![]() |
#1 |
![]() Mütevazı bir ailede doğan ve her daim öyle yaşayan bir önderdi Humeyni. Sonsuza dek yaşayacakmış gibi tuhaf huyların belirginleştiği, her yanın kibirden tıkandığı bir zamanda belki en çok bu yanı etkiledi insanları. Odaları genişledikçe içleri daralanlara inat, dar odada içini alabildiğine genişleten bir vicdandı. İmkânsızı mümkün kılan bir cesaretti O. Özgün Duruş`tan Altan Algan, ölüm yıldönümünde rahmetli İmam Humeyni`yi yazdı:
Altan Algan / Özgün Duruş İran`da Ayetullah Humeyni`nin sürgünden geri döndükten sonra başlattığı büyük devrimin, kendi içinden diğer devrimler doğurarak sürdürdüğü yükselişin ve dönüşümün anlatımında söz dönüp dolaşır mutlaka ona devrimin lideri Humeyni’ye gelir. Batı, Humeyni ile ilgili olarak öyle bir algılama imal etmişti ki hemen herkesi etkileyen bir yanı vardı. Ayetullah Humeyni`nin sert imajı, başta Amerikan kamuoyu olmak üzere Batı bilincinde ucuz korku filmlerine benzer bir etki yaratmıştı; sert ve soğuk bakışlarıyla insanda korku, büyülenme, hayret ve şaşkınlık uyandırıyordu. Hem kendisi hem de İran İslam devrimi, fanatizmle, radikalizmle ve daha önemlisi bir dini aşırılıkla birlikte hatırlanır, algılanır oldu. İşte bu algılama Batı`da imal edilmişti. New York Times, 4 Haziran 1989’da vefat haberini verirken şunları yazmıştı: “Ayetullah Humeyni`nin hayatı çok belirsizdi, fazlasıyla mitoloji ve söylentiyle kuşatılmıştı. Öyle ki ataları, gerçek ismi ve doğum tarihi hakkında süregelen bir anlaşmazlık ve şüphe vardı. Fakat bu yaşlı adam 1 Şubat 1979`da –15 yıllık sürgünden sonra– zaferle döndüğünde, kim olduğu ve ülkesi için neler istediği konusundaki şüpheleri ortadan kaldırdı. ... Devrimci fundamentalizmini bütün Arap dünyasına yayma konusunda çok kararlıydı.” Batı, onun adını hatırlamak istediğinde şu sıfatlarla birlikte kullanıyor hâlâ: "fanatizm", "radikalizm" ve en önemlisi "dini fundamentalizm". Batılı gazeteciler onu dinsel atavizmle özdeşleştirerek Afganistan, Pakistan, Nijerya ve Endonezya gibi daha uzak diyarlarda benzer figürler arama yoluna gidiyorlar. Bir masal sandırdılar onu dünyaya, kâbuslu bir masal, gücün sihirbaz samirileri. Hepsi kendi karanlık masallarının kahramanı olmak için sıraya dizilmişlerdi sanki. Kapital dişlerle ve arzularla kemirilmişti gelecekleri çünkü. Mütevazı bir ailede doğan ve her daim öyle yaşayan bir önderdi Humeyni. Sonsuza dek yaşayacakmış gibi tuhaf huyların belirginleştiği, her yanın kibirden tıkandığı bir zamanda belki en çok bu yanı etkiledi insanları. Odaları genişledikçe içleri daralanlara inat, dar odada içini alabildiğine genişleten bir vicdandı. İmkânsızı mümkün kılan bir cesaretti. “Lığlanıp lığlanıp taşan bir volkandı”. Çocuk yaşta babasını kaybeden, ilmi hiyerarşide sadece ilmi yetenekleriyle bir yıldız gibi en üst mertebeye yükselen, bütün gençlik dönemini Pehlevi zorbalığıyla mücadeleye adayan ve ardında oğluna dünya malı tek bir miras, aile yadigârı bir seccade bırakan biridir. Gittikçe daha çok dikkatimi çekiyor bu yanı. DEVRİMCİNİN HAYATI Ayetullah