02-01-2008, 16:43 | #1 |
Dr. Muhammed Bozdağ
ÖZGEÇMİŞ: Genel Bilgiler : 1967, Trabzon-Akçaabat Arpacılı Köyü doğumlu, Evli ve üç çocuk babası, İyi derecede İngilizce biliyor. Eğitim Kariyeri : İlk/orta: Arpacılı Köyü İlk ve ortaokulu (1973-1981) Lise: Kastamonu İnebolu Devlet Parasız Yatılı Lisesi (1982-1985) Üniversite: ODTÜ Kamu Yönetimi Bölümü (1985-1990) Mastır: Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler: “TBMM’nin Verimliliği” (1991-1995) Doktora: Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler: “AİHM Kararları Çerçevesinde Türkiye’de Siyasi Partilerin Kapatılması” (2000-2003) Mesleki Kariyeri : TBMM Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğü, Yasama Uzman Yardımcısı (1992-1994) TBMM Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğü, Yasama Uzmanı (1994-2003): Sivas Olaylarını, Güneydoğu Olaylarını, Siyasi Partilerin Malvarlıklarını Araştırma; Otoyol ihaleleri, ambulans alımlarını soruşturma ve KİT Komisyonlarında raportörlük. TBMM, Kanunlar ve Kararlar Müdürlüğü, Müdür Yardımcısı (2003-2005) TBMM, Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Müdür Yardımcısı (2005-Devam ediyor) Yayınlanan Eserleri (Mart 2006 itibariyle) : Düşün ve Başar (Nesil Yayınları, 105. Baskı) Ruhsal Zeka (Nesil Yayınları, 130. baskı) İstemenin Esrarı (Nesil Yayınları, 77. baskı) Sonsuzluk Yolculuğu (Nesil, 1 Basım 100 bin) Türkiye’de Siyasi Parti Kapatma: Laiklik Bölücülük Sorunu (Doktora, 1 Basım, Nobel) Sosyal Eğitsel Etkinlikler : Hızlı ve Etkili Öğrenme Eğitmenliği (2000 öğrenci mezuniyeti) Kültürlararası Araştırma ve Dostluk Vakfı Kurucu ve Başkanlığı (1999-2002) Yurt İçinde ve dışında çok sayıda başarı ve motivasyon konulu konferanslar Muhtelif gazete ve dergilerde makaleler ve çok sayıda radyo konuşması TRT Int Kanalında Sonsuzluk Yolcusu isimli haftalık program (2004-Devam) İletişim Bilgileri : Adres: PK 44 Kavaklıdere Ankara Web: Yetenek.Com, E-posta: [email protected]
|
|
|
Sayfayı E-Mail olarak gönder |
02-01-2008, 16:50 | #2 |
Dr. Muhammed Bozdağ
Muhammed Bozdağ'ın Çocukluk Dönemi
19 Temmuz 2006 Köyün yaşlı kadınlarıyla tarla yollarında karşılaştıklarında, kadınların haline hayıflanışlarını ve kendisine, "evladım, bari sen oku, kurtul bu kayalardan" deyip durduklarını hatırlıyor. Bu yüzden okumayı çok istedi. Ama, büyük üzüntülerinden birini, ortaokuldan sonra eğitimini sürdüremediği bir yıl boyunca yaşadı. Muhammed Bozdağ Trabzon’un Akçaabat ilçesine bağlı Arpacılı Köyünde 1967 yılının yılbaşında dünyaya geldi. Arpacılı Köyü Akçaabat’tan yaklaşık on km içerde, Hıdırnebi Dağının eteklerinde kurulu şirin bir köydür. Bozdağ, Fatime-Ali ailesinin üçüncü çocuğuydu. Doğduğunda, kendisinden önce dünyaya gelen kardeşleri Ayşe ve Resül vefat etmişti. Babası Ali, fakirliğin ve içinde bulunduğu zor şartların da etkisiyle sık sık sinirlenen, hayata tutunmakta zorlanan ve şiddete başvuran bir yapıya sahipti. Bu yüzden çeşitli kavgalara karışmış ve hapse düşmüştü. Henüz yürümeye başladığı sıralarda annesinden ayrılan Bozdağ bir süre akrabalarının bakımında kaldı; öz annesinden tamamen ve babasından da uzun yıllar ayrı büyüdü. Çocukluk sürecinde ölümcül hastalıklar atlattı. Çok kere gece yarılarında çocuk doktorlarının kapılarında dolaştırılmış. 1960'lı yılların Anadolu köy hayatını tahmin edebilirsiniz. Yollar ya yoktur; ya da varsa patika veya topraktır. Ulaşım nadiren kamyonlarla, ama genellikle at sırtında gerçekleşir. İnsanlar yalçın dağlarda yüklerini genellikle sırtlarında taşırlar ve hayat sabahtan akşama kadar koşuşturmalarla geçer. Köy hayatı Muhammed için çok kamçılayıcı ve zorlayıcı oldu. Akrabalarının tütün tarlalarında ve kendi mısır tarlalarında çalıştı. Çocukluğunda en çok sevdiği kişi, kendisini her gördüğünde gözyaşları içerisinde geleceği için dua eden Salih dedesiydi. Dedesini, iki elinde değnekleriyle iki büklüm yürüyen, ak sakallı nurani bir sima olarak hatırlar. Çocukluğunda, evlerinin bitişiğindeki binanın yangınını iyi hatırlıyor. Babasıyla birkaç kez birlikte gittiği balık ve bıldırcın avını unutmuyor. Geceleri lüks ışığını kullanarak dağlarda dolaşırlardı. Küçüklük yıllarında amca çocuklarının ve kendisinden küçük üç kardeşinin derin izleri var. Bazen kavgalaştılar, bazen ölümüne yardımlaştılar ve dayanıştılar. İlkokula başladığında, ormanlarda gizlenip yollarını bekleyen öz annesini keşfetti. Sevgiyi ilk defa, o yıllarda ve gizlice, kaçarak, korkarak, ürkerek tanıdı. Defalarca okul çıkışı gizlenerek annesine koştu ve evine döndüğünde her defasında bedelini ağır ödedi. İlkokula gelince… Köy okulu birkaç kilometre uzaktaydı. İlkokulda beline kadar karların içerisinde yürüdüğü, lastik ayakkabılarından sızan kar sularından titrediği acı günleri hatırlıyor. Okuldan döner dönmez, çantasını bırakıyor, yaz kış tarlalarda, inekler için yiyecek toplayıp sırtlayarak eve getiriyordu. Kışın dondurucu soğuklarında, karları sıyırıp altından lahana topladığı günleri unutmuyor. İlk