|
10-03-2009, 17:08 | #1 |
Gözlerinde görüyorsan gözlerini...
Bir elinde gül, bir elde câm, geldin sâkiyâ! / Hangisin alsam, gülü, yahut ki câmı, ya seni? Ne güzel özetlemiş değil mi Nedîm! İnsanın gözü önce kadehin içindeki bâdeyi görür, sonra kadehin kendisini... ve en nihayet o kadehi tutan eli... "Hangisinden başlasam?" der durur hep! Gül'den?.. Câm'dan?.. Sen'den?.. İnsan bu, kınamamalı, önce gülü görür, gülü ister... sonra câmı... sonra o câmı sunanı... Her defasında göremediği bir tek kendisidir! Kendi gözleri... * * * Sophos... Dilimizdeki tam karşılığı: Hikmet. Kısa tanımı "hakikatin bilgisi" demek. Hakikatin, yani varolanların... Hata yapmamalı, inceliğe dikkat etmeli: Hikmet, sadece varolanların bilgisi değil, varolanların da hakikatinin bilgisi demek! Şeyleri, nasılsalar aynen öyle bilmek demek. Bu yüzden, hikmet, görüneni değil, bilâkis görünenin arkasında kalanı bilmeye çalışmanın adı! Phenomen'i değil, nomen'i yani. Perdenin arkasındakini... Bu nedenle hikmet uğraşısının bir başka tanımı da keşf-i mahcub. Mahcub olanın, yani üzeri hicabla (perdeyle) örtülmüş olanın örtüsünü açmak... Mânâsı sathileşmekle birlikte bu terimin bir benzeri İngilizce'de de var: 'discovery', yani cover'ı (örtüyü) kaldırmak... Immanuel Kant nomen'i değil, ancak phenomen'i bilebileceğimizi söylemişti. Bizim Kelâmcılarımız da bu kanaattedir. Cevherin/özün değil, ancak niteliklerinin bilinebileceğini savunmuşlardır. Burada o ünlü zat ve sıfat(lar) ayrımı hatırlanmalı. Malum â, zât basîttir, birdir, yalındır, o nedenle bölünemez, bölünemediği için de bilinemez. Kavramsallaştırılamaz çünkü. Tanımlanamaz. Bilinen, görünen ve görülen sade çokluk'tur. İlim veya bilim dedikleri, en nihayet işbu çokluğun bilgisidir; her halukârda görünenin... kabuğun... dışın... * * * Başkaları üzerinde güç ve iktidar talebi olanlar, ister istemez kabuğun bilgisini elde etmek ve o kadarla da yetinmek zorundadırlar. Öz onların nesine? Aslâ hatırdan çıkarmamalı, öz gösterilemez, ancak görülebilir. Başkalarına öğretilemez, ancak öğrenilebilir. Bilimin, siyasetin ve ticaretin öze, özü bilmeye ihtiyacı olmaz. Özün bilgisine, hakikatin bilgisine giden yol, esasen yenilgiye rıza vermekle başlar. Rıza, yani yenilgiden razı olmak, kabaca yenilgiyi kabullenmek anlamına gelmez, bilâkis rıza, 'yenilgiden hoşlanmak' demektir! Yenilgiden, yani bu dünyada hakikatin yanında yer almanın bedelinden... * * * Mythos... Aristoteles, inanma'yı bilme'nin, inancı bilgi'nin önüne koyar ve philo-mythos'un (hurafe-sevgisinin) her halukârda philo-sophos'tan (hikmet-sevgisinden) önce geldiğini söyler. "Bilmek hayretle başlar" der; şaşmakla, şaşakalmakla... İnsanın şaşma yetisi, onun dikkatini perdenin arkasında kalana yöneltebilmeli... onu öze... içe... derine... daha derine... bilinmeyene değil, bilinemeyene doğru itikleyebilmeli... Burada akla ihtiyaç da yoktur, lüzum da... İnsan bir kez şaşırmaya görsün hemen sezgilerinden yardım alır, ve suretlerin içine doğru süzülmeye başlar. Sezgileriyle... bilmeden... farketmeden... ama kolayca... birdenbire... Sanatın hükümfermâ olduğu alan burasıdır. Evet, bu ara, tamıtamına sanatçının ikamet ettiği bölgedir. Sezgilerin uçuştuğu bu topraklar sanatçılara aittir. Aklın girmesine izin verilmeyen topraklar... Abartının, daha büyük, her defasında daha büyük göstermenin alanı... şaşırmanın ve şaşırtmanın... Sanatçı inanan adamdır! Görünmeyene inanan... bilinmeyene... Perdenin arkasında olanı merak eden, ona işaret eden, lütfen izin veriniz de ilk dilime geleni söyleyeyim: "hakikate meclub olan" adam! Meclub, ne muhteşem bir kelime! Hakikatin kendisine celb ettiği, çektiği, sürüklediği adamdır sanatçı! * * * Ritos... Ritüel'in kökeni... ibadetin... ayin'in... simâ'nın... tören'in... Yani "Hakikatin bilmenin (sophos) ve/veya hakikatin sezmenin (mythos) en sahici eseri nedir?" sorusuna verilecek tek cevap, ritos! yani dua... yani çağrı... Hakikati bilme çabası içindeki nefsin, acziyetini derûnunda bilmesinin ve sezmesinin bütün semeresi, bütün mahsulü yürekten kopan bir çığlıktan ibaret! Tıpkı Samtî Dede'nin (öl. 1630) —gerçekte Sultan Veled'den tercüme olduğu da söylenen— şu kıt'asında itiraf ettiği gibi: Ben bilmez idim gizli ayan hep sen imişsin / Canlarda vü tenlerde nihân hep sen imişsin / Senden bu cihan içre nişan ister idim ben / Ahir bunu bildim ki cihan hep sen imişsin! Samtî dedenin mısralarından hareketle bir noktayı açıklığa kavuşturalım: Perde eşyanın üzerinde değil, o şeylere bakan gözlerdedir; göz kapaklarında... Perde, gaflet perdesidir ey talib! Çiğ nefislere, ham ervaha uyup da eşyayı tekmelemeyi bırak artık! Sana ne bâdeden, sana ne câmdan, boşver gülü de sen sâkiye dik gözlerini! Gözlerinde görüyorsan gözlerini, bekleme, hemen tut ellerini! D.Cündioğlu
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 3 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir) | |
|
|