Humeyni, 1902`de Honsar, Arak, Dizful ve Kum arasında küçük bir kasabada; Humeyn`de dünyaya geldi. Babası ve annesi, merkezi İran`da iyi bilinen toprak sahibi ve ulemaya mensup ailelerden gelmekteydi. Annesi, yerel bir toprak ağasının kız kardeşi ve İsfahan`da çok saygı duyulan yüksek dereceli bir müctehid olan Ahund Hacı Molla Hunsari`nin kızıydı. Hunsariler, Arak`taki dini kurumları ellerinde tutuyorlardı ve 1909`da meşrutiyet devrimcilerince idam edilen müctehid Şeyh Fazlallah Nuri`yle de yakınlıkları vardı. Humeyni`nin babası Seyyid Mustafa (1861-1902), önce Hunsari ailesiyle İsfahan`da eğitim görmüş, sonra da Osmanlı İmparatorluğu`nda Necef`te içtihad derecesini almıştı. Seyyid Mustafa`nın maiyetinde uşakları ve silahlı adamları vardı, fahrülmücahidin unvanını kullanıyordu. Humeyni`nin baba tarafından dedesi Seyyid Ahmet (ö. 1868) aynı zamanda Hindi (Hintli) olarak da biliniyordu, çünkü Keşmir`de doğmuştu ve aslen Nişaburlu olan babası orada Seyyüddin Ali Şah adı altında hocalık ve ticaret yapmıştı. Seyyid Ahmet 1830`larda Humeyn`e yerleşmeden önce Necef`te ilim tahsil ediyordu. Bu bölgeden toprak satın aldı ve önde gelen kişilerden birinin kız kardeşiyle evlendi. Müstakbel kayınpederi Yusuf Han`ın kendi yakın çevresine bir âlimi daha dâhil etmek için onu bu bölgede yerleşmeye ikna ettiği söylenir. Babası Seyyid Mustafa 1902`de Humeyni`nin doğumundan dört ay sonra Arak yolunda bir pusuda öldürüldü. İslam Devrimi esnasında bu cinayetle ilgili çok şey söylendi. Bazıları onun ezilen köylüleri savunurken öldürüldüğünü, bazıları ise İran`ın müstakbel Pehlevi Şah`ı Rıza Han tarafından öldürtüldüğünü iddia etti. Fakat o zamanlar Rıza Han, Tahran`da sadece bir askeri öğrenciydi ve aslında çatışma, bölgenin diğer meşhur ailesi el-Ri`yas`la aralarında çıkan bir kan davasından kaynaklanmıştı. Ri`yas, Seyyid Mustafa`nın adamlarından birini hapsetmişti. Mustafa da onlardan bir adamı hapsetmiş ve adam hapiste ölmüştü. Ri`yas da Mustafa`yı öldürerek intikam almıştı. Humeyni’nin annesi adalet aramak için Tahran`a gitmiş, yaklaşık üç yıl süren mücadele ve önde gelen bir mahkeme yetkilisi aracılığıyla yürüttüğü lobi faaliyetleri sonucu, Şah`ın suikastçılardan birini idam ettirmesini sağlamıştı. Halka açık bir alanda asılan adamın başı merkez çarşıda sergilenmişti. İdamdan sonra Humeyn`e bir sütanneye bıraktığı oğlunun yanına dönmüştü. Humeyni`nin sütannesine çok düşkün olduğunu da belirtelim. Humeyni 15 yaşındayken annesi öldü. Ne gariptir ki annesi, bir başka devrim yılında, 1917`de vefat etti. Humeyni ilköğretiminin çoğunu kendi kasabasında aldı. İlk olarak ailesinin desteklediği yerel bir mektebe gitti, sonra aile büyüklerinden hat, Arapça ve Farsça dersleri aldı. 1920`de 18 yaşındayken ilahiyat tahsili için Arak`a, dönemin önde gelen taklit mercii Şeyh Abdülkerim Hairi`nin yanına gitti. Hairi sadece ilmiyle değil aynı zamanda 1910`ların karışık ortamında bile titizlikle siyasetten uzak durmasıyla da tanınmış biriydi. Hairi 16 yıl boyunca Humeyni`nin asıl hocası oldu. Bununla