|
![]() |
#1 |
![]() BİLADÜŞ-ŞAM SURİYE VE ŞAH-I HAZNE
ALPEREN GÜRBÜZER Suriye coğrafyası çok güngörmüş, çeşitli medeniyetlere beşiklik etmiş ve uzun tarihi süreç içerisinde birçok milletler tarafından idare edilmiş bir ülke. Bağdat, Halep, İstanbul, Mekke, Medine, Semarkand ve Şam gibi başkentler tüm İslam Âlemi, hatta tüm dünya için önemli merkezlerdir. Çünkü dünyaya ışık buralardan yayılmıştır. Şam da bunlardan birisidir. Suriye topraklarına ilk bulaşan kan Kasiyum dağında Habil ile Kabil kavgasında görürüz. Kabil bu topraklarda ilk kardeş cinayetini işleyerek günümüze kadar uzanan tükenmek bilmeyen akan kanların öncülüğünü yapmıştır. Anlaşılan Suriye tarihi süreç içerisinde çok el değiştirmiş. Dolayısıyla bu ülke en son Hz. Ömer devrinde ancak İslam topraklarına dâhil olabilmiştir. Bu yüzden Saad bin Vakkas’ı anmaktan geçemiyeceğiz. Bu Yüce Sahabe, Uhud’da göğsünü Rasulullah (a.s.v)’a siper ettiği gibi Hendek ve bütün gazalarda bulunmuşta. Peygamberimiz savaş esnasında; “ Anam , babam sana feda olsun Ya Sad, durma at oklarını..’’ sözleriyle onu taltif etmişti. Hz. Ömer devrinde ise İran ordusunun başbuğu, aynı zamanda Kadisiye zaferinin kahramanı ve Kisra ülkelerinin Fatihidir. Öyle ki işe önce Irak fethi ile başlar. Tabiî ki bu sıradan bir fetih değildi. Öyle ki o önlerinde 40 fille üzerlerine gelen seksen binlik orduyu ezer ezmez ardından Kadisiye de toplanan Fars ordusuna yüklenip, daha sonra da Median ve son nokta Kisra Sarayına giriverdi. Saad bin Vakkas bununla da kalmayıp fethi müteakip ele geçen Kisra’nın kızını Hz. Ömer’e gönderir, ama Hz. Ömer’de Hz. Hüseyin’e layık görüp bu evlilikten nur neslinin devamını yürütecek Zeynel Abidin dünyaya gelecektir. Şam VIII. yüzyılda Emevilerin başkenti olmuş, sonraları Eyyubiler’ce idare edilmiş ve derken Memlukluların hâkimiyetinine girer. Memlukluların Hicaz-suyollarına sahip olmaları, onları müslümanlar nezdinde en itibarlı konumuna getiriyordu böylece. Üstelik bu toprakların ticari yollar üzerinde olması dikkatleri üzerinde topluyordu hep. Nitekim Yavuz bu coğrafyanın önemini bildiği için, Mercidabık seferiyle bir zamanlar Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının içinde bulunduğu Biladüş Şam’ı, yani Suriye’yi Osmanlıların eline geçmesini sağlar. Bu sefer sayesinde Memluklular ile Osmanlı arasında cerayan eden Hicaz-suyolu çekişmesi de sona ermiştir. Aynı zamanda bu zaferle birlikte Osmanlı’nın İslam Dünyasında üstün konuma geldiği ve Müslümanların Osmanlı kanatlarının altında korunmaları gerçekleşmiş oldu. Her ne kadar bir ara Mısır’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa Osmanlı’ya karşı baş kaldırması sonucunda Suriye elimizden çıkar gibi olduysa da tekrardan yine Osmanlı’ya bağlanacaktır. Fakat gerileme ve yıkılış sürecine giren Osmanlı artık eski gücünde değildir. Nitekim devleti aliyyenin hasta yatağa düşmesiyle birlikte o toprakların parçalanmasını beraberinde getirdi. İşte bu dönemlerde Ortadoğu’nun kalbi hükmündeki Suriye’nin batılıların insafına terk edildiğine şahit oluyoruz. Suriye’nin petrolü olmamasına rağmen, onu önemli kılan petrol bölgesinin ortasında olmasıdır. Fransızların yaklaşık 