|
08-06-2010, 12:34 | #1 |
Atilla Kıyat'ın anıları çıktı
'Faili meçhullar devlet politikasıydı' diyen emekli Koramiral Atilla Kıyat'ın anıları yayınlandı... “Bu ne biçim asker?” Bu soru Atilla Kıyat için, bazen övme, bazen eleştirel amaçlı olarak, çok soruldu. Kıyat'ı cesur bulup, bu cesaretin kişiliğinden kaynaklandığını söyleyenler olduğu gibi, bu cesaretin arkasında birtakım güçlerin olduğunu iddia edenler de vardı. Geçtiğimiz günlerde özellikle doksanlı yıllardaki faili meçhul cinayetlere ilişkin açıklamalarıyla gündeme gelen Atilla Kıyat’la ilgili olarak zihnimde canlanan gene bu soru oldu. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanmış olan Üç Yıldız Bir Penaltı’da Emekli Koramiral Atilla Kıyat, çocukluğunu ve “üç yıldız bir penaltı” ile ödüllendirilen kırk üç yıllık üniformalı hayatını anlatıyor. Kitap, Kıyat’ın İzmir’de geçen çocukluk yıllarıyla başlıyor. Deniz Lisesi, Harp Okulu Yılları ve Deniz Harp Akademisi derken Kıbrıs Barış Harekâtı yılları geliyor. Yüzbaşı rütbesiyle adada görev yapan Kıyat, kitabın bu bölümünde harekât sırasında başından geçenleri ve karacı askerlerle “karargâh yeri” üzerine yaşanan çekişmelerini anlatıyor. 43 yıllık meslek yaşamı boyunca pek çok yurtdışı görevde bulunan Kıyat, 1995 yılında Brüksel’e NATO-Türk Askeri Temsil Heyeti Başkanlığı’na atandı. 1987’de Tuğamiral, 1991’de Tümamiral ve 1995’te Koramiral rütbelerine terfi eden Kıyat, son olarak Kuzey Deniz Saha Komutanlığı görevindeyken, 1999 yılında kadrosuzluktan emekli edildi. Kıyat, 2000-2003 yılları arasında Fenerbahçe Spor Kulübü Yönetim Kurulu’nda Asbaşkan ve Basın Sözcüsü olarak görev yaptı. Atilla Kıyat kitabında, anılarına giren insanlardan söz ederken bazı yerlerde isim vermiyor. Bunu şöyle açıklıyor: “Varlıklarından haberdar olmanızı istediğim kişilerin adlarını öğreneceksiniz. Diğerleri adsız kalacak. Bunları bulmak için kafa yormayın. Bırakın adsız kalsınlar. Adsız kalmamak için neler yapılması, neler yapılmaması, okuyacağınız satır aralarında gizli.” O nedenle her yönüyle mükemmel bir hatırat olduğu söylenemez. Daha önce hiç not tutmamış. Moda olduğu günlerde bütün arkadaşlarının hatıra defteri varmış ama onun yokmuş hatıra defteri."Yazarken tıkır tıkır anılar dökülüveriyor" diyor. Şunları da eklemeyi ihmal etmiyor: “İnsan beyni geçmişi hatırlarken,deneyimlerimizi kullanarak, bazı şeyleri ilave etmemize,bazı şeyleri çıkarmamıza meyillidir. Ben mümkün olduğunca bu konuda zihnime izin vermeyeceğim.Gene de olayları anlatışımda bazı takdim tehirler olacaktır.” Adettendir ya, seçkinler,elitler ve özellikle askerler,bürokratlar ve bilumum Tek Parti yılları özlemcileri elli sonrasını bir dekadanlık olarak görürler.Kıyat’ta da bu durum değişmez. Üç Yıldız Bir Penaltı’da, yakın tarihe ışık tutacak pek çok bölümler var. Bu bölümlerden özellikle İslam ve İslami görünümler, hükümler yahut bu bağlamdaki kültürellikler hakkında olanları üzerinde durulmayı hak ediyor. Örneğin Amerika seyahatinde kumarhanelere hayran olan ve buralarda toplanan vergilere aklını takan Atilla Kıyat kumarhaneleri kapatmanın çözüm olmadığını Türkiye’nin geri kalmış birkaç ilinde maliyenin tam kontrolünde,yalnızca turistler ve belli miktarın üzerinde vergi ödeyen Türk vatandaşlarına açık,Las Vegas’lar yaratma düşüncesini açıklarken alaycı biçimde tabii dinen bir sakıncası yoksa yargısını ifade etmekten kaçınmaz.Bunun gibi pek çok örnek ve olay var Atilla Kıyat’ın anılarında. Özellikle bir yaşam tarzı olarak ordunun içindeki teamüller, kişisel çekişmeler, kraldan çok kralcılıklar bütün çıplaklığıyla anlatılıyor.