birlikte Humeyni`nin Arak`ta kalışı fazla uzun sürmedi. Bir yıl sonra Hairi, 19. yüzyıla ait çökmekte olan Feyziye medresesini yeniden canlandırmak için öğrencileriyle birlikte Kum`a gitti. Sonrasında bunu izleyen on yıl içinde Kum, İran`ın en önemli ilim merkezlerinden biri oldu. Bunda biraz Hairi`nin, biraz Irak`tan gelen sığınmacı ulemanın, biraz da Rıza Şah`ın bu merkezi korumasının ve başka bir siyaset için politikadan uzak kalmalarını sağlamak için buradaki ulemayı ödüllendirmesinin rolü vardı. Rıza Şah`ın laik reformlarına açıkça karşı çıkan Meşhed gibi diğer dini merkezlerin aksine Kum, Rıza Şah`ın saltanatının çoğunda bariz bir şekilde sakin kaldı. Bu, Rıza Şah`ın cumhuriyetçiliğin, komünizmin ve diğer radikal akımların büyümesini engellemek için Hairi`yi desteklemesinden kaynaklandı. MİSTİK ŞİİRLER ŞAİRİ 1920`lerde Humeyni, Hairi yanında Kum`daki diğer seçkin âlimlerden, Mirza Muhammed Ali, Hacı Seyyid Muhammed Taki Hunsari, Seyyid Ali Yesebi Kaşani ve hepsinden önemlisi, o çevrede tartışmalı bir niteliğe sahip olan tasavvuf konusunda seçkin bir otoriteden, Mirza Muhammed Ali Şahabadi`den de ders aldı. Şahabadi ile dersleri yaklaşık altı yıl sürdü. Tasavvuf gerçek inananların Tanrı`yla doğrudan ilişki kurmalarını öngördüğü ve bu suretle dinsel yapılanmayı çürüttüğü için tartışmalıydı. 19. yüzyılın önde gelen müctehidlerinden Aga Muhammed Behbehani tasavvufa o kadar karşıydı ki, kendisine Sufi Öldüren (Sufi Kûş) lakabı verilmişti. Bunu tasavvufa ilişkin sorgulamaların Şii dünyada yahut ilim havzasında da olduğunu anlamak için mutlaka anmalıyız. Sünni dünyada olduğu gibi burada da cılız bir damar olarak varlığını sürdürür bu durum. Humeyni 1930`larda, Feyziye fakültesine girdi. Hadis, ahlak ve tasavvuf üzerine Şerhler yayımladı. Tamamı Arapça olan bu kitaplar şunlardır: Misbahu`l-hidaye (Rehberlik Kitabı), Şerh-i dua`i seher (Seher Vakti Duasının Yorumu), Şerh-i erbain (Hadis Açıklamaları / 40 Hadis Şerhi), Adabü`s-salat (Namaz Adabı). Bunların bir kısmı Şahabadi`nin tasavvuf üzerine verdiği ders notlarının kısa açıklamalarıydı. Devrimden sonra, Şahabadi`nin derslerinde Orta Çağ’ın mutasavvıf filozofları üzerine tuttuğu notlar Fususü`l-hikem (Hikmet İncileri) ve Misbahü`l-üns (Dostluk Lambası) adıyla basıldı. Yine bu yıllarda yazdığı Farsça mistik şiirler, Humeyni`nin ölümünden sonra Divan-ı şi`r (Şiirler Koleksiyonu) adıyla oldukça süslemeli ve kaliteli bir baskıyla yayımlandı. Bu şiirlerden biri inançları dolayısıyla öldürülen ünlü Orta Çağ mutasavvıfı Hallac`ı övmekte ve ilahi hakikatin kesinlikle cami ve medreselerde bulunamayacağını söylemekteydi. Bu şiirler yıllar sonra aynı baskıyla Türkçe okur dünyasıyla da buluştu. Daha çok devrimci kimliğiyle tanınan İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurucusu Ayetullah Humeyni’nin Türkçeye çevrilen Dîvânı, devrimci bir önderin görmeye alışık olmadığımız duygusal yönlerini ve günümüze kadar gölgede kalmış iç dünyasını gün ışığına çıkarmaktadır. Bu eser, resimlerinden ve haberlerdeki görüntülerinden