|
08-13-2009, 11:08 | #1 |
Yavuz Bahadıroğlu "Böl ve yönet "
Önce hikayemizi okuyalım: Meşhur “Üç boğa ile aslanın hikayesi”ni... Biri siyah, biri kırmızı, biri alaca üç yabani boğa varmış... Her yere birlikte gider, her zaman iyi bir dayanışma örneği gösterir, kardeş kardeş yaşarlarmış.
Tehlike anında güçlerini birleştirdikleri için vahşi hayvanlar yanlarına sokulamıyor, tehdit ve tehlikelerden uzak, huzur içinde günlerini gün ediyorlarmış. Derken, üç kafadar aç bir aslanın kafasına takılmış. Onlar keyifli keyifli otlayıp oynaşırken, aslan iştahla yalanarak planlar yapmaya başlamış. Alt etmiş, üst etmiş ama ne yapmışsa bir türlü yanlarına sokulamamış. Çünkü ne zaman yaklaşmaya çalışsa, boğalar sırt sırta veriyor, uzun boynuzlarını göstererek böğürme eşliğinde eşiniyorlar ve “Üçümüz senden daha güçlüyüz, aklın varsa bizden uzak dur!” demeye getiriyorlarmış. Aslan bu konuyu kurnaz tilkiye danışmaya karar vermiş. Gidip kapısını çalmış: “Tilki kardeş, durum böyle iken böyle” diyerek açıklamış, “dayanışma içinde olduklarından hiç birini avlayamıyorum.” Kurnaz tilki: “Önce onları bölmelisin” diye akıl vermiş, “boğaların ikisiyle anlaşıp üçüncüsünü gözden çıkarmalarını sağla, sonra biriyle anlaşırsın. Böylece hepsini midene indirirsin.” Aslan hemen üç boğanın otladığı meraya dönmüş. Niyetinin yalnızca konuşmak olduğunu söyleyip kırmızı boğa ile siyah boğayı kenara çekmiş ve demiş ki: “Size bir kastım yok, ama çok açım. Bu durumda üçünüze birden saldıracağım. Ben de yorulacağım, siz de yorulacaksınız. Hanginizi yakalarım o da belli olmaz. İyisi mi şu alaca boğayı bana verip kendinizi kurtarın!” İki boğa “Bana dokunmayan aslan bin yaşasın” hesabında, bu teklifi kabul etmişler. Aslan önce yalnız kalan alaca boğayı avlamış... Birkaç gün sonra ise kırmızı boğa ile anlaşıp siyah boğayı yemiş... Tek başına kalan kırmızı boğa hatasını anlamış sonunda, ama aldığı dersi uygulama fırsatı olmamış. O da arkadaşları gibi aslanın midesini boylamış. • 1946’da, “Derin Türkiye”, başta Nihal Atsız olmak üzere Türkçü hareketin tüm önde gelenlerini gözaltına alıp tabutluklara (insanın kıpırdayamayacağı kadar daracık işkence hücreleri) kapattı, hepsini işkenceden geçirdi... Ülkede bunlar olurken, ne dindarlardan itiraz geldi, ne solculardan... “Canım” dediler, “şu Türkçüler de fazla ileri gitmeselerdi!” • Sonra “Derin Türkiye” solculara yöneldi. 12 Mart (1971-Komuta heyeti ülkeye yine el koymuştur) sürecinde, pembesinden kızılına, ülkede ne kadar solcu yazar-çizer, sendikacı, öğrenci, kısacası ne kadar solcu aydın varsa hepsini tutukladı... Mahkeme salonlarına sığdıramadılar, spor salonlarını mahkeme salonuna dönüştürüp o geniş alanlarda yargılar gibi yaptılar... Deniz Gezmiş gibi bazı gençler asıldı. Ne dindarlardan bir itiraz geldi, ne Türkçülerden, ne de milliyetçilerden. Aynı şekilde düşündüler: “Canım” dediler, “şu solcular da fazla ileri gitmeselerdi!” • Derken, 12 Eylül 1980’de komutanlar bir kez daha Türkiye’ye el koydular. “Genel Kurmay Başkanı” sıfatına, devlete el koyduktan sonra, “Devlet Başkanı” sıfatını da ekleyen Orgeneral Kenan Evren, meydan meydan dolaşıp laiklik nutku eşliğinde ayet hadis okumaya başladı. Şekilci dindarlar “Bize dokunmayan bin yaşasın” hesabında onu alkışlarken, şekilci solcular “laik” takılıp parsa toplamaya çıktılar. Milliyetçi kesim ise, atıldığı zindandan, “Biz zindandayız amma fikrimiz iktidarda” mesajı gönderiyordu. Aydınlar yine biçiliyor, fikir yine öldürülüyor, düşünce yine “yasak” kapsamında tutuluyor, insan hakları görülmemiş biçimde çiğneniyordu. • Ve 1997’de 28 Şubat süreci başladı: “Derin Türkiye” bu kez, komünizmin dünya çapındaki perişaniyetinden sonra laikliğin dozunu arttıran eski komünistlerle milliyetçilerin desteğini alıp “dinci” ilan ettiği kesimlerin üzerine çullandı. Ne milliyetçilerden itiraz geldi, ne solculardan, ne de “light dindar”lardan: “Demokratlar”ı soracak olursanız, ülkede onların sayısı zaten devede kulaktı. Türkiye’yi Avrupa Birliği’ne taşımaya çalıştığı görüntüsü vermek isteyen şimdinin Rize milletvekili “en demokrat demokrat” Mesut Yılmaz bile, iktidardaki siyasi rakiplerini asker tankı eşliğinde yenmeye çalışıyordu: “Sincan’dan geçen tankları görmüyor musunuz?” (Kimi hemşehrilerim hâlâ onu çok sever). Zaten eski CHP de, 27 Mayıs 1960 darbesinin Demokrat Parti’yi tüm mensuplarıyla birlikte yok etme projesini “tanklara dayanarak” onaylamış, ancak 12 Eylül sürecinde sıra kendisine de gelmiş ve kapatılmıştı. DP kapatılırken CHP... MSP kapatılırken AP... DEP-HEP, v.s. kapatılırken RP ve MHP karşı çıksaydı, 63 yıllık çok partili demokrasi tarihimizin en yaşlı partisi 30’unda olmazdı. Anlayacağınız, şu bizim demokrasi, (bu isimde bir kitabım da var) ideolojik grupların ve siyasi partilerin “Bana dokunmayan bin yaşasın!” hesabına kurban gitti! vakit
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|