Çoğu zaman isimler gizlenerek yapılıyor. O bakımdan şifreli anılar da diyebiliriz.Olanı anlattığı satılar ise şifreyi çoğu zaman kırıyor. Türbe Dindarı Bir Anne ve Türkçe İbadet Aşkı Babası 1908 doğumlu. Annesi babasına göre 1912,kendisine göre 1915 doğumlu. Mezar Her ikisinin okul yılları İstanbul’un işgal yıllarına rastlıyor.Her ikisi de fakir aile çocukları.Babası ilkokul üçten annesi ikiden terk. Çocuklarıyla İzmir’de sinemaya gitmekten çekinmeyen bir aile. İstanbul’da ise tiyatro ve operaya giderler. Namazgâh,Taşlıçeşme,Tilkilik üçgeninin ortasında ve İzmir’in en eski tarihi mekanlarından olan Emir Sultan Tekkesi’nin yanındaki iki buçuk katlı bir evde ailenin ikinci çocuğu olarak 20 Aralık 1941 yılında dünyaya geldi Atilla Kıyat.Ailesi on günden bir yıl kaybetmesin diye onu 1 Ocak 1942 doğumlu olarak nüfus cüzdanı çıkartır. İkinci Dünya Savaşı Yıllarını… Evlerde uygulanan karartmaları. Işık sızdırıldığı için mahalle bekçisi tarafından uyarılmaları. Geceleri gökyüzünün projektörlerle taranışını… Ekmekler çok kara olduğu için yiyeme durumunu birebir yaşamış bir isim… Akşamüzeri saat altı ile yemek saati arasında pencerede oturup dışarıyı seyretmesine izin verilmiş bir çocuk.Büyük halası ve kızının rehberliğinde beş altı yaşlarına kadar tam bir küfürbaz olmuş. O zamanlar çocukluğuna verilmiş bu küfürbazlığı. Taa ki sokakta bir ablanın yedi ceddine küfür edinceye kadar sürmüş bu hal.O zaman babasından ilk ve son dayağı yemiş. Annesinden yediklerinin ne ilkini ne de sonuncusunu hatırlıyor. Bu yüzden kızı ve oğluna bir kez hariç dayak atmamış Kıyat. Askerlerine atımı onu bilemiyorum. Evlerinin Emir Sultan Tekkesi’nin yanında olduğunu belirtmiştim.Bu tekkenin bahçesinde bir çok türbe,bol sayıda eski mezar ve mezar taşları vardır.Bir de tekkenin bekçisi ihtiyar Bektaşi ve karısının yaşadığı küçük kulübe vardır. Uygun zamanlarda her gece yemekten sonra manzarası türbe ve mezarlık olan evlerinin taraçasına çıkarlar.Annesi buraya her çıkışlarında yüzünü türbeye döner,ellerini açar ve mırıldanarak dua okur.Babası ise okumaz. Belki de içinden okuyordur. Bazı geceler annesi: “Bak Saim,türbe gene nurlandı,camdaki silueti görüyor musun” der ve taraçayı geri geri giderek terk ederler. Emir Sultan’ın onlara göründüğüne inanırlar ailecek. Bu olay ilk meydana geldiğinde annesi tekkedeki yaşlı çiftin iznini alarak,iki günde bir türbeyi süpürür,sandukanın başucundaki ibriğe su doldurur. Temiz bir havlu bırakmayı da ihmal etmez. Bunlara inanıyor mudur Atilla Kıyat? Bilmiyor kendisi de.Şimdiki kanaati ise tekkenin bakıcısı ihtiyarların annesine türbeyi temizletmenin yolunu buldukları yönünde. Günahlarını alıyorsa da af diler Allah’tan. Topbaşlar Hakkında Düşündükleri Doğduğu ve sekiz yıl yaşadığı İzmir’e DP’li yılların ilk günlerinde;6 Haziran 1950 Salı günü 11:00’de İzmir Limanı’ndan kalkan Aksu vapuruyla veda eder Kıyat ailesi. 