25 yıl işgal altında tuttuğu Suriye ancak 1946’da bağımsızlığını elde edebilmiştir. Osmanlının yıkılışından sonra bir türlü gün yüzü görmeyen Suriye bugün de hala toparlanmış sayılmaz. Çünkü Ortadoğu da akan kanın sebebi petrol gösterilse de asıl mesele İsrail’in güven içinde bu topraklarda hayatını idame ettirilmesine yönelik arzudan kaynaklanır. O açıdan Suriye bir şekilde halledilmeli ki İsrail rahat olabilsin. Ama nasıl? Irak’a benzer bir operasyonla değil tabiî ki. Belli ki kansız postmodern usullerle işgal edilmek istenmiştir. Fakat Irak tecrübesinden sonra sıcak bir işgal olayı çok zor gözüküyor gibi. 1967’de İsrail-Arap savaşında zaferle çıkan İsrail Golan tepelerini işgal ederek Ortadoğuda yerleşip çıban konumuna geliverdi. Bu yenilginin ardında Suriye yönetiminde çatırdamalar baş gösterdi ve akabinde yaşanan iç iktidar rekabetinde Baas Partisinin birinci çıkması neticesinde Hafiz Esad darbe yaparak 1970’de yönetime el koydu. Hafız Esad bundan sonraki yıllarda Müslümanların zaman zaman ayaklanmalarını sert askeri tedbirlerle önüne geçerek iktidarını anti demokratik yollarla sürdürmeyi bilecektir. Hafız Esad içerde kendi halkına böyle yaparken dışarıda İsrail’den gelecek tehlikelere karşı da Hamas ve İslamı Cihad örgütlerine destek verip sinsi bir politika izliyordu, ama neye yarar ki. Çünkü Amerika Bağdat’a girdikten sonra gözüne Suriye’yi kestirmesi, hatta Suriye ile doğrudan ilgilenmesi ve bu yönde Suriye’nin tehdit oluşturduğuna dair kamuoyu oluşturmaya çalışması yeniden Ortadoğunun karışacağının işaretlerini veriyordu, öylede oldu zaten. Hafız Esad’ın ölümüyle yerine geçen oğlu Beşar Esad’ın babasının izlediği yolun aksine ılımlı politikaları ile başta Türkiye olmak üzere birçok ülke ile gerginliklere son verdi. Fakat ılımlı siyasetini görmezden gelen ABD’nin Basra Körfezi ile Doğu Akdeniz arasındaki bölgeyi İsrail’in güvenliği adına tutmak niyeti Suriye’yi çatışmanın içine çekmek istediğini gözlemliyoruz. Farzı muhal Sam amcanın orda demokratikleşme ya da terörü temizlemek diye bir derdi olduğunu varsaysak bile, Beşar Esad iş başına geçer geçmez bu anlamda ciddi olarak adımlar atıyordu zaten. O halde demezler mi oğul Bush’a bu ne perhiz bu ne lahana diye. Maalesef Beşar Esad bu konuda takdir alması gerekirken suçlu pozisyona itilmek istenmesi doğrusu anlaşılır gibi değil. ABD bir anlamda işgal senaryosu peşindeydi. Nitekim Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri, 2005’te Beyrut’ta bombalı suikasta kurban gitmesi düşünülen senaryonun bir ayağı olduğunu akıllara düşürdü. Hakeza Lübnan’da Şam karşıtı gösterilerinin ardından Suriye’nin 29 yıldır askeri varlığını bir süreliğine de olsa askıya alması düşündürücüdür. Bu suikast dünya gündeminde adeta bomba etkisi yapmıştı. Hariri dosyasında suçlu olarak Suriye parmağı arandı hep. Oysa bu yönde en ufak bir delil yoktu. Buna rağmen Suriye’yi Lübnandan çıkardılar da. Anlaşılan Büyük Ortadoğu Projenin gereği bir yandan Hamas ve Hizbullahı silahsızlandırarak adım adım hedefe varmak isteniliyordu. İşte Türkiye bu noktada kendine yakışır bir şekilde Şam’ın reform yolunda attığı adımların görmezden gelinemeyeceğini