıkıp kaldırmak olmuş.

Yıldırım Akmescit Camii
—Hocaefendi bu mahalleden ayrıldıktan sonra nereye gitti?
Üçşerefeli Cami'ye gitti. Orada kaç sene kaldı hatırlamıyorum ama oradan askere gitti ve asker dönüşü Darülhadis Camiine geçti. Orada derslere başladı. Ben çiftçilik yapıyordum. Belki haftada bir, belki on günde bir giderdim. Her gece Darülhadis Camii'ndeki odasında ders veriyordu. Yanında Suat Yıldırım isminde genç bir müftü vardı, her gece Hocaefendi'yi ilgiyle dinlerdi. Zaten Hocaefendi'yle beraber kalıyordu Suat Bey. Beraber ev kiralamışlar.
Allah ondan razı olsun. Darülhadis camiindeki odada 5-6 kişi derslere başladık. İsmail Gönülalan, Kabzımal Hacı Turgut ve Hakkı Topçu vardı. Bir kaç kişi daha vardı. Onlar devamlı orada her akşam derse giderdi. Ben de ara sıra giderdim. Bazen işten dolayı gidemezdim. Yaya giderdim. Buradan oraya hızlı yürüsen 45 dakika sürerdi. Bir de onun gelişi var. Çiftçiyiz yorgun oluyorduk.
—Hocaefendi'yle en son ne zaman görüştünüz, kendisine neler söylemek istersiniz?
Allah yardımcısı olsun. Zaten Allah hiçbir zaman Hocaefendi'ye yardımını esirgemedi. Öyle de oldu ve geçmişten bugüne geldi. Allah ondan razı olsun Risale-i Nur hizmetini Edirne'ye o getirdi. Cenabı Hakk onu cennetine koysun, Allah ondan ebediyen razı olsun.
Kendisiyle en son Edirne'deyken görüştük. Buradan gidince bir daha görüşme imkânımız olmadı. Bir iki defa 1966 veya 67'lerde İzmir'de ziyaretimiz oldu. Onun dışında 40 yıldır görüşmedik. Bazen televizyonlarda seyrediyorum, evde veya kahveye gittiğimde rastladığım haberlerde görüyorum. Hakkında çok haber yapıyorlar.
—Edirne'de Hocaefendi'nin bulunduğu sıralarda Yaşar Tunagür, müftü olarak gelmiş. Onu hatırlıyor musunuz?

Fethullah Gülen Hocaefendi Üçşerefeli Cami'de imamlık yaparken Yaşar Tunagür müftü idi, Kendisi çok yaman bir adamdı ve Hocaefendi'yi de çok severdi. Hutbeye elinde kılıçla çıkardı, Hz. Ömer'i de anmadan hutbeden inmezdi. Hatta Fethullah Hocaefendi buradan askere giderken onu Karaağaç tren istasyonundan müftümüz Yaşar Tunagür ile beraber uğurlamıştık. Dönüşte hep beraber geri döndük.
Hocaefendi askere gidince Yaşar Tunagür'ün de tayini çıktı. 1963 yılında Edirne'den İzmir'e gitti. Orada iki üç sene kalmadan Ankara'ya Diyanet İşleri Başkan yardımcılığına tayin olunca Hocaefendi'yi de Kırklareli'nden İzmir'e aldırdı. Hocaefendi Kestanepazarı'na gidince biz de iki üç sefer onu görmeye gittik arkadaşlarla. İmam Hatip okulunun bitişiğinde Kestanepazarı Camii'nde kaldığı yerde ziyaret etme imkânımız oldu. Gittiğimizde sabah namazı sonrası İzmir'e varmıştık. Oradaki talebelere Hocaefendi'yi sorduk. 'Karşıda kalıyor' dediler. Küçük bir barakayı gösterdiler. Barakanın yanına varınca perde arkasında Hocaefendi'yi gördük. Bir baktık yerde hasırın üzerinde uyuyordu. Karyola boş duruyordu. O gün günlerden Cuma idi. Hocaefendi bir vaaz etti ki bütün millet hüngür hüngür ağladı. Her yer doluydu, genç talebelerle doluydu cami. Sonra İzmir'i dolaştırdılar bizi. Akabinde Edirne'ye döndük.




[1] Cemal Kalyoncu, Aksiyon, 28.10.2002, sayı: 412 Mehmet Kırkıncı Hocaefendi ile yapılan röportajdan.
[2] Alpullu, Kırklareli ilinin Babaeski ilçesine bağlı bir kasabadır. TCDD İstanbul-Kapıkule yönünde olup, Alpullu demiryolu istasyonu bulunmaktadır. Kasaba, temeli 25 Aralık 1925 tarihinde atılmış, 26 Kasım 1926 tarihinde işletmeye açılarak Türkiye'de ilk şeker üretimi yapmış olan Alpullu Şeker Fabrikası ile birlikte gelişmiştir. 1964 yılında belediye statüsüne geçmiştir.
[3] 1959 yılında Ramazan ayı 11 Mart'ta başladı ve 8 Nisan'da sona erdi.
[4] Serez, Batı Trakya'da yer alan Osmanlı döneminde Rumeli'nin önemli bir ticaret ve kültür merkezi durumundaki İskeçe, Kavala, Drama gibi şehirlerden biri.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:33   #7
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Kırklareli Günleri: Nihat Akay Anlatıyor


- Kendiniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Dedem, Osmanlı'nın son döneminde 1913'lerde Balkan harbini müteakip Bosna'dan Kırklareli'ne gelmiş. Dedem 112 yaşında vefat etti. Allah rahmet eylesin evliya gibi bir zattı. Beş vakit namazın dışında bütün geceleri namaz kılarken görürdüm. Babam Ali Akay Kırklareli'nde doğmuş. Babam da hafızdı. Fakat daha sonraları 1930'lu ve 40'lı yıllarda takibat ve baskı yaşadığından hafızlığını unutmuş. Fakat itikadı ve imanı güçlü bir adamdı. Annemin adı Kıymet Akay. Babam ve annem ikisi de namazlarını kılarlardı.