çatık kaşlarıyla, ağırbaşlı ve vakur duruşuyla tanıdığımız dinî bir önderi, ilk defa olarak yumuşak çehresiyle, gönül dünyasıyla ve duygularıyla görmemizi mümkün kılmaktadır. Bu şiirlerde Humeyni, bazen bir Hakk âşığı, bazen müşfik bir baba, bazen de bir filozof kimliğiyle karşımıza çıkmaktadır. Ayetullah Humeyni’nin şiirleri, klasik tasavvuf edebiyatının tüm yönlerini içermekte; mısralardaki aşk, âşık, maşuk, şarap, saki, meyhane ve harabat gibi semboller, tasavvuftaki anlamlarıyla kullanılmaktadır. Belki onda en beğenmediğim yan bu tarafıdır. Ne var ki genetikleşen bu kültürel belleğin kırılması oldukça güç. İLK YILLARDA SİYASETTEN UZAK KALDI Humeyni, Tahranlı tanınmış âlim Hüccetülislam Sakafi`nin kızı Betül`le 1929`da evlendi. Hayatının geri kalanında, Betül onun bir ve tek karısı olarak kaldı. Yedi çocukları oldu. İkisi oğlan üçü kız, beşi hayatta kaldı. Oğulları Mustafa ve Ahmet gençlik yıllarını babalarının yardımcıları olarak geçirdiler. Büyük oğlu Mustafa, devrimin ilk yıllarında öldü. Rejim tarafından öldürüldüğüne dair söylentiler yayıldı. Ahmet ise babasının 1989`daki ölümüne kadar yardımcılık görevine devam etti, daha sonra da babasının eserlerinin toplanması ve basılması işini üstlendi. Humeyni`nin üç kızı ulemadan ve esnaftan ailelerle evlendirildi. Rıza Şah, herkesin aile soy ismi almasını emrettiğinde Humeyni "Mustafavi"yi seçti, fakat daha sonraki yıllarda "Ruhullah Musavi el-Humeyni" imzasını kullandı. Ağabeyi ise Farsça bir kelime olan "Pasandide"yi seçti. Küçük kardeşi de "Hindi" soyadını aldı. 1937`de Hairi öldü ve makamı bir diğer apolitik ve güçlü organizasyon yetenekleri olan Ayetullah Muhammed Hüseyin Burucerdi tarafından yavaş yavaş dolduruldu. O, aynı zamanda saraya serbest giriş çıkış imkânına sahipti. 1940`larda genç Muhammed Rıza Şah`la yazılı olmayan bir anlaşmaya vardı. Burucerdi, monarşiyi destekleme ve siyasi eğilimi olan âlimleri yatıştırmayı kabul etti. Şah da buna karşılık babasının seküler reformlarını yumuşatma ve örtü yasağını kaldırma sözü verdi. 1940`ın ortalarında Burucerdi, İran`ın en yüksek taklit mercii olarak tanınıyordu. Bu, 19. yüzyıldan beri kimseye verilmemiş bir payeydi. Radikal ve hatta reform yanlısı Müslümanlar için Burucerdi, siyasetten uzak durma iddiasıyla statükoyu destekleyen muhafazakâr âlimlerin en önde geleniydi. Muhalif bir dindarın deyimiyle, bu muhafazakâr ayetullahlar dini yapılanmayı Pehlevi rejimini destekleyen bir temele dönüştürmüşlerdi. Humeyni, Burucerdi ile oldukça yakın ilişkiler içindeydi, özellikle de Humeyni`nin kızı Burucerdi ailesine gelin gittikten sonra. Burucerdi`nin yardımcısı ve özel kalemi olarak görev yapmış, nazik zamanlarda Şah`a gizli mesajları Humeyni götürmüştü. Kardeşi Pasandide, Burucerdi`nin, siyasi konular dâhil birçok konuda Humeyni`nin tavsiyelerine başvurduğunu yazıyor. Bir medrese hocası, Humeyni`nin yazılarında Ayetullah-ı Uzma (Büyük Ayetullah) diye hitap ettiği tek kişinin Burucerdi olduğunu söylüyor. Daha da önemlisi Humeyni`nin de çoğunlukla Burucerdi`nin