7 Haziran Çarşamba günü öğle saatlerinde İstanbul’a gelirler. Vapurla önce Haydarpaşa’ya geçerler. Sonra Haydarpaşa-Pendik treniyle Erenköy’e ulaşırlar. Bavulları olduğundan yürüme mesafesindeki evlerine faytonla giderler. Dört dönüm bahçesi olan, bahçe içinde ağaçlar ve çiçekler bulunan, balkonlu ve fıskiyeli havuzlu bir evdir bu.Aradan üç yıl geçince ablasın nikahı için tekrar giderler İzmir’e. Bu geçici bir gidiştir.Erenköy’ü ve Erenköy’deki hayatı sevmiştir Atilla Kıyat.Zihni Paşa İlkolulu’nda okula devam eden Kıyat’ın sınıf arkadaşları içinde iki önemli isim vardır.Bunlardan biri Mehmet Ali Birand diğeri ise Topbaşlardan Osman ve Afif Topbaş’tır. Bunlar içinde Topbaşlar hakkında anlattıklarını tam da bugünkü zihin dünyası içinden anlatır Kıyat: “Topbaşlar oldukça varlıklı ailelerin çocuklarıydı. Erenköy’de “köşk” denilen, bahçe içinde büyük evlerde yaşıyorlardı. Topbaşların köşkünü diğer Erenköy köşklerinden ayıran en belirgin özellik içerisinin görülemeyeceği şekilde yüksek duvarlarla çevrili olmasıydı. Osman ve Abidin,amca ve yeğendiler ve aynı yaştaydılar. Zaman zaman birbirimizin bahçelerine gider gelir ve birlikte oyun oynardık. Birlikteliğimizden aklımda kalan en belirgin anı şu:Benim ansiklopedim yoktu. Osman ya da Abidin’den bir geceliğine ansiklopedilerini istemiştim bir ödev için. Hiç unutmuyorum, ansiklopedinin adı Gençlik Ansiklopedisi’ydi…Gece evde ansiklopediyi karıştırırken bir sayfasında, cennet ile cehennemin olmadığını yazan bir paragrafa rastladım. Sırf bu paragraf Topbaşlar için ansiklopedinin yakılmasını gerektiren bir husus olabilirdi. Ertesi gün kendilerine bu paragraftan söz ederken yüzlerinin aldığı şekil hâlâ gözlerimin önünde: “Aman ne olur o sayfayı yırtarak ansiklopediyi bize ver,annem babam görürse çok kızar” dediler.Oysa muhtemelen,muhtemel değil kesinlikle ansiklopediyi alan anne ve babalarıydı.Bu bir suçsa,bu suçu anne babalar işlese bile, “cezayı çocuklar çeker” ilkesi demek ki bu aile için de geçerliydi.Abidin ve Osman’ı kurtardım.malum sayfayı yırttım ve ansiklopediyi öyle geri verdim.” Anı yazıları nazik yazılardır genelde. Üç Yıldız Bir Penaltı’nın nazik bir üslûpla yazıldıklarını özellikle bu bağlamdaki örnekler göz önünde tutulduğunda söylemek mümkün değil. 'Hassas' bilgiler de var kitapta. Karısına nasıl âşık olduğu, nasıl nişanlandığı ve onların evine ilk defa nasıl içki soktuğunu anlattığı bölüm bunlardan bir tanesi. 25 Şubat 1967’de nişanlanır. İlk defa ondan dolayı içki giren bir evde nişanı yapılır.Nişanlısının dedesi imamdır.İçki giren evde bu evdir. Duvarda dedenin sarıklı ve cüppeli bir resmi vardır.Eşi ise sağdır.Beş vakit namazında orucunda bir kadındır. Onun evini anlatırken Boğazda çoğalmaya başlayan içkisiz balık lokantaları benzetmesini kullanır. O ise içkiden keyif alır.Babaanne ise onun evde yemek yemeyişine, Atilla Kıyat’ı evde ağırlayamayışına üzülür deniz dönüşleri.Oysa sebep başkadır. Bunu oğlundan öğrenir öğrenmez parayı uzatarak şu cevabı verir Babaanne: “Alasın bir şişe rakı, bu akşam evde yesin”.İşte bu şekilde eve içki girer.Hep yapıldığı gibi bu örnekler üzerinden bir hoşgörü türküsü tutturmayı ihmal etmez Atilla Kıyat. “Bağnaz dinciler” dediği insanları hor görerek. Muktedirliğin Başörtüsünü “Çözen” Dili Ordunun modernleşmenin en önemli aracı olduğunu çoğu zaman dini semboller konusundaki tavrından anlamak mümkün. Üç Yıldız Bir Penaltı buna yetkin bir örnekçe sunuyor. 