|
07-16-2007, 10:01 | #1 |
Suyun Ölümü
Gökyüzünden aheste aheste inmekteydi. Acaba durağı neresi olacaktı? O da bunu merak ediyordu doğrusu. Bir denizde mi hayat bulacaktı ya da toprağa düşüp bitkiye hayat mı verecekti veyahut da bir yol üzerinde bir âdemoğlunun ayakları altında hercümerç mi olacaktı? O an bir ürperti hissetti üzerinde. Bulunduğu yerin yüksekliği değildi hiç şüphesiz ürpermesinin sebebi. Her varlık gibi sonunun bilinmezliği ve bu bilinmezliğin korkusuydu yegâne sebebi. Daha fazla yaşamak istiyordu. Çünkü gençti. Bir anda gözleri nemlendi. Sonrasında ağlamakla kendini kurtaramayacağını anladı, silkinerek kendine gelmeye çalıştı. Etrafındaki kardeşleri onun silkinmesinin tesiriyle üzerlerinde bir ıslaklık hissetiler. Ona anlam verme amacında değildi hiç birisi. Velev ki onlar da aynı bilinmez sonun merakı ve korkusu içerisindeydiler.
Silkinmesi onu kendine getirmişti. Küçük bir bebeğin annesini gördüğünde neşe içerisinde cıyaklaması misali "yihuu" diye bağırdı. Yanındakiler de sonlarını düşünme korkusu içerisinde yaşamaktansa var oluşlarına ve bir nimet oluşlarına şükredip, boş bir amaçla yaratılmadıklarına kanaat getirerek ona ayak uydurmuşlar ve bağrışmaya başlamışlardı. Yaratıcılarının çizdiği kader doğrultusunda yaşanacak bir hayatları vardı. Onlara düşen bu hayatta kendilerine bahşedilen iradeleri ile yollarını çizmek ve çizilen kaderlerine de isyan etmemekti. Aniden bir terleme hissetti. Bu terleme atmosferin alt katmanlarına doğru indiklerinin habercisiydi. Yavaş yavaş yeryüzüne, beşeriyete yaklaşmaktaydılar. Her biri topluca, adeta helalleşircesine birbirlerinin gözlerinin içine bakarak çizilen yollarına doğru ilerliyorlardı. Ona düşen ise insanoğlunun Göksu adını verdiği bir çaydı. Bu çay Fırat Nehri'nin bir kolu idi. Hayatın ya da ölümün nerde, nasıl geleceğini unutmuşçasına daha yaşayacak bir hayatı olduğuna kanaat getirmişti. Öyle ya suya düşerek akıntı içerisinde kendine düzenli bir yol çizecekti. Bir su perisi gibi süzüle süzüle ilerliyordu Göksu'nun berraklıklarında. Neşesine diyecek yoktu doğrusu. "Hayat ne kadar güzel" diye çığlık attı. Daha ölümüne çok zaman olduğunu düşünüyordu. Ölümü ve yaratıcısına karşı görevini unutmuştu. Daha çok hayatının olduğuna kanaat getirerek asıl vazifesini, hatırlamak istemezcesine, beyninin alt köşelerine göndermişti. Kendini suyun akıntısında sırt üstü bırakarak güneşin tadını çıkarmaya başlamıştı. Üzerinde adeta ufak dağları ben yarattım havası hâkimdi. Öyle ya yaratan onu her şeyine rağmen affedecekti. Sanki onunla böyle sözleşmiş gibi bir hava içerisindeydi. Yolda ilerlerken yanındakilerden de bir şeyler kapmaya, sağından birkaç parça, solundan birkaç parça alarak büyümeye, daha doğrusu sadece bedeniyle nefsini şişirmeye çalışıyordu. Az önce gökyüzünden süzülürken ölüm korkusuyla var olan sağduyu yerini mağrur bir edaya bırakmıştı. Göksu'daki son anlarıydı. Az sonra Fırat'a karışmıştı. Bu birleşim anında sörf yapan birinin gelen dalgalar üzerinde hissettiği o tarif edilemez duyguları hissetmişti. Bir çaydan koca bir nehre atlayış kolay değildi. Ama çok hoş