Ben 1933 yılında Kırklareli Karakaş Mahallesi Nurseli Sokak'ta doğmuşum. 1943 yılında İlkokulu bitirdikten sonra 1944 yılında bir terzicinin yanında çırak olarak işe başladım. Ustam Cemalettin Kılıçal dindar bir adamdı. Çocukluğumdan beri Cuma namazlarına giderdim. Namazları bırakmadık. Hatta 1955 yılında Polatlı'da asker iken orada bir cami yaptırdık. Ne istiyorsanız ayarlayalım dediler. Osman Karaçiğ vaizlik yaptı bize. Ama bizim dini hayatımızda en büyük tesiri burada Abdülhamit Hoca yapmıştır. Konuştuğu zaman herkes kulaklarını dört açar öyle dinlerdik. Ardından Fethullah Gülen Hocaefendi geldi. Ondan da çok hizmetler gördük.
1954 yılında askere gittim. Askerliğimi Ankara Polatlı'da yaptım. 1961 yılında evlendim. Bir oğlum bir de kızım oldu. Kızım İstanbul'da evli, oğlum da burada Kırklareli'nde beraberiz.
2000 yılına kadar terzilik yaptım ve emekli oldum. Şimdi küçük bir kuyumcu dükkanımızda oğlum Fatih Akay'ın yanında ona yardımcı oluyorum.
- Abdülhamit Oruç ve Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kırklareli'nde ne gibi hizmetleri oldu?
Fethullah Gülen Hocaefendi gelmeden önce burada Hamit Hoca vaaz ve hutbe veriyordu. Hızırbey Camii'nde dinlerdik onu. Bize çok hizmetleri oldu. Dini yaşantımızda daha dikkatli olmaya başladık. Çok genç ve dinamik biriydi, cemaat olarak peşini bırakmadık. Arkasından bir buçuk yıl sonra 1965 yılı ortalarında Fethullah Gülen Hocaefendi geldi Kırklareli'ne. Hocaefendi vaazların dışında hiç durmadı. Devamlı ziyaretlere gider, dükkanlarımıza gelirdi. İyi bir hukukumuz oldu. Evlerimizde sohbet ederdik. Hocaefendi her yerde çay içmezdi. Mesleğine en ufak bir haram bulaşmasını istemezdi. Benim bir terzi arkadaş vardı İrfan adında. Onun yanına giderdi çay içmeye.
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kırklareli'nde büyük hizmetleri oldu. Ama hangi sahada? 1960 ihtilalinden sonra Türkiye'de bir Marksist sistem kurulacak gibiydi. Din diyanet baskı altındaydı. Fethullah Hocaefendi çok ateşli idi, cemaatini çok iyi uyardı ve ikaz etti. Nasıl Milli Mücadelede din ve manevi büyüklerimiz savaşı kazandırmışsa 1960'tan sonra da Hamit ve Fethullah Hocaefendiler büyük hizmet verdiler. Milletimize ruh ve şuur verdiler. Yatsı namazından çıktığımızda evlerimize gitmek için beraberce yürürdük. Ondan önce 3 kişi yan yana yürüyemezdi. Hocaefendilerin vaazları o marksist ve komünist baskıyı kırdılar. Fethullah Gülen Hocaefendi birinin yüzüne baktı mı o adam adeta erirdi. Allah ona baştan aşağıya öyle bir heybet, öyle bir şekil vermiş. İnsanlar onu yakından gördüğünde etkilenmemesi mümkün değildi. Giyimi kuşamı temiz ve nizamlı. Henüz 26 yaşında, boylu poslu, ağırbaşlı, dolgun ve oturaklı sesi ile engin bir derya gibiydi. Anlatmaya başlayınca başka bir aleme gider gibi olurduk. Ağlar ve ağlatırdı. Bilgisi çoktu, günümüzün şartlarını iyi bilirdi. Herhangi bir mevzuda ikna etmeyeceği insan yok gibiydi. Bu bir gerçek. Bazıları onu gördüler mi burada ödleri kopuyordu.
- Kırklareli'nde ilk defa Fethullah Gülen Hocaefendi'yi nasıl fark ettiniz veya nasıl duydunuz?
Kırklareli küçük bir yer. Zaten en kısa zamanda kimin gelip gittiği duyuluyor. Bir de biz esnaf olduğumuz için çarşının pazarın içindeyiz. Hızırbey Camii merkezde bulunuyor. Cuma ve vakit namazlarımızı zaten Hızırbey'de kılıyoruz. Hocaefendi gelince vaazları hemen dikkat çekmeye başladı. Hamit Hocadan dinlediğimiz vaazlardan sonra Hocaefendi'nin vaazları adeta insanın içine işleyecek gibiydi. Kısa zamanda dikkatimizi celbetti ve vaazlara gitmeye başladık. Sonra Hamit Hoca bizi Fethullah Hocaefendi ile tanıştırdı. O tanışmadan sonra güzel hukukumuz oldu. Çayımızı içti, dükkanımıza geldi. Fakat çok az kaldı Kırklareli'nde. Tam ortalık ısınmaya başlamış, kütük yanmaya başlamıştı ki bir duyduk Hocaefendi'nin tayini İzmir'e çıkmış.
- Gördüğünüz tanıdığınız kadarıyla Hocaefendi hakkında neler söyleyebilirsiniz? 1960'lı yılların ortasında dini hayatın kısıtlı ve sönük bir ortamında Kırklareli'nde vaaz veren, sohbet eden 26 yaşındaki bir Hocaefendi'yi bize tasvir edin desek neler anlatabilirsiniz?
Hocaefendi evimize gelmedi ama dükkanlarımıza geldi, oralarda üç beş kişi de olsak sohbet ve ders yapardı. Sonra kendi kaldığı evde sohbetler yapardı. Şunu söyleyeyim: Hani Türkiye'de "Milliyetçilik" filan diyorlar ya bence Hocaefendi hakiki bir Türk milliyetçisidir. Neden diyeceksiniz?