siyasetten uzak kalma konusundaki tavsiyelerini takip etmiş olmasıdır. Bir öğrencisi daha sonraları Humeyni`nin Burucerdi zamanında genelde eğitim öğretimle uğraştığını belirtti. Bir başka öğrenci ise Humeyni`nin siyasi konularda Burucerdi`den çok farklı düşündüğünü, fakat "İslam birliği" için bunları kendisine sakladığını iddia etti. Şunu da belirtmeliyiz burada: 1947 yılında başlayan "Daru`t-Takrib" çalışmalarının İran`daki en önemli takipçisi Burucerdi idi. Sünni ve Şii mezheplerinden önemli âlimlerin başını çektiği "Daru`t-Takrib" çalışmalarıyla mezheplerin birbirine yakınlaştırılması ve tevhidi ilkeler etrafında vahdete ulaşılması hedefleniyor, mezhepler arasındaki olumlu değerlerin alışverişi sağlanıyordu. Eğer "La Şiiyye La Sünniye Vahde Vahde İslamiyye" şiarının kökenleri aranacaksa bu yıllara kadar uzanmak kaçınılmazdır. POLİTİK ORTAMA DÂHİL OLUŞU Humeyni 1943`te, Keşfü`l-esrâr (Sırların Keşfi) adlı imzasız bir risale yayımlayarak bir anlamda politikaya girmiş oldu. Şiiliği Vahhabiliğe karşı savunma bahanesiyle laikleri eleştirdi; özellikle Rıza Şah`a, önceki Şah`ı açıktan destekleyen reform yanlısı Şeriat Sangalaci, Ahmet Kasravi bu isimler arasında öne çıkıyordu. Kasravi`nin destekçilerinden Ali Ekber Hakimzade adlı düşük bir âlim, temel nitelikteki Şii mitin tarihsel özgünlüğünü inceleyen Esrar-ı Hazer Salih (Bin Yılın Sırları) adlı tartışmalı bir kitap yayımlamıştı. Keşfü`l-esrâr büyük ölçüde bu kitaptaki fikirlere cevap niteliğindeydi. Humeyni cevap yazmak için iki ay eğitim öğretime ara verdiğini söyledi. Bu kısa ilgiden sonra Humeyni yeniden siyasetten uzaklaştı. Hatta petrol krizinin patlak verdiği çalkantılı yıllarda, başlıca siyasi âlim Ayetullah Abdülkasım Kaşani, Burucerdi`nin siyaset yasağını delerek İngilizlere karşı aktif olarak Başbakan Muhammed Musaddık`ı desteklerken bile Humeyni siyasetten uzak durdu. Bir öğrencisi, daha sonra Humeyni`nin Musaddık`ın "rejim karşıtı, emperyalizm karşıtı propagandalarına" kanmadığını söyledi. Humeyni 1950`lerin çoğunu Feyziye medresesinde eğitim öğretimle, vakıfları idare işinde Burucerdi`ye yardım ederek geçirdi. Bütün büyük âlimlerin ayetullahlık konumlarını pekiştirmek için önemli bir eser vermek zorunda olmalarından dolayı Tavzihü`l-mesail (Problemlerin Çözümü) üzerinde çalıştı ve bunu 1961`de Necef`te Arapça olarak bastırdı. Humeyni’nin aktif bir özne olarak siyasete atılması 1962-63 yıllarında, Burucerdi`nin ölümünden hemen sonra ve ilerde Beyaz Devrim adıyla anılacak bir dizi reform hareketinin başlamasıyla oldu. Bu reformlara Muhammed Kazım Şeriatmedari, Şihabüddin Maraşi Necefi, Muhammed Rıza Gulpayagani, Ahmet Hunsari ve Muhammed Taki Kumi gibi büyük ayetullahlar da dâhil olmak üzere birçok dini kurum karşı çıktı. Bununla beraber Humeyni`nin karşı çıkışı sadece reformların özünü oluşturan toprağın yeniden dağıtılmasına değil, kadınlara oy hakkı tanıyan yeni seçim yasasına ve Beyaz Devrim`i onaylayan referandumun kendisineydi. Humeyni`nin açıklamalarına göre seçim kanunu gayri İslami ve