yüzme girişiminde boğulma tehlikesi atlattı. Bir kez derenin uçurumundan düşse de kurtuldu. İnekler için bol bol pelit yaprağı budadığı günlerde iki kez ağaçtan düştü. Bir kez eve yalnız başına kilitlenmişken, yaklaştığı sobadan fırlayan alev topu yüzünü yaktı. Köyünde pek kimsesi yoktu; uzak ve küçük bir mahallede yaşıyordu. Biriktirdiği bir miktar harçlığıyla köy merkezindeki bakkaldan bir avuç misket satın aldığı gün, yolunu kesen köylü bir çocuk, iddiasına misket oynamayı teklif etti ve daha yeni aldığı misketlerin tümünü orada kaybetmenin hayal kırıklığını unutmadı. Çok utangaç ve aşırı ezik bir geçmişi oldu. Aldığı telkinler yüzünden, insanlardan ürküyordu; o kadar ki yabancı bir insan görse can havliyle kaçardı. Büyüklerinden dinlediği Ermenilerin çocuk katliamından duyduğu ürperti yüzünden dağlara ve ormanlara korkarak bakar; siyah tüylü canavarların uzaklardan gelip herkesi kesmesinden endişelenirdi. İlkokul yolunda hiç unutmadığı kişi değirmenci Kadem amcasıydı. Sabahın soğuğunda derenin köprüsünden geçtiklerini bildiği için, köprünün karşısındaki değirmeninde sobasını erkenden yakardı. Gelişini gözler, köprüde hemen değirmene çağırıp çorapları çıkarttırır, suyunu sıkar ve ayaklarını ısıttırırdı. Böylece güçlenmiş olarak okuluna gönderirdi. Okulunda baba değerinde sevdiği kişi Mustafa Berber öğretmendi. Öğretmenden çok öte bir insandı Mustafa hoca… Hala unutmaya çalıştığı kişi, okulun kapısında sırf babasına duyduğu kin yüzünden kendisini acımasızca döven İbrahim öğretmendi. Doktor ve hemşireler okula geldiklerinde, dört öğretmen kollarından bacaklarından sıkıca tuttukları halde kendisine aşı yapamadılar. Bir dahaki gelişlerinde ikinci kattaki sınıfından ölümüne atlayarak okuldan kaçtı ve iki ay ilkokula devam edemedi. Dünyasındaki bunalım dikkatini Yaradana yöneltti. Allahın nerede ve nasıl olduğu, gece nasıl gördüğü ve ne yaptığı konularında büyüklerine yoğun sorular sorduğunu hatırlıyor. Dini bayramları çok severdi. Birkaç bayramda en yeni elbiseleri giydirilmiş ve birlikte mezarlara gitmişlerdi. Ama, Kuran öğrenmek üzere camiye başladığı günün ertesinde derelerde yüzen arkadaşlarına takıldığı için hocadan yediği dayağı, bu yüzden Kuran kursuna devam edememesini unutmuyor. Bu olay nedeniyle Kuranı yıllar sonra kişisel çabalarıyla öğrenmek zorunda kalacaktı. O zamanın köy ortamında bir çok öğrenci şiddet göreceği korkusuyla okula gitmemeyi tercih etmişti. Ailelerin çoğu da, tütün tarlaları dururken, ilkokul sonrası eğitimi gereksiz buluyordu. Bozdağ okumak isteğinde dirençli oldu. Ortaokul yıllarında ölümüne en çok ağladığı hayvan, babasının kurban etmek üzere satın aldığı ve ve iki ay arkadaşlık kurduğu koçuydu. O olaydan önce o da babası gibi bir avcıydı; kuşlara, böceklere hiç acımazdı. Ama o olaydan sonra, hayvanlara sevgiyle davranmaya başladı. Özellikle lise yıllarında yaşadığı dönüşümle birlikte bir daha hiç ava çıkmadı. Ortaokulun bitişiyle birlikte babası ailenin başına geçmiş; ama bu kez üvey annesinden ayrılmıştı. Yaşadığı ailevi ve ekonomik sorunlar nedeniyle eğitimi sıklıkla kesintiye uğradı. Yine de ilk ve orta okul eğitimi, uzun aralıklara rağmen sağ salim tamamlandı. Bozdağ okuldan eve gelir gelmez, çantasını bırakıyor, önlüğünü değiştirerek tarlalara koşuyordu. İnekler için yiyecek topluyor ve sırtına yükleyerek eve götürüyor; inekleri yediriyor, süt sağıyor ve yemek pişiriyordu. Köyün yaşlı kadınlarıyla tarla yollarında karşılaştıklarında, kadınların haline hayıflanışlarını ve kendisine, “evladım, bari sen oku, kurtul bu kayalardan” deyip durduklarını hatırlıyor. Bu yüzden okumayı çok istedi. Ama, büyük üzüntülerinden birini, ortaokuldan sonra eğitimini sürdüremediği bir yıl boyunca yaşadı. O bir yıl bulduğu her kitabı topladı; yalnız başına yaşadığı eski evin odasındaki başucuna yığdı. Eğitimini sürdüremediğini görüce ‘yazar olabilir miyim’ diye düşündü. Konuyu açtığı okul müdürü, ortaokul mezunu Yaşar Kemal örneğini verip teşvik edince, bir defter alıp yazmaya başladı. Odanın altında ineklerin böğürmeleri ve tavanda farelerin koşuşturma sesleri altında, ilk romanını yazıyor; bir yandan eski bir radyoyla, gece yarılarında Arap radyo istasyonlarına girerek, arabesk müzikten teselli arıyordu. Çevresinde olumsuzluk hakimdi. Bir gün rahmetli dedesinin iki değneğine dayanarak gelip, torunlarına ağır uyarılarda bulunduğu günü hatırlıyor. Büyüklerinin dedesini çok üzmelerine duyduğu içerlemeyle uzaklara kaçtı. Ormanın dikenli çalılıkları içerisine sığınıp saatlerce ağladı ve “Beni bu köyden kurtar” diye Allah’a dua etti. O yıl, hesaba katmadığı bir fırsat kapısını çaldı. Devlet Parasız Yatılı Lise sınavına girmesi ve sınavı kazanması vesilesiyle köyünden ayrılış macerası başladı. Artık, gece gündüz yanı başındaymışçasına uğuldayan aşağılardaki derenin sesini, rüzgarın evin çatısındaki ve çevre ağaçlardaki sert üfürmelerini; yazın, ağaç kurbağalarının, Ağustos böceklerinin neşesini, tarifsiz güzellik ve tonlardaki çiçekleri çok özleyeceği bir yolculuğa çıkıyordu. Yıl 1981… İnekler, Karabaş, sarı kedi ve tavuklar köyünde kalmıştı. Bu ayrılıştan sonra o dostlarını bir daha göremedi. |