Devlet ve millet bütünlüğü için milli ve manevi değerlerimizi bize aktarmış ve şuurlu olmamızı sağlamıştır. Bu, iki kere iki dört eder derecesinde inkar edilemez bir gerçektir. Devletin varlığını, bölünmez bütünlüğünü, dilini ve dinini korumak için mücadele eden bu seviyede ben başka adam görmedim. Devletine sadık bir adamdı. Devlet düşmanlarına çok çatardı. İslam'ı müdafaa ediyor diye bazıları bu yüzden ona kızardı. Bakın mesela Necip Fazıl cesur bir adamdı, burada konferanslar verdi, hatta kendisi için mahkemede şahitlik yaptım. Ama Fethullah Hocaefendi'nin tesiri ve üslubu apayrı idi. Vaaz konuşmalarında bambaşka bir hava vardı. Türkiye'de bu konuşmaları yankı buldu ve büyük bir isim yaptı. Bu yüzden Hocaefendi'den rahatsız olanlar çok olmuştur.
Hocaefendi cumaları mutlaka vaaz ederdi. Ramazan ayında ise her gece vaaz ederdi. Vaazları tesirli ve etkileyici idi. Bizim Kırklareli'nin değişik bir halkı var. Öyle kolay kolay vaaz dinlemez. Ama Hocaefendi'nin vaazlarını duyunca insanlar dinlemeye, kulak kabartmaya başladılar. Müthiş bir cami cemaati oluştu. Hatta namaz niyaz kılmayan sol kesimden insanlar bile ayakta dinlemeye gelirlerdi camiye.
- Vaazlarında nelerden bahsediyordu? Vaazlarını tesirli kılan şey neydi sizce?
Bir kere ben bunu onun imanına bağlıyorum. İmanı bu kadar güçlü olmasa tesirli olamazdı. İmanı neyse onu yansıtıyordu. Cenabı Peygamber Efendimiz öyle yapmamış mı? İnanmasaydı o kadar sahabe, o kadar insan onunla olur muydu? Peygamber Efendimiz nasıl davasına inanmışsa Hocaefendi de davasına tam inanmış ve o inancının verdiği güçle sesleniyordu bizlere. Vaazlarında ne dediğini iyi biliyordu, anlattığı şeyle bütünleşmiş, olayı yaşıyormuş, olayın içindeymiş gibi anlatıyordu. İslamiyet'in ilk zamanlarındaki sahabe hayatından bahsediyordu, dini yaşamak ve yaşatmak için sahabenin nasıl bir sıkıntı içinde olduğunu canlıymış gibi anlatıyordu. İslam'ın nasıl kısa zamanda büyük fedakarlıklarla yayıldığını anlatıyordu. Onu dinleyen, anlattığı şeylerin etkisinde kalmaması düşünülemez. Siz de aynı sahabe gibi koşmak ve mücadele etmek istiyorsunuz. Çünkü İslam'ı yaşamıyorduk, etrafta kötülükler kol geziyordu. Din diyanet adına bir faaliyette bulunmak gericilikti ve suçtu. Hocaefendi'nin bu vaazları İslamî ve imanî hislerimizi harekete geçirdi.
- Hocaefendi kaldığı evde yemek ve ev işlerini kendi mi yapardı, siz de yardım eder miydiniz?
Sohbet esnasında evde yardımcı olan arkadaşlar olurdu. Fakat diğer çamaşır ve temizlik işlerini kendi yapardı. Hocaefendi bol bol patates yemeği pişirirdi. Her zaman değişik bir türlüsünü yapardı. Boğazına fazla meraklı değildi. Onun için evlenmesini söylerdik, sana bir hanım bulalım derdik ama hiç oralı olmazdı. Zaten ciddi duruşundan ötürü de fazla zorlamadık.
- Hocaefendi'nin Edirne'de devam eden mahkemelerine gittiğiniz oldu mu?
Hocaefendi'nin Edirne'deki mahkemelerine ben gitmedim. Buraya geldikten sonra da Edirne'de devam eden bir mahkemesi varmış. Abdülhamit Hoca ve diğer arkadaşlar gitmişlerdir, fakat ben terzi olduğumdan zamanım yoktu. İşim çok fazlaydı ve dükkan gelen gidenle çok kalabalık oluyordu. Çünkü o zamanlarda hazır giyim yoktu ve terzilikte çok iş vardı. Dolu dolu iş yapardık. Herkes kumaşı alır terzilere giderdi.
- Kırklareli'nden sonra Hocaefendi ile görüşmeniz veya bir ziyaretiniz oldu mu?
Evet oldu. Bundan 7-8 sene evveldi, henüz daha Amerika'ya gitmemişti. İstanbul'da kaldığı yere ziyarete gittik. Çok sevindi bizi görünce. Bizi kendi odasına aldı, birkaç kişi başbaşa görüştük. "Doktor Nihat Uygun ne yapıyor?" dedi. Bizim terzi İrfan'ı sordu. Hafızası çok kuvvetlidir, adamı bir defa gördü mü bir daha unutmaz. Onu gördüğüme çok sevindim, o da sevindi. Az da olsa bir beraberliğimiz ve hukukumuz olmuştu. İnsan mahzunlaşıyor tabii.
Allah, Hocaefendi'ye sağlık sıhhat ve uzun ömürler versin. Namazlarımızda ona dua ediyoruz. İslam alemine, Türk dünyasına ve bütün dünyaya yaptığı hizmetleri arttırsın. O kadar insan yetiştir, o kadar okul aç, dünyanın öteki ucuna kadar zor şartlarda eğitim hizmeti vermeye çalış. Bu hizmetleri şimdiye kadar gerçekleştiren olmadı. Bana soruyorlar "bu kadar parayı nereden buluyor?" diye. Ben de "onun parası yok, ama gönül sermayesi var, oraya şunu yapın, buraya bunu yapın diyor, hemen yapılıyor, millet veriyor onun parasını" diyorum. Hocaefendi'nin sermayesi kazandığı gönüllerdir.