bir duyguydu ona göre. Fırat'ın azgın sularında daha da bir azmıştı sanki. Kendi büyümüştü, ama artık alanı da büyümüştü. Sağından, solundan yine bir şeyler kapmıştı. Nasıl olsa ileride, ölüm anı yaklaştığı zamanlarda bunları affettirecekti. Şimdi ise daha yaşaması gereken güzel bir hayatı vardı ve dünyaya ne için gelmişti ki? Bunu kendi içine kabul ettirerek farkında olmasa bile, telafisi belki de mümkün olmayan büyümüş dünyasında ilerliyordu. Üzerine vuran güneşe doğru gözlerini çevirdi. Gözleri kamaşmıştı. Fakat kendini bakmaktan alıkoyamayarak yine denedi. Bu sefer de yaşarmıştı. Gözlerini ovuşturduktan sonra üzerinde bir ağırlık hissetti. Kolay değildi. Uzun bir yoldan geliyordu. Önce dikine, ardından enine bir güzergâh üzerinde gitmişti. Üstelik eskisi gibi de değildi. Hacmi daha da çaplanmıştı. Koca cüssesiyle böbürlenerek yanındakilere kendisinin rahatsız edilmemesini söyledi. Hatta söylemedi, adeta emretti. Bu gayet normaldi; çünkü oranın en büyüğüydü. Kendince tek büyüktü. Gözlerini açtığında havanın daha da sıcak olduğunu anladı. Fırat, Dicle ile çoktan birleşmişti bile. Mezopotamya denilen yere gelmişlerdi. Artık başka bir coğrafyada olduğunu anladı. Silah sesleri duyuyordu. İnsanlar bağırıyor, sağa sola kaçışıyorlardı. Kanlar suya karışmış ve üzerine doğru geliyordu. Birden yerinden doğruldu. Vücudunun ne kadar da ağırlaştığını hissetti. Hareket etmekte zorlanıyordu. O esnada kendini yaratanı, meydana getirip şekillendireni hatırladı. Aynı anda ölüm korkusu sardı. Hem bunları düşünmeye hem de kendine doğru gelen kanlardan kaçmaya çalışıyordu. Koşmaya başladı. Üzerindeki fazlalıkları silkinerek sağa sola atıyordu. Şimdi biraz rahatlamış ve daha kolay hareket eder olmuştu. Ama yine de eskisi gibi değildi. Nasıl da cıva gibiydi o zamanlarında. Kanlar üzerine geliyor, o ise Basra yollarına doğru kaçıyordu. Önlerden birisi geriye doğru dönerek "Az kaldı" diye bağırdı. "Az kaldı Basra'ya.” Bu sesle üzerinde bir rahatlama hissetmişti. Kısa bir süre sonra Basra'ya vardılar. Derin bir "oh" çekti. Fakat geriye doğru baktığında kanlar da yerlerinde saymamıştı. Onlar da aynı hızla takip halindeydiler. Yeni bir hamleye ihtiyacı vardı. "Allah'ım yardım et" dedi gökyüzüne bakarak. Son gücüyle davrandı ve gözlerini kapatarak bir panter misali ileriye doğru atıldı. Gözlerini açtığında arkaya baktı, inanılır gibi değildi. Gözlerini elleriyle ovuşturdu. "Yaşasın" diye haykırdı. "Kurtuldum." Yine kurtulmuştu. Lakin kendi azminin buna sebep olduğuna inanmaktaydı. Tek sebebin o olmadığını nefsi kabul etmekte yine zorlanmıştı. Basra'dan sonra yoluna eskisinden daha da büyüyerek devam etmişti. "Burası daha büyük yollara açılacak besbelli" dedi yanındakilere. "O zaman ben en büyük olacağım" diye bağırdı. "Ne olacakmışım?" diye sorarak söylediklerinin teyit edilmesini istedi. Etraftakiler "En büyük olacaksınız" diye koro halinde bağırdılar. Gözünde eski günlerini canlandırdı. O küçük günlerinden bugünkü büyük günlerine gelişini hatırladı, ama mütevazı duruşunu terk edişini hatırlamadı. Belki de hatırlamak istemedi. Hint Okyanus'una