|
02-01-2008, 17:10 | #3 |
Dr. Muhammed Bozdağ
Muhammed Bozdağ'ın Lise Yılları Muhammed Bozdağ için en büyük dönüşüm dönemi oldu. Babasının kendisiyle yaptığı ilk ve son uzun yolculuk Trabzon’dan Kastamonu İnebolu’ya Ulusoy firmasının o zamanki eski otobüslerinden birinde geçmişti. İlk kez köyünden çıkıyordu; ilk kez şehirler ve değişik insanlar görecekti. Gece boyunca yolları izlerken gözlerini hiç kırpmadı. Yoldaki bir durakta yedikleri yemeğin ne kadar pahalı olduğunu uzun yıllar hatırladı. Önce İstanbul Kabataş Erkek Lisesini kazanmış; lisedeki tamir çalışmaları nedeniyle Kastamonu-İnebolu’ya aktarılmıştı. Lisenin yanı basında, iki yüz kadar lise ve ortaokul öğrencisinin kaldığı bir yurt vardı. Trabzon’dan, Bayburt’tan, Sinop’tan, Erzurum’dan, Urfa’dan bir çok arkadaşıyla dostluklar kurdu. Yurdun yatakhanesinde geçirdiği ilk geceyi unutmuyor. Arkadaşlarının anlattığı fıkralar herkesi kırıp geçiriyordu. O da neşelenmiş ve türkü söylüyordu ki sorumlu öğretmenin başında dikildiğini fark ettiğinde yaşadığı utancı uzun süre korudu. O ilk akşam öğretmene mescidin yerini sordu. Mescit olmadığını öğrencince de, pencereden uzaktaki minareye bakarak koğuş adını verdikleri odada tahmini kıbleye yönelerek namaz kıldı. Sonradan kuzeye yöneldiğini öğrenecekti. Ertesi gün de aynı yerde namaz kılarken koğuşları denetleyen lise son sınıftan öğrenciler içeri girdiler. 12 Eylül ihtilali yeni gerçekleşmiş; sağ-sol kamplaşmalarının ateşi henüz sönmemişti. “Ulan, burada namaz kılınıyor.” diye bağırdıklarını, “Hey, sen namaz kılacaksan imam hatibe gitseydin” dediklerini hatırlıyor. Bu olaydan sonra başka namaz kılan kimse göremediğini, mescit bulunmadığını, ayrıca ders yoğunluğunun namaza zaman bırakmadığını düşünerek namazı bıraktı. Lise birinci yıl, yalnızlığını babasına yazdığı haftalık mektuplarla gidermeye çalıştı. Her hafta parası gelen öğrencilerin isim listesi pencerede asılır, koşup kendisine de para gelip gelmediğine bakardı. Bir kez parası gelebildi. Devlet ufak tefek ihtiyaçlar için aylık bir miktar harçlık verirdi. O parayla yetinmeyi öğrendi. Bu durumuna rağmen, her hafta bol bol parası gelen arkadaşlarının kendisinden borç almalarına anlam veremezdi. Biriktirdiği küçük paralarını bankaya yatırdı. O sıralar şehirdeki bazı esnaflarla tanışmıştı ve zaman zaman ziyaretlerine giderdi. Bir sohbette faizin haram olduğunu duydu. Hemen üzüntüyle bankaya koştu; ana parasını ödemelerini; faizin kalmasını ve hesabının kapatılmasını istedi. Banka müdürünün faizi neden almadığını sorduğunu; sonunda ısrarından vazgeçerek “istediğin gibi olsun” dediğini hatırlıyor. O zamandan beri bir daha faize para yatırmadı. Hayatındaki en büyük üzüntülerden birini yine o yıl yaşadı. Okul kitapları geç gelmiş kitaplarını almış; ama kitapçı ücreti yanlış hesapladığı için eksik ödeme olmuştu. Sonra okula gidip bir de kendisi hesaplayarak bu durumu anlayınca, derin bir vicdan çatışmasına girdi. Şubat tatilinde bile olayın üzüntüsünü atamadı; üstüne ölüm ve kul hakkı korkusu yığıldı. Şubat tatili dönüşü ilk gün kitapçıya koştu; elçilik rolü takındı, ismini bildirmek istemeyen bir arkadaşının kendilerine borcu olduğunu uydurarak aradaki farkı ödedi. Lisenin ilk aylarında matematiği anlayamıyordu. Haftalarca arkadaşlarına öğretmeleri için yalvardığını hatırlıyor. Israrlı çabaları sonuç verdi ve matematik kavrayışı hızla yükseldi. Düzenli ve disiplinli çalışması sayesinde ikinci yıldan itibaren lise birincisi olacaktı. Matematikte kat ettiği bu mesafe vesilesiyle, lise birdeyken okul adına TÜBİTAK matematik yarışmasına gönderilmişti. Lise boyunca en çok sevdiği dersler fizik, kimya, matematikti. Lisede en kötü dersi beden eğitimiydi; çocukluğu boyunca pek kimseyle oynamadığı için topa en kötü vuran öğrenciydi. Bando takımına girmesi sayesinde beden eğitiminde takılmaktan kurtuldu. Müzik koluna da girdi. Çok iyi flüt çalmayı öğrendi. Bir gösteride ilçe kaymakamı, Eminem türküsünü kendisine iki kez söyletti. Sonra babasına flüt çaldığını yazdı. “Oğlum flüt uğursuzdur” diye cevapladı babası. Bu yüzden okulun arkasında taşların üzerine koyduğu flütünü ezerek imha etti. Lise ikinci yılının kış mevsiminde derin iz bırakan bir olay hatırlıyor. Altı delik ayakkabılarla, babasının terzide küçültülmüş ceketiyle ve paltosuz biçimde titreyerek yürüdüğü sokakta, tanımadığı bir adam kolundan tuttu. Bir şey söylemeden onu Sümerbank mağazasına götürdü. Ona bir çift kışlık ayakkabı ve bir de kaban aldı. Bu sevinci unutamıyor… Adının Hikmet Dursun Ümit olduğunu sonradan öğrenecekti. Bozdağ lise yıllarında şiirde çok ustalaştı. Anadolu ozanlarına özenmişti. Tam kafiyeli ve düzgün duraklı söyleyişleri, konuşma hızında otomatik sıralayabilir hale gelmişti. Yıllar