Hocaefendi'ye tekrar şifalar diliyorum, kendisine en derin muhabbet ve selamlarımı yolluyorum.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:35   #8
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Kırklareli Günleri: Ayhan Uçan Anlatıyor





-Kendiniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
1937 yılında Kırklareli'nde doğdum. İlkokulu Ahmet Mithat İlkokulunda bitirdim. 1950 yılında ilkokulu bitirdikten sonra ayakkabıcılığa başladım. 1950 yılından beri ayakkabı ve kundura üzerine çalışıyorum. Ayakkabıcılığı dayımdan öğrendim ve uzun yıllar onun yanında çalıştım. İlk dükkânımız Kadınlar Hamamı denilen yere yakındı. Ondan sonra 1969 yılından sonra Dingiloğlu Parkı sokağındaki dükkâna taşındık. Halen de buradayız.
26 Kasım 1957'de askere gittim. Acemilik dönemini Edremit'te yaptım. Edremit'ten sonra İstanbul Sağmalcılar'a yazıcı olarak geldim. İki senelik askerliğimi burada tamamladım.
1959 yılının Aralık ayında evlendim. İki kızım bir oğlum olmak üzere üç çocuğum oldu. İlk kızım 1961 yılında, oğlum 1962 yılında ve ikinci kızım da 1974 yılında doğdu.
-Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne gelmeden önce nasıl bir dini yaşantınız vardı?
Fethullah Gülen Hocaefendi gelmeden önce biz Kırklareli'nde Abdülhamit Oruç hocayı tanıdık. Bizim belli bir İslami yaşantımız yoktu. Abdülhamit hoca 1960 ihtilalinden sonra Kırklareli'ne tayin oldu. Onun verdiği vaazlara kulağımız alışmaya başladı. Sonra Cuma namazlarına başladık. Fethullah Gülen Hocaefendi geldikten sonra da beş vakit namazlara başladık. Allah'a çok şükür o günden sonra da namazlarımızı devamlı kıldık ve kılıyoruz.
-Fethullah Gülen Hocaefendi geldikten sonra tanımanız nasıl oldu?
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin 1965 yılında yaz aylarında birgün Edirne'den Kırklareli'ne geldiğini duyduk. Vaazları ve hutbeleri çok değişikti. Hem ağlar hem de ağlatırdı. Günlük sohbetler olurdu. Dükkanlarımıza gelirdi, halimizi hatırımızı sorar, çayımızı içer her türlü sohbet ederdi. Girip çıkmadığı dükkan yoktu adeta. Burada küçük bir esnaf kahvesi vardı. Abdülhamit hoca ile beraber gelirlerdi. Evine de giderdik sohbet dinlemeye. O zaman evi Kocahıdır Mahallesi'nde, Paşaçeşme Sokak'ta idi. O ev hâlâ duruyor. Şimdilerde sahibi değişmiş. O zamanlar İstanbul Otel'in sahibi Hasan Akkaynak ve Helvacı Sabri ağabeyler o evi Hocaefendi için bulmuş ve kiralamışlar.
-Hocaefendi'nin vaaz veya sohbetleri nasıl bir etki uyandırdı Kırklareli'nde?
Camide, evde ve dükkanlarımızda yaptığı sohbetlerle çok kişilerin düşüncesini değiştirdi. Burada azılı diyebileceğim din karşıtı insanlar vardı. Onlar da dinlerdi Hocaefendi'yi. Namaz kılmazlardı ama caminin etrafına gelir, bu hafta neden bahsedecek diye onu dinlerlerdi. Gömlekçi bir esnaf arkadaşımız vardı. Sol görüşlü ve dine diyanete karşı idi. Terzi Bekir Filiz ağabeyimiz
-şimdi huzurevinde kalıyor- ve Hasan Oruç vardı. Bunlar Hocaefendi'yi dinledikçe ağlarlardı.
-Hocaefendi Kırklareli'nde nasıl karşılandı? Esnaf veya halk onu kabullendi mi?
Hocaefendi vaaz ve sohbetleriyle kısa zamanda duyuldu ve tanındı. Esnaf ağabeylerimiz tarafından burada kalması isteniyordu. Hatta kendisine bir kız bulalım, burada kalsın diye ısrar edenler olmuş. Fakat o kabul etmedi. Birgün bir sohbet esnasında evlilik tekliflerine cevap olarak "ben anamdan doğduğum gibiyim" dedi. Ondan sonra da üstüne gidilmedi artık.
-Hocaefendi sizin dükkânınıza geldi mi?
Geldi tabii. Hocaefendi esnafı dolaşırdı. Benim dükkânıma da geldi. Onun mestlerini tamir ederdim. Ayakkabının içine mest giyerdi. Mestin üzerine de çorap giyerdi. Giyimi kuşamı çok düzgün ve uyumlu idi. Aşırılığı sevmez ve sade idi. Uzaktan bakınca tam bir beyefendi görünümünde idi.
Dükkanımızda 17-18 kişi şu küçücük yerde toplanırdık. Esnaf, köylü, talebe, memur kim varsa gelirlerdi Hocaefendi'yi dinlemek için. Sade benim dükkanıma değil diğer arkadaşların dükkanlarına ve evlerine gider oralarda da sohbet ederdi. Mesela Hasan Oruç, saatçi Mümin abi, kaynakçı Selahattin ağabeylerin yerlerinde, esnaf kahvesinde, eski halin orada Hacı Recep Yapar'ın evinde olurdu. Yaylada Ali başçavuşumuz vardı. Bayındırlıkta Mustafa Toros vardı. Bunların ya evlerinde ya da dükkanlarında sohbetler olurdu. Çoğunun ismini de unutmuş olabilirim.
-Hocaefendi'nin Kırklareli'nde başından geçen hadiseler oldu mu?
Ben tam olarak başına kötü bir hadisenin geldiğini hatırlamıyorum. Fakat sıkı bir dönem olduğu için takip vardı. Hocaefendi'yi takip ederlerdi. Emniyet Hocaefendi'nin peşindeydi. Bir defasında evinde sohbette bulunuyorduk. Kapı ve pencereleri sıkıca kapatmış ve açık bırakılmamasını söylemişti. Sonra öğrendik ki kötü bir hadiseye sebebiyet vermemek için öyle yapıyormuş. Hocaefendi bekar olduğundan dolayı etrafta laf uyandırmak isteyen insanlar tarafından bazı kadınları içeriye sokup ortalığı velveleye verebilirler endişesini taşıyordu. Yine kaldığı eve baskın düzenletmek amacıyla deli insanları eve sokup bağırtıp çağırtabilirler diye işi sıkıya alıyor ve bizleri tembihliyordu. "Kadın olsun, deli olsun sokulur kapıya başlar bağırmaya, zaten sokağın başında sivil polisler bekliyor, evi basmak için fırsat kolluyorlar" derdi.