doğru büyük bir akıntıyla ilerledi. "Bu ne güzel bir yer" diye düşündü. Güzeldi ama bir o kadar da ihtişamlı ve acımasızdı. Kendini tüm kâinatın hâkimiymiş gibi görerek göğsünü öne doğru çıkardı. "Belli ki bunun daha da ötesi var. O zaman benimle hiç kimse baş edemeyecektir." diye etrafındakilere bunları zihninize kazıyın dercesine adeta bağırdı ve üstüne vurgu yaparak tekrar etti: "Hiç kimse" Gururu kendini görmesini, kendini var edeni fark etmesini engellemişti. Tekrar uykuya dalmıştı. Rüyasında dünyaya sığmadığını, herkesin kendi karşısında eğilerek selam verdiğini görmesi mışıl mışıl uyumasını sağlamıştı. Üzerinde bir terleme hissiyle aniden uyandı. Sırt üstü vaziyetten, oturur vaziyete geçti. "Ne oluyor?" diye sordu anlamsız gözlerle etrafına bakınarak. Çevredekiler cevap vermedi. Cevap verilmemesine daha da kızmıştı. Kırmızı görmüş bir boğa kızgınlığıyla hiddetli bir şekilde yineledi: "Ne oluyor dedim size?" Yine cevap yoktu. Herkes sağa sola kaçışarak çevresinden yardım istemekteydi. İçlerinden bir tanesi geç fark etmişti efendisinin seslendiğini. "Eriyoruz efendim, eriyoruz." "Nasıl yani?" diye soruyla devam etti. Öbürü cevapladı: "Sıcaktan hepimiz eriyoruz." "Hah hah hah" dedi vurdumduymaz bir edayla. "O zaman başınızın çaresine bakın. Bana bir şey olmaz. Siz bir nefeslik canınızı kurtarmak için başınızın çaresine bakın." Kendisine bir şey olmayacağına inanıyordu. Hatta bundan o kadar emindi ki erise bile çok az bir kısmının gideceğini düşünmekteydi. Koskoca cüssesi için küçücük bir parçanın ne önemi olabilirdi ki? Az sonra terini silmek için elini alnına götürdü. Fakat o da neyin nesiydi? Bedeninden düşündüğünden daha fazlası gitmekteydi. "Olamaz" diye bağırdı. Gittikçe azalmaktaydı. Üzerinden geçtiği ırmakların akışı misali kendi üzerinden bir şeyler akmakta, bir şeyler erimekteydi. Birden ölüm daha sonra gelecektir düşüncesinden kaynaklı inandığı, ama hep sonraya bıraktığı, sadece zor günlerinde el açtığı, iyi günlerinde terk ettiği yaratıcısının bu evrenin tek hâkimi oluşunu, kendisinin yola çıkışta sadece ufak bir yağmur damlası olduğunu, dönüşün er veya geç ona olacağını hatırladı. Eriyip buharlaşmaya yüz tutan dizlerinin üzerine oturdu, ellerini açtı, ardından Firavun misali secdeye kapanarak evrenin tek yaratıcısından af dilemek istedi. Fakat iş işten geçmiş, gökyüzüne doğru buharlaşıp çoktan uçmuştu bile. * (90) "Ve sonra İsrail oğulları’nı denizden aşırdık. Firavun, düşmanca saldırmak için derhal adamlarını ve askerlerini arkalarına düşürdü. Ta ki, suda boğulmaya başlayınca 'İnandım, gerçekten de İsrail oğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı yoktur. Ben de ona teslim olanlardanım.' dedi. * (91) "Şimdi mi? Oysa bundan önce hep isyan etmiştin ve fesatçılardan idin." * (92) "Biz de bugün senin bedenini arkandan gelenlere bir ibret olsun diye kurtaracağız. Bununla beraber, insanların birçoğu ayetlerimizden yine de gafildirler." (Yunus Suresi–90, 91, 92)
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
Konuyu Toplam 1 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 1 Misafir) | |
|
|