referandum da –en azından Musaddık`ın 1953`te parlamentoyu feshetmek için yaptığı referandum kadar– anayasaya aykırıydı. Bu uyarılar Haziran 1963 Muharrem kutlamalarının rejim karşıtı şiddetli sokak çatışmalarına dönüşmesine yardım etti. ŞİKÂYET ETMEDİ, SUÇLADI 1963 krizinin ortasında Humeyni tutuklandı ve Tahran`da iki ay gözaltında tutuldu. Serbest bırakıldığında, rejim, "siyasetin tabiatı itibariyle kirli ve alçaltıcı" olduğuna inandığı için Humeyni`nin artık devlet işlerinden uzak durmayı kabul ettiği şeklinde bir söylenti yaydı. 1964`te ise Humeyni bu dedikodulara açıklık getirmek için önemli bir fırsat yakaladı. Yılın son günlerinde Şah, Amerikalı askeri danışmanların diplomatik dokunulmazlıklarını uzattığını açıklamıştı. Humeyni bunu 19. yüzyıldaki meşhur kapitülasyon anlaşmalarına benzeterek Şah`ı İran`a ihanet etmek ve İslam`ı tehlikeye atmakla suçladı. Bunun üzerine yeniden tutuklandı. Bu defa rejim işi şansa bırakmak istemiyordu, onu Türkiye’ye Bursa’ya sürdü. Yıllar sonra "Bursa`yı özlediniz mi?" sorusuna muhatap olduğunda "ah Bursa, ah Bursa..." dediği anlatılır. İnsanın aklına bir metin olarak Bursa’da yaşamanın yanında “acaba Tanpınar’ın Beş Şehir’ini de mi okudu” sorusu düğümleniyor ama bunun imkânsız olduğu da hemen peşi sıra geliveriyor. Humeyni oradan Irak`a geçti. Sürülmüş olması ve kapitülasyonlara karşı çıkması onu rejim muhalifi âlimlerin önderi haline getirdi. Diğer ayetullahlar şikâyet etmişlerdi, o ise Emile Zola gibi suçluyor ve “ben buradayım” diyordu. Diğerleri uzlaşıyorlardı, o ise uyarılarında ısrar ediyordu. Humeyni bundan sonraki 13 yılı Necef`te geçirdi. Sürgünün ilk altı yılında, fıkıh eğitimi üzerinde yoğunlaştı. Menasik-i hac (Hacın Hükümleri) ve beş ciltlik Kitab-ı bey (Ticaret Kitabı) gibi akademik kitaplar yazdı. Hukuk dersleri oldukça ilgi gördü; çoğu zaman belirlenen saatin dışına taştı. Bir öğrencisi, "Onun, öğrencilerin dikkatlerini dağıtmadan bir saati aşkın ders yapmasına diğer hocaların hayret ettiklerini" yazıyor. Humeyni`nin bu yıllarda yaptığı siyasi açıklamaların sayısı da fazla değildir. 1970`in başında Humeyni siyaset dışı ulemayı ve bütün kurumlarıyla monarşiyi suçlayan on yedi derslik açıklamalarıyla dini yapıyı sarstı. Bu suçlamaların hedefinin, inananların siyasetten uzak kalması gerektiğini söyleyerek Hairi-Burucerdi çizgisini sürdüren Necef`teki en yaşlı müctehid olan Ebü`l-Kasım Hui olduğu söyleniyor. Necef`in Merkez Çarşı Camii`nde verilen bu dersler daha sonra Velayet-i fakih: Hukimat-i İslâmi (Fakih`in Velayeti: İslam Devleti) adıyla kitaplaştırılarak İran`da dağıtıldı. Bunu izleyen yıllarda Humeyni, sürekli olarak fetvalar, vaazlar, mesajlar, röportajlar ve siyasi açıklamalar yayımladı. Devrime doğru hızla gidilen 1978`in sonlarında ise günlük bildiriler ve basın açıklamaları yapıyordu. O, kuşkusuz devrimin lideriydi. Ama devrimler de sonuçta toplumsal bir olaydı. Hamid Algar`ın deyişiyle hiç bir devrim tek bir kişinin eseri olamazdı. Fakat İmam Humeyni`nin devrimdeki belirleyici rolü ve toplumunu etkileyen karizması da kolay elde edilebilecek bir seviye değildi. Bu yüzden de İmam Humeyni`nin sahip olduğu yetenekleri yanında aldığı eğitim, yetişme tarzı, çevre ilişkileri gibi faktörler önem ifade etmektedir. 