-Hocaefendi Kırklareli'nde ne kadar kaldı? Buradan ayrılışı nasıl oldu?
Hocaefendi Kırklareli'nde 8-9 ay kadar kaldı. Sonra İzmir'e tayini çıktı. Kestanepazarı'na gitti. Ondan sonra bir daha da görüşemedik. Ama selamını hep alırdık. Vaaz kasetlerinden elimize geçenleri dinlerdik. Hatta dayım hacdan dönerken Hocaefendi'nin bir vaazını getirmişti bize. Burada tenekeci Recep ağabeyimiz vardı. Birgün İzmir'e vaaza gitmiş. Vaazdan sonra Hocaefendi ile görüşmüş. Selamını getirdi bize. O zaman tek tek bizleri sormuş. Beni bile "Ayhan abi ne yapıyor, nasıldır" diye sormuş.
-Hocaefendi'yle görüşmeyeli 40 yıl olmuş. Hocaefendi'nin hizmetlerini ve düşüncesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
-Hocaefendi şimdilerde Amerika'da. Onun oralara gideceği aklımıza gelmezdi. Fakat çok idealist ve mücadeleci idi. Müslümanlığın yaşanmadığı bir dönemde çok insanın Allah'a inanmasına vesile olmuştur. Bu nedenle sevenleri olduğu kadar onun karşısında olan insanlar da vardı. Onu rahat bırakmayacakları her dönemde belliydi zaten. Allah'tan ona sağlık ve huzurlar diliyorum. Allah ona uzun ömürler versin, o da milletimizi irşad etsin. Kendisine selamlarımızı gönderiyoruz.
Kırklareli valisi Nail Memik, 25 Mart 1966 günü İçişleri Bakanı Faruk Sükan'a gönderdiği bir yazıyla Fethullah Gülen'in 21 Mart 1966 tarihinde ilden ayrıldığını bildirdi. Ayrıca Yeşilyurt gazetesinde Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Kırklareli'nden ayrılışına dair 28 Mart 1966'da haber yayınlandı. Haberde şöyle deniyordu:
"Bir yıla yakın süredir şehrimizde vaizlik görevinde bulunan genç vaizlerimizden Fethullah Gülen, İzmir Merkez Vaizliğine atanmıştır. Verdiği vaazlarla aydınların dikkatini üzerine çeken Fethullah Gülen'e yeni görevinden başarılar dileriz."
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:40   #9
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Kırklareli Günleri: Mümin Özkan Anlatıyor




-Kendiniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
1933 yılında Bulgaristan'da doğdum. Ortaokula kadar eğitimimi orada tamamladım. 1951 yılında Türkiye'ye geldik. Kırklareli'nde akrabalarımız ve amcamlar vardı. Onlar istek yaptılar ve biz Bulgaristan'dan göçerek Kırklareli'nin Koyunbaba köyüne yerleştik. Önceleri Kırklareli'nde alış veriş ve ticaretle uğraştık. Sonra Kuyumcular Çarşısı'nda bir arkadaşın yanında saat işlerini öğrenmeye başladım. Üç beş sene çalıştım böyle. Dükkân Eski Camiye (Hızırbey) yakındı. 1960'lı yılların başında o camide Abdülhamit hocanın adını duymaya başladık.
-Fethullah Gülen Hocaefendi Kırklareli'ne geldiğinde onu tanımanız nasıl oldu? Hocaefendi'nin dikkat çeken yönleri nelerdi?
Abdülhamit hocadan sonra 1965 yılında Fethullah Gülen Hocaefendi'nin vaazları başladı. Aynı zamanda kaldığı evde de sohbetler oluyordu. Hocaefendi Kocahıdır Mahallesi'nde kiralık bir evde kalıyordu. Henüz 25-26 yaşlarında bir delikanlı ve bekar olmasına rağmen evi devamlı dolar boşalırdı. Sohbet ve vaazlarını kaçırmamaya çalışırdık. Evde çay ve yemek işlerini kendi yapardı. Çamaşırlarını kendi yıkardı. Kimseye kendi işini yaptırmazdı. Bizim dışardan getirdiğimiz iaşe gibi yardımları istemezdi. Üç günlük de olsa bayat ekmeği yerdi. Riyazet yapar, kendini haram ve şüpheli şeylerden uzak tutardı. Bizim için de çok farklı bir şeydi bu. Onun davranış ve sözlerinden hayli dersler çıkarıyorduk. Onu tanıdıktan sonra ibadetlerimizde daha titiz, samimi ve ihlaslı olmaya gayret ettik. Aslında bizim dedelerimiz ve babalarımız din görevlisi idiler. Bulgaristan'da hem öğretmenlik yapıyor hem de din görevlisi idiler. Rahmetli babam da Kırklareli'nin Koyunbaba köyüne geldikten sonra köyde imamlık yapıyordu. Biz dini biliyorduk ama Hocaefendi gibi titiz ve duyarlı değildik. Bilhassa Risale-i Nurları tanıdıktan sonra ibadet ve Cenabı Hakk'a karşı vazifelerimizi daha duyarlı yapmaya başladık. Hayatımızda büyük bir değişiklik olmuştur.
Ben çalıştığım yerde işi öğrendikten sonra kendi başıma dükkan açma durumuna gelmiştim. Hocaefendi bütün iş yerlerimize ve dükkanlarımıza gelirdi. Yeni dükkânımı tanıtmak için küçük el ilanları hazırlamıştım. Gelen giden müşterilere vermek ve etrafta dağıtmak istiyordum. Hocaefendi dükkanımıza geldiğinde "bunlara lüzum yok, Cenab-ı Hak rızkı gönderir" demişti.