diplomatik yollarla anlatarak tansiyonu düşürmeye yönelik hamleleri takdire değer bulunduğunu söyleyebiliriz. Üstelik bu girişimlere ABD’nin sıcak bakmamasına rağmen, Türkiye bu adımı atmaktan çekinmedi de. Neyse ki Hariri dosyası ile ilgili görüşmelerde Türkiye’nin Gaziantepi önermesini Şam kabul etti, fakat ABD reddedince olayla ilgili kişilerin BM Savcısı tarafından Viyana da sorgulunmasına karar verildi. Suriye yanlısı olarak takdim edilen dört üst rütbeli Lübnanlı Generalin daha önceden tutuklanması gerginliği azaltsa da bu olayın burada bitmeyeceği anlaşılmıştır. Israrla olayda Suriye parmağı arayışı olayın aydınlatılmasına gölge düşürüyordu. Geçen zaman içinde Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir suçu olmadığının anlaşılmasına rağmen hala bu konuda önyargılı olanlar Suriyeye bir özür borçlu olduğunu unutmuş gözüküyorlardı. Irak’ta yanlarında bulunan Fransa, Almanya gibi ülkelerin Suriye olayında yan çizmesi, Rusya ve Çin’in ciddi bir karşılık verme ihtimali ABD’nin işini zorlaştırıyordu. Çünkü Fransa’nın Lübnan’da kendine göre planları ve çıkarları söz konusuydu ABD bu yüzden ikna turlarında israr edecektir, hatta işgalden ziyade birtakım ekonomik müeyyidelerle Suriye halkını açlığın susuzluğun pençesine iterek bir şekilde Suriye’yi kapana sıkıştırmayı düşündü. Bütün bu gelişmelerden çıkaracağımız sonuç Suriye için galiba çıkış yolu öncelikle iç dengeleri ayarlamak, özellikle Sünni çoğunluğun gönlünü kazanmaktan başka çıkış yolu olmadığıdır. Zaten bu gerçekleşirse ABD’nin planlarını sabote edecek yüzyılın en güçlü direniş dalgasının dalga dalga büyümesi denen olayla bölge halkının kurtuluşu sağlanabilir de. Suriye ile yorumlarımızı Şeyh Ahmedül Haznevi ile bağlayarak yüreklere su serpmeye çabalamakta fayda var. Şah-ı Hazne Suriyelidir. Bu büyük zat önceleri çok fakirdi fakat daha sonradan Suriye’nin ordusunu bile doyurabilen mala sahip oldu. Şahı Nakşibendi nisbetini bu coğrafyada yayan ve bu yolun feyzi bereketini topraklarımıza Şah-ı Haznen’nin elinden teslim alıp Türkiye coğrafyasına taşıyan Abdül Hakim El Hüseyni’dir. Gavs Hazretleri lakabı ile de anılan Abdül Hâkim El Hüseyni Suriye’ye Şeyhini ziyarete gitmek için sınırda mayın tarlalarında tehlikeyi göze alarak gerçekleştirirdi. Şeyhine olan bağlılığı ve ölümüne teslimiyeti onu Gavslık makamına ulaştırmıştır. Eğer Gavs-Bilvanisi o amaneti Suriye gibi kaygan bir zeminden Türkiyeye getirmemiş olsaydı Şah-ı Nakşibendî nisbetini tatmak isteyenlerin Türkiye dışına gitmek zorunda kalcaktı. Bu büyük nimeti Türkiye’ye hediye eden o büyük zatın ruhu şad olsun. Hep denilir ki; ahir zamanda Hz. İsa (a.s) gökten ineceği zaman Suriye’nin merkezi Şam’da ak minareye inecek ve Mehdi (a.r)’e yardım ederek kötülüğün kutbu olan Deccale karşı mücadele ederek zafer kazanıp, tüm dünyada adaleti tesis edecekler. Bilinmez ama belki de Ortadoğuda yaşadığımız olayların varacağı nokta burası olsa gerek. Fazla söze ne hacet, Allah nurunu tamamlayacak elbet, bazı zinde odaklar istemesede.
![]() |
|
![]() |
![]() |
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
![]() |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|