sonra üniversitede öğrenciyken, değer verdiği bir büyüğü, şiir yazmasını kınadı… “Bu zamanda şiirle hizmet olmaz” sözünden duyduğu üzüntüyle şiir defterlerini yırtıp attı. O günden sonra da çok az şiir yazdı. Bu arada lisedeyken ilk yazıları Tercüman Çocuk Dergisinde zaman zaman yayınlanıyordu ve şiir yarışmalarında birincilikler alıyordu. Lise ikiye gelirken, tayinini Trabzon’a almak istedi. Fakat o sıralar çok garipsediği rüyalar görüyordu. Rüyalarında yolculuklara çıkıyor, yol boyunca güzergahlarından geçtiği şehirlerin giriş kapılarının üzerinde, “Asa-yı Musa, Mesnevi-i Nuriye” gibi ifadeler yazıyordu. Cumhurbaşkanlarını görüyor, devlet reisleriyle aynı sofrada yemek yiyordu. Babasıyla birlikte Trabzon’a tayin isteklerinin sonucunu öğrenmeye giderken bu rüyalarını babasına özetlediğini, İnebolu’da kalmasının daha hayırlı olacağını düşündüğünü söylediğini hatırlıyor. Eğitim sistemi farklılığı nedeniyle başvurusu kabul edilmeyince, İnebolu’ya devam etti. O tatilde köyünde büyük bir zihinsel devrim yaşadı. Bir gece eski kitapları karıştırırken ortaokul yıllarından kalma bir kitabı buldu. Kitap kıyamet alametleriyle ilgiliydi. Üvey annesi kitabı gereksiz diye ateşe atmış; eve girdiği saniyede gözleri çalıların arasında tutuşmak üzere olan kitabı fark edince alevlere fırlayıp yanmaktan kurtarmıştı. Bir köşesi yanık, diğer köşesini fareler kemiren kitabı o geçe sabaha kadar okudu. Kitaptaki deccal anlatımından ürpermiş; deccal denen kral geldiğinde, Müslümanların bile korkudan ona tapınacağı bilgisinden korkmuş; kendi çağında onunla yüzleşirse dinini kaybetme endişesine kapılmıştı. Bu düşünce yoğunluğu içerisinde İnebolu’ya döndükten sonra dinini derinden araştırmaya girişti. Büyük bir hızla ilişkiler örülüyor; yeni kişiler ve bitmez tükenmez kitaplar karşısına çıkıyordu. Öğretmenleri kendisini uyardılar. Önündeki üniversite sınavı yerine, bu tür kitaplara dalarsa başarısız olacağı telkininde bulundular. Ama, o derslerini ihmal etmediği gibi bu tür kitapların hayatındaki yoğunluğunu arttırdı. Bu süreçte tanıştığı; sempatisine, hafızanıza, sevgisine, içtenliğine hayran kaldığı ak sakallı nurani Salih Uğurtan dedeyi hiç unutamıyor. Onun öğrencilerinden esnaf Rasim Sürav’ın üzerindeki etkileri büyük… Yeniden namaza başladı. O zaman, rüyasında gördüğü kitaplarla tanıştı ve müthiş bir kavrayış, duygu ve düşünce devrimi içerisine girdi. “Sözler” isimli bir kitabı her sabah namazı öncesi okuyor, gün boyu aklına takılan soruların ilginç biçimde ertesi sabah cevaplarını bulmaktan şaşkına dönüyordu. Kısa sürede, yığınlarla görüş ve düşüncenin ortasına daldı. Cemaatler, guruplar, felsefeler… Özellikle okul birinciliği göze batıyor ve farklı ideolojik çevrelerden yoğun ilgiye ve çekime uğruyordu. Bu vesileyle farklı gurupları tanımaya başladı. Gurupların Müslümanlıklarına rağmen birbirlerinin aleyhinde oluşlarından şaşkına döndü. Herkes farklı bir üstadın etrafında dönüyordu. Dini inançlarını sorgulama ve tahkik sürecine girdi; Kuranı öğrenmeye başladı. Sabah erkenden kalkar, özellikle kışları buz tutan bir odada titreyerek de olsa namazını kılar ve kitabını okurdu. Kavrayışı ve dili hızla çözüldü. Nasıl olduysa çok sayıda öğrenciyle toplanmaya başladılar. Aniden namaz kılanlar çoğaldı ve özellikle ortaokul öğrencileri, namaz yeri olarak seçtikleri boş odayı saflar halinde doldurmaya başladılar. Birden dini sorulara cevap veren konumunda buldu kendini… Sabah erkenden namaza kalkan, yüzleri ve elleri soğuktan çatlasa bile abdest alıp imamlık yapması için kendisini uyandıran o gençleri unutamıyor. Yarım yamalak din eğitimiyle bir de imamlık yapmaya başladı. Lisedeki bu değişim şehrin ileri gelenlerinin de dikkatini çekti. Bozdağ ve liseden bazı öğrenciler Cuma namazına aşık gibiydiler. Gün dönüyor, ders saatleri Cuma saatiyle çakışıyor; ama onlar zil çalar çalmaz bahçenin çitlerinden atlayıp camiye koşuyorlar ve her defasında cumaya yetişiyorlardı. Yıllar sonra öğrenecekti ki, Müftü bey liseli gençlerin bu gayretini öğrendiği için bazen gerekirse yarım saat, lisenin öğlen ders çıkışına kadar vaazını uzatıyormuş. Bir pazartesi sabahı lise idaresi ders saatlerinin bir saat kaydırıldığını ilân etti. O andan gelecek Perşembe sabahına kadar Bozdağ -ve muhtemelen diğer arkadaşları- bu durumda Cuma namazına yetişemeyecek olmanın derin hüznünde yaşadı. Ancak, Perşembe sabahı öğrencileri yeniden toplayan idare, eski sisteme geri dönüldüğünü ilân etmek durumunda kalmıştı. Ortaokuldayken Bozdağ’ın hayali, savaş pilotu olmaktı. Lisedeki en büyük hayalini uçak mühendisliğine dönüştürdü. Sadece derslerine çalışarak sınava hazırlandı; dershaneye gidemezdi. Kastamonu bölgesindeki deneme sınavında birinci oldu. Nihayet, her başlangıç gibi lise hayatının da sonuna vardılar. Üniversite sınav tercih formlarını teslim edecekleri gün, şehirde çok değer verdiği bir insanın “Sizler gibi gençlerin kaymakam olmanız gerekir” sözünden çok etkilendi. Hemen okula koşarak tercih kitapçığını inceledi ve uçak mühendisliği yazdığı sıranın altına, kaymakam olabileceği zannıyla ODTÜ Kamu Yönetimi bölümünü ekledi. Bir puan farkla uçak mühendisliğini kaçıracak ve kamu yönetimini kazanacaktı. Bu yüzden okul müdüründen ağır azarlamalar işitecekti. |