-Hocaefendi'nin sohbet ve vaazları halk tarafından nasıl karşılanıyordu? Hatırladığınız kadarıyla o günler hakkında neler söylersiniz?
Hocaefendi'yi ben evimde ağırlayamadım ama diğer yerlerde düzenlenen sohbetlere katılmışımdır. Camide değişik gruplar için sohbet ve vaazlar tertip etmeye başladı. Mesela öğretmenlere ve esnafa sohbetler düzenliyordu. Dışarıdaki insanlar veya sol görüşlü insanlar bu konuda Hocaefendi'yi dikkatle takip ederlerdi. Hatta camiye gelirler, arka tarafta ayakkabılarını çıkarmadan Hocaefendi'yi "bakalım bu hafta ne diyecek" diye dinleyip giderlerdi.
Sivil polisler devamlı evini gözetlerdi. Evine girip çıkan insanların isimleri emniyete verilerek bir çok arkadaşımız emniyette ifade vermiştir. Ama öyle tutuklanma gibi hadise olmadı. Ancak gerek Hocaefendi'nin gerekse Necip Fazıl Kısakürek'in Edirne ve Kırklareli'nde mahkemeleri olurdu. O davalara giderdik izleyici olarak. Necip Fazıl'ı Hocaefendi bir keresinde davet etmişti Kırklareli'ne. Burada bir salonda konferans verdi Necip Fazıl. Bu konferans da mahkeme konusu oldu. Sol görüşlü insanlar olayı şikâyet ettiler.
-Hocaefendi Kırklareli'nden ne zaman ayrıldı?
Hocaefendi'yi tam dinlemeye başlamıştık ki bir gün duyduk İzmir'e tayini çıkmış. İzmir'de vaiz olarak bulunan Yaşar Tunagür hoca Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına tayini çıkınca Hocaefendi'yi kendi yerine, İzmir'e tayin etmiş. Kestanepazarı'ndaki insanlar Yaşar hocadan memnun oldukları için onu salmak istememişler. Fakat Yaşar hoca kendi yerine daha kıymetli bir vaizi atayacağını söyleyerek ayrılmış oradan. Sonunda bizim Fethullah Gülen hocamızı Kırklareli'nden aldı ve 1966 yılı Mart ayında İzmir'e verdi.
Hocaefendi bize sahabi hayatını öğretti. Hem yaşıyor, hem de söylüyordu. Öyle farklı bir hayattı o dönem. Kendisi burada fazla kalmadı ama hizmetleri unutulacak gibi değildir. Allah kendisinden razı olsun.
  Alıntı ile Cevapla
Alt 08-10-2009, 16:44   #10
Kullanıcı Adı
Tarantula_
Standart
Kırklareli Günleri: Ekrem Tan Anlatıyor





- Ekrem Tan kimdir? Kısaca kendiniz hakkında bilgi verir misiniz?
Babamın adı Hasan, ailece Selanik'ten muhacir olarak Kırklareli'ne gelmişler. Ben 1931 yılında Uzunköprü'de doğmuşum. Üç erkek bir kız olmak üzere dört kardeşiz. Babam kahvecilik yapardı. İlkokulu üçüncü sınıfa kadar okudum. O zaman imkan olmadı, sonra imtihana girip beşinci sınıf diplomamı aldım. İlkokuldan sonra bakkal kalfası olarak tezgahtarlık yapmaya başladım.
1951 senesinde askere gittim. İki sene sonra geldikten sonra kendim bir bakkal açtım. Sonra perakende ve toptan olmak üzere gıda işiyle uğraşmaya başladık. Uzun yıllardan beri aynı dükkanda toptan gıda işletmeciliği yapıyoruz. 1958 yılında eşim Aynur hanımla evlendim, iki oğlum bir de kızım var.
Dinle ilgili vecibelerimizi ninemden yani babamın annesinden öğrendik. Evliya gibi bir kadındı, Allah rahmet eylesin. Kur'an'ı öğrenmiş ve hatmetmiştim. Namaz da kılıyordum fakat zamanla aksatmaya başladık. Bazen kılıyor, bazen kılmıyorduk. Ne zaman Fethullah Hoca Kırklareli'ne geldi o zaman kuvvetlendirdik ibadetlerimizi.
- Fethullah Hocaefendi'den önce Risale-i Nurlarla ilgili kimleri tanıyordunuz?
Biz Hocaefendi'den önce Abdülhamit Oruç hocayı tanıdık. Kısaca "Hamit Hoca" deriz kendisine. Ondan önce de Pınarhisar Çimento Fabrikası'nda çalışan Ramazan Usanmaz adında bir arkadaş vardı. O bizi Risalelerle tanıştırdı. Çeşitli davaları vardı, Bekir Berk gelirdi davalara. Birgün Ramazan Bey'in dükkanında sohbet yapılıyordu. Almış eline Birinci Sözü okuyordu. Okudukça ben epey etkilendim. Sonraki günlerde yine sohbetlere devam ettik. Hamit Hoca Kırklareli'ne geldikten sonra o da gelmeye başladı oraya. Hamit Hocanın derslerini kaçırmadık. Daha sonra Fethullah Gülen Hocaefendi gelince işin esasını ondan öğrendik. Risale-i Nurdan Altıncı Söz ve Otuzuncu Söz çok dikkatimizi çekmiştir. Biz, en çok sözlerden etkilendik. Risale-i Nurla ilgili yerde bir kağıt parçası dahi bulsam alır okurum. Daha sonraları Üstadın talebelerinden Muzaffer Arslan geldi Kırklareli'ne. Hocaefendi'yi çok severdi. Onunla da görüşmelerimiz oldu.
- Hocaefendi Kırklareli'ne gelince nasıl bir değişiklik oldu hayatınızda?