1979`dan 1986`ya –İran`a dönüşünden sağlığının bozulmaya başladığı ana kadar– haftalık resmikabullerde bulundu ve vaazlar verdi. Mart 1986`da büyük bir kalp krizi geçirmesine rağmen fetvalar, vaazlar ve uyarılar yazmaya devam etti. Ölümünden sonra Metn-i kemal-i vasiyetname-i ilahi ve siyasi-i İmam Humeyni (İmam Humeyni`nin Dini ve Siyasi Vasiyetinin Tam Metni) adıyla basılan vasiyetnamesini de bu yıllarda yazdı. Bu kitap sonradan İngilizce, Rusça, Arapça, Türkçe ve Urducaya çevrildi. Bu bildirilerde ilahiyattan ziyade sosyo-ekonomik konulara daha geniş yer verilmekteydi. Vaazları bile ağırlıklı olarak sosyal yaklaşımlarını açığa vurmaktaydı. Genelde halka yönelik olarak düşünülen ve basit bir dille ifade edilen bu fikirler, çoğunlukla kitle iletişim araçları –özellikle de TV– aracılığıyla yayılmıştı. Humeyni`nin gündelik konuşma dilini kullanması, üst sınıflar arasında espri konusu olmasına neden olmuştu. Orianna Fallaci’yle röportaj yapmayı kabul etmiş, ona çarşaf giydirmiştir! İmamın dizi dibinde oturan o çarşaflı kadının Orianna Fallaci olduğuna kimseleri inandıramazsınız! Ama Fallaci Tarihle Söyleşiler kitabına bu konuşmayı alamamıştır. O söyleşi küçümen bir kitap olarak yayımlanmıştır Türkçede. Fallaci İmam’ın etkileyici kişiliğinden dem vurur. 1962`den 1989`a kadar Humeyni 610`dan fazla fetva, vaaz, röportaj ve siyasi demeç verdi. İslam Cumhuriyeti, oğlunun danışmanlığında bunların çoğunu Sahife-i nur: Mecmui Rahnevardahayi İmam Humeyni (Aydınlanma Sayfaları: İmam Humeyni`nin Mesajları) adıyla 17 cilt olarak bastı. Ayrıca Humeyni`nin sözlerinden yapılan seçmeleri de 22 kitapçık halinde bastı. Bunlar içerisinde, Zen (Kadın), Şahsiyaetha (Kişilikler), Şehit ve Şehadet, Cenk ve Cihad, İnkılab-ı İslami (İslam Devrimi), Zıddı İnkılabi (Karşı Devrimci), Merdum (Halk), Ümmet, Millet, Tarih-i İran (İran Tarihi), Azadi (Özgürlük), Guruhay-i siyasi (Siyasi Gruplar), İsti`mar (Emperyalizm), Nehzethay-i Azadibahş (Özgürlük Hareketleri) ve Mustazafin Müstekbirin (Mazlumlar Zalimler) sayılabilir. Rejimin Humeyni`nin din içerikli kitaplarını değil de bunları basması, bu kitapların siyasi önemlerinden kaynaklanmaktadır. Bu kitaplar olmadan Humeyni olamazdı çünkü. Humeyni olmadan Devrim –en azından İslam Devrimi– olamazdı. İslam Devrimi olmasaydı Humeyni İran tarihinde bir dipnot olmaktan öteye gidemezdi. Ulumayı bozan yağmur gibi ama daha çok uzun yürekli bir ırmak gibi akıp gitti dünyanın hayhuyu içinden. Bıraktığı mücadele mirası ise, bütün İslami hareketler için ufuk açıcı hatlar oluşturdu. O, inancıyla yaşamını birleştirmeye çalışan örnek bir kişilikti. Ona Allah`tan rahmet diliyoruz.
![]() |
|
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
#2 |
![]() ![]() |
|
![]() |
![]() |
Konuyu Toplam 3 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir) | |
|
|