|
02-01-2008, 17:27 | #4 |
Dr. Muhammed Bozdağ
1989 yılında şu ilkelere karar verdi: "Kimse sebep olmadığı sorunun sorumlusu değildir; parçası da olsa üzülmemelidir. Kimse kimseden ahlakı dışında bir nedenle üstün değildir. Başarı meşhur ve zengin olmak değil, Allahın verdiği imkanları iyi niyetle ve elinden geldiği kadar değerlendirmektir... Muhammed Bozdağ'ın üniversite hayatı Üniversite hayatı Bozdağ için yeni bir mücadele ortamı ve bir bakıma yalnızlık iklimiydi. Lisede Devlet imkanlarıyla beslenip barınmanın rahatlığı artık üniversite çağında ortadan kalkmıştı. Orta Doğu Teknik Üniversitesine adım attığı ilk gün büyük şoklarından birini yaşadı Bozdağ. Üniversitesinde eğitimin İngilizce verildiğini, zaten ortaokuldan sonra kaybettiği bir yılın üstüne şimdi de bir yılını hazırlık sınıfında dil öğrenmeye harcayacağını öğrenmek ona ağır geldi. Kısa sürede bu durumu kabullendi ve sonradan yabancı dil bilmiş olmaktan hep mutluluk duydu. Hazırlık sınıfında okurken ikinci bir şokunu yaşadı. ODTÜ’ye gelmesinin tek sebebi kaymakam olabilme ihtimaliydi ve o zaman Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi dışındaki hiçbir bölüm mezunlarının kaymakamlık sınavına giremediğini öğrendi. Hayalleri çöktü; yeniden üniversite sınavına girmeyi düşünse de, kısa sürede kendini toparladı. Hayatta başarının diplomaya değil, çalışmaya ve yeteneğe bağlı olduğunu düşündü. Mezun olduğu yıl kendi bölümüne de kaymakamlık hakkı tanıyan yasa çıkacaktı; ama o çoktan ideallerini değiştirdiği için başka arayışlara yönelecekti. Üniversite hayatı boyunca İsmail amcasından bir kez 500 mark yardım aldığını hatırlıyor. Kastamonulu bir fabrikatörden gelen burs da dört ay sürmüştü. Kredi Yurtlar Kurumuna yaptığı başvuru da, kodlama hatası yüzünden çıkmamıştı. Üniversitesi yemek buru verinceye kadar ilk bir yıl öğlen yemeği yiyemedi. Biraz daha cesur olsa, kendini ifade edebilse ve utangaçlığını aşabilse, bu denli ağır yükler altında kalmayacaktı. Çekingenliği yüzünden kimseden de yardım isteyemiyordu. Sonraki yıllarda öğrenim kredisi çıktığı halde, kimseye gidip kendisine kefil olmalarını talep edemiyordu. Üniversitenin son yılında bu durumunu fark eden bir kişinin aracılığı sayesinde, son sınıfta öğrenim kredisi alan tek öğrenciydi. Üniversite hayatında ciddi bir sorgulama ve derinleşme süreci yaşadı. Yoğun okuma çabaları sergiledi. ODTÜ’lü öğrencilerin kurduğu Derya Kütüphanesinde bazen bir günde dört kitap okurdu. Okumakta gösterdiği hırs yüzünden psikolojik dengesini bozdu ve toparlanıncaya kadar bir süre kitap okuyamadı. Yabancı dilini geliştirmek için arkadaşlarıyla pratik yapmak istediyse de kimse derslerinden başını kaldırıp davetine yanaşmadı. Bunun üzerine üniversitedeki yabancı öğrencilerle dostluklar kurarak yabancı dilini geliştirmeyi denedi. Bu dostluklar, özel bir gurubun oluşmasına yol açtı. Evinde dini ve felsefi konularda İngilizce sohbetler ve konferanslar vermeye başladı. Çekirdekleri bu şekilde atılan çalışmalar ve arkadaşlıklar daha sonra bir vakfın kuruluşunda temel olacaktır. Üniversitesinin en sevdiği yanı, muhteşem doğal ortamıydı. Her fırsatta kampus binalarından uzaklaşır, tek başına ormanlara ve bitkiler dünyasına dalar, doğal ortamdaki işleyişleri ve ilişkileri incelerdi. Bir gün kütüphane çıkışında kar kristallerin geometrik düzenini ilk kez fark ettiğinde bağırtılarını duyan arkadaşları, çok çalışmaktan delirdiğini düşünmüşlerdi. Bu dönemde bazı lise öğrencileriyle eğitim kamplarında bulundu. Derslere ve dar kapsamlı konferanslara yöneldi. Hayatının bir yanı okuldaki dersleri; daha büyük diğer yanı, sosyal ve eğitsel amaçlı faaliyetleriydi. Üniversitenin ilk yıllarında çok sessizdi. Zaten derslerden çıkar çıkmaz okuldan kaybolur ve diğer işlerine koşardı. Bölümünde en çok sevdiği ve en çok birlikte olduğu arkadaşı, sonradan BDDK Başkanı olacak Tevfik Bilgin’di. Tevfik Bilgin okul yıllığına arkadaşı Bozdağ hakkında, “Elinde bond çantası ve yüzünde tebessümü eksik olmayan, geleceğin büyük yazarlarından” yargısını yazmıştı. Üniversitenin ilerleyen yılları Bozdağ’ın kişisel gelişim yolculuğuna yoğunlaştığı, içindeki engelleri aşmaya adandığı dönemdir. Yabancı öğrencilerle dostluğu uzaklardaki dünyayı ve kültürel farklılıkları algılamasına yol açtı. Yeni ve değişik fikirlere ilgili ve açık olması, ilgi alanını, okuduğu kitapların niteliğini ve kavrayışını etkiledi. Üzerinde taşıdığı ağır psikolojik yükleri birbiri ardına yaşadığı duygusal sarsıntı ve sorgulamalarla birer birer attı. Bir çok konuda yanlış düşündüğünü, başkasının hatalarını üstlendiğini, içindeki kalıpları aşabilirse, başarı ve etkinliğinin de değişeceğini fark etti. Bu yeni zihinsel durum, hayatında, ilişkilerinde ve üretimlerinde birkaç kat güçlenmeye yol açacaktır. 