1988 yılında orduda başörtüsü tartışmaları da yaşanır.Bu konuda da ilginç bir anlatımı var Kıyat’ın Deniz Eğitim Komutanının da bulunduğu bir ortamda geçen olayları anlatır.Yaşananlar Tuzla Denizcilik Yükseokulu’nda meydana gelir: “Deniz Eğitim Komutanlığı devamlı emirleri gereğince, subay ve astsubay eşleri ve kızları türbanlı resim kullandıkları takdirde,askeri hüviyet ve sağlık karneleri komutanlarca tasdik edilmiyor,imzalanmıyordu. Bu insanların hüviyet pek umurlarında değildi ama konu sağlık olunca yelkenleri suya indiriyor ve türbansız resim çektiriyorlardı.Deniz Astsubay Okulu’nda yabancı dil öğretmeni olduğunu anımsadığım bir üst teğmen,bu konuda direnmiş ve eşinin hüviyet ve sağlık karnesini onaylamadığı için,Deniz Astsubay Okulu komutanının aleyhinde Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nde dava açmıştı.Konu(..) gündeme gelince,hepimizin beklentisi komutanımızın Albay Özcan Özsu’yu destekleyici bir tavır ortaya koyacağıydı.Maalesef yanılmışız.yanlış anlamayın komutan türbandan yana da tavır koymadı.Hem türbansız resim istiyor ama aksi halde mahkeme istemiyordu.Bu nasıl olacaktı, biz bilmiyorduk.Aslında kendi de bilmiyordu.Nedense bu mahkeme onu çok tedirgin etmişti. Dâhiyane bir fikir geldi aklına.Bütün liderlik prensiplerini ayaklar altına alacak bir fikir. “Özcan Albayım,size birkaç gün izin vereyim,yokluğunuzda size vekalet eden arkadaş bu üsteğmenin eşinin sağlık ve hüviyet karnesini imzalasın” diyerek fikrini açığa vurdu.Kulaklarımıza inanamadık ve hayretle birbirimizin yüzüne baktık. Sessizlik. Sessizliği Özcan Albay bozdu “Benim bu konuda veremeyecek hesabım yok.Mahkemeye çıkacağım.” Gene sessizlik.Bu sessizliği kimse bozamadı.(…) Mahkeme Albay Özcan Özsu’nun lehine karar verdi.” Buna benzer oldukça fazla ve tamamen teslim olmayı salık veren aynı zamanda Cumhuriyet teolojinin gerekliliklerine uyan ve bir anlamda otorite karşısında yelken indirmeyi önceleyen olaylar var hatıratında. Onlardan biri de şu:Okulda bir gece Türk sanat müziği konseri vardır. O gün eşinin halası Atilla Kıyat’ın evinde misafirdir.Sonrasında yaşanlar şöyledir: “Altmış beş- yetmiş yaşlarında,namazında niyazında,dualarını bizden esirgemeyen nur yüzlü bir kadın.Başörtüsü var.Türbanlı değil.Karım onu konsere davet ettiğinde “Kızım benim başörtüm var, bu ortamda gelmeyeyim” demiş. Tabii ki ısrar ettik ve konsere geldi.Salona girer girmez etrafına baktı.Başörtünü çözerek omuzlarının üzerine bıraktı.Onun yıllar sonra seksen beş yaşlarındayken, başından hiç çıkarmadığı başörtüsü olmadan, oğlumun düğününe geleceğini tahayyül bile edemezdim.Evet oğlumun Büyük Kulüp’teki düğününe başörtüsüz geldi.İki yanağından öperken kulağına “Seni çok seviyorum oğlum, bak başörtüsü takmadım” dedi.Eli öpülesi şekilde değil,yürekte Müslüman kadın.” Ne, nerede başlamalı, nerede sona ermeli, taraflar neyi fark etmeli, sorularının apaçık cevabı gizli yaşanan bu olaylarda. Elitlerin ve muktedirlerin tüm zamanlar için öne sürdükleri türban/başörtüsü karşıtlığı üzerinden kurdukları yaklaşım biçiminin değişmez bir kriteri de var tabii. Atilla Kıyat Üç Yıldız Bir Penaltı, Yapı Kredi Yayınları Mayıs 2010,440 sayfa Asım Öz-Dünya Bülteni / Kültür Servisi
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|