Hocaefendi 1965 yılı yaz aylarında Kırklareli'ne geldiğinde bizim dini yaşantımız yoktu. Dini hayatımızı yaşamaktan çekiniyorduk. Hocaefendi gelince ona çok karşı çıkanlar ve baskı yapanlar oldu. Ama Hocaefendi onlarla hiç münakaşa ve kavga etmedi. Camiye gelen insanlara güzelce işin özünü ve meselenin doğrusunu anlatıp namaza devam etmelerini söylerdi. İlk günlerde namazları aksatıyordum. Abdülhamit Hoca ile beraber dükkanlarımıza gelirlerdi. "Ne oldu Ekrem abi bugün göremedik seni camide" derdi. Çok samimi ve ihlaslı idi. Namaza çok ehemmiyet verirdi, bir sabah namazı dahil göreve gelmediği gün yoktur. Mesela bir yere yolculuk yapacaksa namaz vakitlerini ona göre ayarlardı. İstanbul'a gidecekse önce biletini Çorlu'ya kadar alırdı. Orada namazını kılar ve tekrar başka bir otobüsle İstanbul'a giderdi.
Sarhoş bir adam bile olsa onunla ilgilenmekten geri durmazdı. Ona anlata anlata sonunda içkiyi bıraktırır ve namaza başlatırdı. İnsana baktığı zaman derinden ve dikkatli bakardı. Tepeden tırnağa kadar adamı süzerdi adeta. Sık sık "Ala küllihal öleceksin" derdi.
- Hocaefendi'nin Kırklareli'ndeki faaliyetlerinden bahseder misiniz?
İnsanların üstüne gitmedi, yaralarımızı adeta merhem sürer gibi tedavi etmeye çalıştı.
Hocaefendi'nin bu üslubunu anlayanlar ondan sonra devamlı sohbet ve vaazlarına gitmiştir. Evinde de sohbetler eder, esnafları dolaşırdı.
O sıralarda Edirne'de mahkemeleri devam ediyordu. Bizi bir defasında oraya götürdü. Hamit Hoca da gelmişti. Kırklareli Yeni Mahalle'den bir avukat vardı Abdülhalim adında. Beni Edirne adliyesinde görünce şaşırdı. "Ne işin var senin buralarda, bunlar tehlikeli insanlar" dedi bana. Tabii böyle dedikten sonra bu avukat Fethullah Hoca'yı görünce korktu ve sustu. Dünyalık insandı.
Duruşmada aleyhte şahitlik yapan bir genç vardı. Hocaefendi hakkında bir sürü sayıp döktü. Fethullah Hocadan ayrı olarak camide görevli olan Ekrem Aktaş Hoca da vardı duruşmada.
Ağır Ceza Hakimi Orhan Bey, o şahide: "Tamam şimdi sen otur, ben şimdi hakkında konuştuğun hocayı sana göstersem tanır mısın, bu söylediklerini yüzüne söyler misin?" dedi.
Şahit: "Belki tanırım" dedi.
Hakim, Fethullah Hocaefendi'ye "kalk" dedi. Hocaefendi kalktı ayağa boylu poslu. O aleyhte şahitlik yapan genç oturduğu yerden şöyle bir baktı Hocaefendi'ye...
Şahit birden telaşlandı ve kekeleyerek "Eeeeeeefendim vaaz sırasında ben arkalarda oturuyordum" dedi.
Fethullah Hocaefendi, hakimden izin alarak şahide "bir soru sorabilir miyim?" dedi.
Hakim: "sor" dedi.
Fethullah Hocaefendi: "O gün Bayram namazı kılınıyordu. Caminin imamı Ekrem Hoca hutbe verdi, ben vaaz verdim. Birimiz vaaz verdi, birimiz hutbe okudu, söyle bakalım o cümleyi ben mi söyledim" diye gence soru yöneltti.
Bu soru üzerine genç "ben arkalardaydım, görmedim" deyiverdi. Aslında böyle bir cümleyi Hocaefendi'nin söylemediği ortaya çıktı. Böylece bir mahkemeyi görmüş olduk. Kırklareli'ne dönüşte Kırkpınar meydanındaki çayırda Hocaefendi bize ziyafet vermişti.
- Hocaefendi'nin Kırklareli'nde görebildiğiniz kadarıyla nasıl bir hali vardı, davranış ve kişiliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Hocaefendi'yi bazen mevlitlere çağırırlardı. O da icabet edip gider, Kur'an okur sohbet ederdi. Mevlidin sonunda hediyelik gömlek, havlu veya para gibi şeyler verirlerdi. Hocaefendi hediye verenleri kırmadan alır, hemen orada gördüğü fakir birilerine verirdi. Hiç alıp da götürdüğünü görmedik.
Esnafı gezmeyi ihmal etmezdi, mutlaka her gün birer ikişer esnaf arkadaşın dükkanına uğrar sohbet ederdi. Evine giderdik sohbet dinlemeye. Evindeki sohbetler daha farklı olurdu. Evindeki sohbette bir gün 30-40 kişi kadar insan toplanmıştı. Derslere çok değişik insanlar onu dinlemeye gelirdi ve de çok soru sorarlardı. Cahili, okumuşu, esnafı hep beraber olurdu. Hocaefendi değişik insanlarla geçinmesini bilen bir insandı. Onları dışlamazdı. Hatta bir gün 30-40 kişilik bir ev sohbeti esnasında gelenlere şöyle bir baktı ve Deli Mehmet diye bir arkadaşı gördü. Hiç bir şey söylemeden başını önüne eğdi ve öylece düşünür vaziyette bir müddet bekledi. Hocaefendi hemen onu fark etti. İyi niyetli bir arkadaştı ama biraz ortalığı karıştırmak istiyordu. Fethullah Hocaefendi, Abdülhamit hocaya "Onyedinci Sözü oku" dedi. O adama cevap olabilecek konuyu hemen anladı. Zaten gelen insanlara ne anlatılması gerektiğini çok iyi biliyordu. Çok yapıcı bir yanı vardı. Kırmadan dökmeden işi yoluna koymayı bilirdi. Bir problem varsa kesip atmadan o yarayı adeta merhemle tedavi ederdi.
Bizim burada bir mahkememiz oldu. Komünizmle Mücadele Derneği'nin faaliyetleri kapsamında "Türkiye Neden Geri Kalmıştır?" başlıklı bir konferans tertip etmiştik. Hocaefendi o zaman gelmemişti daha. Oraya İstanbul'dan konuşmacılar çağırdık. Cihad Tenekelerinin sahibi Halil Küçük vardı. O konferans esnasında solcular müdahale ettiğinden orada olaylar çıktı ve iş mahkemeye intikal etti. İşte o mahkemeye, Hocaefendi manevi bir destek olmak amacıyla dinleyici olarak geldi.