1989 yılında şu ilkelere karar verdi: “Kimse sebep olmadığı sorunun sorumlusu değildir; parçası da olsa üzülmemelidir. Kimse kimseden ahlakı dışında bir nedenle üstün değildir. Başarı meşhur ve zengin olmak değil, Allahın verdiği imkanları iyi niyetle ve elinden geldiği kadar değerlendirmektir. Allaha dost olmayı başaramayanın tüm başarısı bir gün sıfırlanır. Görevini yapan karınca da olsa, zirveye çıkacağı gün gelir. Kimsenin değil, kendi kusurlarımla ilgilenmeliyim. Bana verilen yetenekler Yaradana verdiğim hizmet sözlerimdir. Siyaset, ideolojiler, sağ, sol filan hepsi palavra; her biri ayrı bir odağın çirkin çıkarlarına hizmet ediyor. Allahı sevmeyen insanı sevemez; insanı sevmeyenin kalbimde sinek kadar değeri yok.” Bu yeni ilkeler bir süre dengesini bozdu. Meydan okumaksızın, saygı içerisinde kendi doğrularına sahip çıkmayı da zaman içerisinde öğrendi. Bu dönemde kısa bir süre siyasetle de ilgilendi. Demokrat zihniyete tutunan Demirel’in ne büyük kurtarıcı olduğu masallarını yaymaya uğraştı. “Baba”nın evine girip çıktı. Demirel ve çağdaşı siyasilerin siyasi yasaklarının kalkması için gösterdiği fanatizmden ve broşür filan dağıtmaktan sonradan pişman olmuştur. Hatta, siyasetin en temizlerin elinde bile çıkar paylaşımından kurtarılamadığını okulunu bitirmeden fark ederek, siyasi fanatizmden uzaklaşmıştır. Kendisine göre milletin yapması gereken en onurluca siyasi tutum, verilen sözleri madde madde yazmak, sonra da hayrı ne olursa olsun, sözünü tutmayan siyasileri zerre acıma göstermeden tarihin sepetine atıp terk etmek olmalıdır. “Yalan söyleyen, melek olsa şer dağıtır” der Bozdağ. Bozdağ, bir keresinde apartman çıkısında yolunu kesen postacının “Sen Muhammed misin?” sorusunu hatırlıyor. Verdiği “Nereden tanıdınız?” karşılığına, “Bu mahalleye taşıdığımız mektuplar senin evine getirdiğimiz kadar değil” cevabını alıyor. O dönemde Bozdağ yoğun bir mektuplaşma gayretine girdiğini, dostlarına her akşam mektuplar yazıp sabahları posta kutusuna attığını hatırlıyor. Geliştirdiği disiplinli çalışma alışkanlığı sayesinde dersi derste öğreniyor, her saatin sonunda beş dakika tekrarlıyor ve akşam o günün konularını 15 dakikada gözden geçiriyordu. Bu tutumla kısa sürede en yüksek notları almaya başlayınca, yeniden birincilik hevesine kapıldı. Bu hevesle girdiği hırslanma sürecinde, diğer tüm vakıf hizmetlerini, okumalarını yazmalarını bıraktı. Ardından büyük bir manevi tokat yedi. Girdiği ilk sınavda zihni durdu ve en kötü notu aldı. Birincilik hırsını bırakarak normal çalışma düzenine geri dönmek suretiyle durumu kurtardı. Üniversite hayatı boyunca hep hastaydı. Özellikle kış bastırınca, ama hemen her gün şiddetli baş ağrıları yaşardı. Ankara’da neredeyse dosya açtırmadığı hastane kalmadı. Doktorlar hastalığına çare olamadılar ve aldığı kimi ilaçlarla daha kötü olunca doktora gitmeyi kesti. Bir gece sinüziti iyileştireceği zannıyla bitkisel ilaçtan bol bol kullandı. Vücudu alerjik tepki gösterince, ölümden döndü. Çare arayışları işe yaramıyordu. Yıllar sonra bir hastane müdürünün kapısında beklerken, artık ölüm vaktinin geldiği düşüncesiyle son duasını yapıp ilk vasiyetini yazmış; cenaze masrafları için İsmail amcasından yardım istemiş ve kitaplarının Salih kardeşine emanet edilmesini dilemişti. Sonradan TBMM’de işe başlamanın getirdiği parayı kullanarak bu kez özel tedavinin işe yarayacağını sanmakla da yanıldığını gördü ve hastalığını sevmeye karar verdi. Bundan sonra yaptığı şey her gün 45 dakika yürümek ve günde bir bardak portakal suyu içmek oldu. İki ay içinde yılların ağrıları geçiverdi. Üniversitede en üzüldüğü ve en ağır infialler yaşadığı kişi İnkılap Tarihi Hocası Gürbüz Tüfekçi’ydi. Gürbüz hoca “Atatürk’ün Düşünce Yapısı” isimli kitabını anlatmak üzere kürsüye çıkar ve düşüncelerini Atatürk’e dayandırdığını iddia ederek, İslam dinine yapılmadık hakaret bırakmazdı. Her derste peygamberleri tarihin en ağır yalancılığıyla itham ederdi. Dinleri büyücülerin uydurduğundan, insanların tırtıllardan türediğine kadar bir çok düşünceyi İnkılap Tarihi diye kocaman üniversite öğrencilerine yutturmaya çalışır ve inançlı gönüllerin kalplerinin kanını kurutarak sınıfı terk ederdi. Sonra da geriye dönüp “sizi gidi dinciler, elinizden gelse beni boğazlarsınız” diyerek, bir de katiller sürüsü muamelesi yapıp çekip giderdi. Üniversite hayatı boyunca baş ağrılarından kat kat fazla acıyı, şerefi ve varlığının tek anlamı bildiği dinine Gürbüz hocanın savurduğu küfürlerden çekti. Okuduğu bölümde katı bir ideolojik guruplaşma izlenimi vardı. Bölüm hocaları belli bir ideolojiye mensup görünüyorlardı ve bölümün liberal görünümlü en sempatik hocası bölümün tek profesörü Mehmet Gürkaynak’tı. Gürkaynak dışındaki hocalarla iletişim kuramadı. Dünya görüşünü benimsemese de Gürkaynak hoca gerçekten sevdiği ve hala sevgiyle hatırladığı bir kişilik olmuştur. Bozdağ Japonya’ya Mombusho bursuyla gitmek istediğinde Gürkaynak hoca tavsiye mektubu yazmaktan çekinmemiş; ama mektubuna iki kez, Bozdağ’ın utangaç olduğunu vurgulama ihtiyacı duymuştur. Uzun bir beş yıl uçup gitti. Bozdağ nihayet bölümünden mezun oldu. Beş yıllık kampus hayatı, yemekhane, okul sıraları, koridorlar, kütüphane, arkadaşlar, çam ağaçları, çiçekler, üçlü amfideki mescit, hepsi tarih oldu. Şimdi hayata nasıl tutunacaktı? Neyi, nerede, nasıl yapacaktı? Üniversite yıllarında düşündüğü ve planladığı her şey önünde, ama hesaplamadıkları karanlıklarda gizliydi. |
|
02-01-2008, 17:36 | #5 |
Dr. Muhammed Bozdağ
Bozdağ 1998 yılının Ramazan ayında, Ankara Kocatepe Kitap fuarında derin bir duygusal deneyim yaşadı. Bu istek öylesine dokunaklıydı ki, yaptığı duadan aldığı enerjiyle evine koştu ve hemen o gece ilk kitabını yazmaya koyuldu. Bozdağ'ın Yazarlık ve Kültürel Hayatı Bozdağ’ın yazarlık hayali ortaokul mezuniyetinden sonra başlar. Eğitimini sürdüremeyeceğini düşünerek yazarlığa yönelmek ister; okul müdürünün teşvikiyle gerçekten de yazmaya başlar. İlk çalışmaları, şiir, hikaye, roman tarzındadır. Ortaokulda tek zayıf dersi “Güzel konuşma Yazma” olduğu halde, öğretmenin teşvikine güvenerek çalışmıştır. Ortaokul ve lisede şiirlerinin dereceye girmesi, şiiri çok önemsemesine yol açtı. Üniversite de ise şiirin aşağılandığı bir sohbetten etkilenerek, yazmayı bıraktı. Lisede şiir ve kısa yazıları Tercümen Çocuk ve Diyanet Çocuk dergilerinde yayınlanmıştı. Buradan aldığı teşvikle, üniversitede de yazmayı sürdürdü. Üniversiteye başladığı yıl, bir daktiloya kavuşma hayalindeydi. Bir eğitmen kendi adına ikinci el bir daktilo aldı ve beş yıl bu daktilosunun başında çalıştı. Bir süre köşe yazarlığı yaptı; deneme, makale, araştırma ve tefekkür türü yazıları dergilerde yayınlandı. İş hayatına başladığında, kazandığı parayla yaptığı ilk iş bilgisayar almaktı. Bilgisayar, hayatındaki en ayrılmaz ikizi olacaktı. Bilgisayarı aldığı ilk yıl kendisiyle aynı evde kalan öğrenciler okuldan erken çıkar ve geç saatlere kadar bilgisayar oyunu oynarlardı. Bu yüzden hazırlık sınıfında kaldılar. Bozdağ, bundan sonra bilgisayarında oyun bulundurmadı ve oynamadı. Böylece bilgisayarını ulaşabileceği hemen her türlü yazılımı öğrenip geliştirmek için kullandı. İnternet devriminin en başından beri içinde yaşadı. Bilgisayarda, müzik, tasarım, grafik, animasyon ve benzeri bulabildiği her yazılımla ilgilendi. Ama, fazla geniş alanda at koşuşturmanın, bir konuda uzmanlaşmasını engellediğini görerek, kendini sınırlamaya başladı. Başarı ilkesi artık daha net görünüyordu: “Her şeye el atan her şeyden mahrum kalıyor. Her şeyden bir şey bil; ama bir şeyi her yönüyle bil.” Bu dönemde klasik öğrenme stilinin yetersizliğini fark ederek merhum Mustafa Ruşen hocadan hızlı okuma eğitimi aldı. Kısa süre sonra hızlı okuma, etkili öğrenme ve etkili iletişim eğitmeni oldu; stilini geliştirdi ve hafta sonu eğitimlerinden 2000 civarında öğrenci mezun oldu. Türkiye’de özel radyoculuk kapısının açılmasıyla birlikte, güçlerini birleştirerek bir radyo kurmak isteyen arkadaşlarına katıldı. Ankara’da kurulan yerel radyoda, düzenli olarak kişisel gelişim, ahlak ve din odaklı konuşmalar yaptı. “Yüksek Ahlak, Yüksek Yetenek, Kişisel Değişim, Teleterapi, Ruhsal Zeka, İstemenin Esrarı” gibi isimler altında programlar sundu. Bu konuşmaları çeşitli yerel radyolarda da yayınlandı. Bunlardan bazılarını sitemizden dinleyebilirsiniz. Bozdağ’ın, geçmiş deneyimlerini ve bilgi birikimini yoğurarak yaptığı konuşmalar, daha sonraki kitaplarının da temeli olacaktır. Bozdağ’ın hayatının ilginç renklerinden biri de vakıfçılık faaliyetleri oldu. Üniversite yıllarında İngilizce pratiğini geliştirmek için, ülkemizdeki yabancı öğrencilerle kurduğu iletişimlerinin dostluğa dönüştüğünü hatırlıyor. Bu dostluklar, kaldığı öğrenci evinde İngilizce dilinde verdiği seri konferanslara dönüştü. Daha sonra bu faaliyetler, bir dizi gönüllünün kurduğu Kültürlerarası Araştırma ve Dostluk Vakfı çatısına taşınacaktı. Bozdağ, 1999-2001 yılları arasında bu vakfın başkanlığı yaptı. Vakıf yöneticileri ülkemizde eğitim gören 80 ülkeden yaklaşık 20 bin öğrencinin 5 binine ulaşmış; Türk kültürüyle ve aileleriyle kaynaşmalarına katkıda bulunmuştu. Öğrencilere “hoş geldin” ve “mezuniyet” törenleri, şehir gezileri organize etmiş; dönemin cumhurbaşkanları ve başbakanları da bu öğrencileri ilgiyle kabul etmişlerdi. Bu gençler ülkelerine döndüklerinde, etkin görevlere geliyorlar, gönüllerinde büyük bir Türkiye sevgisi oluşuyor ve bir anlamda gönüllü kültür elçilerimiz olarak çalışıyorlardı. Vakfın sloganı “Dost bir Dünya için” ibaresiydi. Halen vakıf her şeye rağmen çalışan değerli insanların omuzlarında hizmetlerini sürdürüyor. Hedefler, etkinlikler ve yığılan işler arasında yorgunluğunu atmak için karate sporuna merak saldı. Tüm bu işler, TBMM’deki tam mesaili görevinin