Bir defasında İstanbul'da bir siyasi liderin mitingine gitmiştim. Biraz siyasete ilgim vardı. O mitingten döndükten sonra orada duyduklarımı ve o siyasi liderin dediklerini Hocaefendi'ye anlatıyorum. O beni sabırla dinliyor. Evet, evet diyerek başını sallaya sallaya beni dinliyordu. Ben devamlı anlatıyorum. Sonra başını çevirdi, "dediklerini tekrarlar mısın? ben biraz dalar gibi olmuşum" dedi. Bizi yoklar, böyle hoşuna gitmediği şeylerde bile insanı dinlerdi fakat bizim o konuda samimi olup olmadığımızı bir daha dinlemek isterdi.
Hele birisi hakkında yapılan dedikoduya hiç kulak vermezdi. Mesela ben şimdi onun yanına gitsem, "hocam filanca adam şöyle namussuz, böyle adi" desem hiç cevap vermeden dinler, sonra alçak sesle kulağıma eğilir "tanıyor musun, bu hakkında laf ettiğin adam kimdir?" derdi. Ben diyorum ki filanca arkadaş. Hiç bir şey söylemiyordu. Yani bizim hakkında laf ettiğimiz adamı tanıyıp tanımadan ileri geri konuşmamızı ve gıybet etmemizi istemiyordu. Şikayeti dinleyip de "doğru söyledin, iyi etmişsin" dediğini ben duymadım.
Hocaefendi sohbet ve vaazlarında özellikle sahabeden örnekler verir ve İslam'ın yayılmasında önde gelen önemli şahsiyetler özerinde dururdu. Biz de kendi aramızda bir araya geldiğimizde bazı arkadaşlar "yahu bu hoca niye Arap paşalarından örnekler veriyor, bizim paşalarımız yok mu?" derlerdi. Tabii ilk defa duyanlar anlayamıyorlardı Hocaefendi'yi. Zamanla onlar da aramızda olmuşlardır. Benim evimde çok sohbetler etmişizdir.
Bir diğer hususiyeti Hocaefendi titiz ve temizliğe çok dikkat ederdi. Bazen yemek için lokantaya beraber gittiğimiz olurdu. Öyle her şeyden yiyeyim diye bir huyu yoktu. Et konusunda dikkatli idi. Çorba, sebze ve yoğurt gibi şeyleri tercih ederdi.
Herhangi bir vefat olduğunda cenaze yıkanırken orada bulunur ve büyük bir tefekküre dalardı. İnsanı baştan aşağı süzer ve hiçbir şey konuşmazdı. O gibi durumlarda adeta hal diliyle konuşurdu.
Cevşen-i Kebir duasını sürekli okurdu. İhlas Risalesini ekseriyetle derslerde okur ve anlatırdı. İhlas biliyorsunuz bu hizmetin ana kemiği. Biz tesbihatı, Cevşeni, ihlası ve Risaleleri Hocaefendi'den öğrendik. Bütün işi namazda toplar, namaza çok ehemmiyet verirdi.
Ders esnasında, sohbette veya vaazda anlattığı konuya yoğunlaşmamızı isterdi. Çünkü bunları anlarsanız dışarıda sıkıntı çekmezsiniz, orada mürşit varmış, burada şeyh varmış deyip arkasından gidip yol aramazsınız derdi. Bunları anlarsanız rahat edersiniz derdi. Hakikaten de Risale-i Nurları anlayan bir adam başka şeye gerek duymaz.
- Son olarak Hocaefendi'ye ne söylemek istersiniz?
Fethullah Hocam, Allah ona şifalar versin, çok sevdiğimiz bir insan. 40 yıl oldu Kırklareli'nden gideli hâlâ etkisinden kurtulamıyoruz.
Bununla ilgili bir şey anlatayım. Birgün İstanbul Eminönü'nde idim. O gün sabah namazına kalkamamıştım. Otobüs yazıhanesine gidecektim, taksiden indim. Kafamda nefsi ve kötü bir istek var. Ne yapmayı düşünüyordum bilemiyorum şimdi. O anda yanımda biri peyda oldu. Aynı kılığı kıyafeti ile Fethullah Hocaya benziyordu. Ben nereye o da oraya, ben nereye o da oraya, hep böyle nereye gittiysem gölge şeklinde peşimden geldi. Ben kalabalıkta insanları çarparım diye sağa sola hareket ederken o hiç çarpmadan devam ediyordu peşimde. Bende aldı bir korku ve titreme. Sonra bir sokaktan bir yere daldı o gölge. Ben de orada ter içinde komaya girip yere yığıldım. O anda öyle bir durum yaşadım ve gitmek istediğim yere gitmekten vazgeçtim. Hocaefendi'nin tesiri ve etkisi peşimizdeydi.
Kendisini çok seviyoruz, selamlarımızı gönderiyoruz. Ona dua ediyoruz, bizi de unutmasın...
Yorumlar

  Alıntı ile Cevapla
Cevapla


Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir)
 

Yetkileriniz
Konu Acma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı





2007-2023 © Akparti Forum lisanslı bir markadır tüm içerik hakları saklıdır ve izinsiz kopyalanamaz, dağıtılamaz.

Sitemiz bir forum sitesi olduğu için kullanıcılar her türlü görüşlerini önceden onay olmadan anında siteye yazabilmektedir.
5651 sayılı yasaya göre bu yazılardan dolayı doğabilecek her türlü sorumluluk yazan kullanıcılara aittir.
5651 sayılı yasaya göre sitemiz mesajları kontrolle yükümlü olmayıp, şikayetlerinizi ve görüşlerinizi " iletişim " adresinden bize gönderirseniz, gerekli işlemler yapılacaktır.




boşanma avukatı webmaster blog çarşamba pasta

çarşamba koltuk yıkama çarşamba webtasarım