yanında hafta sonları ve geceleri sergilediği çalışmalarla gerçekleşiyordu. Bozdağ 1998 yılının Ramazan ayında, Ankara Kocatepe Kitap fuarında derin bir duygusal deneyim yaşadı. Yeni kitaplar ve eserlerini imzalayan yazarlar arasında, kalbinde sarsıcı bir kitap yazma isteği uyandı. Bu istek öylesine dokunaklıydı ki, yaptığı duadan aldığı enerjiyle evine koştu ve hemen o gece ilk kitabını yazmaya koyuldu. Kısa sürede kitabı tamamlamış; ama “hallettim, başardım, yapabiliyorum” derken gelen Çernobil virüsü bilgisayarını tamamen çökertmiş ve tüm yazdıkları silinmişti. Bilgisayarın hafızasını kurtaramadı; tövbeyle ilahi lutfa dayandı ve tekrar başlayarak eserini tamamladı. İlk kitap Düşün ve Başar’dı. Yayınevleri, tanınmayan yazarların bilinmeyen eserlerine yatırım yapmaktan çekinirler düşüncesiyle, ilk kitabını 1999 yılında kendi imkanlarıyla bastı. İlk baskının tükenişi dikkat çekince, Nesil Yayınları, arkadaşı Cemil Tokpınar aracılığıyla kitaba talip oldu. Aynı yıl Ruhsal Zeka kitabını yazdı ve eser 2000 yılında ilk baskısını yaptı. Ardından İstemenin Esrarı takip etti. Yazarın eserleri o zamandan beri Nesil Yayınlarından çıkmaktadır. Muhammed Bozdağ, kitaplarını yazarken kişisel geçmişine, başından geçen olayların sıra dışı yönlerine dikkat ediyordu. Algıladığı ilkelerin farklı hayatlara yansımasını gözlemliyordu. Başarının sistemli yolları olduğunun farkındaydı. Ama, insan ne yaparsa yapsın, kaderden umulmadık müdahaleler gelebildiğini; hayatın görünür sebep olmaksızın kimilerini zirveden çukura, kimilerini de çukurdan zirveye taşıdığını görüyordu. Düşün ve Başar, Batı tarzı kişisel gelişimciliğin etkisinin en güçlü yansıdığı eseridir. Oysa aynı Batı, maddeci ve ateistik felsefeden yola çıkarak çözüm öneriyor; huzur ve başarı arayışları temelde paraya dayanıyordu. Eğer Batının çaresi işe yarıyor olsaydı, zenginlik toplumun yüzde yirmisinde birikmez; geriye kalan yüzde 80 fakirliğe terk edilmezdi. Dahası, dengesiz zenginlikleriyle birlikte o insanlar büyük ölçüde yalnızdılar; depresyon kol geziyordu ve aile kurumuyla birlikte cinsel ahlak da felç olmuştu. Batının geleceği kararıyordu. Böyle bir felsefenin ürettiği kişisel gelişimciliğin yetersizliğinin Batıda da farkına varıldığını ve Hinduizm veya materyalistik ruhçuluk gibi yaklaşımların satır aralarında rahatlatıcı olarak kullanılmaya çalışıldığını gördü. Modern insan fiziğe saplanmış; ruhundan mahrum kalmıştı ve en önemlisi, herkesi kuşatmayan ve ölümle son bulacak başarıya başarı denilemeyeceği düşüncesiydi. Bu yüzden Bozdağ kendi tarzına yöneldi. İslam felsefesinden beslenen Mevlâna, Yunus, Arabî, Bediüzzaman gibi düşünce öncülerinin başarı ve huzur yaklaşımlarını özümsedi ve eserlerine yansıttı. Bu amaç çerçevesinde çıkardığı Sonsuzluk Yolculuğu kitabı, insanın anlamını bütünsel olarak ortaya koyan en ciddi çalışmalarından biridir. İnsanın geleceğini karartan dengesiz dünyevileşmenin bizi Batı taklitçiliğinde tüketeceğinin bilinci içerisinde bu kitabı yazdı. Yazarın kullandığı dini söylemden rahatsızlık duyanlar da olmadı değil. En azından adı Muhammed… “Yaratıcı ve ahıret” olgularına vurgu yapıyor tüm eserlerinde; ebedi hayatını batıranın dünyada zirveye çıkmasının kalıcı bir değeri olmadığını düşünüyor. Elli yıllık dünya saltanatı uğrunda tüm sonsuzluğunu karartmayı seçenlerin gönüllerindeki gizli enginliği bilinçlerine sunmaya çalışıyor. Yaradanla dostluğa dayanmayan bir başarı yolculuğunun ölümle sıfırlanacağına inanıyor. Bozdağ yoğun mektuplara ve e-postalara cevap verebilmek için özel zaman ayırdı. Kitaplarının yüz baskıyı geçip yüzbinlere ulaşmasının yoğunluğu karşısına çıkınca, kişisel gelişim seminerlerini durdurdu; vakıf görevinden istifa etti ve düzenli radyo programlarına da son verdi. Çok şeye el atmak yerine, küçülerek hizmetlerinin etkinliğine yöneldi. Yazar halen en büyük ihtiyaçlarımızdan biri haline geldiğini düşündüğü sevgi üzerinde çalışıyor ve yeni kitabını 2006 yılı sonuna kadar tamamlamayı umuyor. Bu arada Bozdağ, uzun sure uzağında durduğu NLP’yi son zamanlarda inceledi; eğitimlerini aldı. Bu çözüm yaklaşımının kültürümüzle etkileşimini inceledi. 2005 yılından bu yana TRT Televizyonunda Dünya Türklerine manevi değerlerimizle barışık bir gelişim yaklaşımı veren Sonsuzluk Yolcusu isimli programı hazırlayıp sundu. Program TRT Int ve TRT Gap kanallarında Cumartesi ve Pazar günleri saat 14.00’de yayınlanıyor. Yazar zaman zaman “Ruhsal Zeka, Sonsuzluk Yolculuğu” gibi isimler altında konferanslar vermektedir. Şu ana kadar, Bursa, İzmir, Trabzon, Batman, Diyarbakır, Siirt, Antalya, Çorum, Konya, Elazığ gibi şehirlerde, Almanya’da ve Belçika’da konferanslar verdi. Konferansları daha çok okullar, yayıncılar, Milli Eğitim Müdürlükleri ve sivil toplum kuruluşları organize etti. Bozdağ’ın konferanslarında gözlemlenen önemli bir husus, katılanların genellikle gençler olmasıydı |
|
Konuyu Toplam 3 Üye okuyor. (0 Kayıtlı üye ve 3 Misafir) | |
|
|